282
MUHAFAZAKÂR ŞÜNCE Gelenekten Geleceğe 1

Muhafazakâr Düşünce Dergisi; Toplumsal Hafıza, Sayı: 24

Embed Size (px)

Citation preview

MUHAFAZAKÂR DÜŞÜNCE 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  Gelenekten Geleceğe

1

2

 

    

   

 

 

MUHAFAZAKÂR DÜŞÜNCE 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TOPLUMSAL HAFIZA  

3

4

MUHAFAZAKÂR DÜŞÜNCE ( The Journal of Conservative Thought ) 3 Aylık Yerel Süreli Kültür‐Düşünce Dergisi  

Yıl/Year: 6 Sayı/Issue: 24, Nisan‐Mayıs‐Haziran/April‐May‐June 2010 ISSN 1304‐8864  

Kadim Yayınları Adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü/ General Director            : Serhat Buhari Baytekin İdari Koordinatör/Administrative Coordinator      : Menderes Anadolu Reklam ve Halkla İlişkiler/Marketing and Public Relations:  : Elif Sönmez Sanat Yönetmeni/Creative Director        : Oğuz Çetin  Dış İlişkiler Koordinatörü/Coordinator of Outreach    : Neşe Ufuk Web Yönetimi/Webmaster          : Emre Ertekin 

  

24. Sayı Editörü İbrahim Sarıtaş 

 Yayın Kurulu/Editorial Board Prof. Dr. Birol Akgün, Prof. Dr. Bedri Gencer, Doç. Dr. Bekir Berat Özipek, Dr. Ahmet Hel‐vacı, Mustafa Armağan, Doç. Dr. Halis Çetin, Doç. Dr. Bülent Arı, Doç. Dr. Kudret Bülbül, Doç. Dr. Nazım İrem, Doç. Dr. H. Emrah Beriş, İbrahim Sarıtaş, Hamdi Turşucu,    Danışma ve Hakem Kurulu/Advisory Board İlber Ortaylı, Prof. Dr., ] İlter Turan, Prof. Dr., Bilgi Ü.] Ahmet Güner Sayar, Prof. Dr., İs‐tanbul Ü.] M.Şükrü Hanioğlu, Prof. Dr., Princeton Ü.] Kenan Gürsoy, Prof. Dr. Galatasa‐ray Ü.] Mustafa Erdoğan, Prof. Dr., Hacettepe Ü. ] Levent Köker, Prof. Dr., Gazi Ü.] Müm‐taz’er Türköne, Prof. Dr., Gazi Ü.] Süleyman Seyfi Öğün, Prof. Dr., Uludağ Ü.] Naci Bos‐tancı, Prof. Dr. Gazi Ü.] Ümit Meriç, Prof. Dr.] İhsan Sezal, Prof. Dr., Gazi Ü.] Fazıl Hüsnü Erdem, Prof. Dr., Dicle Ü.] Ömer Çaha, Prof. Dr., Fatih Ü.] Gökhan Çetinsaya, Prof. Dr., İs‐tanbul Şehir Ü. ] Davut Dursun, Prof. Dr., Sakarya Ü. ]    

Yönetim Yeri (Address) Gökkuşağı Mah. 1208. Cd. No:7/18 Cevizlidere – Çankaya/Ankara Tel: 0‐312 435 55 66 e‐mail: [email protected] www.muhafazakar.com  

Abonelik/Subscription ABONET: Tel: 0‐ 212 314 08 92‐96 Faks: 0‐ 212 222 27 10 e‐mail. [email protected] www.abonet.net Abone Dağıtım: AKTİF DAĞITIM  Baskı: Temmuz 2010 ‐ Öncü Basımevi Tic. Ltd. Şti.  Kazım Karabekir Cd. No:85/2 İskitler – Ankara Tel: 0‐312 384 31 20   Muhafazakâr Düşünce ulusal hakemli bir dergidir. Yılda 4 sayı yayımlanır. Dergide ya‐yınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Orient Yayıncılık kuruluşudur. 

5

İÇİNDEKİLER

TOPLUMSAL HAFIZA Toplumsal Hafızanın Teorik Temelleri 13- 40 Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram

Fatih DUMAN

� 

41 – 62 Toplumsal Hafıza(lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden Kamusal Müzakere Alanı Olarak Tahayyül Edilebilir mi?

Özgür O. ERDEN

� 

63 – 88 Platon ile Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı: Soylu Amaç, Soylu Akıl ve Soylu Yalanlar

Halis ÇETİN

� 

89 – 116 Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kav-ramlar: Devlet/Ulus – Devlet-Millet

A. Baran DURAL

� 

117 – 132 Kollektif Bellek, “Hatıralar Savaşı ve “Karşı Hafıza” ÜzerineBurak Gümüş

Cumhuriyet ve Yeni Toplumsal Hafıza İnşası 133 – 148 Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak

İlyas Söğütlü

149 – 178 Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal

Cemal Fedayi

� 

179 – 204 Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken

Kerem KARAOSMANOĞLU

6

Tarihten 205 – 216 Türkiye’nin İlk Sosyoloji Dergisi: Ulûm-ı İktisâdiye ve

İctimâiyye Mecmûası ve ‘Mukaddime ve Programı’

Adem EFE

� 

217 – 224 Ulûm-ı İktisâdiye ve İctimâiyye Mecmûasının ve ‘Mukaddime ve Program’ı

Ahmed ŞUAYB – Mehmed CÂVİD – Rıza TEVFİK Derkenar 225 – 264 David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet

Cennet USLU

� 

265 – 274 Türkiye’de Dindar Sağın Temel Paradigmaları Üzerine Bir Derkenar

Ahmet N. HELVACI Kitap Tahlili 275 – 282 Niyazi Berkes:Teokrasi ve Laiklik

Ahmet KIZILKAYA 283 – 288 İngilizce Özetler (Abstracts)

7

 

 

Toplumsal Hafıza… 

Beşerî gerçeklik  insanın yaşadığı,  toplumsal dönüşümü  sağladığı ve hatırla‐dığı bir bütündür. Beşerî gerçekliğin sonucu ortak bir  tarih oluşumudur. Bu gerçeklik toplumsal hafızanın güçlü ve güvenilir olmasıyla bağlantılıdır.  

Muhafazakâr düşünceye göre toplum, onu oluşturan bireylerden fazla ve onların üstünde yaşayan bir varlıktır. Aynı zamanda toplum sadece bugünü ve görüneni değil; geçmişi, geleceği, görüneni ve görünmeyeni de  içeren sü‐rekli bir ortaklıktır. 

Hafıza birey için ne kadar önemli ve ne kadar varoluşsal ise toplumlar için de o kadar önemlidir. Çünkü toplum, bireylerin toplamından daha büyük ve daha geniş bir gerçekliktir. Bu nedenle  toplumsal hafıza titizlikle korunması, sürekli ayakta ve diri kalması gereken toplum için varoluşsal önemde bir de‐ğer ifade eder. Hafızasını kaybeden kimliğini, kimliğini kaybeden de varlığını kaybetmiş sayılır.  

Muhafazakâr  düşünce  devrimlere  karşıdır;  karşı‐devrime  bile  karşıdır. Çünkü muhafazakâr düşünce için her tür ani kopuş ve ayrılış acıtıcıdır. Deği‐şim doğal ve tedricî olmalıdır. Radikal kopuşlar ve altüst oluşlar toplum için zararlıdır.  İşte bu yüzden devrimler zararlıdır ve sadece bugünü ve geleceği değil, geçmişi de kırıp dökmüş, toplumsal hafıza üzerinde sarsıcı ve silici et‐kiler doğurmuştur. 

Esasında bütün devrimler her şeyi sıfırlama üzerine kurulmuştur. Devrim kendisinden öncesini “devr‐i sabık” (ancient regime) olarak yaftalar ve lanet‐ler. O döneme ait ne varsa silmeye çalışır. Toplumsal hafızayı bir “tabula rasa” (boş levha) olarak yeni baştan yaratmak ister. Acımasızca ve insafsızca müda‐hale  eder  hafızalara. Her  devrim,  bir  büyük  silme  operasyonunu  da  kendi içinde barındırır. 

Modernleşme ve onun ürünleri olarak devrimler ve ulus‐devlet inşası sü‐reçleri, toplumsal hafıza üzerinde –en hafif  tabirle‐ yıpratıcı olmuştur. Doğal yollardan oluşması ve gelenekle beslenmesi gereken  toplumsal hafıza, ulus‐devletler tarafından siyaseten müdahaleye uğramıştır. Özellikle devrimle ku‐

8

rulmuş ulus‐devletlerde, tamamen doğal olması gereken hatırlayış ve unutuş süreçleri, yer yer vandalizme varan dramatik ve  trajik müdahalelere maruz kalmıştır. Bu  tür ülkelerde, yeni bir “şimdi” kurma adına bütün bir geçmişe savaş açılmış ve toplum hafızasız bırakılmıştır. 

Türkiye de bu süreci yaşamış talihsiz ülkeler kategorisine dâhil edilebilir. Tek parti döneminde yapılan “devrimler” aslında  son  tahlilde kültürel dev‐rimlerdir ve doğrudan doğruya toplumsal hafızayı hedef almışlardır. Seküler ve ulusal bir hafıza yaratmak uğruna  topyekûn bir  tarih,  siyaseten yeniden kurgulanmış ve  toplumun hafızası bu “yeni  tarih”  ile  şekillendirilmek  isten‐miştir. Eskiye ve geleneğe dair ne varsa ya silinmiş ya kazınmış ya da bastı‐rılmıştır. 

Tek parti döneminde “modernleşme” adına yapılanlar felsefi zemin olarak Jakoben  bir  temelden  kaynaklanıyordu.  Osmanlının  sonundan  itibaren  iki modernleşme tarzı mücadele halindeydi. Prens Sabahattin’in ve sonralarda da Karabekir’in önerdiği, devrim yerine evrimi esas alan Anglo‐Sakson modern‐leşme modeli maalesef  iktidar  imkânı bulamamıştı. Sonuçta, önce  İttihatçılar daha sonra da Kemalistler tepeden inmeci ve devrimci Jakoben modernleşme tarzını uyguladılar. 

1950’den itibaren bastırılmış ya da unutturulmaya çalışılmış toplumsal ha‐fızaya ait kültürel unsurlar yeniden gün yüzüne çıktı. Bu bağlamda toplumsal hafıza da  yeniden  kendini  tamir  etmeye, unuttuklarını hatırlamaya  başladı. Her ne kadar on yılda bir yapılan darbeler  ile topluma ve doğal olarak hafı‐zaya müdahale edilse de özellikle son zamanlarda toplumsal hafıza sivil, öz‐gür ve özel yollardan yeniden inşa ediliyor. Devletin unutturmaya çalıştıkları yeniden kamuoyunun gündemine girmeye başlıyor. Özellikle mikro tarih ça‐lışmaları, sözel tarih çalışmaları ve sayısı her gün artan anı kitapları, devletin dışında ve devlete rağmen, toplumsal hafızanın yeniden oluşması yönündeki önemli  adımlar  olarak  öne  çıkıyor.  Örneğin  geçen  yılın  sonlarında  Onur Öymen’in  sebep olduğu bir  tartışmanın  sonucunda Dersim olaylarıyla  ilgili yüzlerce anı aniden ortaya dökülüverdi. Devletin bütün bastırmasına rağmen toplumun  olup  bitenleri  unutmadığı,  bir  yerlere  sakladığı  ve  özgür  ortam‐larda ortaya döktüğü anlaşıldı. 

Toplumsal hafıza bağlamında Türkiye’deki gelişmeleri Esra Özyürek’in şu satırları son derece özetleyici niteliktedir: “Türkiye’de toplumun hafızası yok diyenlerin  inadına son yıllarda daha önce hiç olmadığı kadar anı kitabı ardı ardına yayımlanıyor. Daha çıkar çıkmaz da en çok satan kitap  raflarında ve korsan kitap tezgâhlarında yerlerini alıyorlar. İlk defa hobi olarak Osmanlıca kursları açılıyor. Önceleri  ‘ağır’ ve  ‘alaturka’ bulunup evlerden atılan mobil‐yalar, eskicilerden ve müzayedelerden kucak dolusu para verilerek eve geri 

9

getiriliyor. 20’li yaşlardaki insanlar dedeleri ve ninelerine nereden geldiklerini soruyor, onların gençlik resimlerini duvarlarına asıyorlar. Geçmişe ait bilgileri şekillendiren  toplumsal hafıza  tükenmek bilmeyen bir hevesle yeni hatıralar yazıyor, eskilerini siliyor.” 

Özetle, genel olarak modernizmin ve özel olarak da ulus‐devletin  tahak‐kümü zayıfladıkça toplumsal hafızanın da daha sivil ve doğal yollardan, gayr‐i resmi olarak yeniden oluştuğuna şahit oluyoruz. Toplum hafızasına yeniden kavuşuyor. Toplum kendisine biçilen konfeksiyon elbiseyi yırtıp atıyor; kendi elbisesini kendisi dikiyor; devletin kurduğu evden çıkıp kendi evine dönüyor. Bu bağlamda, Türkiye’de son zamanlarda toplumsal hafızayı yeniden kurma ve doğru ve sivil bilgilerle tahkim adına önemli çalışmalar yapılıyor. Kaliteli ve güçlü yazılardan oluşan Muhafazakâr Düşünce’nin bu sayısı da bu çerçe‐vede önemli bir katkı olarak görülmelidir. 

Bilindiği gibi muhafazakâr düşünce, Fransız Devrimi’ni insanlık tarihi açı‐sından son derece yıkıcı sonuçları olan talihsiz bir gelişme olarak kabul eder. Bu devrimin yıkıcılığı sadece Fransa ile sınırlı kalmamış tüm dünyayı etkisi al‐tına  almıştır. O  yüzden,  onu  övenlerin  tersine,  Fransız Devrimi  her dönem tenkit edilip zararları tasrih edilmelidir. İşte Fatih Duman toplumsal hafıza ve aydınlanma bağlamında Fransız Devrimi’ni yeni bir okumaya tabi tutup ten‐kit etmektedir: “Aydınlanma’nın çocukları olan Devrimcilerin yeni bir ‘insan’ ve ‘toplum’ yaratmak için savundukları argümanlar ve uygulamaya koyduk‐ları radikal değişiklikler, gerçekte organik bir gelişimin ürünü olan toplumun hafızasını mekanik bir  tavırla yeni baştan  inşa etme arzunu yansıtmaktadır. Muhafazakârlara göre,  ‘toplumsal hafıza’nın  taşıyıcılığını yapan  ‘ara kurum‐lar’ı tasfiye eden Fransız Devrimi ve sonrasında gerçekleşen Devrimlerin zo‐runlu sonucu, özgürlük alanlarını daha çok kısıtlayan ‘kapsayıcı bir devlet’ ya da bir tür ‘totaliter devlet’tir.” 

Toplumsal hafıza, kültür ve kimlikle çok yakından  ilişkili bir kavramdır. Kültürel olanın gittikçe  siyasallaştığı küresel bir dönemde,  toplumsal hafıza bağlamında  kültür‐kimlik  tartışmalarının  derinlemesine  irdelenmesi  gereki‐yor. Ulus‐devletlerin zayıflamasıyla onların dayattığı  tekçi ve homojen “top‐lumsal hafıza” kavramı yerine “toplumsal hafızalar” ortaya çıkmaya başladı. Özgür Erden’in yazısı bu eksen üzerinde ilerliyor ve farklı bir siyaset biçimi‐nin geliştirilmesini öneriyor. Erden’e göre, eğer her grup ve kimliğe ait birbi‐rinden  farklı  toplumsal hafıza(lar), demokratik ve katılımcı bir siyaset zemi‐ninde kamusal müzakerenin temel tartışma konusu haline gelirse bir kimliğin sağlıklı oluşmasında önemli bir ilerleme kaydedilebilir. Böyle bir şey, her şey‐den önce bugüne kadar uygulana gelen “unutma  siyaseti”nin dışında  farklı bir siyaset biçimi geliştirmekle mümkündür. 

10

Totaliter rejimler modernleşmenin bir ürünü olarak 20. yüzyılı bir dehşet yüzyılına  çevirmişlerdir.  Totaliter  felsefe  en  geniş  uygulama  imkânını  20. asırda bulmuş olmakla birlikte kökeni Platon’a kadar uzatılır. Bu sayımızda Halis Çetin bu zor işi hakkıyla yapıyor ve totaliter liderlerin “soylu” yalanla‐rını deşifre ediyor: “Totaliter liderler soylu amaç ilân ettikleri mutlak ve üstün devlet inşasını bu devlete uygun insanlar yaratmak ve bu insanları soylu ya‐lanlarla düzenlemek  için kullanmışlardır… Hepsinin de amacı ortaktır; yeni bir siyasal sistem için “tabula rasa” yapmak ve toplumsal hafızada eskiye dair ne varsa ya yok etmek ya da her türlü yöntemi ve aracı kullanarak onu değiş‐tirmek.” 

Muhafazakâr  düşünce  her  türlü  kurucu‐akıl  operasyonlarına,  toplumsal mühendislik tasarımlarına karşıdır. Modernleşme ve ulus‐devlet süreçlerinde ise bu eleştirilenler yoğun olarak siyasal ve sosyal alanda görülmüştür. Baran Dural’ın her  açıdan  yetkin makalesi, modernitenin Çifte Devrimler Çağı  ile beraber tüm dünyaya yaydığı, “Devlet/ ulus‐devlet/ millet/ milliyetçilik/ ben‐öteki” kavramlarını, yeni bir yapıbozumu girişimiyle derinlemesine irdeliyor. 

Burak Gümüş, ortak bir kimlik oluşturma yöntemi olarak kullanılan ve ta‐rihsel gerçeklik  ile hafızanın  farkını ortaya koyan “kollektif bellek” kavramı üzerinden “hatıralar savaşı” ve “karşı hafıza” üzerinde yoğunlaşıyor. Gümüş ayrıca, grupların kendi kimliklerinden emin olma durumlarına ve başka grup‐larla ilişkilerinin düzenlenmesine yardımcı olan kültürel hafıza kavramını, be‐lirli şahıslar, olaylar, tarih ve mekânlara odaklanan anma törenleri üzerinden irdeliyor. 

Pozitivizmin  ağır  etkisi  altında  kurulan  Cumhuriyet’in  birinci  ütopyası “yeni bir toplum” yaratmaktı. İlyas Söğütlü’nün vurguladığı gibi, Pozitivizme göre aklın ve bilimin rehberliğinde hazırlanacak projelerle azgelişmiş ülkele‐rin Batı düzeyine erişmesi pekâlâ mümkündür. Bunun ön koşulu ise zihinleri gelenek ve dinin etkisinden kurtarmak ve her şeyi boş bir levha (tabula rasa) üzerinde  yeniden  başlatmaktır.  İlham  kaynağını  bu  pozitivist  tezden  alan Cumhuriyet modernleşmesinde öncelik,   geçmişin unutturulması ve yeni bir bireysel ve toplumsal hafızanın oluşturulmasına verilmiştir. 

Yahya Kemal, Ahmet Cevdet Paşa’dan sonra Türkiye muhafazakârlığının en önemli  fikri  temsilcisidir. Yahya Kemal, geçmişin ve nostaljinin  romantik şairi  olarak  anılır,  ancak muhafazakâr  fikriyata  katkısı  üzerinde  pek  duran olmamıştır. Cemal Fedayi derinlikli yazısıyla ihmal edilen bu konuda önemli bir  irdelemede bulunuyor. Yahya Kemal’in  fikriyatını, modernleşme ve  top‐lumsal hafıza kavramları bağlamında ve teorik bir çerçevede analiz ediyor. 

Fedayi’nin yazısının sonundaki Huntington’dan yapmış olduğu alıntı Tür‐kiye ve Rusya gibi kültürel açıdan “bölünmüş ülkeler”in hal‐i pürmelalini pek 

11

ustaca özetliyor: “Toplumların kültürlerini kökten yeniden  şekillendirecekle‐rini düşünecek kadar kibirle dolup taşan siyasî liderler başarısız olmaya mah‐kumdur.  Batı  kültürünün  bazı  unsurlarını  toplumlarına  sunabilirlerse  de, kendi yerli kültürlerinin çekirdek öğelerini ortadan kaldırmaya ya da müte‐madiyen bastırmaya güçleri yetmez. (…) Siyasî liderler tarih yapabilirler ama tarihten de kaçamazlar. Batılı toplumlar yaratamayıp, bölünmüş ülkeler üre‐tirler. Kendi ülkelerine kültürel bir şizofreniyi yayarlar ve bu şizofreni de onla‐rın tanımlayıcı olan ve devamlılık arz eden özelliği hâline gelir.” 

Tek parti döneminin kültürel devrimleri sadece Müslüman unsurlar üze‐rinde değil gayr‐i müslim unsurlar üzerinde de  tahripkâr etkiler bırakmıştır. Kültürümüzün gayr‐i müslim üyeleri de düzleştirici ve silici operasyonlardan nasiplerini  almışlardır. Örneğin,  günümüzde,  kültürel  hafızamızda Rum  ve Ermeni mirasından pek bir şey kaldığı söylenemez. Çokkültürlülüğe açık Os‐manlı  döneminden  Cumhuriyet’e  geçilirken  yapılan  devrimlerle  çokkültür‐lülüğe dair ne varsa silinip süpürülmüştür. Kerem Karaosmanoğlu, hafıza ile kimlik arasındaki ilişkiyi, sayıları artık bugün birkaç bin ile ifade edilebilecek İstanbul Rumları bağlamında  inceliyor:  “Her  şeye  rağmen  İstanbul’da yaşa‐yan yeni kuşak Rum gençleri, Rum olmak, Türk olmak ve genel olarak kimlik meselesi hakkında bize alternatif bir perspektif sunabilir.” 

Bu sayımızın derkenar bölümünde iki önemli makale bulunuyor. Özellikle Cennet Uslu’nun derin ve titiz bir çalışmanın ürünü olan makalesi için şimdi‐den “kült makaleler arasına girecek bir çalışmadır” diyebiliriz. Hume’un ada‐let ve ahlak anlayışının yeterince ve doğru bir  şekilde bilinmediğinden yola çıkan Uslu,  sağlam bilgiler ve derinlikli yorumlar eşliğinde Hume’un adalet anlayışını irdeliyor. Uslu’nun şu tespitleri dikkat çekicidir: “Adalet insan do‐ğasının özellikleri ile insanın yeryüzünde içinde bulunduğu durumun bir so‐nucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden adalet yer ve zaman fark etmeksizin tüm  insan  toplumlarında  aynı  ilkelerin  bulunması  anlamında  ‘evrensel’  ve keyfi ve rastgele olmaması bakımından ‘objektif’tir.” 

Türkiye’de “dindar sağ” anlaşılmak ve analiz edilmek yerine çoğunlukla “gerici” olarak yaftalanmış ve paketlenmiştir. Onu gerici ilan etmekle bertaraf ettiklerini sanan “merkezî elitler” dindar sağın yeni temsilcilerini karşılarında daha gelişmiş, daha eğitimli ve kentli olarak görünce  şaşırıyorlar… Muhafa‐zakârlık üzerine yapmış olduğu yetkin  çalışmalarla  tanınan Ahmet Helvacı, “dindar  sağ”ın  temel paradigmalarını  tespit ve anlama adına önemli bir  ça‐lışma  sunuyor. Bu yazının derinlikli  tartışmalara kaynak  teşkil  edeceğini ve yeni tartışmaları tetikleyeceğini umuyoruz. 

Toplumsal hafıza edebiyat ve bilim dünyası alanında da ne yazık ki güçlü bir kalıcılık sağlayamamıştır. Çıkarılan süreli yayınlar bir gelenek oluşturma 

12

sürecini yakalayamamış, sadece sınırlı sayıda dergi hayatını günümüze kadar sürdürebilmiştir.  Kısa süreli çıkan yayınların edebi ve bilimsel öneminin bü‐yüklüğünü konu dışı tutarak şunu söylenebiliriz ki, geleneği olan ve uzun yıl‐lar  hayatını  devam  ettirmeyi  başarabilen  yayınlar  toplumsal  hafızayı  güç‐lendirmenin ana unsuru olabilmektedirler. Bu doğrultuda Adem Efe, son sa‐yımızda Türkiye’nin  ilk sosyoloji dergisi olan Ulûm‐ı  İctimâiyye ve  İktisâdiyye Mecmuası’nı tanıtıyor. İki küsur yıllık yayım hayatıyla Türk sosyoloji ve iktisat tarihine  damgasını  vuran  bu  derginin  tanıtımı  yapıldıktan  sonra  derginin ‘Mukaddime ve Programı’ günümüz sosyologlarının istifadesine sunuluyor. 

Toplumsal hafızayı kaliteli ve dopdolu bir şekilde inceleyen bu sayımızda sizlere iyi okumalar diler, gelecek sayımızın “nostalji” konusunu işleyeceğini tüm okurlarımıza hatırlatırız.  

 

İbrahim Sarıtaş 

 

      

TOPLUMSAL HAFIZA,             (FRANSIZ) DEVRİM(İ) ve SOSYAL/SİYASAL KURAM 

Fatih DUMAN∗

 

ÖZET Bu  çalışma,  ‘toplumsal hafıza’nın kurumsal unsurlarının muhafazakâr düşünce‐deki önemine odaklanmıştır. Muhafazakârlık modern dönemdeki  ilk  şekillenme‐sini, Fransız Devrimi’nin ‘toplumsal hafıza’ya yönelik saldırılarına getirdiği eleşti‐rilerle  gerçekleştirmiştir.  Aydınlanma’nın  çocukları  olan Devrimcilerin  yeni  bir ‘insan’ ve  ‘toplum’ yaratmak  için savundukları argümanlar ve uygulamaya koy‐dukları radikal değişiklikler, gerçekte organik bir gelişimin ürünü olan toplumun hafızasını mekanik bir tavırla yeni baştan inşa etme arzunu yansıtmaktadır. Muha‐fazakârlara göre,  ‘toplumsal hafıza’nın taşıyıcılığını yapan  ‘ara kurumlar’ı tasfiye eden Fransız Devrimi ve sonrasında gerçekleşen Devrimlerin zorunlu sonucu, öz‐gürlük alanlarını daha çok kısıtlayan  ‘kapsayıcı bir devlet’ ya da bir tür  ‘totaliter devlet’tir. Bu çalışma muhafazakâr düşüncedeki bu temel argümanın sosyal ve si‐yasal teorideki sonuçlarını incelemektedir. 

Anahtar Kelimeler; Toplumsal Hafıza, Fransız Devrimi, Organik Bütünlük, Ara Kurumlar, Rasyonalist Siyaset, Totaliter Devlet, Muhafazakârlık 

∗ Yard. Doç. Dr., Hitit Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

14

Muhafazakâr düşünce açısından  ‘toplumsal hafıza’nın korunması ve sağ‐lıklı  şekilde  aktarımını  güvence  altına  alacak  kurumsal  yapıların  bulun‐ması hayatî bir önem arz etmektedir. Bu basit gibi görünen yargı, muhafa‐zakâr düşünce geleneği bakımından, birçok teorik açıklamanın toplumsal gerçekliğin anlaşılmasında bize sunabileceklerinden çok daha fazlasını ba‐rındırmaktadır.  Bu  bağlamda  toplumu  kısmî  ya  da  bütüncül  bir  hafıza kaybına uğratma  teşebbüsü  olarak  görülen  ‘devrim’, muhafazakâr düşü‐nürlerce ‘organik’ bir oluşum olarak değerlendirilen toplumsallığı ‘mekanik’ bir çözümlemenin eşlik ettiği şiddete dayalı bir değişimle/dönüşümle ye‐niden  kurgulamayı  amaçlamaktadır.  Toplumsallığın  kendi  içinde  barın‐dırdığı bütün çeşitliliğini bir kenara bırakarak hatta bırakmayıp yok ede‐rek ‘tek tip’ bir toplumsallığı yukarıdan yani siyasal alanın belirleyiciliğin‐den hareketle inşa etmeye çalışan devrimler, modernliğin ve onunla ilişkili olarak muhafazakârlığın kurucu momentlerinin en önemlisi olarak kabul edilen Fransız Devrimi’nden  itibaren muhafazakâr düşünürlerin  şiddetli tepkisini  çekmiştir. Gerçekte muhafazakârlık  diye  bir  ideolojinin  varlığı kabul  ediliyorsa  bunu  açığa  çıkartan moment,  gerçek  bir  devrim  olan Fransız Devrimi’nin  toplumsal  hafızanın  taşıyıcılığını  yapan  ve  tarihsel sürekliliği bünyesinde taşıyan toplum‐sal kurumlara saldırdığı andır. Ba‐tıdaki  muhafazakâr  düşünce  geleneğinin  temel  metinleri  Edmund Burke’ün Reflections’ından  itibaren  devrim(ler)in  toplumsal  hafızaya  yö‐nelik yıkıcı saldırılarına cevap olarak yazılmıştır. Kısacası toplumsal hafı‐zanın içeriğini oluşturan düşünsel ve kurumsal, teorik ve pratik bütün olu‐şumların sağlıklı bir  şekilde gelecek nesillere aktarılması ve bu yolla deği‐şim  karşıtlığının  değil  ‘süreklilik  içinde  değişim’  anlayışının  yaşama  ge‐çirilmesi ve geçmiş‐şimdi‐gelecek arasındaki köprülerin korunması muha‐fazakâr düşüncenin en temel ilkesidir. En temeldir çünkü diğer alanlardaki argümanlar bu belirleyici amacın ya da kabulün mantıksal sonuçlarıdır. 

Bu  çalışma muhafazakâr düşüncenin yukarıda kısaca değindiğimiz  te‐mel  ilkesinin  sosyal  ve  siyasal  kuramdaki  sonuçlarını  tartışmayı  amaçla‐maktadır. Her ne kadar muhafazakârlar kendi düşüncelerini teorik/kuram‐sal bakış açısının karşıtı olarak görseler ve hatta bazı ikincil yorumcular ta‐rafından ‘teori karşıtı’ olarak nitelendirilseler de, bizim perspektifimize göre muhafazakâr düşünürlerin klasik  teorik argümantasyona uymayan açıkla‐malarının, geniş anlamıyla hiçbir  teorik kavrayışın  içinde yer almadığını söylemek doğru değildir. Muhafazakâr düşünce geleneği  içinde yer alan bazı metinler hatta  çoğu metin  teorik  bir perspektifle  yazılmamıştır.  18. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

15

Yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında muhafazakâr düşüncedeki ilk şekillen‐me,  yaşanan  hızlı  değişime  dini  ve  ahlaki  saiklerle  yöneltilen  eleştiriler bağlamında  gerçekleşmiştir. Ancak  bu metinlerde dağınık  ve  sistematik olmayan  bir  şekilde  yer  alan  argümanlar  ve  çözümleme  biçimleri  daha sonraki  dönemde  sosyolojik  kuramsal metinlerin  yapı  taşlarını  oluştur‐muştur. Günümüze değin gelen bu süreçte muhafazakâr düşüncenin top‐lumsal hafızanın korunmasına ve sağlıklı şekilde yeni nesillere aktarılma‐sına ilişkin temel ilkesi, sosyolojiye ilişkin kuramlarda ve bu temel üzerin‐de yükselen siyasal kuramdaki yerini almıştır. 

‘TOPLUMSAL  HAFIZA’NIN  TAŞIYICI  KURUMSAL  YAPILARI VE SOSYAL KURAM Bir  tutum olarak muhafazakârlık çok daha eskilere götürülebilir olsa da, modern bir düşünce akımı olarak muhafazakârlık, modern dönemde ya‐şanan büyük altüst oluşların ortaya çıkardığı durumlara ve bu durumlara ilişkin düşünsel açıklamalara (ideolojiler) bir cevap niteliğini taşımaktadır. Batıda yaşanan bu altüst oluşları ve köklü değişimleri açığa çıkartan sü‐reçte üç  temel gelişmenin altı çizilmelidir: Birincisi geleneksel  tarım  top‐lumunu kökünden değiştiren ve değişimi/ilerlemeyi kural haline getiren sanayi devrimi; ikincisi gelenek ve din yerine aklı koyan ve temel felsefesi rasyonalizm  olan Aydınlanma  düşüncesi;  üçüncüsü  ise  yerleşik  düzeni yıkarak  devrimlere  ve  yenilikçi  akımlara  öncülük  eden  Fransız  Dev‐rimi’dir.1 Modernliği  yaratan  bu üç  önemli  gelişme  birbiriyle doğrudan ilişkilidir ve muhafazakâr düşünce bu süreçlerin yol açtığı köklü değişik‐liklere  gösterilen  tepki  bağlamında  açığa  çıkmıştır.  Ancak  bu  tepkinin hangi kaynaklardan hareketle ve hangi argümanlarla açığa çıktığına göre muhafazakârlık  içinde  farklı  düşünce  gelenekleri  oluşmuştur.  Bu  çerçe‐vede bu  farklı düşünce damarlarını  ifade etmek  için  ‘otoriter muhafaza‐kârlık’,  ‘paternalist muhafazakârlık’ ve  ‘liberteryen muhafazakârlık’2 gibi ya da  ‘teokratik ve modern muhafazakârlık’3,  ‘Kıta Avrupası ve Anglo‐

1 Aytekin Yılmaz, Çağdaş Siyasal Akımlar, Ankara: Vadi Yayınları, 2. Baskı, 2003, s. 99‐100. 2 Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, çev: Ahmet Kemal Bayram vd., Ankara: Adres Ya‐yınları, 2007, 102‐113. 3 Jerry Z. Muller (ed.), “Introduction: What  is Conservative Social and Political Thought?”, Conservatism  ‐An Anthology of Social and Political Thought From David Hume  to  the Present‐, Princeton, New Jersey: Princeton University Press, 1997, s. 5‐6. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

16

Amerikan muhafazakârlığı’4,  ‘dini ve empirik muhafazakârlık’5,  ‘analitik ve metafizik muhafazakârlık’6 vb. gibi ayrımlar yapılmıştır. Bu tür ayrımlar hem oluştukları dönemler hem de günümüzdeki sonuçları açısından olduk‐ça önemli olmakla birlikte, bu çalışma bağlamındaki tartışma düzlemi açı‐sından çok büyük fark yaratmayacaktır. Biz genel olarak muhafazakâr dü‐şüncenin yukarıdaki ayrımları az çok paralel keser mahiyetteki dünya görü‐şünün ‘toplumsal hafıza’ya ilişkin çözümlemelerine odaklanacağız.∗

Öncelikle belirtilmesi gereken nokta, muhafazakâr düşünürlerin ‘birey’i kendi başına ontolojik bir varoluşa sahip olmaktan çok,  tabiri caizse  top‐lumsal bir ürün olarak görmeleridir. Fransız muhafazakâr Bonald’ın gayet açık  ifadesiyle,  “insan  toplumu  yaratmaz;  insanı  yaratan  toplumdur.”7 Ancak bu durum bireyin özgür iradesinin bulunmadığı anlamına gelmez. Bireyler özgür iradeye sahiptir; iradelerini kendileri yönetirler fakat bura‐daki ‘yargı’ ve ‘eylem’ süreci her zaman belirli bir toplumsallık içinde ger‐çekleşir. Muhafazakâr düşünürler, Aydınlanmacıların her şeyi ‘özgür ira‐de’ye  dayalı  sözleşmelerle  açıklamaya  çalışmasına  karşı  çıkarak,  beşeri ilişkilerin  çoğu zaman özgürce yapılan bir  sözleşme olmaksızın zorunlu olduğunu ve sınırlılıklar taşıdığını öne sürmektedir. Fiziksel dünyada ol‐duğu gibi sosyal dünyada da, tarihten ve toplumsal düzenden kaynakla‐nan sınırlılıklar mevcuttur. Bu sınırlılıklar yokmuş gibi, toplumsal düzen bireysel  iradeler üzerinde  istenildiği zaman tekrar kurulabilirmiş gibi çö‐zümleme yapmak Aydınlanmacıların ve bu kurma işini şiddete dayanarak gerçekleştirmeyi denemek de Devrimcilerin,  toplumsala  ilişkin yanlış al‐gılamaları sonucu oluşan hatalarıdır. Ancak bu hataların sonucu daha son‐raki Devrimlerde de görüldüğü gibi insanlar için çok kanlı, toplumsal dü‐zen  için de çok yıkıcı olmuştur. Ancak hemen başta belirtmek gerekir ki, muhafazakâr  düşünürlerin  beşeri  ilişkilerdeki  zorunluluk  ve  sınırlılığa vurgu yapmaları, bireyi yok eden mutlak bir toplumsal ve siyasal zorun‐

4 Bekir Berat Özipek, Muhafazakârlık  ‐Akıl, Toplum, Siyaset‐, Ankara: Liberte Yayınları, 2004, s. 7‐9. 5 A.g.e., s. 40‐42. 6 Sheldon S. Wolin, “Hume and Conservatism”, The American Political Science Review, Vol. 48, No: 4, December, 1954, s. 999‐1016. ∗ Bu genel yargının çok fazla istisnasının bulunabileceğinin farkında olduğumuzu ancak bu çalışma çerçevesinde göz ardı edileceğini ayrıca belirtelim. 7 Robert Nisbet, “Muhafazakârlık’, çev: Erol Mutlu, içinde, Tom Bottomore ve Robert Nisbet, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, yayına hazırlayan: Mete Tunçay ve Aydın Uğur, Ankara: Ayraç Yayınevi, 1997, s. 112. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

17

luluğu ya da determinizmi savunduklarını ve bireyin toplumda ya da dev‐lette  hiçbir  değişiklik  yapamayacağını  ve mutlak  itaat  etmesi  gerektiğini göstermez. Muhafazakârların yaptığı, sağlıklı ve dengeli bir düzen için, de‐ğişime yönelik çabaların toplumsal ve tarihsel bağlamını vurgulamaktır. 

Bu temel argüman, toplumsala dair çözümlemelerine ‘birey’den başla‐yan liberal muhafazakâr düşünürler için de geçerlidir. Bireyden hareketle yapılan  empirik  incelemenin  sonuçları  kendisini  toplumsallık  örüntüleri içinde ve tarihsel süreçte bize sunmaktadır. Bir diğer deyişle, empirik bir perspektiften hareketle insan zihninin, davranışlarının ve yargılarının yapı ve işleyişini açıklamaya çalışan muhafazakâr düşünürlerin ulaştıkları nok‐ta, tek tek bireyleri aşan toplumsal ürünlerin insan doğasının işleyişindeki öncel konumu olmaktadır. Kartezyen rasyonalizmin gelenek, din, önyargı, kültür vb. gibi unsurları aklın otonomluğunun karşısındaki ve onun ger‐çeğe ulaşmasının önündeki engeller olarak görmesine temelden karşı çıkan muhafazakâr  düşünürler  için,  aklın  böyle  bir  gücü  yoktur.  Platon’dan Descartes’a ‘kurucu rasyonalizm’, tarihi paranteze almanın ve bütünüyle yeni bir dünya kurmanın, dolayısıyla buna eşlik eden bütün şiddetin meşrulaştı‐rıcı  aracı  olmuştur. Muhafazakârlara  göre, Aydınlanma’nın Descartes’tan mülhem rasyonalizmi Fransız Devrimi’nin ve sonraki bütün radikal deği‐şim  çabalarının  gözü  kara  şiddetine  yol  açmıştır.  Bu  bağlamda  anti‐rasyonalist  bir  perspektiften  hareket  eden muhafazakâr  düşünürler  için ‘rasyonel otonom birey’ kurgusu bir hayalden ibarettir. İnsan toplumsal dü‐zeyde  hiçbir  zaman  tek  başına  olmadığı  gibi,  epistemolojik düzeyde de hiçbir zaman ‘tabula rasa’ durumunda değildir. İnsan her zaman verili bir anlam dünyasının içinden konuşurken, karar ve eylemleriyle de geleceğin anlam dünyasını oluşturur. Kısacası,  insan aklı her zaman belirli  tarihsel ve  toplumsal bağlamlarda çalışır. Geniş anlamıyla Kartezyen  rasyonaliz‐min dışladığı unsurlar, aklın içinde çalıştığı anlam dünyasının yapı taşla‐rını oluşturmaktadır. Muhafazakârlara göre, bu durum insan doğasının iş‐leyişi için kaçınılmazdır. Ancak insan bu verili anlam dünyası yokmuş gi‐bi davranıp, sınırlı akıl kapasitesi ile sıfırdan yeni bir anlam dünyası inşa etme kibirliliğini her zaman gösterebilir. Tarih bu  tarz girişimlerin çeşitli örneklerini barındırmaktadır. Ancak muhafazakârlar açısından böyle bir girişimin kaçınılmaz sonucu, ‘toplumsal hafıza’yı yok etmeye ve onun ye‐rine ‘yapay’ bir zekayı ihdas etmeye çalışan baskı ve şiddettir. 

Bu tarz bir sonucun yaşanmaması ve toplumsal düzenin sağlıklı bir şe‐kilde değişerek/dönüşerek devam etmesi için yapılması gereken şey, top‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

18

lumsal gerçekliği ‘doğa durumu’, ‘doğal insan’ gibi bütünüyle hayalî ve tarih dışı  olan  rasyonalist  kurgulardan  hareketle  çözümlemeyi  terk  etmektir. Çünkü  tarihsel ve  toplumsal  olarak  taşıdığı  bütün niteliklerden  ayrı  bir ‘soyut  insan’  mevcut  değildir.  Buna  paralel  şekilde  bütün  toplumsallık özelliklerinden  sıyrılmış,  toplumsal  öncesi  bir doğa durumu  da mevcut değildir. Muhafazakârlar bu noktada, ister Aristotelesçi bir ‘zoon politikon’ anlayışından isterse daha dinsel bir temelden hareketle ifade edilsin, top‐lumsallığın insan doğası ile bütünleşmiş olduğunu kabul etmektedir. Do‐layısıyla tarihsel ve empirik verilerin ortaya koyduğu bu doğal toplumsal‐lık  anlayışına  karşıt  şekilde  kurgulanan  teorik  argümanlar  bağlamında, soyut insanın sorunlarının çözülmesi pratikte bir anlam ifade etmez hatta ciddi ve  tehlikeli  sonuçlara  yol  açabilir.  İşte  tam da  bu nedenle mevcut toplumsal ilişki biçimleri, kurumsal yapılar, davranış kodları, değerler vb. gibi  olgulardan  hareketle,  bireylerin  içinde  varlık  buldukları  ‘toplumsal hafıza’nın çözümlenmesi gereklidir.8

Muhafazakâr düşüncenin  toplumsala  ilişkin  çözümlemesi,  ‘toplumsal hafıza’yı merkezi bir konuma yerleştirmektedir. Bunun temelinde ise mu‐hafazakârlığın  Aydınlanma  felsefesine  yönelik  rezervleri  yatmaktadır. Aydınlanma  düşünürlerinin  rasyonel/mantıksal  ve  bireyci  bakış  açısına karşı, toplumsal ve tarihsel bir perspektif çıkartılmaktadır. Toplum muha‐fazakârlar için öncelikli inceleme alanıdır. ‘Toplumsal olanın önceliği’ bütün muhafazakârların kabul ettiği bir temel argümandır.9 Oysa Fransız Aydın‐lanması’nın  bireyci  rasyonalizmi  ile  felsefi  kuşkuculuğu  içinde  yer  alan Diderot’nun projesi olan Encyclopedia’da  ‘toplum’ maddesi bulunmamak‐tadır.10 Aydınlanma’nın bireyci atomizmine ve bu temelde yükselen  top‐lumsal  çözümlemelerine  (doğa hali,  toplum  sözleşmesi) muhafazakârlar şiddetle karşı  çıkmaktadır. Rasyonel otonom bireylerin yaptığı  sözleşme ile ortaya çıkan bir toplum tasarımı, muhafazakârlara göre toplumsal ola‐nın karmaşık ve rasyonel çözümlemeye her zaman  izin vermeyen esrarlı doğasını açıklamada yetersizdir. Hatta bazı muhafazakâr düşünürlere gö‐re,  rasyonel bireylerin  iradelerinden hareketle açıklanmaya  çalışılan  top‐

8 Fransız muhafazakâr düşünür Maistre’nin bu bağlamdaki düşüncelerinin  ayrıntıları  için bkz. Jack Lively (ed.), “Introduction”, Joseph de Maistre, The Works of Joseph de Maistre, New York & London: The Macmillan Company, 1965, s. 1‐45. 9 Nisbet, “Muhafazakârlık’, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, s. 111‐112. 10 Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev: Osman Akınhay, Ankara: Bi‐lim ve Sanat Yayınları, 1998, s. 33. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

19

lumsallık kavrayışının  temelinde, doğa bilimlerindeki matematiksel açık‐lama  tarzının sosyal bilimlere  taşınması yatmaktadır. Buna göre  toplum‐sallığın doğasını, bir geometricinin ya da kimyacının  inceleme nesnesine bakışındaki eğilimlerle çözümlemeye çalışan Aydınlanma düşünürü, işle‐yen bir sosyal düzen için kaçınılmaz olan toplumsallık formlarının tarihsel süreçteki ‘sürekliliğini ve değişimini’ sağlıklı şekilde kavrayamamaktadır. Bu durum kendisini en açık şekilde Aydınlanmacıların toplumsal bir ku‐rum  olarak  dine  bakışlarında  dışa  vurmaktadır: Dinsel  inançları  sosyal düzenin  işleyişinde kayda değer ve pozitif bir  rol oynamayan, geçmişin kalıntısı unsurlar olarak gören Aydınlanma düşünürleri, dini, şimdiki za‐manla aktif  ilişkileri çerçevesinde anlamlandıramamıştır.11 Oysa muhafa‐zakâr düşünürler, Aydınlanma’nın dine saldırısını toplumsal olana yöne‐lik bir saldırı olarak görmüş ve şiddetle karşı çıkmıştır. Çünkü onlara göre, tarihin ürünü olan dinsel  inanç, duygu ve düşüncelerin  toplumsal düze‐nin işleyişinde, rasyonel bir çözümlemenin ilk bakışta tespit edemeyeceği, işlevleri bulunmaktadır. Nisbet’in  ifadesiyle, “...tarihin ürettiği  toplumsal biçimlerin yararına, bu yararı bireysel gözlem saptayamadığında bile, bir ölçüde inanmayan tek bir muhafazakâr yoktur.”12

Muhafazakâr düşünürler için geniş anlamda geleneğin en önemli par‐çası olarak  ‘din’ toplumsal hafızanın asli unsurlarından birisidir. İnsanlık tarihinin en eski dönemlerinden itibaren toplumsal düzenin işleyişinde ak‐tif rol alan din, zaman içinde evrimsel bir süreçte farklı şekiller almış, an‐cak her  zaman var olmuştur. Medenîleşme  süreci  ile dinin oluşturduğu anlam çerçevesinin gelişimini aynı paralelde değerlendiren muhafazakâr düşünürler için, din, fizikî ve moral özellikleriyle bir bütün olarak toplum‐sallığın  kalbinde  yer  almaktadır.  Bir  diğer  ifadeyle,  dinsel  ya  da  kutsal olan doğrudan  toplumsal olanla  ilişkilidir.13 Dinsel  inançlar  insan davra‐nışları üzerinde ciddi etki yaratmaktadır; bununla birlikte daha da önem‐lisi, dinin insanın da bir parçasını oluşturduğu ancak onu aşan bir ‘düzen’ algısı yaratmasıdır. Bu itibarla insanlığın ortak duyusunun bir ifadesi olan din, insan toplumunun en büyük ve en sağlam bağlarından birisini oluş‐

11 A.g.e., s. 51‐52. 12 Nisbet, “Muhafazakârlık’, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, s. 113. 13 ‘Dinsel’ ve ‘Toplumsal’ arasında derin bir ilişkinin kurulması, az çok bütün muhafazakâr düşünürlerde karşımıza çıkan ortak bir temayı oluşturmaktadır. Bkz. Robert A. Nisbet, The Sociological Tradition, New Brunswick & London: Transaction Publishers, 2. Baskı, 1994, s. 221‐231. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

20

turmaktadır. Hatta muhafazakârlar, hiçbir  toplum, cemaat ya da grubun bir  çeşit  dinden  ayrı  olarak mevcut  olamayacağına  inanmaktadır.14  Bu noktada muhafazakârlara  göre,  toplumsal  hafızanın  en  kadim  unsurla‐rından birisi olan dinin  içeriğinin sabit ve donmuş olarak görüldüğü dü‐şünülmemelidir. Tam  tersine dinin  tarihsel görüntüleri dinamik bir süre‐cin parçasıdır ve zaman  içinde değişim geçirmektedir. Ancak bu durum, muhafazakârlar  için  kutsal  olanın  gerekliliğini  hiçbir  zaman  yok  etme‐mektedir. Önemli olan, toplumsal hafızanın diğer kaynaklarında da olduğu gibi, dinin  ‘süreklilik  içindeki değişim’ini sağlıklı şekilde çözümleyebilmektir. Bunun için de, soyut teorilere ya da empirik temeli olmayan rasyonalist kur‐gulara değil, doğrudan tarihsel olguların kendisine dönmek ve bir anlamda olgusal olana  saygı göstermek gerekmektedir. Çünkü muhafazakâr düşü‐nürler için, insanın kendisi de bu tarihsel olguların bir parçası olarak şekil‐lenmiştir. Kısacası bireysel  insanın, kendisini var eden bu  tarihsel ve  top‐lumsal bağlamın üstüne çıkabilmesini (tarih‐dışı bir pozisyondan bakması‐nı) sağlayacak kapsayıcılıkta ve bütüncüllükte bir ‘aklı’ yoktur. 

Bu bağlamda tarihin derinliklerinden günümüze taşınmış olan din, ge‐lenekler, ahlaki değerler, davranış biçimleri (manners) vb., bu sürecin di‐namizmi  içinde  ‘toplumsal hafıza’nın asli unsurlarını oluşturmaktadırlar. Rasyonalist  bir  perspektifle  arkaik  yapılar  olarak  görülebilecek  olan  bu toplumsallık formları, gerçekte ancak yokluklarında değerleri anlaşılabile‐cek bir niteliğe sahiptirler15 ve toplumsal düzenin derinlerinde tabiri caiz‐se kılcal damarlarında dolaşan yaşam suyunu oluşturmaktadırlar. Çünkü muhafazakâr  düşünürlere  göre  tarihsel  ve  toplumsal  gerçeklik,  Aydın‐lanma filozoflarının çözümlemeye çalıştıkları gibi ‘mekanik’ değil, ‘organik’ bir doğaya ve gelişime sahiptir. Bütün muhafazakârların  ‘organizmacı’ bir toplum görüşüne sahip olduklarını söylemek, bütünüyle yanlış olmasa da belki aşırı bir iddia olabilir; ancak bütün muhafazakârların toplumsal ger‐çekliğe mekanik değil organik bir perspektifle yaklaştıkları rahatlıkla söy‐lenebilir. Bu itibarla toplum, onu oluşturan unsurların karşılıklı işlevsel ve karmaşık bir bağımlılık  içinde bulunduğu bir bütündür. Bu bütünün  tek tek bireyleri  aşan bütün unsurları,  tarihsel bir  evrim  süreci  içinde  şekil‐

14 Nisbet’in ifadesiyle, “Hükmeden bir kutsal duygusu olmaksızın toplum olamaz; toplum ol‐maksızın da kutsal olan duygusunun kalıcılığı mümkün olmaz. Bu muhafazakârların din gö‐rüşünün tam bir nitelenimidir.” “Muhafazakârlık’, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, s. 113. 15 Owen Harries, “Muhafazakârlığın Anlamı”, çev: Metin Boşnak, Liberal Düşünce, Yıl 9, Sayı 34, Bahar 2004, s. 94‐95. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

21

lenmiştir ve  şekillenmeye de devam  etmektedir. Hiçbir muhafazakâr bi‐reysel aklın varlığından kuşku duymaz; ancak bireysel aklın içinde şekil‐lendiği  temeller çok daha önemlidir ve bunlar kuşkusuz bir  şekilde  top‐lumsaldır. Burke’ün tek tek bireyleri değil de bir bütün olarak ‘tür’ü akıllı bulmasının ya da Durkheim’ın bireylerin kafalarındaki tüm ‘önkavramları (preconceptions)’ söküp atmalarını istemesine ve okuyucularını önyargıla‐rın sinsi doğasına karşı uyarmasına rağmen, “bireyin uslamlamalarından çok  daha  önemli  bulduğu  bir  tür  toplumsal  “düşünüş”ün  varlığına…” inanmasının nedeni bu toplumsallık algısıdır. Bireyin düşünüşünü yüzey‐sel ve geçici bir düşünüş olarak gören Durkheim  sosyolojisine göre, dü‐şüncelerin kalıcı değerler olmalarını sağlayan bilgelik ve derinlik yalnızca toplumun  geleneklerinde  ve  düzenleyici  kurallarında  bulunmaktadır.16 Bir diğer ifadeyle, Aydınlanma düşüncesinin atomistik bireyciliğine karşı çıkan bu bakış açısı, birey ve aklın toplumsal ve tarihsel temellerini vurgu‐lamaktadır. 

Daha sonraki dönemde çeşitli sosyoloji kuramlarında, çoğu zaman ta‐şıdıkları  dinsel  çağrışımlardan  soyutlanmış  bir  şekilde  yer  alacak  olan, toplumsallığa dair bu argümanlar özellikle ‘organik bütünlük’ kavrayışında odaklanmaktadır. Buna göre, toplumsal gerçekliği oluşturan unsurlar bir‐birinden yalıtılmış bir halde değildir; tam tersine sürekli etkileşim halinde bulunan  karmaşık  bir  bütünsellik  oluştururlar.  Karşılıklı  olarak  işlevsel bağımlılığa sahip olan  toplumsal unsurların bu organik bütünsellik  için‐deki  tarihsel  işleyişi, geçmiş,  şimdi ve gelecek arasındaki bağlantı ve sü‐reklilikleri  sağlamaktadır. Bu organik  bütünsellik  anlayışının bir  sonucu olan ‘süreklilik algısı’ muhafazakâr düşünürler için büyük önem taşımakta‐dır. Bireylerin kendilerini tanımlamaları, kendilerine yönelik kimlik algıla‐rının oluşması ve buna dayalı şekilde anlam dünyalarının ya da dünyaya bakış  açılarının  temelinde  yer  alan  kavram  ve değerlerin  ifade  edilmesi hep  bu  ‘süreklilik  algısı’  içinde  şekillenmektedir.  Bireylerin  kimliklerini geçmiş,  şimdi ve gelecek  arasındaki  süreklilikler üzerinden  algılamaları, onların kendi tekillikleri içinde atomlaşmalarını ve tabiri caizse şizofrenik bir  kırılmaya uğramalarını  engelleyerek,  birey‐toplum  ilişkisinin  sağlıklı şekilde  yaşanmasını  temin  etmektedir. Çünkü  toplumsal  gerçekliği  yal‐nızca bireysel iradelerden hareketle açıklamaya çalışmak, sürekli değişim arzusunu gündeme getirerek standartların, kurumsallaşmanın ve davranış 

16 Edward McNall Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850‐1950, çev: Alaeddin Şenel, An‐kara: Birey ve Toplum Yayınları, 1984, s. 272‐273. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

22

kodlarının oluşmasını engelleyecektir. Bireylerde tarihsel ve toplumsal sü‐reklilik  algısının yıkılmasının doğrudan  sonucu  standartların yitirilmesi, toplumsal atomizasyon ve siyasal otoriterliktir.17

Muhafazakâr düşünürlerin  ‘süreklilik’  algısına  ilişkin değerlendirme‐leri, gerçekte ‘birey’ ve ‘toplum’un kesişme noktasında yer almakta ve ‘ha‐fıza’ açısından ortak sonuçlara yol açmaktadır. Bu  itibarla bir  insanın ha‐yatı ile bir toplumun hayatı birbirine benzemektedir. Nasıl ki, bir insanın geçmişinde  yaşadığı  bazı  olumsuzlukları  inkar  etmesi  ya  da  hiç  yaşan‐mamış gibi yaparak üzerini örtmesi, kişinin  fiziksel ve ruhsal sağlığı açı‐sından bazı derin  sorunlara yol açabiliyorsa, benzer durumlar bir bütün olarak  toplum  için de geçerlidir. Buna göre bir  toplumun geçmişini, onu oluşturan tarihsel unsurları kısacası ‘hafızasını’ yok etmeye çalışarak sağ‐lıklı bir  toplumsal ve  siyasal düzen  kurulamaz.  ‘Toplumsal hafıza’ kay‐bına yol açmak suretiyle de bir düzen kurulabilir ancak bu düzen meşrui‐yetinin  temellerini  insanların  kalplerinde  ve  gönüllü  itaatlerinde  değil, açık ya da örtülü şiddet karşısındaki korkularında bulacaktır. Muhafaza‐kâr düşünürler için bunun mantıksal sonucu, toplumsal meşruiyet sorun‐ları yaşayan bir elit grubun güdümündeki otoriter ve  totaliter bir düzen olacaktır. 

Muhafazakâr düşüncedeki bu organik bütünlük ve süreklilik vurgusu, nesiller boyunca iletilen bir tür ortak aklın taşıyıcılığını yapan ve toplum‐sal hafızayı besleyen  temel kaynaklar olarak görülen bazı  toplumsal ku‐rumları öne çıkartmaktadır: Başta ‘aile’, ‘gelenek’ ve ‘din’ olmak üzere, bi‐rey ve devlet ilişkisini dolayımlayan ‘küçük sosyal gruplar’, ‘yerel ve dini örgütlenmeler’ vb. gibi ‘ara mekanizmalar’ ya da ‘aracı kurumlar’ muhafaza‐kâr  düşüncede  büyük  önem  taşımaktadır.  Soyut  ve  tümel  olandan  çok somut ve tikel olana yönelik olan ve bireylerin yalnızlığını gideren bu top‐lumsallık formları, aynı zamanda siyasal erkin gücünü sınırlamanın da bir aracını oluşturmaktadır. Birey ve devlet arasında yer alan aracı kurumlar bağlamında açığa çıkan toplumsallık, ne bireyci atomizmin insanın doğal toplumsallığına karşıt yapısına ne de siyasal iktidarın uzak ve soğuk for‐mel yapısına benzemektedir. Genel olarak  ifade edersek aile, gelenek ve din çerçevesinde somutluk kazanan aracı kurumların kendi özerk alanları ve  iktidar  sahaları bulunmaktadır. Bireylerin  toplumsala  ilişkin kural ve 

17  Edmund  Burke,  Reflections  on  the  Revolution  in  France, Oxford‐New  York: Oxford University Press, 1993, s. 95‐96. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

23

değerleri öğrendiği bu ara kurumlar, Burke’ün ifadesiyle ‘ruhun dinlenme mekanları’dır18 ve bir tür özgürlük alanlarıdır. Ancak organik bütünsellik anlayışının doğrudan bir  sonucu olarak bu ara kurumlar, aynı zamanda politik değerlerin ve hatta politik alanın meşruluğunun da üretildiği yer‐lerdir. Bir diğer  ifadeyle, siyasal  iktidarın  şiddetinden emin bir özgürlük alanı  olan  ara  kurumlar,  buna  paralel  olarak  siyasal  alanın  ‘zor (coercion)’unu dolayımlama işlevini yerine getirmektedir. Kısacası ara ku‐rumlar, iktidarın şiddetini yumuşatacak ve sağlıklı bir toplumsal düzen için uyumlu hale getirecek politik bir rol de üstlenmektedir. Oysa muhafazakâr düşünürlerin karşı çıktığı Aydınlanmacıların nazarında, birey‐devlet ilişki‐sini  dolayımlayan  bu  tür  ara  kurumlar  ve  onların  özerk  alanları  Ancien Régime’in nefret uyandıran ve yok edilmesi gereken arkaik unsurlarıdır. Ör‐neğin Aydınlanma düşünürleri  içinde sosyolojik bir perspektife en çok sa‐hip olanlardan birisi olarak kabul edilen Rousseau bile, bu tarz ara kurum‐ları ‘genel irade’yi bozan yıkıcı unsurlar olarak görebilmiştir. 

Yukarıda  kısaca  ‘toplumsal  hafıza’  bağlamında değinmeye  çalıştığımız muhafazakâr düşüncenin  toplumsal gerçekliğe dair  çözümlemeleri,  ‘sos‐yal kuram’ içinde belirli argümanların ilk biçimlerini oluşturmuş ve daha sonraki  dönemde  de  etki  yaratmıştır.  Bu  çerçevede  özellikle  Robert Nisbet’in çalışmalarının büyük önem taşıdığı söylenebilir. Nisbet’in sosyal bilimler  tarihine  temel  katkısı,  “sosyolojinin  Fransa’da  ortaya  çıkışının, devrimin geleneksel topluma toptan saldırısının neden olduğu altüst olma ve  parçalanmaya  yönelik  geniş  muhafazakâr  tepkinin  parçası  olmaktan başka bir şekilde düşünülemeyeceğini göstermesi”dir.19 Bir diğer deyişle, muhafazakâr düşünce geleneğinin siyasal ya da dinsel nedenlerle övmek ya  da  yermek  suretiyle  saptadığı  argümanlar,  19.  yüzyıldaki  sosyoloji ekollerinde ‘bilimsel’ bir içerikle devam ettirilmiştir. Nisbet’e göre, ilk dö‐nem muhafazakârlarda  bunlar  daha  dinsel  bir  paradigma  içinden  ifade edilirken, sonrakilerde dinsel  referanslar  tamamen yok olmuş ancak me‐todolojik  argümanlar  korunmuştur.  Ayrıca  önceki  metinlerde  polemik düzeyinde  bulunan  argümanlar,  sonrakilerin  elinde  entelektüel  analiz araçlarına dönüşmüştür. Nisbet bunun farklı alanlara ilişkin çeşitli örnek‐lerini sunarak, muhafazakâr düşünürlerde bazen açık ancak çoğu zaman 

18 A.g.e., s. 46‐47, 198. 19 Robert G. Perin, “Robert Alexander Nisbet”, çev: Beyza Sümer Aydaş,  içinde, Robert A. Nisbet, Muhafazakârlık  ‐Düş  ve Gerçek‐, haz: Kudret Bülbül, Ankara: Kadim Yayınları, 2007, s. 24. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

24

örtük halde bulunan sosyal teoriye ilişkin argümanların, sonraki sosyoloji geleneğindeki  sürekliliğini  ayrıntılı  şekilde  göstermeye  çalışmaktadır. Özellikle The Sociological Tradition başlıklı çalışması, esas ağırlığın Fransız ve  İngiliz muhafazakârlığına verildiği Avrupa muhafazakârlığını,  sosyo‐lojinin ortaya çıkışının bir temeli olarak ele almakta; sosyolojik geleneğin esasen Aydınlanma ve Devrim karşıtı malzemelerden ortaya çıktığını gös‐termeye çalışmaktadır.20

Buna  göre,  Burke  ile  başlayan  ve  Maistre,  Bonald,  Lamennais  ve Chateaubriand gibi düşünürlerde  ifadesini bulan  insan ve  topluma dair önermeler  bütünü,  daha  sonraki  toplum  biliminin  temellerini  oluştura‐caktır. Toplumsal hafızanın korunması ve  sağlıklı  şekilde aktarımını gü‐vence altına alacak kurumsal yapıların gerekliliği bağlamındaki düşünce‐ler, birbiriyle yakından  ilişkili olan bu argümanlar çerçevesinde  ifadesini bulmaktadır. Nisbet muhafazakâr  düşünce  geleneği  içinde  filizlenen  bu argümanları on başlık altında ifade etmektedir: 1‐ Toplum bireysel parça‐cıkların mekanik bir  toplamı değil, kökleri geçmişte bulunan ve  işlevleri hemen fark edilmeyen kurumların ve bireylerin sonsuz sayıdaki ilişkileri‐nin organik bütünüdür. 2‐ Toplumsal olan bireysel olana tarihsel, mantık‐sal ve ahlaksal açıdan önceldir. 3‐ Toplum, analitik amaçlar için bile olsa, bireylere  ayrıştırılamaz.  4‐  Toplumsal  olan  her  şey  karşılıklı  bağımlılık ilişkisi  içinde bulunur. 5‐ Kurgusal doğal haklar değil  insanın değişmez gereksinimleri birincildir. 6‐ Her kişi, gelenek ve kurum beşeri hayattaki bazı  temel  ihtiyaçları karşılar ve diğer gelenek ve kurumların varlığı  için gerekli olan  işlevleri yerine getirir. 7‐ Toplumdaki küçük  sosyal gruplar (aile,  yerel, dini ve mesleki  çeşitli  gruplar vb.)  sosyal düzen  için  büyük önem taşır. 8‐ Beşeri varoluşun kutsal, rasyonel olmayan ve faydasız gibi görünen  unsurları  gerçekte  önemli  işlevlere  sahiptir.  9‐  Toplumsal  yapı farklılıklara  ve  hiyerarşiye  dayanır. Hiyerarşi  olmaksızın  istikrar  da  ol‐maz. Bu nedenle eşitlik üzerindeki devrimci ve rasyonalist vurgu toplum‐sal düzenin altını oyar. 10‐ Otoritenin meşruluğu soyut hak ya da akıl ak‐siyomlarından değil, tarihsel ve toplumsal düzende kök salmış olan inanç‐lardan, alışkanlıklardan ve geleneklerden kaynaklanır.21 Geniş anlamıyla sosyal  kurama  ilişkin  bu  argümanlardan  hareketle  muhafazakâr  dü‐şünürler, Aydınlanma’nın bireyci rasyonalizmine, onun mantıksal sonucu 

20 Nisbet, The Sociological Tradition, s. 3‐16. 21 Robert A. Nisbet,  “Conservatism  and Sociology”, The American  Journal of Sociology, Volume 58, Number 2, 1952, s. 167‐175. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

25

olarak gördükleri siyasal merkeziyetçi devlete, bu tarz bir devleti amaçla‐yan devrimci fikirlere ve konumuz açısından da bu ‘merkeziyetçi’ ya da da‐ha  sonra kullanılmış bir kavram  ile  ifade  edersek  ‘totaliter  devlet’in  ‘top‐lumsal hafıza’yı yok etme teşebbüslerine şiddetle karşı çıkmışlardır. 

HAFIZA KAYBININ KURUCU MOMENTİ: (FRANSIZ) DEVRİM(İ) VE SİYASAL KURAM Muhafazakâr düşüncenin modern dönemdeki kurucu momenti, yukarıda da değindiğimiz gibi,  ‘toplumsal hafıza’nın  radikal bir  şekilde yok  edil‐mek  istendiği Fransız Devrimi’dir. Muhafazakâr düşünürlere göre, Dev‐rim’in bu  isteğinin  temelinde Aydınlanma düşüncesinin birey ve  toplum algılayışı bulunmaktadır. Doğa durumu ya da doğal insan gibi rasyonalist kurgulardan hareket eden Aydınlanmacı düşünürler, buradan yola çıka‐rak siyasal ya da sivil  topluma bir  tür  ‘yapaylık’ atfetmektedirler. Dolayı‐sıyla yapaylık  taşıyan bu yapı,  insanın rasyonel muhakemesiyle anlaşıla‐bilir, değiştirilebilir ya da yeniden kurgulanabilir hale gelmektedir.22 Bir diğer  deyişle, Aydınlanmacılar  ve  onların  fikirlerini  uygulamaya  koyan devrimciler, mevcut düzende  insan yaşamının bağlamını oluşturan  ‘top‐lumsal hafıza’nın kurumsal yapılarını göz önüne almaksızın, insanın top‐lumsal doğasını bir tür ‘tabula rasa’ gibi görerek kendi akla dayalı ilkeleri çerçevesinde yeniden oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu bakış açısının me‐todolojik sonucu ‘siyasal alanın belirleyiciliği’ inancına yol açmakta, dolayı‐sıyla toplumsal değişimin belirleyici odağı olarak ‘siyaset’ görülmektedir.23

Muhafazakâr dünya görüşüne göre, Fransız Devrimi sürecinde ve daha sonraki devrimlerde karşımıza çıkan durum, ‘siyasal iktidar’ yoluyla top‐lumsal  düzeni  bütünüyle  değiştirmek  ve  ‘toplumsal  hafıza’nın  silinerek bir tür ‘tabula rasa’ bellek yaratılması çabasıdır. Çünkü toplumsal yapının radikal  şekilde yeniden kurgulanmasının başka bir yolu bulunmamakta‐dır. Platon’un Politeia’daki  İdeal Devlet  tasarısı da, Condorcet’nin Fransa 

22 Muhafazakâr düşünürlerin nazarında, rasyonel evrensel ve soyut ilkeler adına her şeyi ya‐pabilecek bir özgürlüğü  talep eden bu Aydınlanmacı bakış açısı, Fransız Devrimi  sürecinde pratikteki sonuçlarını doğurmuştur. Bu “fikir, en  iyi  ifadesini Fransız devriminin önde gelen teorisyeni Abbe Sieyès’in, devrimci meclisi yüreklendirmesinde bul[maktadır]. Sieyès meclisi ‘tıpkı doğa durumundan gelen ve bir sosyal mukavele imzalama amacıyla biraraya gelmiş in‐sanlar gibi davranmaları’ için yüreklendir[mektedir].” Bkz. Friedrich A. Von Hayek, “Özgür‐lük, Akıl ve Gelenek”, çev: Yusuf Ziya Çelikkaya, Liberal Düşünce, Sayı: 37, Kış 2005, s. 48. 23 Mehmet Ali Ağaoğulları, Filiz Çulha Zabcı, Reyda Ergün, Kral‐Devletten Ulus‐Devlete, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2005, s. 352‐353. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

26

Cumhuriyeti’nin kuruluşu  ile başladığına  inandığı Aklın  egemenliği de, Komünist  toplum kurguları da hep aynı yanlış  toplumsallık algısının bir sonucudur. Condorcet’nin doğa bilimleri ve sosyal bilimler için ortak ola‐rak düşündüğü akıl anlayışında  ifadesini bulduğu gibi,24  toplumsalı ras‐yonalist bir perspektifle kurgulanabilir bir ‘nesne’ olarak gören bakış açısı, kaçınılmaz  olarak  şiddet üretecektir. Bir diğer  ifadeyle, mevcut  empirik gerçeklikten kopuk akla dayalı argümanlarla belirli ideal tasarılarını haya‐ta geçirme peşinde olan bakış açısı, gerçek bir toplumsal ve tarihsel analizi dışlamakta ve şiddet üretmektedir. Siyasetin soyut aklın  ilkelerine uydu‐rulması gerektiğini savunan ve Voltaire’in “iyi yasalar yapmanın  tek yo‐lunun mevcut bütün yasaları yakarak işe yeni baştan başlamak” olduğuna dair sözlerinde  ifadesini bulan bu yaklaşım, gelecekteki hayli belirsiz bir iyilik adına mevcut insanlara çok büyük zararlar vermeyi meşru hale ge‐tirmektedir. Muhafazakâr düşünce açısından, karşı çıktığı ‘rasyonalist siya‐set’in ilk örneği Fransız Devrimi olmakla birlikte, aynı bakış açısı ve onun şiddet doğuran  sonuçları  kendisini  20.  yüzyıldaki devrimci  girişimlerde de göstermektedir. 1917 Ekim Devrimi’nin yarattığı hayal kırıklığı muha‐fazakâr eleştirileri yeniden gündeme taşımıştır. Daha adil, özgür ve eşit bir dünya için yola çıkan kitleler, yolun sonunda Austwictz veya Gulag’larla yüzleşmek zorunda kalmışlardır.25

Muhafazakârlara göre, önceki kısımda açıkladığımız üzere, toplumsal‐lığa ilişkin bu ‘mekanik’ ve ‘matematiksel’ bakış açısının zorunlu sonucu, değişimin ‘zor’a dayalı ve baskıcı bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılma‐sıdır. Platon’un İdeal Devleti’ni kurmak için on yaşından büyüklerin sür‐gün edilmesi ya da öldürülmesini salık vermesi, toplumsal düzeni bütün‐cül bir şekilde sıfırdan inşa etmeyi arzulamanın kaçınılmaz sonucudur. Ya da Fransız Devrimi’nin yol açtığı  terörü ve getirdiği radikal değişiklikler için uyguladığı şiddeti, ulaşılmak/kurulmak istenen düzen için bir gerek‐lilik olarak gözünü kırpmadan savunmak aynı arzunun bir göstergesidir. Ancak Fransa’da Montesquieu’nün İngiltere’de ise Burke’ün ifade ettiği ve devrimcilerin bilmediği bir şey vardır ki, bu da ne kadar iyi niyetlerle ya‐pılırsa yapılsın gerçekleşecek bir devrimin diğer devrimlere davetiye  çı‐

24  Fatih  Duman,  “Akılcılık  Bağlamında  İki  Aydınlanma  Geleneği:  Fransız  Aydınlanması Versus  İskoç Aydınlanması”, A.Ü. Siyasal Bilgiler  Fakültesi Dergisi, Cilt:  61, Ocak‐Mart 2006, No:1, s. 137‐138. 25 Özipek, Muhafazakârlık ‐Akıl, Toplum, Siyaset‐, s. 117‐118. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

27

kartacağıdır.26 Devrimciler kuracakları yeni düzende hiçbir zaman  rahat ve huzurlu olamayacaklar; her  zaman  ‘devrim‐karşıtları’na ve başka bir devrimi arzulayanlara karşı uyanık olmak zorunda kalacaklardır. Malum olduğu üzere her devrim öncelikle kendi evlatlarını yiyecektir. 

Muhafazakâr  düşünürlere  göre  siyasal  alandaki  bu  radikal  ve  dev‐rimci maceracılığın  kökeninde,  siyasetin  akılcı  temelde meşrulaştırılan belirli ideallerin ya da formüllerin kısacası rasyonalist bir çerçevenin be‐nimsenmesine dayandırılması yatmaktadır. Oysa siyasal konulara ilişkin hiçbir evrensel  ilke  rasyonel olarak doğrulanamaz. Çünkü siyaset alanı kural dışı durumları, farklılıkları, istisnaları vb. içermektedir. Bu nedenle siyaset bilimi, Hobbes’un ya da Rousseau’nun yapmaya çalıştığı gibi ras‐yonalist bir temelde kurgulanabilecek bir niteliğe sahip değildir. Empirik gerçeklikten kopuk bir metafiziğin ifadesi olan rasyonalist siyaset kavra‐yışı, Rousseau’nun akla dayalı  toplum sözleşmesinde olduğu gibi olgu‐ları paranteze alan normatif bir yaklaşımla toplumsalı bütünüyle siyasal iktidarın belirleyiciliğine bırakmanın yolunu açmaktadır. Oysa  tam  ter‐sine siyaset bilimi, a priori bir temelde değil bütünüyle empirik temeller‐de kavranabilecek incelik gerektiren pratik bir bilimdir. Bu nedenle siyaset bilimi tarihsel ve toplumsal olguların incelenmesini merkezine alan, dene‐ye, tecrübeye ve deneyime dayanan bir bilimdir.27 Muhafazakâr düşünce‐deki bu empirizm vurgusu ve bu bağlamda ifadesini bulan ‘toplumsal ve tarihsel olanın önceliği’ anlayışı, onları siyaset biliminin Aydınlanmacılar ve Devrimcilerde  tespit ettikleri bir  tür  ‘toplum mühendisliği’  için kullanıl‐masına karşı çıkmaya sevk etmektedir. Siyasal iktidar eliyle amaçlanan bu tür mühendislik çabaları muhafazakârlara göre Aydınlanma’nın yarattığı ‘kibir’in sonucudur ve  insanın kendi tarihsel ve mütevazı konumunu ka‐bul etmeyerek Tanrıyı oynamaya soyunmak istemesinin bir neticesidir. Bu kibrin  yansıması  olan  filozofların  teorileri  ve  devrimcilerin  eylemleriyle 

26 Ağaoğulları vd., Kral‐Devletten Ulus‐Devlete, s. 468, 395. 27 Burke’ün ifadesiyle, “bir devlet/millet inşa etme, onu yenileme ya da reforme etmeye iliş‐kin bilim, deneye dayalı  (experimental) diğer bilimler gibi a priori öğretilemez… haddi za‐tında pratik olan ve böyle pratik gayeleri amaçlayan yönetim/devlet bilimi  (the science of government), tecrübe gerektiren ve hatta ne kadar bilge ve gözlemci olursa olsun bir insanın bütün hayatı boyunca edinebileceği tecrübeden daha fazlasını gerektiren bir öze sahiptir. Bu bilim, yüzyıllardır  toplumun ortak amaçlarına  tahammül edilebilir derecede cevap vermiş olan bir yapıyı yıkmaya ya da onu tekrar inşa etmeye, gözlerinin önünde muteber fayda ka‐lıpları  ve  modelleri  olmaksızın,  teşebbüs  eden  bir  insan  için  sonsuz  uyarılar  taşır.” Reflections on the Revolution in France, s. 61. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

28

Fransa  sonucu  ‘terör’ olan bir deneyin uygulanma  sahası haline gelmiş‐tir.28

Fransa’da  devrimciler  düzeni  bütünüyle  değiştirmek  için,  eskiye  ait olarak gördükleri ve  ‘toplumsal hafıza’nın  taşıyıcılığını yapan bütün ku‐rumsal yapılara saldırmışlardır. Çünkü toplumsal hafızayı değiştirmeden eskiyi bütünüyle  tasfiye  edemeyeceklerini ve  istedikleri yeni düzeni ku‐ramayacaklarını düşünmüşlerdir. Bu noktada muhafazakârların  toplum‐sal hafızanın sıhhati  için elzem gördükleri  ‘ara mekanizmalar’ ya da  ‘aracı kurumlar’ı  devrimcilerin  niçin  ortadan  kaldırmak  istedikleri  açıklık  ka‐zanmaktadır. Çünkü  devlet  ve  bireyler  arasındaki  bölgede  yer  alan  ara erkler yok edilmeden,  toplumsal ve  siyasal düzeyde  radikal bir değişim mümkün olmayacaktır. Günümüze dek gelen süreçte muhafazakârlar ara erklerin yok edilmesine şiddetle karşı çıkmış ve Rousseaucu bir ‘genel ira‐de’ ya da başka bir kolektif teorik argümandan hareketle, bütün iktidarın devlette toplanmasının despotik sonuçlarına vurgu yapmışlardır. 

Burke ve Tocqueville’in düşünce çizgisini  takip eden ve muhafazakâr geleneğin 20. yüzyıldaki başlıca isimlerinden olan Nisbet’in çalışmaları bu konunun  tafsilatlı  incelenmesini  içermektedir. Nisbet’e  göre modern  ta‐rihteki  gerçek  siyasi  çatışma devlet  ve  bireyler  arasında değil devlet  ve sosyal gruplar arasında ya da ara erkler arasında gerçekleşmiştir. Yaşanan tarihsel süreçte, devlet  ile birey arasındaki aracı otoriteler yok edilmiş ve merkezi politik devlet  totaliter  bir nitelik  kazanmıştır. Totaliter devletin modern dönemdeki ilk örneği, Rousseau’nun düşüncelerinden ilham alan Fransız Devrimcilerinin ortaya koydukları devlet olmuştur. Burke’te nis‐peten  daha  dağınık  olan  argümanları  daha  sistematik  bir  şekilde  ifade eden Nisbet’e göre, Devrim’in devleti bütün dini, yerel, ekonomik ve böl‐gesel  ara  kurumların  altını  oymuş;  karşısında  durabilecek  hiçbir  iktidar odağı  bırakmamıştır.  Tocqueville’in  yorumlarını  tekrarlayan Nisbet  için de Devrim sürecinde ‘bireycilik’ ve ‘devletçilik’ el ele gitmiştir. Oluşmakta olan Leviathan için, serbest bireylerden oluşan toplum ideal bir iktidarsız‐

28 “Siyaset, baskıdan ayrı olarak, sürekli bir konsensüs oluşturmayı gerektirir... Devrimciler, varlıklarını sürdüren alışkanlıklardan, geleneklerden ve kurumlardan kurtulabilecekleri ya‐nılsaması içinde iş görmüşlerdir. Bu, ya olanaksız olduğu için ya da eğer etkisini göstermiş‐se, siyasetin salt güç uygulanmasına karşıt olmasını olanaksızlaştırarak en feci sonuçları do‐ğuracağı  için bir yanılsamadır.”  Iain Hampsher‐Monk, Modern Siyasal Düşünce Tarihi  ‐Hobbes’tan Marx’a Büyük Siyasal Düşünürler‐, çev: Necla Arat vd., İstanbul: Say Yayınla‐rı, 2004, s. 360. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

29

lığın  ifadesidir.29 Teoride egemen olan  insanlar pratikte Leviathan’ın  ira‐desinin mutlak  itaatkarlarıdır. Nisbet’in  aşağıdaki  satırları  klasik muha‐fazakâr geleneğin bu konudaki temel düşüncesinin güzel bir sunumudur: “Devrim bireyle devlet arasında aracılık yapan kilise, lonca ve diğer cemi‐yet biçimlerini sert bir biçimde olumsuz olarak etkilemişti; kardeşlik adına yapılmıştı  bu;  kardeşlik  Jakobenler  için  siyasal  kardeşlik  anlamına  geli‐yordu ve Jakobenler Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme’deki (1762) tavsiye‐sine uyup varolan ara kümeleri kaldırarak, sonra da yenilerini yasaklaya‐rak bu kardeşliği katıksız biçimde sürdürmeyi kararlaştırmışlardı (Lonca‐ları kaldıran Haziran 1791  tarihli aynı yasa on altı kişiden çok sayıda  in‐sanı bir araya  toplayan yeni ekonomik dernek biçimlerini yasaklayan bir hüküm  içeriyordu).”  Yapılanlara  tepki  gösteren  muhafazakârlara  göre, “insan  ile  devlet  arasında  cemiyet  (association)  katmanları  bulunmadığı takdirde  ‘yasal’  ‐yani meşru‐  toplum olanaksızdır. Bu  tür ara  toplumsal‐ekonomik kümeler...  siyasal hükümetin  iktidarının  sınırları olmakla kal‐mazlar,  ‘bunların  insanlar  servet  ve  statü  belirsizliğine mahkum  edildi‐ğinde üyelik duygusu verme ve birlik halinde insanlara yaşamda önemli olma duygusu sağlama gibi bir başka üstünlüğü vardır.’ ”30

Muhafazakârlara  göre,  Fransız  Devrimi  sürecinde  çıkartılan  yasalar ‘toplumsal  hafıza’nın  silinmesine  yönelik  uygulamaların  devlet  zoruyla gerçekleştirilmesini  hedeflemektedir.  Muhafazakâr  düşünce  açısından Devrim’in yarattığı şiddet ve terör sorun olmakla birlikte, bundan daha da önemli olan Devrim’in çıkarttığı yasalarla yeni bir  ‘insan’ ve  ‘toplum’ ya‐ratmak  amacında  olmasıdır. Ayrıca  bu  insan ve  toplum  yaratma hedefi evrensel bir şekilde tüm dünyaya yöneliktir. Kısacası, gerçekleşen sadece ‘siyasal’  bir Devrim değil,  aynı  zamanda hedeflenen,  evrensel  ilkelerden hareket eden ‘toplumsal ve kültürel’ bir Devrim’dir. Muhafazakârlar bu nok‐tada  Fransız  Devrimi’ni,  İngiliz  ve  Amerikan  Devrimleri’nden  ayır‐maktadırlar. Burke’ün Fransız Devrimi’nin önceki değişimlerden  farklılı‐ğına31 ve bunun sonucunda gerçekleşecek olan tüm olumsuzluklara henüz Devrim’in  başlangıcında  koyduğu  teşhis,  sonraki muhafazakâr  kuşağın 

29 Bekir Berat Özipek ve Kudret Bülbül, “Robert Nisbet’i Okumak’, içinde, Nisbet, Muhafa‐zakârlık ‐Düş ve Gerçek‐, s. 5‐10. 30 Nisbet, “Muhafazakârlık’, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, s. 107. 31 Doğrudan bu  farklılığa odaklanmış bir çalışma  için bkz. Ayşe Yılmaz Ceylan, “Edmund Burke’ün  ‘Muhafazakâr’ Düşüncesinde  ‘İyi Devrim’  ‘Kötü Devrim’ Ayrımı”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 11, Kış 2007, s. 23‐43. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

30

bütünüyle  kabullendiği  temel  argümanları  oluşturmuştur.  Buna  göre, “1689 ve 1774 gelenekle buluşmanın devrimleridir: Bu iki devrim, geçmişi etkisinden kurtulunması gereken bir zaman dilimi olarak gören değil, ak‐sine,  geçmiş  ile  buluşan,  onun  değerlerinden  esinlenen  devrimlerdir.”32 Oysa Fransız Devrimi sadece kendi geçmişinden değil bütün insanlık tari‐hinden ve hatta zamandan kopuşu öngören bir devrimdir. “François Furet bu üç devrim arasındaki farkı belirtirken dine yaklaşımları üzerinde özel‐likle durmaktadır.  İngiliz ve Amerikan devrimleri birçok  açıdan Hıristi‐yanlık  ile bağını korurken, Fransız Devrimi  tam  tersi bir yol  izlemiş, din dışı bir  kimlik  almıştır.”33 Bu nedenle  ‘toplumsal hafıza’ya  ilişkin  temel politikaları da diğer  iki devrimden  farklılaşmakta ve  radikalleşmektedir. Fransız Devrimi’nin bu ayrıksılığı ve kendinden önce gerçekleşen  İngiliz ve Amerikan Devrimleri’nden  ve Devrimcilerinden  bu  açıdan  farklılaş‐ması  sadece muhafazakâr düşünürlerin değil, bu konulara  ilişkin yazan bir  çok  düşünürün  kabul  ettiği  bir  husustur.  Örneğin  bu  alana  ilişkin önemli çalışmaları olan Marksist tarihçi Hobsbawm bu durumu şöyle ifa‐de  etmektedir:  “Siyasi  sempatileri  gereği  Fransa’ya  göç  eden Amerikalı devrimciler  ile  İngiliz  ‘Jakobenler’in kendilerini Fransa’da  ılımlı buluver‐meleri  rastlantı  değildir.  İngiltere’de  ve Amerika’da  aşırılık  yanlısı  olan Tom Paine, Paris’te Jirondenlerin en ılımlıları arasında yer alıyordu. Ame‐rikan Devrimlerinin  sonuçları,  ülkelerin  büyük  ölçüde  daha  önceki  du‐rumlarını  sürdürmeleri  oldu;  sadece,  üzerlerindeki  İngiliz,  İspanyol  ve Portekizlilerin  siyasi  denetimleri  ortadan  kalkmıştı.  Fransız Devrimi’nin sonucuysa, Madam Dubarry çağının yerini Balzac çağının alması oldu… tüm çağdaş devrimler  içinde yalnızca Fransız Devrimi dünyayı kapsama niteliği taşıyordu. Orduları, dünyayı devrimcileştirmek için yola koyuldu ve bunu gerçekte yapan fikirleri oldu.”34

Bu durumu en açık şekilde gören muhafazakârların nazarında tarihsel evrimin ürünü olan ve  içinde yüzyılların hikmetini barındıran kurumlar, Fransız Devrimi  sürecinde  art  arda  çıkartılan  yasalarla  ortadan  kaldırıl‐makta ya da işlevsiz hale getirilmektedir. Ancak bu değişikliklerin bir an‐da gerçekleştiği düşünülmemelidir. Nispeten daha ılımlı geçen Devrim’in 

32 Özgür Adadağ, “Fransız Devriminin Evrenselliği Üzerine”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 11, Kış 2007, s. 58. 33 A.g.m., s. 58 (dipnot 7). 34 Eric Hobsbawm, Devrim Çağı 1789‐1848, çev: Bahadır Sina Şener, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, s. 64. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

31

ilk döneminde başlayan süreç, gittikçe radikalleşmiş ve muhafazakârların nazarında ‘yıkıcı’ ve ‘gayri medenî’ bir hale evrilmiştir: Örneğin Kilise’nin malları mülkiyet hakları  gözetilmeksizin gasp  edilmiştir. Kilise mülkleri kamulaştırılmış ve hatta satışa sunulmuştur. “Ruhbanın Sivil Yapılanması (Contitution civile du clergé)”na ilişkin yasa ile Fransa’daki Katolik Kilise‐si Papalık ile bağları gevşetilmiş bir ulusal kiliseye dönüştürülmüş ve ra‐hiplerden bu yasaya  sadakat yemininde bulunmaları  istenmiştir. Bunun sonucunda  Fransa’da  din  adamları  sınıfı  biri  ‘Devrim  yandaşı’  diğeri ‘Devrim karşıtı’ olarak değerlendirilen ‘yeminliler’ ve ‘yeminsizler’ olarak ikiye bölünmüştür. Kısacası  ‘dinsel  alan’ Devrim’in  isterlerine göre yeni baştan  tanımlanmaktadır.35  Hatta  bir  ara  “sistemli  Hristiyansızlaştırma kampanyaları” düzenlenmiş ve törenlerle de desteklenerek Robespierre’in ‘Üstün/Yüce Varlık’a  inanan yeni bir  toplum dini yaratma girişimleri ha‐yata geçirilmeye çalışılmıştır.36 Bir diğer ifadeyle, Hıristiyanlığa alternatif olacak bir  tür yeni  ‘tapınma modeli’ geliştirilmeye ve uygulanmaya giri‐şilmiştir. Ancak bunun tek bir formu da olmamış, ‘özgürlük şehitleri tapın‐ması’,  ‘Akıl Dini’ ve  ‘Yüce Varlık’  tapınması  gibi  çeşitli  biçimlerde  ortaya konmuştur. 

Çeşitli  sebeplerle düzenlenen görkemli  şenlikler,  çeşitli ulusal günler, Mirebau, Lepetier, Charlier gibi özgürlük şehitlerinin cenaze  törenleri bu yeni dinsel  tapınmanın gelişmesini sağlamıştır. Kiliselerdeki azizlerin  re‐sim ve heykellerinin yerini Devrim şehitlerinin resim ve heykelleri almış‐tır; şatafat ve tantana yönünden hiç de Hıristiyanlıktan geri kalmayan tö‐renler  düzenlenmiştir.  Bu  yöndeki  törenleri  kurumsallaştıran  5  Kasım 1793  tarihli  yasanın  sözcüsü  Marie‐Josep  Chenier’in  ifadeleri  şöyledir: “Önyargılardan  kurtularak,  Fransız  ulusunu  temsil  etmeye  layık  sizler, tahtından indirilen batıl inançların üstünde biricik evrensel dini kuracak‐sınız. Bu dinin ne gizi, ne de doğaüstü bir yanı vardır. Biricik kuralı eşit‐liktir. Yasalarımız  bu dinin  sözcüleri,  yüksek  yargı  görevlileri de dinsel başkanlarıdır.”37 Bunun yanında bazı  Jakobenler  (Hébert ve arkadaşları) 

35 “Hıristiyanlıktan çıkış yolunda ‘devrim takvimi’nin kabulüyle pazar günleri tatil olmaktan çıkarılarak, Hıristiyanların ayin yapması önlenmeye çalışıldı. Değişik bölgelerde tapınaklar yasaklandı, tapınma araçlarına el konuldu. Cenaze alaylarının dinsel niteliği kaldırıldı… Bu hareketler, 23 Kasım 1793’te Paris Komünü’nün ve onu  izleyen öteki bölge yönetimlerinin kiliselerin kapatılmasına karar vermesiyle zirve noktasına ulaştı.” Ahmet Faruk Kılıç, “Fran‐sız Devrimi ve Din”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 11, Kış 2007, s. 134. 36 Hobsbawm, Devrim Çağı 1789‐1848, s. 83. 37 Kılıç, “Fransız Devrimi ve Din”, Muhafazakâr Düşünce, s. 134. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

32

‘Akıl Dini’ni yüceltmeyi amaçlayan ayinler düzenlemişler ve bu yönde ka‐rarlar aldırmışlardır;38 daha sonra Hébert ve arkadaşlarını giyotine yolla‐yan Robespierre ise ‘Yüce Varlık’ dini adını verdiği ve garip törenleri olan yeni bir tapınmayı savunmuştur. Robespierre’in 7 Mayıs 1794’te Konvan‐siyon’a kabul ettirdiği bir kanunun birinci maddesine göre, “Fransız halkı, Yüce Varlık’ın mevcudiyetini ve ruhun ölümsüzlüğünü kabul eder.” Ka‐nunun  ikinci  maddesine  göre  ise,  “Yüce  Varlık  inancının  gerektirdiği amel,  İnsan Haklarının gözetilmesidir  (hayata geçirilmesidir).”  12 Mayıs 1794 tarihli başka bir kanunda ise, bütün ibadet edilen yerlerin ön cephe‐sine “Akıl Mabedi. Fransız halkı, Yüce Varlık’ın mevcudiyetini ve ruhun ölümsüzlüğünü  kabul  eder”  ibaresinin  yazılması  hükme  bağlanmıştır.39 Kısaca belirtmek gerekirse bu ve benzeri girişimlerle cumhuriyetçilik ilkesi de, vatan sevgisi, kamusal erdem ve yurttaşlık ilkeleri de akıl tapınması ya da yüce varlık kültü gibi metafizik temellere dayandırılmıştır. Ancak tüm bu denemeler henüz Devrim süreci içinde başarısız olmuş, halktan bekle‐nen desteği bulamamıştır. Robespierre’in düşmesinin ardından gelen sü‐reçte Kiliseler yeniden açılmış, yemin etmemiş din adamlarına eski hakları tekrar iade edilmiş, dinsel işlere ilişkin suçlar affedilmiş ve genel anlamda bir ‘din ve tapınma özgürlüğü’ kabul edilmek zorunda kalınmıştır.40

Bu  yapay  çabaların  sonuç  vermesinin  mümkün  olmadığını  belirten Alexis de Tocqueville’e  göre,  “Fransa’da, Hıristiyan dinine  karşı  bir  tür çılgınlıkla, yerine yeni bir din koymaya bile kalkışılmaksızın saldırıya ge‐çil[miştir].”41 O zamana kadar yeryüzünde ortaya çıkmış büyük sarsıntıla‐rın çoğunda, yıkılan birçok şeyin yanında her zaman için sağlam kalan bir nokta olmuştur. “Ama Fransız İhtilalinde, dinsel yasaların da sivil yasala‐rın devrilmesiyle aynı zamanda  ilga edilmiş olması yüzünden,  insan aklı dengesini tümden kaybetti; nereye tutunacağını da, nerede duracağını da artık bilemedi ve  cüreti  çılgınlığa kadar götüren, hiçbir yeniliğin  şaşırta‐mayacağı, hiçbir pişmanlığın yavaşlatamayacağı ve bir ereğin ifasında asla 

38 “Milli Devrim Meclisi, 10 Kasım 1793’te akıl dinini resmen kabul ettiğini Fransız halkına şöy‐le duyurdu: “Paris halkının bir meclis üyesi aracılığıyla ilettiği rica üzerine Milli Devrim Mecli‐si, devlet kilisesinin bundan böyle ‘akıl tapınağı’ olarak adlandırılmasına karar vermiştir.” Da‐ha sonra bütün idarî ve adlî birimlerden bu yasayı uygulamaları istenmiştir.” A.g.m., s. 135. 39 Bilal Canatan, “Fransa: Devrim’e Tutsak Ülke”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 11, Kış 2007, s. 50. 40 Kılıç, “Fransız Devrimi ve Din”, Muhafazakâr Düşünce, s. 135‐136. 41 Alexis de Tocqueville, Eski Rejim ve Devrim, çev: Turhan Ilgaz, 2. Baskı, Ankara:  İmge Kitabevi Yayınları, 2004, s. 234. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

33

duraksamayan,  hiç  bilinmedik  türde  ihtilalcilerin  peydahlandıkları  gö‐rüldü.”42

Bunun yanında tarihçilerin ‘Büyük Korku’ olarak adlandırdıkları olay‐larda Krallığın her yanında senyörlerin şatoları yağmalanmış, sıradan soy‐luların evleri yakılmış ve topraklara el konulmuştur. Eski alışkanlıklar ve geleneklerle  tarihsel süreçte şekillenmiş olan yapıları yok ederek yeni bir yerel  yönetimler  sistemini  zorla  dayatan  devrimciler, muhafazakârların nazarında insanları bir arada ve geçmişleri ile bağlı tutan bağları kendi so‐yut  akıllarının  geometrik  ilkelerine  kurban  etmektedirler.  Devrimciler hem  insanları siyasal sisteme entegre eden hem de devletin merkezi  ikti‐darının doğasına karşı siyasal bir savunma ve güç odağı olan bu yerel bağ‐ları yok edip bireyleri atomlaştırarak yönetim karşısında  savunmasız bı‐rakmakta;  kendi  iktidarlarını  ise merkezileştirerek mutlaklaştırmaktadır. Benzer şekilde, birer yargı organı olan bölgesel parlamentoların yetkilerini ellerinden alan devrimciler, despotizmin önündeki  tüm dolaylı  engelleri ortadan kaldırmakta ve mutlakçılığa giden yolu hazırlamaktadır.43

Devrimlerin  toplumsal  hafızayı  silmek  için  başvurdukları  en  önemli araçlardan bir  tanesi de mevcut  insanların ve özellikle gelecek nesillerin ‘zaman’ algısını radikal şekilde değiştirmektir. Buna uygun olarak Fransız Devrimciler de  ‘zaman’ algısını değiştirmek ve denetlemek  için yeni bir Devrim takvimi icat ettiler ve ayların isimlerini değiştirerek tarihi sıfırdan tekrar  başlattılar.44  Tarihçi  David  Parker’ın  ifadesiyle,  “Fransız  Dev‐rimi’nin  gerçek  bir  devrimin  en  ‘eksiksiz’  örneğini  sunduğu  düşüncesi, ancien régime’den kalan en ufak bir izi bile silmeyi ve işe en baştan başla‐mayı  isteyen  devrimcilerin  varlığıyla  da  kısmen  doğrulanmaktadır.  Bu‐nun, en önemli olmasa bile, en simgesel sonucu, 22 Eylül 1792’de, Cumhu‐riyet’in açılışında, haftanın on güne bölündüğü ve Yıl 1’e tarihlenen yeni, 

42 A.g.e., s. 242. 43 Burke’ün ifadesiyle, “parlamentoların eski bağımsız kaza yetkisi, herkesi, Paris’teki dikta‐törlere kesin olarak boyun eğdirtmek  için tümüyle yürürlükten kaldırılmıştır”. Reflections on the Revolution in France, s. 122. 44 “Devrimci Takvim, pozitivist légicentrisme’in (kanun merkezlilik) ulaşabileceği boyutları gös‐termesi bakımından çok anlamlı bir örnektir… Devrimci Takvim, muhafazakâr ideoloji men‐suplarının Devrim’e yönelttiği ‘tarihten kopuş’ eleştirisinin de ötesinde, bir ‘zamandan kopuş’ ör‐neğidir.” Bkz. Canatan, “Fransa: Devrim’e Tutsak Ülke”, Muhafazakâr Düşünce, s. 49. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

34

daha  ‘ussal’  bir  takvimin  başlatılmasıydı.”45  Buna  göre,  her  şey  Dev‐rim’den önce ve  sonra diye  ayrılmaktaydı. Devrim’den  sonrası  aydınlık öncesi ise karanlık görünmekteydi. Eski olan her şey kötüydü ve Devrim her şeyin yenisini ve iyisini getiriyordu.46 Devrim sürecindeki dinamizmi içinde  gerçekleşen  çeşitli  konulardaki  tartışmaları  bir  kenara  bırakacak olursak, Fransız Devrimcilerin Devrim’e olan güçlü  inançları ve yeni bir dünya yaratma arzusunun heyecanı, ‘şiddet’ ve ‘zor’ kullanmayı ya da bir diğer  ifadeyle  ‘terör’ü  normalleştirmekteydi.  Bu  bakış  açısına  göre, Robespierre  önderliğindeki  Jakobenlerin  iktidarı  gerçekte  halkın  iktida‐rıydı  ve  onların  hayata  geçirdikleri  ‘terör’  halkın  terörü  demekti. Hobsbawm’ın ifadesiyle, “Devrimciler, özellikle Fransa’dakiler, Terör dö‐nemini  ilk halk  cumhuriyeti ve  izleyen  tüm başkaldırıların  esin kaynağı olarak görmüşlerdir. Bu nedenledir ki zaten, her günkü  insani ölçütlerle değerlendirilmemesi gereken bir çağdı o.”47

‘Toplumsal hafıza’nın kadim kurumlarına karşı Fransız Devrimi süre‐cinde gerçekleşen bütün saldırılar temelde insan haklarının ve özgürlüğü‐nün önündeki engellerin kaldırılması amacına yöneliktir ve kendi meşru‐luğunu da bu ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ ve ‘kardeşlik’ hedefinde bulmaktadır. Mu‐hafazakâr düşünürler nezdinde ise bireysel özgürlüklerin bu tarz bir ‘Dev‐rim’ ile gerçekleşmesi mümkün değildir. Tam tersine Fransız Devrimi’nde açığa çıkan temel nitelik, ‘bireysel haklar’ ile ‘kapsayıcı bir devlet’ anlayışının bütünleşmesidir. Bir diğer ifade ile bireylere özgürlük ve eşitlik vaat eden Devrim/ciler bunu ancak ‘totaliter’ bir devlet biçimiyle gerçekleştirmek zo‐runda kalacaklardır. Muhafazakâr düşünürlere göre devletin bu totaliter‐leşme özelliği  sonraki devrimlerde de karşımıza  çıkacaktır ancak bunun modern dönemdeki ilk temsil edici örneği Fransız Devrimi’dir. 

Devrim’in bireysel haklar ve özgürlükler temelindeki ‘soyut eşitleştirici‐liği’, sonraları ‘totaliter’ diye adlandırılacak olan bir siyasal sistem türü ile bir arada yaşanacaktır. 26 Ağustos 1789’da Ulusal Kurucu Meclis tarafın‐dan kabul edilen ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ soyut ve metafiziksel bir yaklaşımın ürünü olarak bütün  insanlığa  seslenen  evrensel bir yapıt 

45 David  Parker,  “Giriş: Devrime  İlişkin  Yaklaşımlar”,  içinde,  der. David  Parker,  Batı’da Devrimler  ve Devrimci Gelenek  1560‐1991,  çev: Kemal  İnal, Ankara: Dost Kitabevi Ya‐yınları, 2003, s. 22‐23. 46 Saint‐Just’un ifadesiyle, “bir yenileşme döneminde, yeni olmayan her şey kötüdür.” Bkz. Hobsbawm, Devrim Çağı 1789‐1848, s. 89. 47 A.g.e., s. 79. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

35

olarak ortaya konulmuştur. Somut ve pratik içerikleriyle belli hakları siya‐sal otoritelere karşı güvence altına almayı amaç edinen Amerikan bildirile‐rinden farklı olarak bir çeşit felsefi ve siyasal dogmalar bütünü niteliğinde olan 1789 Bildirisi’ni onaylayan meclis üyeleri, insan doğasından hareketle ortaya  konan  temel  hakların  ya  da  ilkelerin  insanlığın  bütün  zaman  ve mekanlarında geçerli olduğunu, dolayısıyla rasyonel siyasal toplumun an‐cak  bu  ilkeler  üzerinde  temellenebileceğini  düşünmektedirler.  Yolunu ‘toplum’  ve  ‘devlet’ten  geçirmeyen  bireyci  bir  zihniyet  ile  başlayan  Bil‐dirge  sonraki  maddelerinde  devletçi  bir  zihniyete  kaymaktadır.  Ulus, egemenlik,  otorite,  genel  irade  gibi  kavramlardan  hareketle  ulaşılan  so‐nuçta, ulusla özdeşleşen devlet, yani ulus‐devlet gücünü ellerinde bulun‐duran  ‘ulusun  temsilcileri’ yaptıkları pozitif yasalar  ile haklar ve özgür‐lükleri belirlemektedirler. Kısacası doğal haklar diliyle başlayan bu dev‐rimci metin, birey karşısında devlete ağırlık veren hatta bireyin haklarını devletin  üstten  aydınlatıcı  etkinliğine  bağımlı  kılan  bir  anlayışı  savun‐maktadır. Birey hakları yurttaş hakları içerisinde soğurulmakta ve bireyler ‘genel irade’nin gücüyle ve meşruiyetiyle donatılmış siyasal otoriteye ba‐ğımlı kılınmaktadır.48 Rousseau ve Sieyés’ten esinlenen bir dizi soyutlama işlemi ile insan yurttaşa, insanlar topluluğu da ulusa dönüştürülmekte ve ulusun iradesinin ya da genel iradenin mutlak bir veri olarak kabul edil‐mesiyle kazanılan meşruiyet, devletin gücü karşısında durabilecek hiçbir güç odağı bırakmamaktadır. Dolayısıyla teorik düzeyde demokratik meş‐ruiyetle donanmış ulus‐devlet ve pratikte  iktidara sahip olanlar  ‘ortak çı‐kar’,  ‘kamusal  çıkar’,  ‘genel  çıkar’  vb.  gibi  argümanlarla  bütün  alanlara müdahale hakkı kazanmaktadır.49

Fransız Devrimcilerin bireyleri ulus denen bütünün içine yerleştirip bu bütünün iradesine bağımlı kılmaları, devlette açığa çıkan merkezileşmenin ve kapsayıcılığın gerekçesini hazırlarken, her türlü yerel ve bölgesel fark‐lılıkların da yadsınmasına yol açmaktadır. Türdeş ve bölünmez bir bütün olarak algılanan ‘ulus’ anlayışı her türlü gruplaşmanın ve dernekleşmenin de kötü görülmesine hatta yasaklanmasına götürmüştür. Özel  iradelerin aracı kurumlar dolayımıyla genel iradeyi oluşturması diye bir şey söz ko‐

48 Habermas’a  göre,  “[Devrimci]  Fizyokratlar,  insan haklarının  ancak  yurttaş hakları  şek‐linde  var  olabileceği  ile  özgürlüğün  ancak  devlet  içinde  bulunabileceği  konusunda Rousseau’yla  hemfikirdirler.”  Bkz. Mehmet  Ali  Ağaoğulları,  Ulus‐Devlet  ya  da  Halkın Egemenliği, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2006, s. 226. 49 Hobsbawm, Devrim Çağı 1789‐1848, s. 69‐70. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

36

nusu değildir.50 Çünkü devrimcilerin nazarında bu tarz aracı örgütlenme‐ler hem genel  irade  için yıkıcı etki yaratır hem de bireysel  iradelerin dile getirilişini engeller. Paradoksal bir şekilde devrimciler bireysel haklardan yola  çıkarken,  bireylerin  katılımında  önemli  olan  bütün  aracı mekaniz‐maları genel  irade  adına mahkum  etmekte ve yasaklamaktadırlar. “Mil‐letvekili Delfau’nun Haziran 1792’deki ‘Fransa’da yalnızca bir tek dernek vardır; o da bütün Fransızların büyük derneğidir’ şeklindeki sözleri, ulu‐sal  birlik  adına  ‘sivil  toplum  örgütleri’ni dışlamaya  varan meclisteki  bu hakim  anlayışı  epey  iyi  bir  biçimde  özetlemektedir.”51  Ulusal  Kurucu Meclis’teki tartışmalara bakıldığında, egemen olan halkın kendi temsilcile‐rini sürekli denetleyebileceği mekanizmaların oluşturulması gibi önerile‐rin, Meclis çoğunluğu tarafından ulus egemenliğinin ‘bir ve bölünmez’ ol‐duğu ve egemenliğin kullanımının sadece  temsilcilere ait olduğu gibi ar‐gümanlarla  reddedildiği  görülmektedir.  Bir  diğer  deyişle,  temsilcilerin iradesi ulus iradesi ile özdeşleştirilmekte dolayısıyla ‘temsil’ daha önceden ifade edilmiş genel  iradeyi siyasal düzeye  taşıma  işlevini değil genel  ira‐deyi başlı başına yaratma işlevini yerine getirmektedir.52 Burke’den başla‐yarak muhafazakâr düşünürler bu  tarz bir  ‘ulusal  egemenlik’ anlayışını, pratikteki despotik ve  totaliter devletin  ideolojik meşrulaştırılmasını sağ‐layan soyut bir kurgu olarak görmüşlerdir. Burke’e göre Fransa’daki ulu‐sal  egemenlik  kuramı  görüntüyü  kurtarmak  içindir,  biraz  kazıdığınızda altından  ‘oligarşik  bir  yönetim’in  despotizmini  görebilirsiniz.53  Hatta Burke  daha  Devrim’in  başında  dokuz  yıl  sonra  gerçekleşecek  olan Bonapartizm’i  öngörmektedir:  Böyle  devam  ederse,  “orduya  hakim  olan popüler bir general sizin [Fransızların]... meclisinizin, bütün cumhuriyeti‐nizin  efendisi  olacak.”  Çünkü,  “evrensel  sonuçlar  çıkartılan  metafizik 

50 Fransız Devrimcilerin bu bakış açısı, çoğu yerde olumlu baktıkları Amerikan Devrimci‐leri’ni de eleştirmelerine yol açmıştır: “Bu eleştirilerin  temel dayanak noktası,  tek ve birlik olmuş ulus içinde ikili yapının yanlış olacağı fikridir. Yani, egemenliğin sahibi olan halk sa‐dece bir  tane olmasına rağmen, Kuzey Amerika’da kurulan siyasal yapının  iki meclisliliğe (bikameralizm) ve kontrol‐denge  (check and balance)  sistemine dayanması eleştirilmiştir.” Bkz. Adadağ, “Fransız Devriminin Evrenselliği Üzerine”, Muhafazakâr Düşünce, s. 60. 51 Ağaoğulları, Ulus‐Devlet ya da Halkın Egemenliği, s. 235. 52 Mounier’in  12 Ağustos  1789’daki  konuşmasındaki  ifadesiyle:  “İktidarı  kullanmayan  ve kullanmaması gereken ulusun, vekil tayin ettiği kişilerin iradesinden başka bir iradesi yok‐tur… Dolayısıyla, Fransız ulusunun  iradesi, Kralı  ile  temsilcilerinin  iradelerinden oluşur.” A.g.e., s. 245. 53 Burke, Reflections on the Revolution in France, s. 125. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

37

önermeler oluşturanlar, sonuçta bunların mantıksal semeresini despotizm‐le sınırlamak” zorunda kalacaklardır.54

Devrimin  yarattığı  bu  siyasal  yapıda ne  bireysel  iradeler ne de  aracı kurumlar ya da  sivil  toplum örgütleri genel  iradenin oluşmasına katıla‐bilmektedir. Toplumsal alandan siyasal alana doğru bir geçişin mekaniz‐maları yok edildiği ve yasaklandığı  için atomlaşmış bireyler ve  tek mer‐kezde  toplanan  sınırlanmamış  iktidar ya da devletin  çıplak  şiddeti karşı karşıya kalmıştır. Devrim’in önderlerinden Mirabeau, Devrim’in başlama‐sının üzerinden bir yıl bile geçmeden krala gizlice yazdığı mektupta bu durumu  ifade etmektedir: “Devlet  işlerinin yeni halini eski rejimle kıyas‐layınız;  teselli ve umutlar  işte buradan doğmaktadır. Ulusal meclisin ka‐rarlarından bir bölümü, ve en önemli bölümü, elbette monarşik hükümete uygundur. Öyleyse bu, parlamentosuz olmaktan, ülkenin sınıflara bölün‐memiş olmasından, ruhban sınıfsız, ayrıcalıklılarsız, soylularsız olmaktan mı ibarettir? Yalnızca bir tek yurttaşlar sınıfı oluşturma fikri Richelieu’nin hoşuna giderdi herhalde: Bu eşit yüzey, iktidarı kullanmayı da kolaylaştı‐rır. Mutlakiyetçi bir hükümetin nice saltanat yılları, krallık yetkesi için Devrim’in bu  bir  tek  yılının  yaptığını  yapamazdı.”55  İktidarı  ılımlılaştırarak monarşiyi despotizmden  ayıran  ‘ara  erkler’in  önemine  dikkat  çeken Montesquieu, Burke ve Tocqueville gibi düşünürlerin çözümlemeleri muhafazakâr  tep‐kinin oluşmasında etkili olmuştur. 

Tocqueville’e göre Fransa’da Devrim’i hazırlamış olan fikirlere bakıldı‐ğında, öncelikle reformların istendiği ancak bunların siyasal özgürlüklerle olan  ilişkisinin düşünülmediği görülmektedir. Yüzyılın ortalarına doğru beliren ve kendilerine iktisatçılar ya da fizyokratlar ortak adı verilen grubun yazılarında  Devrimcilerin  gerçekleştirdiği  her  şeyin  yapısını  bulmak mümkündür: Geçmiş  onlar  için  sınırsız  bir  nefretin  nesnesidir;  eşitliğe, onu köleliğin  içinde bile arayacak kadar hayrandırlar; onların nazarında kişisel haklar yoktur, ama yalnızca bir kamu yararı vardır. “…devlet yal‐nızca ulusu yönetmek için değil, ama onu belli bir tarzda biçimlendirmek içindir de; yurttaşların kafasını daha önceden kararlaştırdığı belli bir mo‐del  uyarınca  biçimlendirmek  ona  düşer...  insanları  yalnızca  yeniden  bi‐çimlendirmez,  onları  dönüştürür...”56  Tocqueville  onların  yazılarında, Devrim’de ve daha sonraki dönemde açığa çıkan ‘merkezileştirme’ ve ‘kap‐

54 A.g.e., s. 221‐223. 55 Tocqueville, Eski Rejim ve Devrim, s. 56. 56 A.g.e., s. 247‐248, 251. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

38

sayıcı devlet anlayışı’nın planlarını tespit etmektedir. Tocqueville’e göre tüm bunlar siyasal özgürlüklerin doğası ve kurumsal mekanizmaları üzerine de‐rin bir şekilde düşünülmeden ifade edilmekte ve uygulanmaktadır. Bunun sonucunda “bir bütün halindeki ulus, egemenliğin tüm haklarına sahip ol‐du, teker teker her bir yurttaş da, en dar bağımlılığın içine sıkıştırıldı: Birin‐ciden, özgür bir halkın deneyim ve erdemlerini göstermesi talep edildi; öte‐kinden de, iyi bir hizmetkarın nitelikleri beklendi.”57 Tocqueville’e göre Or‐taçağ’ın hiç aklına gelmeyen bu ‘demokratik despotizm’ ile kendi yaşadığı dö‐nemde  ‘sosyalizm’ adı altında  ifade edilen kuramların da kaynağı gerçekte aynıdır. Fizyokratların kuramında yansıtılan merkezileştirme ile sosyalizm ay‐nı toprağın ürünleridir.58 Farklı ideolojik argümanlarla ifade etseler de, eşit‐leştirme  arzusunun  devlet  iktidarını  merkezileştirmesi  ve  bu  güç  yo‐ğunlaşmasının  özgürlükler  için  bir  tehdit haline  gelmesi  ortak  yanlarını oluşturmaktadır. 

Sonuç olarak toplumsal hafızanın taşıyıcı kurumsal mekanizmalarının, gittikçe gücü artan ve merkezileşen devlet  iktidarı karşısında korunması gerektiği düşüncesi ve buna ilişkin argümanlar bütününün gerçek bir öz‐gürlük için temel şart olduğu fikri klasik muhafazakâr düşünce geleneği‐nin ayırt edici özelliklerindendir. Fransız Devrimi bağlamında değerlendi‐rildiğinde özellikle ‘soyluluk’ ve ‘din’ çerçevesinde ifade edilen ara erkler, tarihsel süreçte şekillenmiş, insan doğasında yer etmiş duygu, düşünce ve değerlerin  kültürel  aktarımının  kurumsal  mekanizmaları  olarak  görül‐müştür. Organik tarihsel gelişimin ürünü olan bu kurumlar, ahlak kodla‐rının  oluşumundan  genel  olarak  toplumsal  düzenin  işleyişine  kadar önemli işlevleri yerine getirmektedir. Klasik muhafazakâr metinlerde mo‐dern öncesi çağrışımlarla ve sembollerle ifade edilen bu düşünce, Aydın‐lanma’ya ve modern dönemde devletin aldığı biçime karşı bir tür mesafe koymanın ya da eleştirelliğin de imkanlarını barındırmaktadır. Buna göre Aydınlanma aklı ve buna dayanarak günümüze dek devam eden siyasal projeler ne kadar çekici olursa olsun, özellikle 20. yüzyılda yaşanan totali‐tarizm  deneyimleriyle  ciddi  bir  eleştirelliğin  merkezine  oturtulmuştur. Klasik muhafazakâr  düşünceyi  bu  bağlamda  aktüel  kılan  ve  günümüz‐deki şekillenmesini nasıl gerçekleştireceğini belirleyecek olan şey, bu eleş‐tirelliği günümüz koşullarında nasıl ortaya koyacağı olacaktır. Bu eleşti‐relliğin dayanacağı argümanlar bütünü ve en geniş anlamıyla tüm bunla‐

57 A.g.e., s. 256‐257. 58 A.g.e., s. 252‐253. 

 

F. Duman: Toplumsal Hafıza, (Fransız) Devrim(i) ve Sosyal/Siyasal Kuram  

39

rın  oluşturacağı  ‘paradigma’ muhafazakârlığın  geleceğini  tayin  edecektir. Buna göre Devrim/ler’in soyut, evrensel ve monolitik bakış açısına daha somut,  tikel ve  çoğulcu bir  temelden hareketle karşı durmak önemli ol‐makla  birlikte,  bunun  toplumun  gelişen  ihtiyaçlarına  cevap  vermekten uzak, donmuş bir geleneğin körü körüne  savunusu olarak yapılmasının bir anlamı olmayacaktır. Özcü, bütüncü ve ‘öteki’ni dışlayıcı bir ‘gelenek’ okumasının en az karşıtı kadar ‘kapsayıcı’ ya da ‘totaliter’ olabileceği hiç‐bir zaman unutulmamalıdır. Muhafazakârlığın ve muhafazakâr düşünür‐lerin demokrasi ile ve geniş anlamıyla özgürlüklerle ilişkisi bu çerçevedeki tavır alışlarıyla  şekillenecektir. Muhafazakârlık ancak değişim güçlerinin ‘gerçekçi’  bir  çözümlemesi  ve  kendi  ‘tarihselliğinin’  bilinci  ile  kendisine yöneltilen ‘tutuculuk’ ithamına karşı sağlıklı bir cevap geliştirebilecektir. ∇ 

KAYNAKLAR ADADAĞ,  Özgür,  “Fransız  Devriminin  Evrenselliği  Üzerine”,  Muhafazakâr  Dü‐

şünce, Yıl 3, Sayı 11, Kış 2007. 

AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, Ulus‐Devlet ya da Halkın Egemenliği, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2006. 

AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, ZABCI  Filiz Çulha, ERGÜN Reyda, Kral‐Devletten Ulus‐Devlete, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2005. 

BURKE,  Edmund,  Reflections  on  the  Revolution  in  France,  Oxford‐New  York: Oxford University Press, 1993. 

BURNS, Edward McNall, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850‐1950, çev: Alaeddin Şenel, Ankara: Birey ve Toplum Yayınları, 1984. 

CANATAN, Bilal, “Fransa: Devrim’e Tutsak Ülke”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 11, Kış 2007. 

CEYLAN, Ayşe Yılmaz,  “Edmund Burke’ün  ‘Muhafazakâr’ Düşüncesinde  ‘İyi Dev‐rim’ ‘Kötü Devrim’ Ayrımı”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 11, Kış 2007. 

DUMAN, Fatih, “Akılcılık Bağlamında  İki Aydınlanma Geleneği: Fransız Aydınlan‐ması Versus  İskoç Aydınlanması”, A.Ü. Siyasal Bilgiler  Fakültesi Dergisi, Cilt: 61, Ocak‐Mart 2006, No:1. 

HAMPSHER‐MONK, Iain, Modern Siyasal Düşünce Tarihi ‐Hobbes’tan Marx’a Bü‐yük Siyasal Düşünürler‐, çev: Necla Arat vd., İstanbul: Say Yayınları, 2004. 

HARRIES, Owen, “Muhafazakârlığın Anlamı”, çev: Metin Boşnak, Liberal Düşünce, Yıl 9, Sayı 34, Bahar 2004. 

HAYEK, Friedrich A. Von, “Özgürlük, Akıl ve Gelenek”, çev: Yusuf Ziya Çelikkaya, Liberal Düşünce, Sayı: 37, Kış 2005. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

40

HEYWOOD, Andrew, Siyasi İdeolojiler, çev: Ahmet Kemal Bayram vd., Ankara: Ad‐res Yayınları, 2007. 

HOBSBAWM, Eric, Devrim Çağı  1789‐1848,  çev: Bahadır  Sina  Şener, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, 2000. 

KILIÇ, Ahmet Faruk, “Fransız Devrimi ve Din”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 11, Kış 2007. 

LIVELY,  Jack  (ed.),  “Introduction”,  Joseph  de Maistre,  The Works  of  Joseph  de Maistre, New York & London: The Macmillan Company, 1965. 

MULLER,  Jerry  Z.  Muller  (ed.),  “Introduction:  What  is  Conservative  Social  and Political  Thought?”, Conservatism  ‐An Anthology  of  Social  and  Political Thought  From  David  Hume  to  the  Present‐,  Princeton,  New  Jersey: Princeton University Press, 1997. 

NISBET,  Robert  A.,  Conservatism  and  Sociology”,  The  American  Journal  of Sociology, Volume 58, Number 2, 1952. 

________,The  Sociological  Tradition,  New  Brunswick  &  London:  Transaction Publishers, 2. Baskı, 1994. 

________,“Muhafazakârlık’, çev: Erol Mutlu, içinde, Tom Bottomore ve Robert Nisbet, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, yayına hazırlayan: Mete Tunçay ve Ay‐dın Uğur, Ankara: Ayraç Yayınevi, 1997. 

ÖZİPEK, Bekir Berat, Muhafazakârlık  ‐Akıl, Toplum, Siyaset‐, Ankara: Liberte Ya‐yınları, 2004. 

ÖZİPEK, Bekir Berat ve BÜLBÜL, Kudret, “Robert Nisbet’i Okumak’, içinde, Robert A. Nisbet, Muhafazakârlık  ‐Düş ve Gerçek‐, haz: Kudret Bülbül, Ankara: Ka‐dim Yayınları, 2007. 

PARKER, David, “Giriş: Devrime İlişkin Yaklaşımlar”, içinde, der. David Parker, Ba‐tı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560‐1991,  çev: Kemal  İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2003. 

PERIN, Robert G., “Robert Alexander Nisbet”, çev: Beyza Sümer Aydaş, içinde, Robert A. Nisbet, Muhafazakârlık  ‐Düş  ve Gerçek‐, haz: Kudret Bülbül, Ankara: Kadim Yayınları, 2007. 

SWINGEWOOD, Alan,  Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi,  çev: Osman Akınhay, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1998. 

TOCQUEVILLE, Alexis de, Eski Rejim ve Devrim, çev: Turhan  Ilgaz, 2. Baskı, An‐kara: İmge Kitabevi Yayınları, 2004. 

WOLİN,  Sheldon  S.,  “Hume  and  Conservatism”,  The  American  Political  Science Review, Vol. 48, No: 4, December, 1954. 

YILMAZ, Aytekin, Çağdaş Siyasal Akımlar, Ankara: Vadi Yayınları, 2. Baskı, 2003. 

 

      

TOPLUMSAL HAFIZA(LAR), ‘HESAPLAŞMA SİYASETİ’ ÜZERİNDEN 

KAMUSAL MÜZAKERE ALANI OLARAK TAHAYYÜL EDİLEBİLİR Mİ?∗

Özgür O. ERDEN  

ÖZET Toplumsal  Hafıza(lar),  kimlik  kavramıyla  çok  yakından  bağlantılıdır.  Bu bağlantı,  günümüzde  yaşanan  kimlik  tartışmaları  dolayısıyla  daha  büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü toplumsal hafıza, bir kimliği inşa etme veya oluşturmada  temel öğelerden biridir. Sadece kimliği oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda bu kimliğin sürekliliğini ve canlı kalmasını sağlar. Toplumsal hafızanın bu kadar çok önem kazanması kimliği oluşturan  temel bir unsur olmasının  yanında  ulus‐devlet  oluşturma  aşamasından  geçmiş  tüm  top‐lumlarda siyasal gündemi meşgul eden kimlik  tartışmalarıyla da  ilişkilidir. Kimlik  tartışmaları,  siyasal alanın  temel  tartışma konusunu oluşturduğun‐dan beri her gruba ait  farklı kimliklerin oluşmasını sağlayan  toplumsal ha‐fıza(lar) da bu  tartışmada yerini alır. Bunun  temel nedeni, bir kimliği oluş‐turmakla beraber kimlik tartışmalarına bir katkı sunma ya da çözüm getirme noktasında kamusal bir müzakere alanı olarak demokratik ve katılımcı bir siyasetin oluşturulma  zemininde  toplumsal hafızaların yer  almasıdır. Eğer her grup ve kimliğe ait birbirinden farklı toplumsal hafıza(lar), demokratik  ∗ Bazı noktaların açık hale getirilmesi, kimi yazım hataları ve anlatım kusurları için değerli öne‐rileri ve uyarıları dolayısıyla Muhafazakâr Düşünce Dergisi hakemine teşekkür borçluyum.  

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

42

ve katılımcı bir siyaset zemininde kamusal müzakerenin temel tartışma ko‐nusu  haline  gelirse,  bir  kimliğin  sağlıklı  oluşmasında  önemli  bir  ilerleme kaydedilebilir. Böyle bir şey, her şeyden önce bugüne kadar uygulanagelen ‘unutma siyaseti’nin dışında farklı bir siyaset biçimi geliştirmekle mümkün‐dür. Bu siyaset biçimi, geçmişle hesaplaşmayı amaç edinen bir –‘hesaplaşma siyaseti’‐ üzerinden –‘demokratik hatırlama siyaseti’‐nin oluşturulmaya çalı‐şıldığı kamusal bir müzakere alanı olarak demokratik ve katılımcı bir siya‐settir. Burada da kimlik tartışmalarına katkı sağlaması bağlamında bu tür bir siyaset biçiminin oluşturulması/tahayyül edilmesi konu edinilmektedir. Anahtar Kelimeler; kimlik,  toplumsal hafıza, hesaplaşma  siyaseti, demok‐ratik hatırlama siyaseti, kamusal müzakere  

I. GİRİŞ  Modernlik,  iflas  eden  bir  proje mi,  yoksa  eleştirel  gelenek  içerisinde daha  çok  Jürgen  Habermas  tarafından  söylenegeldiği  gibi  tamamlan‐mamış bir proje mi? Bu soruya verilen yanıtlar, çeşitli nedenlerle muhte‐liftir. Ancak  soruda  içkin  anlam,  genel  olarak  gelinen  aşama  itibariyle modernlikte  iki  temel yönelimin bir yol ayrımına geldiğini gösterir. Bir bakış açısına göre, modernlik insana dair tüm umut verici, iyimser, iler‐lemeci,  eşitlikçi  ve  özgürlükçü  vaatleriyle  bir  proje  olarak  tamamen çökmüştür. Bu tür bir bakış açısı genellikle postmodern teori ya da yak‐laşımlarla  ilintilendirilir. Onlara göre modernlik, bütüncül ve kapsayıcı yönü, insanı umutlandıran büyük vaatleri ve teorileri ile aklını kullanan, özerk ve özgür bir birey kurgusuna sahip ve bunları gerçekleştirmeden sonu gelmiş bir tasarıdır. Bundan farklı olarak eleştirel teori geleneği içe‐risinde Habermasçı bir bakış açısından ise, modernlik şu anki mevcudi‐yeti içinde henüz tamamlanmamış ya da kendini gerçekleştirememiş bir projedir.  Bir  proje  olarak  modernlik,  tümüyle  reddedilmekten  ziyade onun  içindeki  insanın kendini gerçekleştirmesine ve potansiyellerini or‐taya çıkarmasına olan  inanç, katılım, eşitlik ve özgürlük vs. değerlerini henüz gerçekleştir(e)mediğine ama buna karşın modernliğin kendi içeri‐sinde halen böyle bir potansiyeli taşıdığı yönünde bir inanç vardır. Bu iki bakış açısından  içerisinde bulunduğumuz  tarihsel uğrak,  toplumsal ko‐şullar ve şartlanmalar ile bunların sonuçları göz önüne alındığında, mo‐dernliği  bir  iflas projesi  olarak  betimleyen  bakış  açısının diğerine  göre daha  somut göstergelerinin ve haklı gerekçelerinin olduğunu  ileri  sür‐mek mümkündür.  

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

43

Bu projenin  iflasının her şeyden önce çok çeşitli yönleri ve sonuçları söz konusudur. Bazıları açısından modernlik akıl, bilim ve aşırı gelişmiş teknoloji aracılığıyla ürettiği nükleer ve kimyasal silahlarıyla tüm insan‐lığın  sonunu getirmektedir; ya da bir diğer noktada modernlik katı ve dayatmacı olan, kaçınılmaz olarak nitelediği  ilerlemeci anlayışı doğrul‐tusunda doğa üzerinde kurduğu hakimiyetiyle bir çevre krizini, ekolojik bir felaketin kapısını aralamaktadır. Yine bir başka noktadan feministlere göre ise eril bir bakış açısı ve yaklaşımları yansıtan modernlik, arkasında tümüyle erkek egemen bir görüşü barındıran soyut bir insan kurgusu ile aslında cinsiyet  temelinde hiçbir  şekilde eşitlikçi ve özgürlükçü vaadini gerçekleştirememiştir.  Tüm  bu  bakış  açılarını  öne  süren  toplumsal  ke‐simlerin kendi konumları  itibariyle –ki bu konumlar burjuva,  erkek ve beyaz bir özne kişiliğinin egemen olduğu ve güç uyguladığı bir konum değildir‐ paylaştıkları ve öne sürdükleri ortak bir kanaate göre, modern‐lik ne cinsiyet ne sınıfsal ne de etnik, kültürel ve inançsal yönden hiçbir adil, eşitlikçi ve özgürlükçü vaadini yerine getirememiştir. Bir proje ola‐rak modernliğin iflas ettiğini kanıtlayan yönleri ileri süren bu bakış açı‐ları, herkesi kapsayıcı ve bütünleştirici  total bir proje olan modernliğin, homojen bir toplum tasarımı temelinde kendi  içinde bir özgüllüğü yan‐sıtan herkesi eşit kılan, özgürlükçü ve adil bu  toplum  tasarımını bekle‐nilen  ve  istenilen  şekliyle  gerçekleştiremediğini  savunurlar.  Bir  ulus‐devlet oluşturma amacı doğrultusunda son derece dayatmacı, baskıcı ve asimile edici olan, bu yönüyle içinde dinsel ve inançsal öğeler de barın‐dıran, yüceltilen tek ve sabit bir ırk ve millet temelinde baskın bir etnik grubun/cemaatin birliğini esas alan bu bütüncül ve homojen toplum ta‐sarımının iflas ettiğini gösteren en somut göstergelerden biri, inançsal ve etnik yönleriyle kültürel temelde yaşanan kimlik tartışmalarıdır.  

Kimlik tartışmalarının içeriğini, içi boş, kof bir eşitlik ve özgürlük va‐adi sunan modernliğin monist ve katı kimlik tasarımı oluşturur. Bu katı kimlik anlayışı, hedefleri itibariyle içerisinde inanç, mezhep, din gibi un‐surların da olduğu belli bir ırk ve millet temelinde ve bunlarla bir birlik oluşturma  doğrultusunda  tümüyle  baskıcı  ve  dayatmacı  olan  herkesi kapsayıcı, bütüncül ve homojen olan bir  toplum  tasarımından ve  farklı yoğunlukta  ırkçı ve milliyetçi öğelerden oluşmaktadır. Kimlik  tartışma‐ları, siyasal alanda gerek etnik ve kültürel gerekse de din,  inanç ve ya‐şam  tarzı  bakımından  heterojenlik  sergileyen  toplumlarda,  tek  ve  bü‐tünleyici bir kimlik tasarımıyla bir ulus‐devlet çatısı altında homojen bir 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

44

toplum  inşa etmeye çalışan modern projeye artan bir yoğunluk ve  sık‐lıkla meydan okumaları kapsamaktadır. Kimlik  temelli yapılan bu  tar‐tışmaların sadece ülkemize özgü olmadığı, (Kürt sorunu, Alevi meselesi, gayri‐müslim vatandaşlarımızın hakları vs.); tam aksine buna benzer bir sürecin birçok Avrupa ülkesi başta olmak üzere çeşitli bölgelerde ve coğ‐rafyalarda yaşandığına  tanık olmaktayız. Dolayısıyla kimlik  temelli bu tartışmalar,  içerisinde  bulunduğumuz  toplumların  siyasal  alanının  en merkezi ve tematik konularından birini oluşturur. 

Artık siyasal alanın bu en bilindik ve inkar edilemez yeni fenomeni ile ilgili birçok  farklı disiplinden ve perspektiften önemli katkılar ve  siyasal öneriler getirilmektedir. Özellikle bu bağlamda birçok kez zikredilen ana‐yasal vatandaşlık ya da  federasyon, konfederasyon, demokratik özerklik ve ayrılma gibi buna benzer birçok katkı ve siyasal çözümler sunulmakta‐dır. Kimlik temelli bu tartışmalarla ilgili olarak, toplumun her kesiminden katılımların  gerçekleştiği  kamusal  bir  müzakere  alanında,  bir  kimliğin oluşturulması ya da  inşa edilmesi sürecinde  temel bir role sahip olan ve aktif bir  işlev yüklenen  toplumsal hafızaların  tartışılmaya başlandığı bir süreç yaratılabilir. Toplumsal hafızaların kamusal bir müzakere alanı için‐de tartışıldığı bu süreç, aslında Maria Marchetta’nın ‐‘demokratik hatırla‐ma siyaseti’‐ (Sancar, 2008: 56) dediği bir siyasal çerçevenin de oluşturul‐ma girişimidir. Demokratik hatırlama siyasetinin  temel  şartının bireyle‐rin  ve  toplumsal  grupların  o  toplumun  geçmişiyle  ilişkisini  belirleyen karar ve uygulama  süreçlerine aktif katılımı olması bakımından önemi büyüktür. Demokratik hatırlama süreçleri, yukarıdan düzenlenen ve de‐netlenen  siyasetleri değil, bireylere  farklı  iletişim  imkânları ve  teklifleri sunan  hatırla(t)ma  siyasetleri  oluşturmayı  amaçlar.  Bu  siyaset,  farklı kimliklerin oluşumuna ön ayak olan toplumsal hafızaların, temelde eşit‐likçi ve özgürlükçü olan katılımcı bir kamusal alanda müzakere edilme‐sine  imkan tanıyarak, geçmişe dair tasavvur farklılıklarını kabul etmeyi ve  farklı  tarih  yorumlarının  özgürce  dile  getirilmesini  sağlamış  olur. Marchetta’nın sözünü ettiği bu zemin, siyasal çerçevede herkesin katılı‐mının gerçekleştirildiği kamusal bir müzakere alanıdır. Bu  tür kamusal bir müzakere alanının konusu olan toplumsal hafıza(lar), her grubun ve tabi ki bireyin geçmişin yaşanılan  tüm olumsuz olaylarının bu grup ve bireylerde farklı şekillerde algılandığı, yerleşiklik kazandığı ve saklandı‐ğı bir duruma işaret eder. Bunun bir sonucu olarak, geçmişin farklı grup ve bireylerde çok değişik izler bıraktığı ve hatırlandığı bu her grup ve bi‐

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

45

reye ait  toplumsal hafıza(lar), kamusal bir müzakere alanı  içinde  toplu‐mun her kesiminden katılımının gerçekleştirilerek yapıldığı geçmişle he‐saplaşmanın bir alanı olarak  tahayyül edilebilir. Bir başka deyişle, geç‐mişte yaşanılanlar üzerinden birçok farklı kimliğin oluşmasını sağlayan ve bu kimlikleri yaşatan ve var eden toplumsal hafıza(lar), siyasal çerçe‐vede  daha  çok  geçmişle  hesaplaşma  bağlamında  herkesin  katılımının gerçekleştirildiği kamusal bir müzakerenin tartışma konusunu oluştura‐bilir.  Bu  bağlamda, makalenin  ilk  bölümünde,  toplumsal  hafızanın  ne olduğu, neyi ifade ettiği ile ilgili olarak kavramsal bir çerçeve ve kimlik‐toplumsal  hafıza  ilişkisi  ortaya  konulacaktır.  İkinci  bölümde,  kimliğin oluşumunda başat bir unsur olan toplumsal hafızanın, nasıl kamusal bir müzakere alanı olarak tahayyül edilebileceğinin değerlendirilmesine yer verilerek makale sonuç bölümüyle tamamlanacaktır.  

II. KİMLİK OLUŞUMUNUN ARDALANI: TOPLUMSAL HAFIZA VE KAVRAMIN GÜZERGÂHI Toplumsal hafızanın bir kimliğin oluşumu ve/veya  inşa  edilmesi  süre‐cinde üstlendiği başat  rol, bu  iki kavramın arasında çok yakın bir bağ‐lantının olduğunu göstermektedir. Ancak bu bağlantının açıklanmasına geçmeden  önce,  toplumsal  hafıza  kavramına  dair  genel  bir  kavramsal çerçeve ortaya koymak ve bu  çerçevenin güzergâhında  ilerlemek daha yerinde bir girişim olabilir. Çünkü böyle bir girişim, hem toplumsal hafı‐zanın ne olduğuna dair kavramın anlaşılabilmesi ve açık kılınması nok‐tasında  hem  de  toplumsal  hafızanın  kimliğin  oluşumundaki  işlevinin değerlendirilmesi  ve  böyle  bir  kavramın  neden  kamusal  bir müzakere alanının  tartışma  konusunu  oluşturması  gerektiği  noktasında  temel önemdedir. Bu, kimlik ve  toplumsal hafıza meselelerine, bunlar arasın‐daki ilişkiye ve kimlik tartışmalarına siyasal alanda gösterilen ilgi ve ya‐pılan  katkıyı  serimlemek  bakımından  da  önemli  bir  yere  sahiptir. As‐lında şu anki mevcut durumda siyasal alandaki gündemi daha çok kim‐lik  tartışmalarının meşgul  etmesi nedeniyle  böyle  bir  konumun hiç de şaşırtıcı olmadığı görülür. Bunu, artık çok sık bir şekilde dillendirilen ve kimlik tartışmalarında önemli bir mevzi kazanan geçmişte yaşanılanların hatırlanması  ve  bunlarla  hesaplaşılması  gerektiği  türünden  çıkışlar  da gösterir. 1980’lerin sonlarından itibaren giderek güçlenen bu eğilim, ha‐fıza ve hatırlama konusunda yeni bir dönemin ayırıcı özelliği olarak ka‐bul edilmektedir. Bu açıdan, dünyanın muhtelif bölgelerinde çeşitli düz‐lemlerde değişik  saiklerle yürütülen yoğun bir hafıza  tartışmasının  20. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

46

yüzyılın sonlarından devraldığımız miraslar arasında özel bir yer tuttu‐ğu söylenebilir. “Hafıza ve hatırlama patlaması”, “hafıza furyası”, “hafı‐zanın başkaldırısı”, “hafıza konjonktürü” gibi terimlerle nitelenen bu ge‐lişimin nedenleri ve sonuçları da, aynı tartışmanın önemli bir boyutunu oluşturur. (Sancar, 2008: 62) Geçmişte yaşanılanları çok çeşitli şekillerde saklama ve hatırlama yeteneğinin adı olan hafızanın kimlik  tartışmala‐rındaki bu belirleyici konumu; kimliği şekillendirici yönünde, yani, onun kimlik ve onunla ilgili olarak söylenilen, konuşulan ve tartışılan tüm şey‐lerin ardalanını oluşturması ve bu bağlamda kimliğin oluşumunda başat ve aktif bir rol üstlenmesinde gizlidir. 

Kimlik  tartışmalarındaki  bu  belirleyici  konumundan  dolayı  hafıza, son zamanlarda  ister  istemez  sosyal bilimlerin eksen kavramı hatta di‐siplinler arası bir paradigma haline gelmiştir. Farklı disiplinlerin her biri hafıza  kavramını,  çok  değişik  şekillerde  tanımlamaktadır. Nörologlar, hafızanın  nörolojik  temellerini,  böylece  yaşayan  bir  organizma  bağla‐mında  onun donanımlarını  araştırırlar. Psikologlar,  belli durumlardaki bireylerin bilişsel ve duygusal hatırlama süreçlerini incelerken; psikana‐listler, hafızayı uzun süreli yaşam öyküleri çerçevesinde ele alırlar. Sos‐yologlar,  hatırlama  ve  anlatı  topluluklarının  benzer  deneyime  sahip gruplarda nasıl ortaya çıktıkları sorununu ele alırlarken; tarihçiler, insan topluluklarının  hafızasının  yazılı  kaynaklar  karşısındaki  güvenirliliğini veya güvenilmezliğini araştırırlar. Tarihçilerle birlikte siyaset bilimciler, simgesel araçlar yardımıyla  toplumların kendi geçmişlerini günün  ihti‐yaçlarına göre yeniden inşa etme şekil ve tarzlarını tartışırlarken; edebi‐yat ve sanat çevreleri de metinler ve resimler aracılığıyla bir kültürel mi‐ras olarak ortaya çıkan kültürel hafızayla uğraşırlar. (Sancar, 2008: 39‐40) Hafıza  kavramına  sosyal  bilimlerin  farklı  disiplinlerinden  gösterilen  bu açık  ilgi,  hafızanın  bireysel  ve  toplumsal  hafıza  ayrımına  gelindiğinde karmaşık ve  bulanıklaşan  bir  görünüm  kazanır. Gelinen  bu nokta  itiba‐riyle her ne  kadar, bireysel hafıza ve  onun varlığı konusunda hiçbir  te‐reddüt ve kuşku bulunmasa da; bunu  toplumsal hafıza ve onun mevcut olup  olmadığı  üzerinden  değerlendirdiğimizde,  önemli  kuşkular  ve  te‐reddütlerin varlığı kadar gerçek‐dışı, yanılsama ve saf mistifikasyona va‐ran görüşlerin belirtildiğine tanık olunur. Bireysel hafızanın varolduğuna dair kesin  inanç ve toplumsal hafızanın varlığı  ile  ilgili olarak yukarıda belirtilen  görüşlere  rağmen,  bu  konuda  sosyal  süreçlerin  ve  koşulların öneminin vurgulandığı yeni gelişmeler ve çalışmalar da kendini gösterir. 

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

47

Sözü edilen yeni gelişmeler bağlamında, toplumsal hafıza ile ilgili olarak çalışmalarıyla öne  çıkan ve  ilk akla gelenlerden birisi Fransız  sosyolog Maurice Halbwachs’dir. 

Toplumsal  hafıza  kavramını  ayrıntılı  bir  şekilde  ele  alan  sosyolog Maurice Halbwachs, bu kavramla  ilgili  sosyal koşulların ve  şartlandır‐maların  öneminin  altını  çizerek  çalışmalarında  hafızanın  daha  çok  bu toplumsal boyutuyla  ilgilenir. Bireylerden daha büyük bir grup  tarafın‐dan paylaşılan bir  şey olarak hafıza  fikrini, 20. yüzyılın ortalarında  ilk ortaya atan bu Fransız sosyologa göre, hafıza  kollektiftir; ve halihazırda  kollektif olarak kaydedilmeyen şeylerin bir birey tarafından hatırlanması mümkün değildir. ([akt.] Özyürek, 2007: 7‐8) Bunun için Halbwachs ön‐celikle bireysel hafızanın kollektif belirlenimini, yani bireysel hafızanın toplumsal nitelikte olduğunu ortaya koymaya çalışır. Daha 1920’lerden itibaren  hafızanın  sosyal  çerçevelerine  dikkat  çeker. Hafızayı,  zihinde imajların muhafaza edilmesi olarak gören anlayışa karşı çıkan yazara gö‐re,  geçmiş  hakkındaki  bilgimiz,  saklanmış  değildir,  yeniden  inşa  edil‐miştir.  ([akt.] Bilgin, 2007: 228) Kavramı  ‘toplumsal hafıza’  şeklinde or‐taya koyan Halbwachs’ın temel savı, hafızanın her tarihsel uğrağın ken‐dine özgü sosyal koşullarına olan bağlıdır. Toplumsal hafızanın önemini kabul etmekle kalmayan, hafızanın  toplumsal yoldan kuruluşuna  işaret eden Halbwachs,  bireylerin,  anılarını  bir  toplumsal  gruba  üyelikleri  yo‐luyla, özellikle akrabalık, dinsel ve sınıfsal bağlantıları yoluyla edinebil‐diklerini, hafızalarında bir yerlere yerleştirebildiklerini ve anımsayabil‐diklerini  ileri sürer.  ([akt.] Connerton, 1999: 60) Bu nedenle Halbwachs, hafızayı biyolojik açıdan, yani nöroloji ve beyin  fizyolojisi açısından ele almaz. Bunun yerine bireysel bir hafızanın oluşması ve korunması  için şart olan sosyal çerçeveyi koyar. Bu çerçevenin dışında  toplumda yaşa‐yan  insanların hatıralarını  sabitleştirecekleri  ve  yeniden  bulabilecekleri bir başka hafıza yoktur. Halbwachs burada, aslında hiçbir yerde bu açık‐lıkta formüle etmese de, mutlak bir yalnızlık içinde büyüyen bir bireyin hafızasının olamayacağını  söylemektedir. Hafıza,  insanın  sosyalizasyon sürecinde oluşur. Tabi ki, hafıza her zaman bir bireye “ait”tir; ama bu hafıza,  toplumsal olarak belirlenir. Bu yüzden,  ‐‘toplumsal hafıza’‐ me‐cazi bir ifade olarak algılanmamalıdır. Kuşkusuz toplumlara “ait” bir ha‐fıza yoktur; fakat toplumlar üyelerinin hafızasını belirler. En kişisel anı‐lar bile sadece sosyal grupların  iletişimi ve etkileşimi üzerinden oluşur. Sadece başkalarından öğrendiklerimizi hatırlamayız, aynı zamanda on‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

48

ların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını da ha‐tırlarız. Her  şeyden  önce  tarihsel  olguları,  başkaları  tarafından  sosyal açıdan  belirlenmiş  anlamları  ile  algılarız.  ([akt.] Assmann,  2001:  39‐40) Bu temel tespitten hareketle Halbwachs; aile, okul sınıfları, askeri birlik‐ler,  seyahat  toplulukları gibi alanlarda ortak bir deneyim kazanmış bi‐reylerin oluşturduğu toplumsal grupların hafıza ve hatırlama biçimlerini inceler. Bu çalışmalar sonucunda, hatırlamanın doğası itibariyle toplum‐sal bir nitelik  taşıdığı ve hatıraların bir grubun  iletişimsel ve duygusal harcını  oluşturduğu  sonucuna  varan Halbwachs,  insanların  hiçbir  şe‐kilde  kelimenin  katı  ve  dar  anlamında  bireysel  bir  hafıza  oluşturama‐dıklarını,  aksine her  zaman  hafıza  topluluklarına dahil  olduklarını  iddia eder. Hafıza da,  tıpkı dil gibi,  iletişimsel  süreçlerde, yani hatıraların an‐latılması, alımlanması ve sahiplenilmesi yoluyla oluşur. Buna göre hafıza, her zaman diğer bireylerle, siyasal düzlemle ve başka gruplarla ilişki için‐dedir. Başka bir deyişle, bireysel hafıza, belli bir kişide, onun iletişim süre‐cine katılımı sayesinde gerçekleşir. Bu olgu, kişinin aileden, dini ve ulusal topluluklara kadar çeşitli sosyal gruplara dahil oluşunun bir  sonucudur. ([akt.] Sancar, 2008: 41‐42) Ne kadar kişisel olursa olsun, her hafıza yokla‐ma  işi,  her  anımsama,  hatta  yalnızca  bizim  tanık  olduğumuz  olayları anımsamamız, hatta dile getirilmemiş olarak duran düşünceleri ve duygu‐ları anımsamamız, başka birçok kimsenin de sahip olduğu bir düşünceler kümesiyle ilişki içindedir; ve kişiler, yerler, tarihler, sözcükler, dil biçimleri gibi bir takım araçlarla olur. Yani, bu araçlarla bir parçası olduğumuz veya parçası edildiğimiz toplumların maddi ve manevi tüm yaşamlarıyla birlik‐te gerçekleşir.  (Assmann, 2001: 60) Bu sebepledir ki, hafıza, katı, sabit ve soyut bir birey kurgusu  içine hapsedilemez. Yalnızca birey  temelinde bir hafıza tasarımı, hafıza denilen şeyin daha çok bir takım sosyal koşullar ve şartlandırmalar  içerisinde  bireyin  hem  içinde  bulunduğu  grup  hem  de başka grup ve bireylerle çeşitli iletişim ve etkileşimlerinin sonucunda oluş‐ması nedeniyle  içerisinde önemli eksiklikleri barındıran çok dar ve sınır‐landırıcı bir kategoridir. Oysaki  toplumsal hafıza, Halbwachs’ın belirttiği gibi hafızanın sosyal belirlenimlerini, süreçlerini ve bu sürecin kendi özgü koşullarını hesaba kattığı için hafızayı soyut bir birey kurgusundan somut bir kategoriye taşır. Hafızanın bu sosyal bağlamı içerisinde birey, onun ait olduğu grup ve başka grup ve bireylerle sosyal etkileşim ve iletişimin bir‐likteliğinde, bireyin içinde bulunduğu gruba özgü olan birtakım kavram, sembol, kategori, sınıflandırmalar, dil biçimleri ve tarihler aracılığıyla top‐lumsal bir şekilde oluşturulur. 

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

49

Bunun içindir ki, bir bireyin hatırladığı şeylerin seçimi ve yorumu, bi‐reyin kendi grubu için kurucu nitelikte gördüğü olaylarla özdeşleşmesini sağlayan  toplumsal mekanizmalara  bağlıdır. Mesela  bizden  önce mey‐dana gelmiş, dolayısıyla yaşamadığımız olayları, genellikle kendimizi ait hissettiğimiz grup açısından önem taşıdıkları ölçüde ve biçimde hatırla‐rız. Bu  açıdan,  grup hatırlama  edimi  bakımından bir  tür  “filtre”  ya da Halbwachs’ın terimiyle “çerçeve” işlevi görür. (Sancar, 2008: 42) Yani ha‐fıza, kaynağını kaynaştığı bir ‘grup’tan alır. Halbwachs’ın söylediği gibi, ne kadar grup varsa o kadar hafıza vardır. Hafıza, doğası bakımından değişik, sınırsız, kolelktif, çoğul ve bireyselleşmiştir.  ([akt.]Nora, 2006: 19) Dola‐yısıyla  toplumsal  hafıza,  onu  taşıyanlarla  birlikte  vardır  ve  gelişigüzel devredilemez. Sürece katılanların grup üyeliğinin  ispatıdır. Bu yüzden, sadece  içinde bulunduğu çevrenin somut mekanı ve zamanı değil, aynı zamanda, bizim ifademizle herhangi bir grubun somut bir kimliğidir. Bu‐nun  anlamı,  toplumsal  hafızanın  sadece  gerçek  ve  yaşayan  bir  grupla ilişkilendirilebileceğidir. Toplumsal hafıza, bu gruba özgülüğü  ile farklı tarihsel uğrakların kendine özgü koşulları  içerisinde de sürekli yeniden kurulabilir. Bir gruba ait tek ve sabit bir toplumsal hafızadan söz edeme‐yiz. Bir başka deyişle, bu hiçbir hafızanın geçmişi olduğu gibi koruması‐nın mümkün olmadığı söyler. Bununla bir grup hafızasının ancak “gru‐bun  her dönemde  kendi  bağlamına  özgü  olarak  yeniden  kurulabildiği biçimiyle”  kalacağına  işaret  edilir.  (Assmann,  2001:  43‐44) Bu  nedenle, toplumsal  hafıza  tarihsel  gerçekliği  birebir  yansıtan  bir  ayna  değildir; tam  tersine geçmişin yeniden  inşa  edildiği bir alandır. Bu durum,  top‐lumsal hafızanın gruba özgü oluşunun önemli bir sonucudur. Hiçbir ha‐fıza, geçmişi olduğu gibi koruyamaz; aksine ondan geriye ancak grubun her  dönemde  kendi  bağlamına  özgü  olarak  yeniden  kurabildiği  biçim kalır.  Yani  hafıza,  yeniden  kurma  işlemine  dayanır.  Geçmiş,  hafızada şimdiki zamanın değişken  ilişkileri çerçevesinde sürekli olarak yeniden örgütlenir.  (Sancar, 2008: 43) Toplumsal hafıza, bu belirtilen yönü dola‐yısıyla  içerisinde her zaman  için bir  tarihsellik barındırır. Yani, her dö‐nemin kendi  tarihsel koşulları  içinde bu koşullara gömülü grup ve bi‐reylerin varlığında ve bunların kendi aralarındaki ilişki ve etkileşimlerin sonucunda yeni bir durum kazanır. Dolayısıyla sabit ve belli bir sürekli‐liği  olan değişmez  bir  toplumsal  hafızadan  söz  edemeyiz.  Tam  aksine toplumsal hafıza, büyük ölçüde değişkenlik gösteren bir sürecin adıdır. Bu süreçte grup ve bireyler,  içinde bulundukları koşulların şekillendiri‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

50

ciliğinde geçmişi yeniden kurarlar. Bununla geçmiş yeniden  inşa edile‐rek toplumsal hafıza yeni bir görünüm kazanır.  

Toplumsal hafıza(lar), grup(lar) ve bunlara dahil bireyler  tarafından sürekli olarak yeniden  inşa sürecinden geçtiği  için onu  taşıyan bu grup ve  bireylerle  birlikte  vardır.  Bir  grubun  ve  ona  dahil  olan  bireyin varolmasını  sağlayan  toplumsal hafıza(lar), bu grupların  içerisinde bu‐lunduğu  toplumsal  bağlamın  kendine  özgü  koşullarında  oluşturulan kimliklerdir. (Sancar, 2008: 43) Genelde tüm gruplar, bu kimliklerin inşa‐sında, ortak bir geçmişin vurgulanması ve bunun belli bir tarzda kurgu‐lanması yoluna giderler. Ancak bu, esas  itibariyle kolelktif kimliğin ge‐reklerine uygun bir geçmiş  icat etme, bir  toplumsal hafıza yaratma, bir tarih yazma etkinliğidir. (Bilgin, 2007: 218) Bir kimliğin grup(lar) ve ona tabi bireyler  tarafından  inşa edildiğine  işaret eden bir  toplumsal kimlik kuramına  göre,  birey  kendi  kimliğini  gruplarla  özdeşleşerek  hazırlar. Belli bir kolelktif kimliğe ait olmak, bireyin kendi kimliği hakkında bilgi edinmesini sağlar. O halde, her bireyin kimliği, onun kendi aidiyet gru‐bunda yarattığı saygınlığa ve bu grubun diğer gruplar karşısındaki ko‐numuna bağlıdır. (Schnapper, 2005: 151) Ayrıca, bireyin kimliğinin olu‐şumunda her zaman  için geçmişe dönük bir yan vardır. Çünkü kollektif kimlik bir takım semboller, anılar, sanat eserleri, töreler, alışkanlıklar, de‐ğerler,  inançlar ve bilgilerle yüklü bir gelenekten, geçmişin mirasından, kısacası toplumsal hafızadan hareketle inşa edilir. Bu nedenle, toplumsal hafıza ve  inşası, kimliğin vazgeçilmez bir ayağıdır. Herkes, geçmişini  tanıma  ihti‐yacındadır. Zira kimlikleri,  tümüyle olmasa da, buna bağlıdır. Hafızası olmayan birey, kimliğini yitirip, kendisi olmaktan çıktığı gibi, ortak hafı‐zası olmayan bir halk da yoktur.  (Bilgin,  2007:  218‐219) Buradan hare‐ketle dil, kültür, din, tarih, yaşam alanı, maddi koşullar gibi öğelerin ya‐nı sıra toplumsal hafızanın, kollektif kimliği yapılandıran önemli bir  faktör ol‐duğuna işaret edilebilir. Toplumsal hafıza, bir topluluk tarafından yaşanan ve içselleştirilen, bilinçli olan veya olmayan anıların bütünü olarak, top‐luluğun  geçmişinden  kalanını,  süregelenini  ifade  etmektedir.  Bir  grup veya  topluluğun kimliğini  tanımlama  çabası, zorunlu olarak geçmişine bakmasını  içermektedir.  (Bilgin,  1999:  62)  Bu  açıdan  bakıldığında,  top‐lumsal  hafıza,  grup  kimliğinin  göstergesi  olduğu  kadar  da  önemli  bir  kayna‐ğıdır. (Bilgin, 2007: 229)  

Günümüzde birçok araştırmacı, hem birey hem de grup kimliklerinin be‐lirli bir yer ve zamanda benzer olanları hatırlaması ve benimsemesi aracılığıyla 

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

51

mümkün  oldukları  konusunda  hem  fikirdirler.  Hafıza,  sadece  bireylerin gruplara  üye  olmasını  sağlamakla  kalmaz,  aynı  zamanda  onlara  bir geçmiş, şimdi ve gelecek hissini yaratmasına da yardım eder. (Özyürek, 2007: 11) Bu tespitlerden hareketle, bireysel ve kollektif kimliklerin olu‐şumu ve  içeriğinin hafıza ve hatırlama konularıyla doğrudan bağlantılı olduğu sonucuna varmak zor değildir. Grupların verili bir hafızaya sa‐hip olmadıklarını; aksine metinler, resimler, anıtlar, yıldönümleri ve ri‐tüeller gibi çeşitli simgesel araçlar yardımıyla kendilerine bir hafıza ya‐rattıklarını  dikkate  alırsak,  grupların  “biz  kimliği”nin,  geçmiş  kültürel geleneklerdeki ortak referanslar aracılığıyla oluşturulduğunu, bu kimli‐ğin,  soy  sopa değil, öğrenme ve özdeşleşme gibi pratik  aidiyetlere da‐yandığı söylenebilir. (Sancar, 2008: 43‐44) Kimlik oluşumunun temel öğe‐lerinden biri olan toplumsal hafıza, bu yönüyle hiçbir zaman grup ve bi‐reylere önsel –a priori‐ değildir. Bu durumda, toplumsal hafızanın insan müdahalesine  tümüyle açık olduğu söylenebilir ve bu yönüyle bir gru‐bun kendi kimliğini oluşturmasını da mümkün kılar. Yani, toplumsal ha‐fızaların kimlik oluşumunu  sağlaması nedeniyle her  zaman  için  insanı önceleyen sabit ve değişmez bir toplumsal hafızadan bahsedilemez. Bu‐nun bir  sonucu olarak  toplumsal bir hafızanın oluşturduğu kimliklerin de hiçbir zaman sabit ve değişmez oldukları söylenemez. Toplumsal ha‐fıza(lar) ve onun  oluşturduğu  kimlik(ler),  temelde  insan müdahalesine tamamen açık olmasının bir  sonucu olarak yalnızca yaşayan ve gerçek bir grup ile bağlantılandırılacağı için bu grubun çeşitli ilişkilerinin ve et‐kileşimlerinin  beraberliğinde  sürekli  olarak  yeniden  oluşturulan  ya  da biçimlendirilen  hafızalardır.  Bu  sebepledir  ki,  toplumsal  hafıza(lar)  ve beraberindeki  kimlik(ler),  bir  grubun  ve  ona  dahil  olan  bireylerin  do‐ğuştan ya da soy sopa göre kazandığı bir duruma  işaret etmez. Bunun tam  tersi,  toplumsal  hafıza(lar)  ve  onun  oluşturduğu  kimlik(ler),  geç‐mişten gelinen süreç itibariyle bir takım yaşanmışlıklar, deneyimler, öğ‐renme ve özdeşleşme gibi çeşitli pratikler aracılığıyla mevcut ilişki ve et‐kileşim biçimlerinde sürekli olarak yeniden varlık kazanan durumlardır. 

III. KİMLİK TARTIŞMALARINA DAİR:  ‘HESAPLAŞMA SİYASETİ’ VE  KAMUSAL  MÜZAKERE  ALANI  OLARAK  ‘TOPLUMSAL HAFIZA(LAR)’ Kimlik, bazı insanlarla nelerinizin ortak olduğuna ve sizi başkalarından neyin  farklılaştırdığına  ilişkin  bir  ait  olma  sorunudur.  En  temel  anla‐mıyla,  size kişisel  konum duygusu ve  bireyselliğinize değişmez  bir  öz 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

52

verir. Ama  aynı  zamanda da  sizin  toplumsal  ilişkilerinize, diğerleriyle olan karmaşık bağlantılarınıza ilişkindir ve modern dünyada bu ilişkiler giderek daha  karmaşık ve  şaşırtıcı hale  gelmektedir.  (Weeks,  1998:  85) Kimlik konusundaki bu karmaşık ve  şaşırtıcı durum, giderek daha  ça‐tışmacı ve gerektiğinde de şiddete varabilecek mücadeleci bir görünüm kazanmaktadır. Bu durumun en  somut göstergelerinden biri, günümü‐zün  siyasal alanlarında gittikçe artan bir  sıklıkta yaşanan kimlik  tartış‐malarıdır. Bu  tartışmaların  ilgi odağını, bir ulus‐devlet çatısı altında si‐yasal bir birlik oluşturmak amacıyla homojen ve bütüncül bir toplum ta‐sarımını  gerçekleştirmeye  koyulan modern  projenin  kendisi  oluşturur. Bu modern proje, sadece kendi  toplumumuza özgü olmamakla beraber diğer  ulus‐devlet  oluşturma  hedefini  güden  toplumlara  da  özgü  olan baskın  bir  etnik  topluluğun/cemaatin  tek  ve  sabit  kimliğini  bir  takım baskı ve  zorlamalarla hatta  asimile  ederek yekpare bir kimlik yaratma noktasında bu kimliği  toplumdaki diğer  farklı grup ve/veya kimliklere dayatma  sürecinin  adıdır. Buradaki  temel mesele,  sözü  edilen modern projenin  içinden  geçtiği  bu  süreçte  düğümlenmektedir.  Bunun  neden böyle olduğu da aslında çok açıktır. Çünkü ulus‐devletin oluşumu, geç‐mişle bir kopuşu meydana getirdiği  için genellikle  travmatik bir dene‐yimdir.  (Özyürek,  2007:  11) Bu  tür  travmatik  bir deneyim,  her  şeyden önce geçmişle olan bu kopuşun birtakım baskılara, dayatmalara ve hatta gerektiğinde  şiddete dayanmasından geçer. Keza  etnik  temizlik, zoraki göç,  nüfus mübadeleleri  ile  yerinden  edilmeler  ve  benzeri  insani  fela‐ketler,  çoğunlukla ulus‐devlet modelinin doğal  sonuçları olarak  ortaya çıkar.  (Canefe, 2007: 6) Ulus‐devlet oluşturmak  için kimlik bağlamında yaşanan bu  tür bir  tarihsel deneyim  ile  ilgili olarak, her ne kadar “geç‐mişe kalın bir çizgi çekildiği” ya da yeni bir başlangıç yapma iddiasıyla bir “sıfır noktası” belirleme siyasetinin izlendiği söylenegelse de, her an sürekliliğini ve canlılığını korur. Bunu sağlayan temel unsur ise bir gru‐ba ait  farklı bir kimliğin oluşmasını sağlayan  ‘toplumsal hafıza(lar)’dır. Birbirinden değişik gruplara ait her tarihsel uğrakta, her an yeniden inşa edilebilir olan  bu  toplumsal hafıza(lar),  bir  yandan  bir  kimliğin  oluşu‐munu sağlarken, diğer yandan da aslında bu kimliğin oluşumu sürecin‐de yaşanan bir takım baskı ve zorlamaları ve hatta dayatmaları ile kendi özgü deneyimleri ve/veya pratikleri o grubun hafızasında saklayarak sü‐rekliliğini ve canlı kalmasını mümkün kılar. 

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

53

Bir kimliğin oluşumunu sağlamakla beraber ona bir süreklilik ve can‐lılık da katan bu toplumsal hafıza(lar), özellikle geçmişle olan bu kopuş noktasında her topluma özgül olan bir ulus‐devlet oluşturma sürecinden geçilmesi esnasında yaşanan bu farklı deneyimlerin ya da pratiklerin her grup ve tabiî ki ona içkin olan kimlikte yarattığı değişik travmaları yaşa‐tır ve  canlı  tutar. Gelinen bu nokta  itibariyle, bu durum, kimlik  tartış‐malarıyla ilgili yeni bir siyasetin izlenmesi gerektiğini belirten bir süreci başlatır. Bu noktada  iki farklı siyaset ya da siyaset biçimi ortaya çıkar ve izlenir. Bunlar, kimliğin ve elbette onun oluşmasında etkin olan ve başat bir rol üstlenen toplumsal hafızaların geçmişe dönük bir şekilde geçmişle olan  ilişkiyi  ‘hatırlama’ üzerinden  bir  ‘hesaplaşma  siyaseti’  ile  ‘unutma’ aracılığıyla gerçekleştirilen bir  ‘bastırma  siyaseti’dir.  İki  farklı  siyaset bi‐çiminden biri olan ‘hesaplaşma siyaseti’, kısaca geçmişte geçen tüm olum‐suz ve kötü deneyimleri hatırlama üzerinden bunlarla hesaplaşılması ge‐rektiği belirten bir  siyaset biçimi olurken;  tam aksine  ‘bastırma  siyaseti’, geçmişteki tüm bu deneyimleri hatırlamaktan ziyade bu yaşananları bastı‐rarak unutmaya dönük bir siyaseti kendisine temel alır. Bu siyasetle ilgili olarak bazı yazarlar,  ‘unutma’nın da belli durumlarda  tıpkı  ‘hatırlama’ gibi toplumsal barış, demokratik istikrar ve uzlaşma için bir temel oluş‐turabileceğini söylerler. (Sancar, 2008: 35) Bu siyasetin kökleri çok eskile‐re uzanır. Örneğin, Atina’da Peleponez Savaşları’nın ardından geçmişte‐ki acı olayları ve kötü durumları hatırlamayı yasaklayan bir yasa çıkarı‐lır. Bunun gibi, Roma’da  Sezar’ın öldürülmesinden kısa bir  süre  sonra Cicero, Senato’nun huzurunda cinayetin unutulmasını şu sözlerle savu‐nur:  “Cinayete  dair  bütün  anılar  ebedi  unutuşa  havale  edilmelidir.” (Sancar, 2008: 37) Avrupa’yı kasıp kavuran, korkunç katliamlara, sayısız yağmalama, tecavüz ve benzeri suçlara sahne olan Otuz Yıl Savaşları’nı sona  erdiren Westphalya Barış Antlaşmaları’nın önemli bir hükmü de, savaş zamanında işlenen suçların affını öngören bir düzenlemedir. Daha yakın zamanlardan ilginç örnekler, Fransız Devrimi sonrasında, özellikle Napolyon ve Restorasyon dönemlerinde bulunabilir. Bu bağlamda Na‐polyon, Fransız Devrimi’nin belli  ilkelerinin  imparatorluk açısından  ra‐hatsızlık kaynağı olarak görmüş ve “hatırlanmasını” engellemek istemiş, bu  amaçla da Devrim’e  ilişkin  tarih  çalışmalarının yayımlanmasını ya‐saklamıştır. Restorasyon döneminde  ise, XVIII. Ludwig 1814’te sürgün‐den dönerek  tahta çıkmasıyla Fransız Devrimi’nin unutulmasını hedef‐leyen bir geçmiş siyaseti izlemiştir. (Sancar, 2008: 37) Tabi ki, bir unutma ya  da  unutturma  siyaseti  üzerinden  buna  benzer  siyasetler  bir  ulus‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

54

devlet oluşturma sürecinde ve/veya bir iç bölünme sendromu esnasında da görülebilir. Mesela, pek çok modern ulus‐devletin potansiyel olarak ciddi siyasî darbelere varabilecek iç bölünme riski taşıması, tahmin edi‐lebileceği gibi, homojen[leşmiş] bir siyasî cemaat öngören egemen ulus‐devlet  modelinin  geçerlilik  temellerini  sarsabilmektedir.  Bu  nedenle, hem egemen ve merkezi olarak örgütlenmiş bir devlet aygıtına hem de yüceltilen milliyetin veyahut baskın bir etnik grubun/cemaatin  sınırları çizilmiş bir toprak parçası üzerinde kurumsal olarak onaylanmasına işa‐ret eden bir ulus‐devlette, sivil halk ve muhalefetin merkezi devlet tara‐fından marjinalleştirilmesi, susturulması ya da ehlileştirmesi, ulus kimlik inşası sürecinin kaçınılmaz bir parçasıdır. Marjinalleştirme ve itiraz ede‐nin  susturulması  olguları  ısrarlı,  ancak  vursa da  hiçbir  zaman  tam  öl‐dürmeyen  cinsten  bir  güç  kullanımından  geçer  ve  bu  yolla  –ulusal‐toplumsal hafızada ırkı, cinsiyeti, sınıfı, etnisiteyi ve dinsel kimliği birbi‐rine karıştıran tuhaf bir alaşım ortaya çıkar. (Canefe, 2007: 6, 8‐9, 14, 15) Bu ulusal hafızanın kurgulanması/inşası düzleminde bugüne kadar yal‐nızca iki strateji vardı: ya kahramanca bir geçmiş referans alınırdı ya da kurban/mağdur rolü benimsenirdi. Böylelikle suçun hatırlanması ve ka‐bulü hiçbir şekilde söz konusu olmazdı ve olmamıştır. (Sancar, 2008: 52) Buna karşın unutma ve bastırma şeklinde cereyan eden bu tür bir siyaset biçimi  hiçbir  zaman  başarılı  bir  sonuç  da  vermemiştir.  Bir  unutma  ve bastırma üzerinden yaşanan “barışçıl geçiş” ve bu temel üzerinden inşa edilen  “toplumsal  bütünleşme”nin,  toplumun  tüm  kesimleri  için  aynı anlamı  ifade etmediği, özellikle mağdurlar/kurbanlar açısından ağır bir bedeli olduğu, uzun vadede toplumun bütününü etkileyen tahripkâr so‐nuçlar yarattığı açıkça görülebilir. Hatta sık sık “başarılı örnekler” olarak zikredilen  İspanya ve Avusturya da dâhil olmak üzere  çeşitli ülkelerin deneyimlerinden  önemli  dersler  çıkarmak mümkündür.  (Sancar,  2008: 36) Böylesi bir  sonucu, Türkiye örneğinde de görebilmek mümkündür. Türkiye’de de Türk kimliğinin  inşası sürecinde bu  topraklarda yaşayan farklı  kimliklerin  dışlanması  ya  da  özümsenmemesi  süreçlerine  eşlik eden  ciddi  bir  “unutma/unutturma”  dönemi  yaşanmıştır.  Böylelikle, farklı kimlikler yokmuş gibi davranmak, bu ülkenin siyasal kültürünün en önemli özelliklerinden biri haline gelmiştir. (Kadıoğlu, 2008: 16) Belir‐tilen bu durumlar, “unutma” ve “bastırma” biçiminde gelişen bir siyase‐tin, geçmişi ya da geçmişin bir bölümünü hafızadan tümüyle silmeyi ba‐şaramadığı gibi yeni bir takım sonuçları ve durumları da beraberinde ge‐tirdiği söylenebilir. Bunların ilk göze çarpanlardan biri de artık görmez‐

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

55

den gelinemeyen,  inkâr  edilmesi  zor  bir  siyasal  forma dönüşen  kimlik tartışmalarıdır.  

Bir şekilde geçmişle ilişkili yaşanan tüm olayları, trajedileri ya da insani felaketleri unutmaya dönük bir  ‘bastırma  siyaseti’, ortaya konan  tarihsel deneyimler ve sonuçlar da göstermektedir ki, başarısız bir siyasal girişim‐dir. Bu siyaset biçimi, bırakın eskide, geçmişte yaşanılanları ‘unutma’yı ve bu ‘unutma’ üzerinden hedeflenen toplumsal bütünleşme ve siyasal birlik oluşturmayı;  tam  aksi  bir  yönde  bu hedefi  boşa  çıkartan  bir  çatışma ve mücadelenin  yaşanmasına  sebebiyet  vermiştir.  ‘Unutmayı’  esas  alan  bu tür bir siyaset biçiminin beklenilmeyen bu başarısız sonuçları, siyasal lite‐ratürde gerek teorik eksende gerekse siyasetin pratik düzleminde farklı si‐yasal arayışlara yol açmıştır. Bu arayışlar, aslında ‘unutma’ üzerinden ge‐lişen  bir  siyaset  biçiminin  sonuçlarından  çıkarılan  derslerle  gelişen, ‘unutmak’tan ziyade geçmişi ‘hatırlama’ya dönük bir ‘hesaplaşma siyase‐ti’nin  gerekliliği  üzerinde  duran  bir  siyasal  girişimle  sonuçlanmıştır.  ‐‘Hesaplaşma siyaseti’‐ üzerinden gelişen bu siyasal girişimde ‐‘hatırlama’‐, William  James’ın  işaret  ettiği  gibi,  öncelikli  olarak deneyimlediğimiz  ve önceden hemen hemen hakkında hiçbir şey düşünmediğimiz şeylerin akıl‐lara getirilmesi  ([akt.] Klatzky, 1975: 1)  sürecidir. Geçmişi  ‐‘hatırlama’‐yı esas  alan  bu  ‐‘hesaplaşma  siyaseti’‐,  her  şeyden  önce  hatırlama/unutma ikiliğinde hatırlamaya dayanır. Geçmişin  suç ve  ihlallerinin hatırda  tu‐tulması ve hatırlatılması  tutumunu esas alır. Ancak bu geçmişle hesap‐laşma siyasetini, bir  tarih merakı ya da  intikam silahı olarak da görme‐mek gerekir. Tam aksine insan hakları, demokrasi, hukuk devleti değer‐lerine dayanan bir siyasal kültür ve sistem inşa etme ve toplumsal barışı bu şekilde güvence altına alma hedefine yönelik fikir ve faaliyetler top‐lamını anlatan kapsamlı bir proje olarak görmek gerekir.  (Sancar, 2008: 34‐35) Ancak bu tür bir siyaset biçiminin geçmişle hesaplaşılması nokta‐sında herkesin  sürece dahil olmasını  isteyen bir  siyasal katılımcılığı da ister istemez hedeflemesi gerekir. Çünkü eğer geleceğe dönük bir şekilde demokratik,  temel hak ve özgürlükleri ve hukuk devleti  ilkesini  temel alan bir siyasal yapı ve hoşgörüye dayalı bir demokratik kültür oluştu‐rulmak  isteniyorsa,  siyasal  katılımcılık  temel  bir  zorunluluk  arz  eder. Aksi  takdirde, dar ve sınırlı bir katılım, geçmişe dönük bu “hatırlama” sürecinde her grubun toplumsal hafızasının mümkün kıldığı farklı hatır‐lama biçimlerini bu hesaplaşma anına dahil etmeyerek geçmişle hesap‐laşmanın  özünü  tahrip  edebilir  hatta  bunu  imkânsızlaştırabilir.  Bu  se‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

56

beple bu tür bir siyaset biçimi, her şeyden önce geçmişte yaşanılan olay‐lar  veya  deneyimlerin  farklı  tarihsel  süreç  ve  koşullanmalarda  insan müdahalesinin  tanımlayarak  ya  da  anlamlandırarak  sürekli  inşa  ettiği toplumsal hafızaların katılımcı bir siyasal pratiğine işaret eder. Ancak bu tür bir siyasal pratik, her tarihsel uğrakta ve koşullarda değişen ve yeni bir boyut kazanan ve böylelikle toplumdaki birbirinden farklı grupların kimliklerinin oluşumunda etkin olan ve başat bir rol oynayan, her gruba ait  toplumsal hafızaların hafızasında kaydettiği,  sakladığı ve muhafaza ettiği algılamaların, fikirlerin ve görüşlerin sürece dâhil edilerek kamusal müzakeresini olanaklı kılmalıdır.  

Bu durumda, her gruba ait olan ve onda farklı kimliklerin oluşmasını sağlayan  bu  toplumsal  hafıza(lar),  geçmişi  hatırlamaya  dönük  bir  ‘he‐saplaşma siyaseti’ üzerinden herkesi kapsayan bir siyasal katılımcılığı il‐ke  alarak  gerçekleştirmeye  çalıştığı  bir  kamusal müzakere  alanı  olarak nasıl  tahayyül  edilebilir?  Sorulan  bu  soruda  tahayyül  edilmek  ile  kast edilen ‘hesaplaşma siyaseti” şeklindeki bir siyaset biçiminin demokratik ve katılımcılık  ilkesini esas aldığı kamusal bir müzakere alanıdır. Buna geçmeden önce, burada sözü edilen kamusal, müzakere ve tahayyül de‐nilirken ne kast edildiğini açıklamakta fayda var. İlk olarak, tahayyül ya da tahayyül etmek denilirken ne ifade edilmeye çalışıldığıyla başlanabi‐lir. Bu makalenin kapsamı  içinde  tahayyül sözcüğünü sahip olduğu  iki çağrışımdan dolayı kullanıyorum. Bunlar,  en genel  anlamda  imgelerle, yani biçimlerle bağlantı kurması ve yine bir ikinci çağrışım olan icat fik‐riyle  ya da daha  iyi  bir  ifadeyle,  yaratma  fikriyle  bağlantı  kurmasıdır. (Costoriadis, 1999: 198) Bu anlamda tahayyül, zihinde tasarlama sürecine işaret eden ve orada tasarlanarak gerçekleştirilmesi amacıyla girişilen bir yaratma ve oluşturma sürecinin adıdır. Bir başka deyişle, zihinsel bir ta‐sarım  sürecinden  geçerek  bir  yaratma  fikrine  işaret  eden  tahayyül ve/veya tahayyül etmek, evvela ve hepsinden önce anlam alanlarının ye‐niden yapılandırılmasıdır.  (Ricoeur, 1999: 176) Yine kullandığımız kav‐ramlardan bir ikincisi olan kamusal ya da sık sık kullanılan kamusal alan kavramı, tarihin derinliklerinden gelen semantik kılıflarının da etkisiyle, günümüzde farklı ve çelişik anlamlar içerebilirler. Yani bir yandan ortak ve herkese açık alanları işaret ederken, öte yandan da devlete ait, kamu ajanı olmayanlara kapalı mekanları ifade edebilirler; ve böylece bu tür zıt anlamları kapsayabilirler. Bunların dışında belirli etkinlik alanlarının iz‐leyicileri de seyirci, okuyucu ya da dinleyici toplulukları olarak kamusal 

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

57

alanın kurucu öğeleri olabilirler.  (Timur, 2008: 36–37) Her ne kadar ka‐musal ya da kamusal alan kavramları böyle çok değişik anlamlarda kul‐lanılsa da, bu makalede kamusal sözcüğü kullanılırken Habermasçı bir terminoloji  benimsenerek  bu  kavram  kullanılır.  Dolayısıyla  da, Habermasçı bir yaklaşımla, kamusal ya da kamusal alan, tüm yurttaşla‐rın erişiminin garanti altına alındığı bir alandır. Bu alan, bireylerin dav‐ranışlarının, ne iş ve meslek sahiplerinin özel işlerini görürken yaptıkları davranışlara; ne de bir devlet bürokrasisinin yasal sınırlarına tabi anaya‐sal  bir düzenin üyelerinin davranışlarına  benzerdir. Tam  tersine,  yurt‐taşların ancak, genel yarara  ilişkin meseleleri, kısıtlanmamış bir  tarzda, yani  toplanma,  örgütlenme,  kanaatlerini  ifade  etme  ve  yayınlama  öz‐gürlükleri garantilenmiş olarak  tartışabildikleri bir  alandır.  (Habermas, 2004a: 95) Böylesi bir yönelime sahip kamusal alansa, meseleler üzerinde kısıtlanmamış,  rasyonel  bir  tartışma  idealini  içerir.  Tartışmayı  herkese açık ve erişilebilir kılar; yalnızca özel çıkarlar tartışma konusu olarak ka‐bul edilmez; statü eşitsizlikleri paranteze alınır; ve tartışmalar birbirinin dengi olarak müzakere edilir. (Frazer, 2004: 105‐106) Üçüncü ve son ola‐rak  bu  yazıda  bahsi  geçen müzakere  kavramı, Habermasçı  kamusallık tarifiyle de uyumluluk içinde,  kollektif sorunlar, hedefler, idealler ve ey‐lemler hakkında konuşmak üzere bir araya gelmiş yurttaşların katılımcı birlikteliğine  işaret eder. Katılımcılığı  ile demokratik bir birliktelik olan bu müzakere, her bireyin özel yararını öne çıkartarak yarışmasından çok ortak yararı  tartışmaya yöneliktir. Böylesi bir müzakere sürecinde yurt‐taşlar özel yararı en üst düzeye çıkarma amacındaki bireyin bakış açısın‐dan  akıl  yürütmek  yerine,  kamusal  müzakere  aracılığıyla  tercihlerini kamusal amaçlara göre değiştirir ve bu amaçların niteliği  ile onları ger‐çekleştirmek için en iyi araçlar hakkında birlikte akıl yürütürler. Serbest ve açık bir diyalog  içinde başkalarının yaptığı saptama ve nedenleri sı‐namadan geçirir ve  itirazda bulunurlar. (Young, 1999: 175‐176) Yani bir müzakereye  katılımda  eşitlik  ve  simetri  normları  uygulanmıştır;  ko‐nuşma edimlerini başlatma, soru sorma, sorgulama ve tartışma açma ba‐kımından herkes aynı  fırsatlara sahiptir. Bunun yanında herkesin belir‐lenen konuşma konularını sorgulama hakkı ve bizzat söylem usulünün kuralları  ve  bunların  uygulanma  veya  yürütülme  tarzı  hakkında  dö‐nüşlü savlar ortaya atma hakkı vardır. (Benhabib, 1999: 105) Son tahlilde, bir müzakerede, katılımcılar siyasal bir sorunu önyargısız bir yaklaşımla çözmeye çalışırlar; önsel normların veya gereklerin yetkesi onları bağla‐maz. Siyasal tartışma süreci, akıl yoluyla varılmış savlara dayanır. Katı‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

58

lımcılar, öneriler ortaya atar ve bunları eleştirirler; her biri yalnızca, “da‐ha  iyi bir  savın gücü” nedeniyle  sonuca  rıza gösterir. Böyle bir  rızanın rasyonel olması  için, katılımcıların özgür ve eşit olmaları gerekir. Öneri sunma ve eleştirme konusunda eşit  fırsatlara  sahip olmalı ve konuşma konumları baskıdan uzak, bağımsız olmalıdır. Hiç kimse başkalarını bel‐li öneriler benimseme ya da reddetmeye zorlayacak veya bu yönde teh‐dit edecek konumda olamaz. Zira müzakerenin esas amacı bir konsensü‐se  varmaktır.  (Young,  1999:  177‐178)  Bir  kimliğin  oluşmasını  sağlayan her gruba ait toplumsal hafıza(lar) da işte tamda sözü edilen Habermascı bir kamusal düzlemde, yani ‐ herkesin eşit ve özgür olduğu, hiçbir baskı ve zorlamaya  tabi olmadığı, serbest ve açık karşılıklı bir diyalog  içinde bireye özgü çıkarların olmadığı, ortaklık sergileyen isteklerin, dileklerin ya da tüm düşünce ve görüşlerin tartışıldığı bu tür bir kamusal müzake‐re alanı olarak yeniden yaratılabilir. Birbirinden farklı kimlikleri oluştu‐ran her gruba özgü bu toplumsal hafıza(lar), bugünkü siyasal süreçte ya‐şanan kimlik tartışmaları ile çok yakından bağlantılıdır. Toplumsal hafı‐za‐kimlik ilişkisinde gelinen bir nokta olan bu kimlik tartışmaları bağla‐mında  toplumsal hafıza(lar), geçmişte yaşanan olayların,  insani  felaket‐lerin (zorunlu göç, devlet şiddeti, yerinden edilmeler vs.) ve bir mağdu‐riyet oluşturan baskı ve zorlamaların hatta şiddettin etrafında geçen bu tür deneyimlerin her  farklı grup hafızalarında değişik bir  şekilde yeni‐den tanımlanması veya anlamlandırılması yoluyla inşa edilerek oluştuğu için,  inşa  edilmiş  bu  hafızalarda  yer  eden  farklı  aktarımlarla  oluşmuş tüm  değişik  düşünce  ve  görüşlerin  tartışıldığı  bir  kamusal müzakere alanı  olabilir.  Böylelikle  kimlikleri  yaratan  toplumsal  hafızalar,  bu  tür demokratik bir ortamda kamusal bir müzakerenin de  temel siyasal  tar‐tışma konusu olur.  

Toplumsal hafıza(lar), bu tür demokratik bir zeminde geçmişte yaşa‐nılanları  ‘hatırlama’ üzerinden bir  ‘hesaplaşma siyaseti’ olarak kamusal bir müzakere alanı biçimine dönüştürülür. Bununla esas olarak, modern bir proje olan ulus‐devlet  aşamasından geçmiş bugünün  toplumlarının otoriter ve baskıcı siyasal ve kültürel yapısını, demokratik bir siyasal ka‐tılımla  kimlik  ekseninde  belirleme  amacı  güdülür.  Geçmişte  yaşanan olaylar veya deneyimleri ‘hatırlama’ya dönük olarak bir ‘hesaplaşma si‐yaseti’nin yaratacağı tartışmalar, etkileri güçlü bir şekilde bugüne yansı‐yan zorunlu göç, yerinden edilmeler, asimilasyon, zulüm ve baskı siya‐seti  hatta  şiddete  varan  girişimlerle  yaşanan  tüm  kayıp  ve  ölümlerin 

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

59

meşruiyetini sorgulamanın ve geçersiz kılmanın en önemli araçlarından biridir. Temel olarak, geçmişle hesaplaşmayı kendisine amaç edinen de‐mokratik bir kamusal müzakere alanı olan  ‘hesaplaşma siyaseti’, kin ve nefrete sebebiyet verecek ya da çeşitli çatışmaların yaşanmasına yol aça‐bilecek bir intikam silahı olarak asla düşünülmemeli ve görülmemelidir. Bunun aksine, bu siyaset biçimi geçmişi  ‘hatırlama’ sürecini zora ve sı‐kıntıya sokmayan, tahrip etmeyen demokratik bir siyaset olarak tam da Maria Marchetta’nın “demokratik hatırlama siyaseti” dediği, makalenin girişinde de belirtilen bir siyasal çerçevenin oluşturulması girişimi olma‐lıdır. Marchetta’a göre böyle bir siyasetin  temel  şartı, bireylerin ve  top‐lumsal  grupların,  o  toplumun  geçmişiyle  ilişkisini  belirleyen  karar  ve uygulama süreçlerine aktif katılımıdır. Böyle bir siyasetin öznesi, toplu‐mun tümüdür. Bu “demokratik hatırlama siyaseti”nin hedefi, toplumda geçmişteki  olumsuz  olaylardan  farklı  şekillerde  etkilenmiş  bireyler  ve gruplar arasında karşılıklı anlayış ve empati  için elverişli bir zemin ya‐ratmaktır.([akt.] Sancar, 2008: 56‐57) Aynı zamanda geçmişle hesaplaşma olarak bu siyaset, hem bireysel hem de kollektif kimlik meselelerinin tar‐tışıldığı kamusal bir iletişim sürecidir. Çünkü geçmişle ilişki, bireysel ve kollektif  kimliğin  oluşumundaki  temel  kaynaklardan  biridir.  Çünkü geçmişin algılanışı ve yorumlanışı, bireysel ve kollektif kimliklerin oluş‐turulmasında ve bugüne dair davranış tercihlerinin geleceğe bakışla be‐lirlenmesinde başlıca hareket noktalarından birini oluşturur. Bu nedenle geçmişle yüzleşme iradesine sahip olmak ile yeni bir bireysel ve kollektif kimlik oluşturma isteği arasında yoğun bir etkileşim vardır. Kendi kim‐liğiyle ilgilenen herkesin, geçmişin mirasıyla da ilgilenmesi gerekir. Ha‐tırlama, kimliğin çimentosudur. (Sancar, 2008: 59) Bir kimliğin oluşumu‐nu  sağlayan geçmişte yaşanılanları  ‘hatırlama’ üzerinden bir  ‘hesaplaş‐ma siyaseti’nin böylesi bir kamusal müzakere alanını siyasal pratikte ya‐ratmanın yolu da, öncelikle bu tür kamusal bir müzakerenin demokratik zeminini,  imgesel düzeyde zihinlerde bir oluşum ve  tasarlama sürecin‐den geçirerek  tahayyül edebilmekten geçer. Ancak böylesi bir  tahayyül sürecinden  geçilmesinin  ardından  toplumsal  hafıza(lar),  pratik  siyaset düzleminde demokratik bir  çerçevede kamusal bir müzakere alanı ola‐rak varedilebilir. Ancak bunun  için böyle bir alanın  ilk önce zihinlerde oluşturulması gerekir. Şayet toplumsal hafıza(lar), bir tahayyül edebilme aşamasını geçtikten sonra zihinlerde bir kamusal müzakere alanı olarak oluşturulursa, demokratik ve katılımcı bir zeminin bu tahayyül edilmesi süreci siyasetin pratik alanında kamusal bir müzakere alanı olan bir si‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

60

yasal yapıyı da oluşturması kolaylaşır. Çünkü böyle bir kamusal müza‐kere alanının öncelikle zihinlerde oluşması ve kabulü gerekir. Demokra‐tik bir zemine sahip kamusal bir müzakere alanı olarak, ancak tahayyül edebilme sürecinden geçtikten sonra toplumsal hafıza(lar), siyasal pratik düzlemde fiili olarak kamusal bir şekilde müzakere edilebilir. Böylelikle, siyasal alanda kimlik tartışmaları ekseninde yapılan/yürütülen tartışma‐lar da, ancak bir gruba ait kimliğin oluşmasında son derece etkin ve ba‐şat  bir  rol  oynayan  toplumsal hafızaların demokratik  bir  zeminin  sağ‐landığı  kamusal  bir müzakere  alanı  biçiminde  yaratılması  ile  tümüyle birbirini anlamaya dönük hale gelen karşılıklı diyalog süreciyle aşılabilir. 

IV. SONUÇ YERİNE Kimlik  tartışmalarının  giderek  artan  bir  şekilde  siyasal  gündemi  oluş‐turduğu günümüz  toplumlarında, her ne kadar bu  toplumlarda belli dö‐nemlerde sıklıkla  ‘unutma siyaseti’ öne çıkarılsa da, bugün artık geçmişte yaşananlara dönük hatırlama üzerinden bir ‘hesaplaşma siyaseti’ bu tartış‐malara çözüm noktasında daha çok vurgulanır ve benimsenir durumdadır. Bu tür bir siyaset biçiminin gerekliliğinin artık daha çok dillendirilmesi esas olarak, “hafızanın uyanışı” olarak adlandırılan her gruba ait toplumsal hafı‐za ve beraberinde hatırlama ile ilgili belli bir konjonktürden geçmemizle il‐gilidir. Bu  tarihsel konjonktür, kimlik  tartışmalarının da çok yoğun bir  şe‐kilde yaşandığı bir döneme denk düşmektedir. Ancak geçmişin hatırlanma‐sı noktasında bir ‘hesaplaşma siyaseti’nin varlığı büyük ölçüde ön plana çı‐karılırken hatırlama konusunda belirgin bir  farklılaşma da görülmektedir. Mesela eskiden geçmişin “şanlı” sayfalarının hatırlanması istenirken, şimdi‐lerde  geçmişteki  kırılmalar  da  hatırlamanın  temel  konusunu  oluşturabil‐mektedir. Özellikle bu, ulus‐devlet oluşturma aşamasında yaşanan kötü de‐neyimler, insani felaketler, mağduriyetler vs. geçmişe dair bir takım olum‐suz olay ve durumların da hatırlanması  gerektiğini vurgulayan  farklı  bir konjonktürdür. Bunun yanında bu  farklı konjonktür, geçmişle bir  ‘hesap‐laşma siyaseti’ üzerinde her gruba ait toplumsal hafızaların yapacağı hatır‐lamaların siyasal düzleminin, bir ‘unutma siyaseti’nde olduğuna benzer şe‐kilde sınırlı, dar hatta gerektiğinde baskı ve dayatmaları olan bir siyasal ya‐pının  olmadığı  bir  konjoktürdür.  Çünkü  bu  konjonktür,  toplumdaki  her grup ve kesimden herkesin sürece dahil olduğu demokratik ve katılımcı bir kamusal müzakere alanı olan siyasal yapının zorunluluğunu ortaya koyar. 

‘Hesaplaşma siyaseti’ üzerinden hatırlama ile bağlantılı olarak her gruba ait farklı kimliklerin oluşmasını sağlayan toplumsal hafızaların, demokratik 

 Ö. O. Erden: Toplumsal Hafıza(Lar), ‘Hesaplaşma Siyaseti’ Üzerinden…  

61

ve katılımcı bir  temele  sahip kamusal müzakere  alanının  siyasal  tartışma konusunu oluşturduğu bu konjonktürün, kimlik tartışmalarının sıklıkla ya‐şandığı Türkiye’ye de yansıması elbette olacaktır. Bu yansımalar, geneli iti‐bariyle bu konjonktürün yaydığı olumlu havayı bünyesinde taşır. Özellikle böyle bir konjonktürün, Türkiye’yi içine alacak bir şekilde dünyanın birçok farklı bölgesi ve coğrafyasında yaşanan kimlik tartışmalarına önemli katkı‐lar yapacağı düşünülebilir. Kimlik tartışmalarına dair yapılabilecek olan bu katkıyı Türkiye’de bu konuyla  ilgili yaşanan  tartışmalar üzerinden değer‐lendirirsek,  içerisinden  geçilen  bu  konjonktür  Türkiye’de  gerek  bir  ulus‐devlet  oluşturma  aşamasında  gerekse  de  kimlik  konusunda  belli  tarihsel dönemlerde önemli mağduriyetler ya da insani felaketler yaşayan gruplar‐da onların toplumsal hafızalarının demokratik ve katılımcı kamusal bir mü‐zakere alanının temel siyasal tartışma konusu oluşturduğu bir zemini yara‐tabilir. Konjonktürün yarattığı bu siyasal düzlemde bilhassa toplumsal hafı‐zaların siyasal bir tartışma konusu olarak oluşturulması, her gruba ait geç‐mişte yaşanan bir takım olumsuz olayların ya da kötü deneyimlerin yarattı‐ğı mağduriyetlerin  tanınması ve  telafisi, geçmişin  işlenmesi ve  aydınlatıl‐ması,  sorumluların yargılanması ve  cezalandırılması noktasında  temel bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda özellikle Türkiye’de belirli bir dönem ya‐şanan  Şeyh Sait Ayaklanması, Dersim olayları, zorunlu göçler, nüfus mü‐badeleleri vs.  ile  ilgili olarak  toplumdaki her gruba ait  farklı hatırlama bi‐çimleri veya hafızalar bu demokratik kamusal müzakere sürecine katılabilir. Ya da Kürtlerin bir dönem yaşadığı faili meçhul cinayetler, köy boşaltmala‐rı, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıkları ve bunlarla ilgili hafızaları, Alevilerin Maraş Katliamı, Çorum veya Sivas’ta yaşanan olaylarla ilgili oluşan hafıza‐ları ya da gayrimüslim vatandaşlarımızın nüfus mübadeleleri, Varlık vergisi ve 6‐7 Eylül olayları sırasında yaşadıkları deneyimler ve oluşan toplumsal hafızaları, bu demokratik kamusal müzakere sürecine dahil edilebilir. Böy‐lelikle, mağdur ve/veya kurbanların dâhil edildiği bu demokratik kamusal müzakere süreci, Türkiye’de yaşanan kimlik  tartışmalarına ve demokratik bir kimliğin oluşmasına önemli katkılar yapabilir. Kimlik tartışmalarına ya‐pılabilecek  olan  bu  katkı,  esas  olarak  sadece  bu mağduriyetleri  yaşayan mağdurların, kurbanların katılımının gerçekleştiği sınırlı ve dar alanda de‐ğil; tam tersine toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlandığı demokra‐tik kamusal bir müzakere alanında söz konusu olabilir. ∇   

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

62

KAYNAKLAR Assmann,  J.  2001,  Kültürel  Bellek:  Eski  Yüksek  Kültürlerde  Yazı, Hatırlama  ve  Politik 

Kimlik, çev: Ayşe Tekin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları Benhabib,  S.  1999,  “Müzakereci Bir Demokratik Meşruiyet Modeline Doğru”, De‐

mokrasi  ve  Farklılık:  Siyasal  Düzenin  Sınırlarının  Tartışmaya  Açılması,  Edit: Seyla Benhabib, çev: Zeyrep Gürata & Cem Gürsel,  İstanbul: Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi Yayınları (Demokrasi Kitaplığı), (s. 101‐139) 

Bilgin, N. 2007, Kimlik İnşası, Ankara: Aşina Kitaplar Yayıncılık ________, 1999, Kollektif Kimlik, İstanbul: Sistem Yayıncılık Canefe, N. 2007, Anavatandan Yavruvatana Milliyetçilik, Bellek ve Aidiyet,  çev: Deniz 

Poyraz, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları Connerton, P. 1999, Toplumlar Nasıl Anımsar?, çev: Alaeddin Şenel, İstanbul: Ayrıntı 

Yayınları Costoriadis, C. 1999, “Radikal Tahayyül Gücü ve Toplumsal‐Kurumlandırıcı Tahay‐

yül”,  Tahayyül  Gücünü  Yeniden  Düşünmek,  der:  Gillian  Robinson  &  John Rundell, çev: Ertuğrul Başer, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, (s. 194‐221) 

Frazer, N. 2004, “Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Gerçekte Varolan Demokrasi‐nin Eleştirisine Bir Katkı”, Kamusal Alan, der: Meral Özbek, çev: M. Özbek & C. Balcı, İstanbul: Hil Yayınları, (s. 103‐132) 

Habermas, J. 2003, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev: T. Bora‐M. Sancar, İstanbul: İletişim Yayınları 

Kadıoğlu,  A.  2008,  “Giriş”,  Vatandaşlığın  Dönüşümü:  Üyelikten  Haklara,  der:  Ayşe Kadığlu, çev: Can Cemgil, İstanbul: Metis Yayınları, (s. 13‐19)  

Klatzky, R. L. 1975, Human Memory: Structures  and Processes, San Francisco: W. H. Freeman And Company Publication 

Nora, P. 2005, Hafıza Mekânları, çev: Mehmet Emin Özcan, Ankara: Dost Yayınları Özyürek,  E.  2007,  “Introduction:  The  Politics Of  Public Memory  In  Turkey”,  The 

Politics Of Public Memory In Turkey, Edit: Esra Özyürek, Newyork: Syracuse University Press, (s. 1‐15) 

Ricouer, P. 1999, “Söylemde ve Eylemde Tahayyül Gücü”, Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek, der: Gillian Robinson &  John Rundell,  çev: Ertuğrul Başer,  İs‐tanbul: Ayrıntı Yayınları, (s. 170‐193) 

Sancar, M. 2008, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne,  İs‐tanbul: İletişim Yayınları 

Schnapper,  D.  2005,  Sosyoloji  Düşüncesinin  Özünde  Öteki  İle  İlişki,  çev:  Ayşegül Sönmezay, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları 

Timur, T. 2008, Habermas’ı Okumak, İstanbul: Yordam Yayınları Weeks,  J.  1998,  “Farklılığın  Değeri”,  Kimlik:  Topluluk,  Kültür,  Farklılık,  çev:  İrem 

Sağlamer, İstanbul: Sarmal Yayınları, (s. 85‐100) 

 

      

PLATON İLE BAŞLAYAN TOTALİTER GELENEK; TOPLUMSAL HAFIZANIN “TABULA RASA”SI: SOYLU AMAÇ, SOYLU AKIL ve SOYLU YALANLAR 

Halis ÇETİN∗

ÖZET Platon ile başlayan toplumsal hafızanın “tabula rasa”sı üzerine kurulu tota‐liter geleneği hem teorik alana hem de pratik alana uygulayan soylu akıllar sürdürmüştür. Platon gibi soylu aklı temsil eden nice totaliter liderler soylu amaç ilân ettikleri mutlak ve üstün devlet inşasını bu devlete uygun insanlar yaratmak ve bu insanları soylu yalanlarla düzenlemek için kullanmışlardır. Bu totaliter geleneğin ortak yanı belirledikleri soylu amaçlar  için toplumsal hafızanın silinmesi, yeni bir toplum ve toplumsal hafıza yaratmak isteğidir. Bu  amaç  için  zihinsel  anlamda  eğitim, mitoloji  ve  ideoloji;  geleneksel  an‐lamda masal, tarih, din, kültür ve hukuk; toplumsal anlamda yeni ritüeller, müzik, beden eğitimi, dil, kıyafet, yasalar ve sınıflar kullanılmıştır. Bu yüz‐den Platon’u anlamak demek,  soylu amaç,  soylu akıl ve  soylu yalanlar  ile yeni  bir  düzen  inşa  eden  tüm  totaliter  geleneğin  ve  sistemlerin  şifrelerini çözmek demektir. Çünkü hepsinin de amacı ortaktır; yeni bir siyasal sistem 

∗ Doç. Dr. Halis ÇETİN, Cumhuriyet Üniversitesi., İİBF, Kamu Yönetimi. 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

64

için “tabula rasa” yapmak ve toplumsal hafızada eskiye dair ne varsa ya yok etmek ya da her türlü yöntemi ve aracı kullanarak onu değiştirmek.  

Anahtar Kelimeler; Platon, Devlet, Toplumsal Hafıza, Tabula Rasa, Totaliterizm  

GİRİŞ Platon,  ilk kez  insan,  toplum ve devlet üzerine sistematik ve bütüncül bir  teori  inşa eden düşünürdür.  İlk kez,  insanın doğasını keşfetmek,  in‐sanın doğasından yola çıkarak genel kanunlar koymak,  insanın doğası‐nın özelliklerinden kaynaklı siyasal sistem ve teori oluşturmak onunla baş‐lamıştır. Aslında bu gelenek, insanı düzenlemenin ve insan üzerinde kadiri mutlak bir gücün (insanın doğasını bilen aklın),  insanın toplumsal, siyasal ve  ekonomik  ilişkilerini belirleme bilgisi, yetkisi ve gücüyle donatıldığına inanarak,  insan yaratma ve düzen kurmak  isteyen totaliter  ideolojilerin de ilk yansımasıdır. Bu yüzden bu gelenek, insanı keşfetmek üzere değil, belir‐lemek üzere kurulu bir felsefî arka plana da sahiptir. Çünkü insan doğasın‐dan başlayan bu döngü, tersine dönerek  insanı yaratmaya,  insanı şekillen‐dirmeye ve  insanı  istediği gibi yönetmeye dönüştürülmüştür. Amaç  insan olmaktan çıkıp devlete yönelirken insan da bir nesne olarak devlet karşısın‐da araçsallaştırılmıştır. Bunun en basit göstergesi Platon’un soylu amaç ola‐rak devleti kutsaması, kendini soylu akıl olarak ilân edip devlet için yararlı olan şeyleri inşa etmesi ve bunun için de topraktan mantar bitirircesine ya‐rattığı insanları soylu yalanlarla dönüştürmesidir.  

Platon  ile  başlayan  toplumsal  hafızanın  “tabula  rasa”sı üzerine  ku‐rulu  totaliter geleneği hem  teorik alana hem de pratik alana uygulayan soylu akıllar sürdürmüştür. Platon gibi soylu aklı temsil eden nice tota‐liter liderler soylu amaç ilân ettikleri mutlak ve üstün devlet inşasını bu devlete  uygun  insanlar  yaratmak  ve  bu  insanları  soylu  yalanlarla  dü‐zenlemek  için kullanmışlardır. Bu  totaliter geleneğin ortak yanı belirle‐dikleri soylu amaçlar için toplumsal hafızanın silinmesi, yeni bir toplum ve  toplumsal hafıza yaratmak  isteğidir. Bu amaç  için zihinsel anlamda eğitim, mitoloji ve  ideoloji; geleneksel anlamda masal,  tarih, din, kültür ve hukuk;  toplumsal anlamda yeni  ritüeller, müzik, beden  eğitimi, dil, kıyafet,  yasalar  ve  sınıflar  kullanılmıştır. Bu  yüzden Platon’u  anlamak demek, soylu amaç, soylu akıl ve soylu yalanlar  ile yeni bir düzen  inşa eden  tüm  totaliter geleneğin ve sistemlerin  şifrelerini çözmek demektir. Çünkü  hepsinin  de  amacı  ortaktır;  yeni  bir  siyasal  sistem  için  “tabula 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

65

rasa” yapmak ve toplumsal hafızada eskiye dair ne varsa ya yok etmek ya da her türlü yöntemi ve aracı kullanarak onu değiştirmek.  

A. PLATON: “HELE DEVLET BİR TEK İNSAN GİBİ OLURSA!”  Hiç kuşkusuz Platon, insan, toplum ve devlet üzerine ilk sistematik fel‐sefeyi  üretmiş  düşünürdür.  Platon’un  felsefesi  her  türlü  bireysel,  top‐lumsal  ve  siyasal  kaosa  karşı mutlak,  değişmez  bir  düzenin  inşasıdır. Platon’un  soylu  amacı,  insanların mutlu olacağı ve bu mutluluklarının hiçbir şey tarafından değiştirilemeyeceği bir düzendir. Dünyada ideal bir cennet kurma ütopyası ve bu cenneti cehenneme çevirecek her türlü de‐ğişimi  yok  etmek  isteği  Platon’un  aslî  amacıdır.  Bu  yüzden  Popper’ın ifadesiyle Platon, “katışıksız totaliter”1dir. Platon’a göre, bütün toplum‐sal değişim, bozulma, çürüme ya da soysuzlaşmadır. Platon’un  iki şeye birden inandığı muhakkaktır: bozulmaya doğru genel bir tarihi yönelim ve  siyaset  alanında,  bütün  siyasî değişimi durdurmak  suretiyle  bozul‐mayı  durdurabilme  imkanı.  Öyleyse  uğrunda  çalışacağı  amaç  budur. Değişim kötülüğünden ve bozulmaktan arınmış olan devlet en  iyi, mü‐kemmel devlettir. Bu, değişiklik nedir bilmeyen Altın Çağın devletidir. Bu, durdurulmuş devlettir. Fakat Platon, değişmeyen mükemmel devlet inancını “bütün şeyler” alanına da yaymıştır2.  

1. PLATON’DA  SOYLU AMAÇ:  “YAPILMASI GEREKEN  TEK ŞEY DEVLET İÇİN EN YARARLI OLAN ŞEYDİR” Platon, kendisinden önceki Sofistlerin aksine toplumun değiştirilebilece‐ğini, yaratılabileceğini savunmuştur. Toplumun altyapısını oluşturan ve onu  inşa  edecek  en  temel  kaynak  da  bilgidir3.  Bilginin  kullanılacağı alanda politikadır. Politika,  insan doğasının ve  ruhunun keşfedecek ve yeni bir doğa ve  ruh  ile yeniden  icat edecek bir bilgidir. Platon,  işe bu doğayı ve ruhu ele geçirme girişimi  ile başlamış ve ahlaksal yaşam  için ussal kural ve ölçütler kurgulamıştır. Bu düşünce, bilgiye dayalı yeni bir ussal devlet kuramı ile doruk noktasına ulaşmıştır4. Doğal olarak bilgili bir kişi veya azınlık toplumun yaratılmasında tek söz sahibi olmalıdır. Bu 

1 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, Çev: Mete Tunçay, Türk Siyasi İlim‐ler Derneği, Ankara, 1967, s. 95. 2 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s.23‐24. 3 İlkay Sunar, Düşün ve Toplum, Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1986, s. 49‐50. 4 Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, Çev: Necla Arat, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, 72‐73. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

66

bilgiye sahip bir filozof olan Platon’a göre, insanların ruhu, doğası ve var‐lığı toplumsal doğa ile bağlıdır; aralarında organizmacı bir birlik ve bütün‐lük vardır. Bu bütünlüğün özünde de yurttaş‐devlet özdeşliği vardır. 

‐ Peki. Bence toplumu yapan, insanın tek başına, kendi kendine yetme‐mesi, başkalarını gereksemesidir. Yoksa toplumun kurulmasında başka bir sebep var mıdır? 

‐ Yoktur.  

‐ Öyleyse bir insan bir eksiği için, bir başkasına başvurur, bir başka ek‐siği için de bir başkasına. Böylece, birçok eksikler birçok insanların bir araya toplanmasına yol açar. Hepsi yardımlaşarak bir ortaklık içinde yaşarlar. İşte bu türlü yaşamaya toplum düzeni (devlet) deriz, değil mi?5  

Platon, devleti var eden şeyin  insanın doğal  ihtiyaçları olduğu  teori‐sini, insanın varlığı için de devletin zorunluluğuyla sonlandırır. Platon’a göre, insanların mutlu olması, içsel düzeni sağlamasına ve ruhunda bir‐liği, dinginliği oluşturmasına bağlıdır. Fakat bunun  için,  ilk önce devle‐tin  idealara göre rasyonel  ilkeler çerçevesinde düzenlenmesi ve böylece adaletin, birliğin, uyumun genel düzeyde kurulması gerekmektedir.  İn‐sanın devletten  soyutlanamayacağını kabul  eden Platon’a göre, bireyin ruhsal yapısından ve eylemlerinden doğan sorunlar ile toplumsal‐siyasal düzenin (ya da düzensizliğin) sorunlarını ayrı bir biçimde düşünmemek gerekir. Gerçek anlamda insan bir siyasal birimin üyesidir, polisin yurt‐taşıdır. İyi bir insan iyi bir yurttaş demektir; iyi bir yurttaş ise ancak iyi bir devletin içinde var olabilir. Bu bakımdan biri özel diğeri kamusal ol‐mak üzere birbirinden kopuk iki alandan, iki yaşam düzeyinden söz edi‐lemez.  Bireyin  ruhu  toplumsal  doğa  ile  bağlıdır.  Birini  ötekinden  ayı‐ramayız. Özel ve genel yaşam birbiriyle bağlantılıdır. Özel olan kamusal, kamusal olan da özeldir. Eğer kamusal yaşam kötü ve yozlaşmışsa özel yaşam gelişip ereğine ulaşamaz6. Bir başka deyişle, bozulmuş bir polis en iyi, en soylu ruhların bile bozulmasına, baştan çıkmasına neden olur. İnsanın kurtuluşu  ile devletin kuruluşu aynı anlamdadır. Bunları birbi‐rinden ayrı bir biçimde çözüme kavuşturmak olanaksızdır. Bundan do‐layı Platon, adaletsizliği ortadan kaldırmak ve kişideki tanrısal yönü açı‐ğa çıkarmak için yapılacak ilk şeyin en kolay görünen düzensizliğin (kao‐

5 Platon, Devlet, Çev: Sebahattin Eyüboğlu‐M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995, 369: b,c. 6 Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, s. 73. 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

67

sun)  özgül  koşullarının,  biçimlerinin  ve  boyutlarının  incelenmesi  oldu‐ğunu belirtir. Doğruluğun ne olduğu toplumsal düzeyde daha kolaylıkla saptanır; buradan da doğruluk bireylere aşılanır.  İnsanların ahlaksal ya‐şamlarını değiştirmenin  tek yolu doğru  siyasal düzeni bulmaktır. Ve bu siyasal düzene  insanların kayıtsız  şartsız  itaatini sağlamaktır. Bu yüzden de “yapılması gereken tek şey devlet için en yararlı olan şey”7leri yapmak‐tır.  

‐ Biz devletimizi, bütün topluma birden mutluluk sağlasın diye kuruyo‐ruz. Yoksa bir sınıf, ötekilerden daha mutlu olsun diye değil...Tüm yurttaş‐lara mutluluk sağlayan bir devlet düşünüyoruz. (Devlet; 420:c) 

‐ Bizim devleti kurarken ta başta herkese bir ödev vermiştik ya! İşte bu ödev adaletin ta kendisidir. Bir insanın toplumda yaratılışına uygun bir tek işi görmesi gerektiğinde anlaşmıştık… 

‐ … Bir sanatçı veya savaşçılardan biri, hiç de ehil olmadan devletin ba‐şındakilere katılmak isterse, bir adam kendi mayasının işini değil de başka bir iş yaparsa, ya da bir adam bütün bu işleri yaparsa, bu kargaşalığın dev‐leti yıkacağından benim gibi sen de şüphe etmezsin her halde?... 

‐ Demek ki, bir devlet  için yıkıcı olan bu üç  sınıfın birbirinin  işine ka‐rışması, görevlerini değiştirmesidir. Buna da haklı olarak en büyük suç di‐yebiliriz, değil mi?... 

‐ Devlete karşı işlenen suça en büyük eğrilik demez misin? 

‐ Nasıl demem? 

‐ İşte eğriliğin ne olduğunu gördük, şimdi de tersini alalım. Her sınıf in‐sanın kendi işlerinde kalıp yalnız kendi işleriyle uğraşması da doğruluktur. Bir devleti doğru yapan da budur8.  

Platon toplumu yapay bir kurum olarak gören ve onu bir tür sözleş‐meden üreten Sofistlere karşılık toplumun doğal bir niteliğe sahip oldu‐ğunu savunur. Platon’a göre toplumun doğuş nedeni insanların tek baş‐larına  kendi  kendilerine  yetememeleri  ve  ihtiyaçlarını  karşılayabilmek için başkalarının yardım ve  işbirliğine gerek duymalarıdır. Bu tür yaşa‐mın  adı  ise  toplum  düzeni  yani  devlettir.  İnsanlar  yaradılıştan birbirbirlerine benzemedikleri için de kimi şu işe kimi bu işe daha yatkın olacaktır. İnsan başka işlerle uğraşacağı yerde yaradılışına uygun olan işi 

7 Platon, Devlet, 412: e. 8 Platon, Devlet, 433: a; 434: b,c,d. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

68

görürse hem iş gelişir hem de yaptığı iş daha güzel ve daha kolay olur. İn‐sanların yaradılış farklılıklarından kaynaklanan işbölümü ve insanın yete‐nekli  olduğu  işte  uzmanlaşması  hem  toplumu  hem  de  kişinin  çıkarına uyar. İş bölümü ve uzmanlaşmanın sonucu olarak da toplum giderek bü‐yür. Herkesin kendi doğal eğilimine yeteneğine uygun tek bir iş yapması sonucunda insanların birbirlerine gereksinimleri artacağı gibi bu da karşı‐lıklı yükümlülüklerin doğmasına neden olur, toplum hem sağlam temeller üzerine oturur hem de birlik ve bütünlük sağlanmış olur9. 

‐ Peki, bir devlet için en büyük kötülük bölünme, birken birçok olma; en büyük iyilik de bütün kalma, tek olmadır diyemez miyiz? 

‐ Diyebiliriz. 

‐  Evet  ama,  birleştiren  şey  sevinç  ve  acı  ortaklığı  değil midir?  Bütün yurttaşların aynı kazanç ve aynı kayıplara mümkün olduğu kadar birlikte sevinip üzülmeleri birleştirmez mi onları?... 

‐ Araya ayrılık sokarsa, herkesin tek başına sevinip üzülmesi, başkaları‐nın mutluluğuna, mutsuzluğuna,  devletin  ve  teklerin  kazançlarına  aldır‐maması değil midir?... 

‐ Bu ayrılığın kaynağı nedir? Yurttaşların “benim”, “benim değil”, “ba‐na yabancı” derken bu sözlerle ayrı ayrı şeyleri anlamaları değil mi?... 

‐ Yurttaşların  aynı  şeye  “benim”,  “benim  değil”  demesi  en  iyi  devlet düzenini göstermez mi? 

‐ Gösterir tabii. 

‐ Hele devlet bir tek  insan gibi olursa! Örneğin, bir  insan parmağından yaralansa,  canı  ve  bedeni  onları  yöneten  başla  birlikte  bu  yaranın  acısını duymaz, parçanın derdi bütünün derdi olmaz mı?  İnsanın parmağının ağ‐rıması bu demek değil midir? Ne kadar küçük bir parçamız olsa, onun der‐diyle dertli,  onun  keyfiyle  keyifli  olmuyor muyuz? O  iyi  olunca  iyileştik demiyor muyuz? 

‐ Böyle söylüyoruz gerçekten. Onun için de tek bir insana benzeyen dev‐let en iyi yönetilen devlettir diyebiliriz.  

‐ Böylece, her biri bir başka şeye değil, her biri aynı şeye “benim” diye‐cek… Böyle olunca herkesin çıkarları bir, amaçları bir, duyguları mümkün 

9 Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınları, İstanbul, 2000, s. 21‐22. 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

69

olduğu kadar bir olacak.. Böyle olunca da devletin parçalanmasına  sebep olmayacak10.  

Platon siyasal  toplumun parçalarını belirledikten sonra ona doğallık yükleyen düşüncesini daha da ileriye götürerek devleti canlı bir varlığa, bir organizmaya benzetir. Toplum tek bir insandan daha büyük bir şey‐dir. Devlet sağlam bir bedene benzer. Devletin bir organizmaya bir be‐dene benzetilmesi onun bireyler arasındaki güç ilişkilerine indirgeneme‐yeceğini ortaya koyar. Buna göre devlet kendini oluşturan bireylerden farklı bir bireydir. Yaşayan bir bütündür. Bir organizma olarak parçalara bölünmesi söz konusu olamaz; çünkü bölünürse yaşamını yitirir. Platon bu organik devlet kavramından devletin bir bütün olduğu ve varlığının bütünlüğünün  sürdürülmesine  bağlı  bulunduğu  sonucunu  çıkarır.  İş‐bölümü ilkesinin de belirttiği gibi toplumda farklı sınıflar, meslek grup‐ları vardır; bunlar devletin organları olarak görev yapar ve hepsi başın yönetimi  altındadır,  bir  bakıma  onun  buyruklarını  uygulayan  zorunlu araçlardır11. Bu bedenin korunması soylu amacı, bu bedenin başı ise soy‐lu aklı temsil etmektedir. 

‐Seçeceğimiz insanlar, ömürleri boyunca yalnız toplumun yararına işler görmüş, zararına olan şeylerden de kaçınmış insanlar olmalı. 

‐ Öyle olmaları gerekir. 

‐ Onları her yaşta gözetleyip bu ilkelere uygun koruyucular olup olma‐dıklarına bakmalı, bu adamlar hiçbir büyü, hiçbir  inanıştan ayrılmış olma‐malı: Yapılması gereken tek şey devlet için en yararlı olan şeydir12.  

“Yapılması gereken  tek  şey devlet  için  en yararlı olan  şey”leri yap‐mak olduğundan Platon, yukarıdaki alıntıdan da çıkarılabileceği gibi bu amaçları şöyle sıralar: tüm yurttaşlara mutluluk sağlayan bir devlet; her‐kese  yaratılışına  ve  konumuna  göre  ödevler  ve  işler  yükleyen  devlet; adaletin böyle tecelli edeceğine ve herkesin sadece kendi görev ve  işine bakacağına, aksi  takdirde devlete karşı  işlenen en büyük suçu  işleyece‐ğine  inandırılan  toplum; bir devlet  için  en büyük kötülüğün bölünme, birken birçok olma, en büyük  iyiliğin de bütün kalma,  tek kalma oldu‐ğunun öğretildiği bir toplum; bütün yurttaşların aynı kazanç ve aynı ka‐yıplara birlikte  sevinip üzülmelerinin birlik ve bütünlük  için olduğuna 

10 Platon, Devlet, 462: a,b,c,d,e; 464: d. 11Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, s. 29. 12 Platon, Devlet, 412: e. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

70

inandırılan  yurttaşlar;  en  büyük  bölücülüğün,  yurttaşların  “benim”, “benim değil”, “bana yabancı” derken bu sözlerle ayrı ayrı şeyleri anla‐maları düşüncesi; bir  tek  insan gibi düşünen, üzülün ve sevinen bir or‐ganizmacı devlet algısı. “Böylece, her biri bir başka  şeye değil, her biri aynı şeye ‘benim’ diyecektir. Böyle olunca herkesin çıkarları bir, amaçları bir, duyguları mümkün olduğu kadar bir olacak. Böyle olunca da devle‐tin parçalanmasına sebep olmayacak”13tır.  

Platon, insan doğasındaki saklı sınırlılıklardan ve yetersizliklerden ötürü insan bireyinin kendi kendine yeterli olamayacağını savunmuştur. En seç‐kin ve önder insanlar bile bunu topluma ve devlete borçludur. Bunun için devleti bireyden üstün tutmak gerekir. Çünkü ancak devlet, kendi kendine yeterli  (autark), mükemmel ve bireyin zorunlu kemalsizliğini düzeltmeye yetenekli olabilir. Birey varlığını devlete borçludur. Platon’un organizmacı devleti, “üstün organizma ya da Leviathan”14dır15. Bu organizmacı algı ge‐reği Platon, “sizler bütün  için yaratıldınız, bütün sizler  için değil” anlayışı ile  bütünün  parçadan  bağımsızlığını  ve  doğal  olarak  kendinden menkul amacı için her şeyin meşru olduğunu da ilân eder. Bu düzeni meşrulaştıran “kanunlar da yurttaşları ya inandırma ya da zorlama yoluyla bir birine so‐karak, devletin bir bütün olarak refahını sağlamak için konulmuştur”16. Pla‐ton’da bireyin görev ve maksadı, devletin istikrarını sağlamak ve kuvvetlen‐dirmektir. Devletin  istikrarını  sağlamak  ve  kuvvetlendirmek  için  yapılan her şey haktır, ahlakîdir ve meşrudur.  

Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere Platon, toplumsal deği‐şimin  yani  devletin  bozulmasının  ana  sebebini  sınıf  çatışmasında,  in‐sanların  devletin  belirlediği  görev  ve  işler  dışında  çalışmasında  bulur. Doğal olarak da adalet, bir kimsenin kendi yerini bilmesi ve onu muha‐faza  etmesidir, yani haddini bilmesidir.  “Eşit olmayanlara  eşit davran‐mak haksızlık doğurur” inancını savunan Platon için adalet, devletin çı‐karına uygun olan demektir. Platon’da tek bir sonul ölçüt vardır: Devle‐tin çıkarı. Bunu çoğaltan her şey  iyi, erdemli ve adildir; azaltan her şey ise kötü, haksız ve adalete aykırı. Buna yarayan hareketler ahlakî, bunu 

13 Platon, Devlet, 464: d. 14 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 82, 85. 15  Platon’un  totaliter  dünya  görüşünün modern  yansıması  olarak  ve  toplumsal  hafızanın “tabula rasa”nı soylu amaç, soylu akıl ve soylu yalanlarla modern dünyaya da nasıl uyar‐landığını anlamak için Thomas Hobbes’un Leviathan adlı eseri burada mutlaka anılmalıdır.  16 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 86. 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

71

tehlikeye sokanlar  ise gayriahlâkîdir. Ahlaklılığının ayracı da yine dev‐letin çıkarıdır17.  

2.  PLATON’DA  SOYLU  AKIL:  “TANRILIK  ŞEYLERDEN  PAY ALAN FİLOZOF KRAL, TANRI DEĞİLSE BİLE TANRI GİBİDİR”  

Platon, katı bir kast sistemine dayılı ve yurttaşlar ile devletin özdeşli‐ğine dayanan bu organizmacı devleti kim yönetecek sorusunu sorar. Bu denli zor  işi kim başaracak? Platon, hem  insan doğasının bilgisine hem toplumsal ve sınıfsal farklılıkların bilgisine hem de devletin yönetim bil‐gisine sahip olması gereken bu yönetimin ancak mutlak, değişmez ve tek doğrunun  yani  ideaların  bilgisine  sahip  kişinin  yönetmesini  öngörür. Tabiî ki filozof bir kral ve tabi ki Platon’un bizzat kendisidir.  

Platon’un devleti işbölümü esasına dayanan korporatist otokratik bir düzendir. Ve bu düzen yöneten ve yönetilen diye aslî olarak  iki  sınıfa dayanır. Zanaatkârların, satıcıların, tüccarların, çiftçilerin ve gündelikçi‐lerin yani üreticiler ve aracıların oluşturduğu yönetilen sınıfının yanında bekçiler,  koruyucular,  savaşçılar  olarak  adlandırdığı  yöneticiler  sınıfı vardır. Koruyucuların görecekleri  iş son derece önemli olduğundan on‐larında yalnızca büyük bir özen ve  sanat  isteyen kendi  işleri  ile uğraş‐maları gerekecektir. Toplumun organik yapısını tamamlayan ikinci sınıf içinden yöneticiler, soylu akıllar belirir. Yöneticiler savaşçıların en iyileri arasından  seçileceklerdir.  Yöneticiler  ömürleri  boyunca  yalnız  toplum yararına  işler görmüş, zararına olan  şeylerden kaçınmış kişilerdir. Böy‐lece  toplum  sınıflara  ayrılmış olarak gelişir. Bu  sınıfları kapalı bir kast düzeni  içinde gören Platon çok nadir olarak bir sınıftan diğerine geçişi kabul eder. Veya en azından böyle bir algının  toplumsal  itaati daha da güçlendireceğini öngörür. İşte tüm bu zorlu sorunların altından kalkacak ve insanı, toplumu ve devleti bir bütün halinde kuracak soylu akıl idea‐lar evreninin mutlak bilgisine vakıf filozof kraldır. Çünkü bir tek o, “öm‐rü boyunca yalnız toplumun yararına işler görmüş, zararına olan şeyler‐den de kaçınmış”, “devletin ilkelerine ve amaçlarına vakıf”, “büyü, din‐sel  inanç,  boş  düşünce  ve  soysuz  fikirlerden  arınmış”,  “yapılması  ge‐reken tek şeyin devlet için en yararlı olan şeyler olduğunu bilen”, “insan doğasını  bilen,  sınıfsal  ayrımlara  vakıf,  değişimin  kötülüğüne  inanan, bütün toplumu tasada ve kıvançta birleştiren, tüm yurttaşlara mutluluk 

17 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 115. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

72

sağlayan” bir akıldır18. Bu aklın en önemli misyonu adaleti tesis etmek‐tir. Platon’a göre ise adalet; “Bizim devleti kurarken ta başta herkese bir ödev vermiştik ya! İşte bu ödev adaletin ta kendisidir. Adalet, bir insanın toplumda yaratılışına uygun bir tek işi görmesi gerektiği”19dir.  

‐ O halde şu, ya da bu işi bilenlerin tümü arasında koruyucular bir azın‐lık olacaktır? 

‐ Evet, hem de en küçük azınlık. 

‐ Demek  ki,  tabiata uygun  olarak  kurulmuş  bir devlet,  akıllı  olmasını kendini yöneten küçük bir topluluğun bilgisine borçludur. Bilgelik diyece‐ğimiz bilgi de budur20.  

Kimin ne olacağından tutun da, kiminle zifafa gireceğine, hangi işe uy‐gun yaratıldığından tutun da hangi müziği dinleyeceğine kadar bilinmesi gereken bu bilgelik, ancak koruyucular arasından çıkacak bir “azınlık oli‐garşisi”nin elindedir. Filozof krallar da bunlar arasından çıkacaktır. “Filo‐zof yöneticiler, her biri sırası geldiğinde politika belalarına göğüs gerecek‐ler. Birbiri ardı sıra kumandayı ele alacaklar. Şan,  şeref  için değil, yalnız halkın iyiliği için, kaçınılmaz bir ödevi yerine getirmek için devletin bekçi‐liğinde yerlerine geçecek, kendilerine benzer yurttaşlar yetiştirdikten son‐ra mutlular  ülkesine  (Kutsanmışlar Adası)  göç  edecekler. Devlet  onlara anıtlar dikecek! Ve Apollon rahibesinin diyeceğine göre ya Tanrılar, ya da mutlu ruhlar için kesilen kurbanlar onlar için de kesilecek”21.  

Platon, bir inşaat malzemesi istifler gibi araçlarını toplar, binanın plan ve projesini çizer ve “büyük bir mimar olarak devletini kurar”. Platon’un tüm  teorisi her  şeyde metafizik  ikiciliğe  (düalizme‐çatışmaya) dayanır: mantıkta tümel ile tikel; matematikte tek ile çok; epistemolojide salt akıl (mutlak bilinç) ile insan kanaatleri (kötü fikirler); ontolojide özgün, mut‐lak, değişmez ve doğru olan gerçeklik ile değişen, göreceli, yanlış, aldatı‐cı  yalanlar,  bozulmalar;  kozmolojide  asıl,  türeten  ile  türeyen,  çürüyen; siyasette ise mükemmel, kendi kendine yeten, kolektif, devlet ile kemal‐siz,  eksik,  sınırlı,  yetersiz,  devlete  ve  topluma  bağımlı,  özel  nitelikleri devletin birliği uğruna bastırılması gereken bireyler ve  farklılıkların ça‐

18 Platon, Devlet, 412: e; 420: c. 19 Platon, Devlet, 412: e; 434: d. 20 Platon, Devlet, 428: e; 429: a. 21 Platon, Devlet, 540: a,b, c. 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

73

tışmasıdır22. Bu  çatışmacı  teorinin özünde ölümü gösterip  sıtmaya  razı etme kaygısı vardır. Bu kaygı düzeninin  tepesinde, her  türlü kötülüğü yok etmek için korku ve tehdit ile şartlandırılmış sürekli propaganda ve bunu düzenleyen yönetici akıl vardır. Öncelikle hâkim sınıfın, sonra tüm halkın bütün fikrî faaliyetlerinde bir sansür olmalı ve zihinlerini kalıpla‐yıp  birleştirme  amacına  yönelmiş  sürekli  bir propaganda  yapılmalıdır. Eğitimde,  yasamada  ve  dinde  her  türlü  yenilik  yasaklanmalıdır.  Pla‐ton’un  amacı  sadece  bu  günü  düzenlemek  değil  aynı  zamanda  hem geçmişi yok etmek hem de geleceği planlamaktır. Bu yüzden, soylu aklın temselcisi olan “devlet adamı, devleti hem  ikna hem de cebir  ile yönet‐meli”23, geçmişe ait  toplumsal hafızayı silerek soylu yalanlarla yeni bir hafıza yaratmalıdır.  

3. PLATON’DA SOYLU YALANLAR; “TABULA RASA” ve EĞİTİM: “TANRILAR BİLE KANDIRILIR, YALVARIP YAKARMAYLA!” Platon, ideal devlet için “niçin yapmalı?”, “kim yapmalı?” sorularına ce‐vap bulduktan  sonra yeni  iki  soru  sorar: “ne yapmalı?” ve “nasıl yap‐malı?”. “Ne yapmalı?”  sorusunun  cevabını verirken başta  tüm yurttaş‐lara  özellikle  de  koruyucular  sınıfına,  kurduğu  düzenin  korunması  ve bozulmasının  “önlemesinin  en  iyi yolu, onlara gerçekten  iyi bir  eğitim vermek24” olduğunu  söyler. Bu açıdan bakınca Rousseau haklı gibidir, “Platon’un Devlet  adlı  eseri  adının  düşündürtebileceği  gibi  bir  siyaset değil, eğitim kitabıdır”25. Platon için, eğitimin amacı, kurulu düzeni ko‐rumak ve bireysel düşünce, mutluluk ve çıkar isteklerini, toplumsal fark‐lılık  taleplerini,  sınıfsal  kast  sisteminin  bozulmasını  ve  devletteki  çü‐rümeyi önlemektir.  

Platon, insanların doğal eşitsizliğine dayandırdığı ideal devletinde bu doğal eşitsizliğe dayanan sosyal sınıflar  içinde yer alan kişilerin beden, karakter  ve  ruh  özellikleri  üzerinde  durmuş  ve  eğitime  büyük  önem vermiştir. Platon sosyal sınıflardan özellikle soylu aklı temsil eden koru‐yucular ve yöneticiler sınıfı üzerine eğilmiştir. Platon koruyucular sını‐fını oluşturacak kişilerde özel yetenekler arar. Bu sınıfın görevinin  top‐

22 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 90‐91. 23 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 150. 24 Platon, Devlet, 416: b. 25 Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, s. 73. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

74

lumu korumak ve aynı zamanda düşmana saldırmak olduğundan bu iş‐leri yapabilecek özel yetenekler gereklidir. Ne var ki, kişilerin doğal ye‐tenekleri yanında eğitimin de önemi çok büyüktür. Eğitimle gençler iste‐nilen  biçimde  düşünmeye  ve  davranmaya  alıştırılırlar.  Savaşçı  gençler çok  sıkı  bir  beden  ve  ruh  eğitiminden  geçirileceklerdir.  İdman  ile  be‐denleri  eğitilip  istenilen özellikleri  elde  etmeleri  sağlanırken,  ruh  eğiti‐minde müzik ve  söz  sanatı gibi güzel  sanatların  çeşitli dallarından ya‐rarlanılacaktır. Savaşçılar yiğit, akıllı uslu, maddi değerlere düşkün ol‐mayan kişiler olarak yetiştirileceklerdir. Onlar bütün başka  işlerden ve düşüncelerden uzaklaşarak kendilerini sadece devlet işlerine verecekler‐dir. Bilgelik, yiğitlik, ölçü ve adalet  ilkelerine dayanan en  iyi devlet ya‐salara gerek kalmadan da yönetilebilecektir. Platon “toplum  tek bir  in‐sandan daha büyük bir  şeydir” derken  insan  ile  toplum ve devlet ara‐sında  bir  paralellik  kurar  ki  bu  görüş  organizmacı  bir  düşüncedir,  in‐sanların  eşitsizliği  sonucuna  ulaşılır.  Toplumda  bir  kısım  insanlar,  in‐sandaki beyin ve kafanın yaptığı  işleri yaparlarken, diğer bir kısım  in‐sanlar da daha önemsiz görevleri yerine getirirler. Nasıl ki insanın vücu‐dundaki uyum her organın kendi görevini yapması ile sağlanırsa devlet içinde de uyum ve adalet her sınıfın kendi yerinde kalması ve kendi gö‐revini yapması ile sağlanır. Platon, “toplumdaki yönetenler, savaşçılar ve para  kazananlar  gibi  içimizdeki  yanlardan  her  biri  kendi  işini  gördüğü vakit biz de kendi görevini yapan adil kişiler oluruz” der26. Yasaların ama‐cı, birtakım yurttaşlara ötekilerden üstün bir mutluluk sağlamak değildir. Platon’a göre  ideal devletin yasalarının  temel üç  işlevi vardır: yurttaşları ya  inandırarak,  ya  zorlayarak  birleştirmek  ve  devlete  itaatini  sağlamak; her yurttaşa toplum içinde göreceği işi ve görevleri bildirmek; bütün top‐lumu birlik ve bütünlük içinde tutarak her türlü bozulmadan korumak. 

Peki bu eğitim, “nasıl yapılmalı?” Bu denli insan doğasına, toplumsal gerçeklere ve hayat pratiklerine aykırı bir  iş nasıl gerçekleştirilmeli? El‐bette  eğitim  sistemini bir propagandaya, propagandayı da bir yalanlar arenasına dönüştürerek.  

“Tıpkı Homeros’un dediği gibi: 

Tanrılar bile kandırılır, yalvarıp yakarmayla! 

İnsanlar bir kabahat, bir günah işlediler mi, 

26 Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, s. 28‐29. 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

75

Kurbanlar, yağlar, adaklar, şaraplarla 

Yumuşatırlar Tanrıları da27.  

Platon, Tanrıların bile kandırıldığı  idealar aleminden gelen bir bilge olarak nesneler aleminin basit araçları olan  sıradanlık ve  sınırlılık  için‐deki insanları mı kandıramayacak? Bunun yolu ve yöntemi de toplumsal hafızayı silmek  (tabula  rasa),  insanların  tarihten, dinden, gelenekten ve hayattan aktarılan tüm “sosyal sermaye” birikimlerini yok etmektir. Pla‐ton’un siyasal kuramının ilk ve ana ödevlerinden biri “öncesiz – sonrasız dün”ün gücünü yıkmaktır. Gelenek, adet, kültür ve alışkanlıkların siya‐sal yaşamın asıl kurucuları ve zorunlu koşulları olduklarını yok saymak‐tır. Bu yüzden Platon, her  şeyden önce geleneğin bu gücüyle savaşmak zorundadır28. Bunun  için de gereken  tek  şey, Platon’un  ifadesiyle  “be‐denlerinden önce,  ruhlarını yoğurmak” ve “ideal yurttaşların  tasarımı” için model olarak Tanrılık olanı almış bir desinatör ya da ressam gibi on‐ların  ruhlarını  lime  lime  işlemek ve  temizlenmiş  tuvale  istediği gibi  re‐sim yapmaktır.  

‐Güzel sözler de iki çeşittir değil mi?, Gerçeğe uygun olanlar, uydurma (yalan) olanlar. 

‐ Evet. 

‐ Yetiştirmede (eğitimde) her ikisini de kullanacağız. Ama önce yalan ve uydurma olanları. 

‐ Ne demek, anlamıyorum. 

‐  Çocuklara  önce masal  anlatmıyor muyuz?. Masalda  gerçeğe  uygun şeyler varsa da, bunların çoğu uydurmadır. Küçükleri yetiştirirken  idman‐dan önce masalları kullanırız. 

‐ Öyledir. 

‐ Ama bilirsin ki her işte önemli olan başlangıçtır. Hele iş genç ve körpe kimseleri yetiştirmek olunca; çünkü insanlar bu çağda yatkın olurlar, hangi kalıba sokulmak istenirse o kalıba girebilirler.  

‐ Evet. 

27 Platon, Devlet, 364: e. 28 Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, s. 82‐83. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

76

‐ Öyleyse her aklına gelenin uydurduğu masalları çocukların dinlemesi doğru mudur?.  İlerde  edinmelerini  istediğimiz  düşüncelere  aykırı  şeyleri duymalarına göz yumacak mıyız?  

‐ Hayır. 

‐ O zaman  ilk  işimiz masalcıları kollamak olacak. Masalları güzelse bı‐rakacağız  söylesinler. Kötüyse  yasak  edeceğiz. Anaları, dadıları  kandırıp, çocuklara yasak ettiğimiz masalları anlattırmayacağız. Çocukların bedenle‐rinden  önce,  güzel masallarla  ruhlarını  yoğurmalarını  isteyeceğiz.  Bugün anlatılan masallara gelince, çoğunu atmalı29.  

Ruhun nasıl eğitileceğini belirleyen siyasal ilke, yani devletin istikra‐rının korunması, bedenin nasıl eğitileceğini de gösterir  (insanların  ruh‐ları gibi bedenleri de devletindir). Devletin  iç ve dış düşmanlarını vur‐maya hazır bir profesyonel savaşçı sınıfı olarak eğitilmesini istemektedir. Bu  totaliter eğitim, koyultulmuş ve sürekli bir seferberlik halidir30. Pla‐ton, devletini ayakta  tutacak  şeyin  tektip ve yekpare bir  toplum yarat‐mak olduğunun farkındadır. Bu yüzden, “yurttaşlık eğitim” programını propagandaya dönüştürmek zorundadır. Bebekken başlayan ve beşikten mezara kadar süren bu eğitim geleneği Platon’dan sonra çok daha yoğun ve etkin kullanılmıştır. Arnhart’ın  ifadesiyle31, siyasal  toplulukların kan bağı ile birbirlerine bağlı bir aile oldukları ve yurttaşların birbirinin kar‐deşi olduğu;  ‘Baba  toprağı’,  ‘Anavatan’ söylemleri; çocuklara askerî bir disiplin  içinde söyletilen antlar, marşlar,  şiirler, kahramanlıklar, efsane‐ler;  kutsallaştırılan  ırk,  ülke,  devlet,  lider,  ordu mitolojileri  Platon’dan miras olarak alınan eğitimin propagandaya dönüşmüş yansımalarıdır. 

‐ Öyleyse, sözlerde gerçekten uzaklaşma hakkında, yani yalan üstünde duralım. Acaba yalan bazı hallerde zararsız olur mu?. Kim ne zaman yalan söyler de kötü bir  şey yapmış sayılmaz? Düşmanlarımıza yalan söylersek, ya  da  dost  dediklerimiz,  çılgınlıkla,  bunaklıkla  kötü  bir  şey  yapmalarına engel olmak için yalana, bir ilaç, bir çare diye başvurursak, yararlı olmaz mı bu? Masallarda da ne olduğunu bilmediğimiz bir eski gerçeği, bize en uy‐gun gelen biçime sokmakla, yalanı yararlı kılmış olmuyor muyuz?  

‐ Evet, oluyoruz32.  

29 Platon, Devlet, 377: a,b,c. 30 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 58. 31 Larry Arnhart, Plato’dan Rawls’a Siyasi Düşünce Tarihi, Çev: A. Kemal Bayram, Adres Yay., Ankara, 2004, s. 38. 32 Platon, Devlet, 382: d. 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

77

‐ Öyleyse gerçekten ayrılma yetkisi  (yalan söyleme yetkisi) yalnız dev‐leti  yönetenlerde  olmalıdır.  Devletin  yararına  (devletin  iyiliği  için),  düş‐manlarına ya da yurttaşlarına yalan söyleyebilirler. Bunların dışında kimse böyle bir yola başvuramaz. Yönetilenin yönetene yalan söylemesi, hastanın hekime, öğrencinin öğretmene yalan söylemesi kadar, ya da gemicinin kap‐tandan gemi ve gemicilerin durumunu gizlemesi kadar büyük, daha da bü‐yük bir suçtur.  

‐ Çok doğru.  

‐ Demek yöneten, şehirde birinin yalanını yakalarsa, Homeros’un dediği gibi: “İster bir sanat adamı olsun,  ister  falcı,  ister hekim,  ister doğramacı”, onu cezalandıracak. Yalan devlet gemisini batıracak bir fırtınadır.  

‐ Evet, eğer bu sözleri davranışlar da tamamlarsa.  

‐ Peki, gençlerimizin akıllı uslu olmaları da gerekmez mi?  

‐ Gerekmez olur mu? 

‐ Birçoklarına göre akıllı uslu olmak ne demektir? Baştakilerin  sözünü dinlemek  (egemenlere  baş  eğmek),  kendisi  baştaysa  içkide,  sevgide,  ye‐mekte kendini dizginlemesini bilmek.  

‐ Bence de öyle. 

‐Biz  bu  ilkeye  uygun  sözleri  tutacağız.  Örneğin  Homeros’ta Diomedes’in sözü: “Dur dostum, sesine kes, beni dinle”. Buna benzer başka sözler: “Akhalılar içlerinde öfkeleri, önderlerine boyun eğmiş, sessiz sedasız ilerliyorlar”33.  

Platon, devletin  çıkarını mutlak  amaç olarak belirledikten  sonra, bu amaç için her türlü yalanın söylenmesini de meşru kılar34. Platon, yalanı sadece düşmanlara karşı değil dostların bulanık zihinlerini, hasta ruhla‐rını iyileştirmek için bir ilaç olarak da düşünür. Daha önce filozof, mimar ve ressam olan soylu akıl şimdi de toplumsal hastalıkları tedavi eden bir doktor  rolündedir. Platon, bir organizma olan  toplumu hastalıklara ya‐kalandıktan sonra tedavi etmenin anlamsızlığını bilerek, yurttaşlar, top‐lum ve devlet hastalanmadan önce koruma  sistemi geliştirmek  için  tıp biliminin  hıfzıssıhha  yöntemini  siyasete  ve  topluma  uyarlayarak hıfzısiyasa’dan yani “siyasal hijyenden” yararlanır. Tıp insanların doğa‐

33 Platon, Devlet, 389: b,c,d,e. 34  Soylu  amaç,  soylu  akıl  ve  soylu  yalanların  modern  yansımalarından  biri  olan Machiavelli’in Prens adlı eseri, amaç‐araç –meşruiyet ilişkisini düzenleyen bu Platoncu ge‐leneğin önemli bir halkasıdır. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

78

sını, ruhunu ve bedenini, organlarının nasıl çalışmakta olduğunu ve bu tek  tek  organların  her  birinin  diğerleriyle  ilişkisini  bildiği  ve  organiz‐mayı bir bütün olarak kavradığı  için gerçek  siyasete benzer35.  “Platon, tıbbı siyasetin bir biçimi olarak yorumlar. Tıp sanatı, kendine amaç ola‐rak ömrün uzatılması değil, yalnızca devletin çıkarını almalıdır. Yalan ve aldatmacalar bu yüzden topluma bir ilaç gibi sunulmalıdır. Fakat devleti yönetenlerin kuvvetli  ilaçlar verecek kadar yürekli olmayan o birtakım ‘alelade doktorlar’ gibi davranmamalıdırlar”36.  

Toplumsal hafızayı tamamen silmek için bu hafızanın tarihsel, kültü‐rel, dinsel ve geleneksel en önemli aktarım araçları olan masalları da yi‐ne  kendi  belirlediği  doğrular  çerçevesinde  yeniden  inşa  eder.  Platon, toplumsal hafızayı “tabula rasa” yapmakla yetinmez, aynı zamanda onu bir öğretmen gibi yeniden  şekillendirir. Platon, yalanla  ilgili  şu  ilkeleri de savunur: devletin iyiliğine ve çıkarına olan her türlü yalan iyidir; ya‐lan  söyleme hakkı  ve  yetkisi  sadece devlete  aittir;  bu  yetkiyi  kullanan herkes en büyük cezaya çarptırılır; tüm bu yalanlar akıllı, uslu, muti ve efendilere kayıtsız şartsız teslim olmuş bir gençlik yaratmak içindir.  

Tam da bu noktada Platon, soylu amaç olan devletin iyiliği ve çıkarı için ve soylu aklın toplumsal hafızayı silmesi için gereken soylu yalanlar üretmeye başlar. Platon, tüm insanların topraktan geldiği eşitliği üzerine kurduğu “madenler mitosunu”, bazı insanlar daha eşittir yalanıyla son‐landırır.  

‐ Demin gerekli bazı yalanlardan  söz  etmiştik. Böyle güzel  (soylu) bir yalan  bulup,  hem  önderleri,  hem  de  yurttaşları  buna  inandırabilir miyiz dersin. 

‐ Nasıl bir yalan bu?. 

‐ Yeni bulunmuş bir  şey değil, bir Fenike masalı:  şairlerin dediklerine göre bir çok yerlerde olmuş bir şey, ama bizde olmamış, belki de hiç olma‐yacağı için inandırılması güç. İnsan çok usta olmalı.  

‐‐‐ 

‐ Peki söyleyeyim. Nasıl bir cüretle ve ne kelimelerle konuşacağımı bil‐mem ama önce önderleri ve yardımcıları, sonra da bütün  şehri  şuna  inan‐dırmaya çalışacağım; kısaca diyeceğim ki: “Biz sizi bazı ilkelere göre yetiş‐

35 Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, s. 80. 36 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 149. 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

79

tirdik ya, bunlar bir çeşit rüyaydı. Gerçekte siz silahlarınız, bütün eşyaları‐nızla birlikte yerin altında yetiştiniz, yoğruldunuz. Toprak, bir ana gibi, iyi‐ce büyüttükten sonra yeryüzüne çıkartı sizi. Üstünde yaşadığınız bu toprak sizleri  büyüten,  emziren  ananızdır.  Ona  saldıran  olursa  korumak  boy‐nunuzun borcudur. Yurttaşlarınız da aynı  toprağın çocukları ve sizin kar‐deşinizdir”. 

‐ Doğrusu boşuna çekinmemişsin bu yalana başvururken. 

‐ Evet! Evet ama sonunu dinle: “Bu  toplumun birer parçası olan sizler, diyeceğim, birbirinizin kardeşisiniz. Ama, sizi yaratan Tanrı, aranızdan ön‐der olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş ta‐cı olurlar. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve  tunç katmıştır. Aramızda bir hamur birliği olduğuna göre sizden olanlar da size benzeyeceklerdir. Ama arada bir, al‐tından gümüş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. Bunun  için Tanrı, her şeyden önce önderlere, doğan  çocuklara  iyi bekçilik etmelerin,  içlerine bu madenlerden  hangilerinin  katılmış  olduğunu  dikkatle  araştırmalarını  bu‐yurmuştur. Kendi çocukları  tunçla, ya da demirle katışık doğmuşlarsa hiç acımayıp,  hamurlarına  uygun  işlere  koyacak  onları;  çiftçi  ya  da  işçi  ya‐pacak. Çiftçi ve  işçi çocukları arasından mayaları altın ve gümüşle katışık doğanlar olursa, onları gözetecek, kimini önderliğe, kimini bekçiliğe yük‐seltecek; çünkü mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik ede‐ceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur”. Şimdi, sen yurttaşları bu masala inandırmanın bir yolunu bulabilir misin, onu söyle? 

‐ Kendilerini nasıl  inandırırız bilmem, ama oğullarını, torunlarını  inan‐dırmanın bir yolu bulunabilir.  

‐ Ne demek istediğini anlıyorum, ama bu kadarı bile onların devlete de, birbirlerine de daha yakından bağlanmalarını sağlar. Biz masalımızı söyle‐yip, yayılmasını kendi kaderine bırakalım. Toprağın çocuklarını silahlandı‐rıp önderlerinin buyruğunda yürütelim...  

‐ Peki bunu yapmanı en iyi yolu, onlara gerçekten iyi bir eğitim vermek değil midir?37  

Filozof  kralın  ilk  ve  en  önemli  görevi, devletin  kurucusu  ve  kanun koyucusu olmasıdır. “Tanrılık şeylerden pay alan filozof” ideal devlet ve ideal yurttaşları “tasarımı” için model olarak Tanrılık olanı almış bir de‐sinatör ya da ressam gibidir. Filozof Kral, tabiatüstü, mistik ve metafizik güçleri  nedeniyle  başka  insanlar  gibi  değildir. O,  insanüstüdür.  Tanrı değilse bile Tanrı gibidir. Platon’un dediği gibi; “Bu ressam kral, bir dev‐

37 Platon, Devlet, 414: a,b,c,d,e; 415: a,b,c,d,e; 416: b. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

80

leti ve yurttaşlarının karakterini tuval diye alacaklar ve her şeyden önce tuvallerini  tertemiz  (tabula rasa) yapacaklar. Temiz bir  tuval olmadıkça ne devletin ne de yurttaşların üzerinde  çalışmayacaklar ve kanun yap‐mayacaklardır. On  yaşından  yukarı  bütün  yurttaşlar  şehirden  atılmalı, sürülmeli,  böylelikle  ana  babalarının  görenek  ve  alışkanlıklarının  etki‐sinden sıyrılan çocuklar ele alınmalı, eğitilmeli. Bunlar yasalar uyarınca eğitilmeli. Yönetimleri ister yasaya uysun isterse uymasın, yurttaşlar gö‐nüllü olarak boyun eğseler de eğmeseler de ve devletin kimi yurttaşları‐nı, yine devletin  iyiliği  için öldürerek ya da sürerek  temizleseler de, bu yönetim biçiminin tek doğru yol olduğunu söylemek gerekir. Yeter ki bi‐lime ve adalete uygun iş görsünler, devleti de korusunlar”38. Dikkat edi‐lirse, toplumsal hafızanın silinmesinden sonra yapılan ilk şey “bilim” ve “adalet”in ne olduğuna dair yeni bir kavramsallaştırma, yeni bir para‐digma  inşasıdır.  Yalanlar  sadece, madenler mitosu  ile  sınırlı  değildir. Aslolan hangi kavramın hangi anlama geldiğine dair oluşmuş ortak ide‐olojik evren, ortak söylem ve ortak akıldır.  

Toplumsal hafızanın  silinmesi, “tabula  rasa” veya  tuval  temizlemek de bu demektir zaten. “Mevcut kurum ve geleneklerin kökü kazınacak‐tır.  Kişiler  saflaştırılacak,  ayıklanacak,  sürülecek,  atılacak  ve  öldürüle‐cektir (modern anlamda tasfiye edilecektir). Toplumun bir sanat eseri gi‐bi güzel olması gerektiği görüşü,  şiddet  tedbirlerine pek büyük bir ko‐laylıkla yol açar (meşruiyet sağlar)”39. Platon’da koruyucular ve önderler ırkının saf  tutulması ve devletin  iyiliği  için bebeklerin bile öldürülmesi geleneği soylu amaç ve soylu akılın nelere kadir olduğunun ve olacağı‐nın işaretidir. Belki de bu yüzden, yani mutlak iyi, soylu amaç ve adalet için var olan soylu akıl (modern anlamda Raison D’etat, bizim geleneği‐mizde  hikmet‐i  hükümet),  kundaktaki  bebeklerin  öldürülmesini,  hasta ve bozuk bedenli  çocukların katledilmesini,  farklı olanların  (ötekilerin) yok edilmesini veya insanların birbirine kırdırılmasını emretmektedir.  

Platon, sadece toplumsal hafızanın “tabula rasa”sı ile işi bitirmez, ay‐nı zamanda  insanların ontolojik gerçekliğini ve  fiziksel  şartlarını da bir genetik bilimci titizliğiyle değiştirir. Platon, bir gelecek bilimci olarak da gelecek planlamacılığında “ne kadar  ileri gidebileceğinin ne kadar geri gidileceğine bağlı olduğunun” farkındadır. Geçmişi temizlemekte ne ka‐

38 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 142, 158, 178. 39 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 178. 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

81

dar geri gidebilirse geleceği düzenlemekte de o kadar ileri gideceğini çok iyi bilmektedir. Platon, yalan düzeninin kurulması ve sürdürülmesi için gerekli yalanlar, güzel yalanlar,  iyi yalanlar ve soylu yalanlar üretmeye büyük bir maden ustası titizliğiyle devam etmektedir. Platon, büyük ya‐lanların hem büyük ustalık, hem bir korku düzeni hem de  eğitim ara‐cılığıyla  küçük  yaşlardan  itibaren  çocuklara  aktarılması  gerektiğini  sa‐vunur. Bu yalanlar için; çok güçlü bir retorik ve propaganda dili, her tür‐lü mitolojik kaynak; önderlerin ve yardımcıların önce kendilerini sonra toplumu  kandırabilme  yeteneği;  birlik,  bütünlük  ve  kardeşlik  söylemi; toprağa, ülkeye, vatana, öndere ve devlete  tapınma  ritüelleri; ontolojik kast sistemi; doğuştan ayrıcalıklı ve ayrımcılıklı sınıflar; Tanrının ve di‐nin kutsallaştırıcı değerinden kaderci bir boyun eğiş; yurttaşların devlete de, birbirlerine de daha yakından bağlanmalarını sağlayan bir özdeşlik al‐gısı; toprağın kardeş çocuklarını sürekli teyakkuz halinde her türlü araçla silahlandırıp önderlerinin buyruğunda yürütmek amacı; doğan çocuklara iyi bekçilik etmek, içlerine bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğu‐nu dikkatle araştırmak, hiçbir çocuğa acımayıp, onları hamurlarına uygun işlere koyacak Tanrı tarafından seçilmiş seçkin ve önder soylu akıllar yara‐tır. Bu  iş en küçük bir yanılmayı ya da dikkatsizliği kaldırmaz. “Çünkü mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün, şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur”. Bu yüzden de bir biyolog  titizliğiyle bir  toprağa  ekilen  tohumun meyve  verme  sürecine  kadar  korunup  kol‐lanması gerekir. Toprak, zararlı maddelerden  temizlendiği gibi,  toprakta yaşayan bitkiler de zararlı ve ayrık otlardan ayıklanmalıdır.  

‐  İnsanı,  insanı  bozan  şeylerden  korumak  gerekir…Bitkilerde,  bütün canlılarda, her tohumun, her  fidanın yaşama gücü ne kadar büyük olursa, kendine uygun besini, mevsimi, yeri bulamayınca göreceği zarar da o öl‐çüde büyük olur; çünkü kötünün  iyiye zararı,  iyi olmayana zararından da çoktur. 

‐ Orası öyle. 

‐ Bundan şu çıkar ister istemez: En iyi yaratılış, gereğinden başka türlü beslenirse, orta yaratılıştan daha kötü olur…En güzel değerlerle yüklü  in‐sanlar kötü bir  eğitime düşerlerse kötünün kötüsü olurlar. Büyük  suçları, korkunç kötülükleri, orta yaratılışlı  insanlar mı  işler sence, yoksa eğitimin bozduğu sağlam yaratılışlılar mı? Cılız bir yaratık, ne iyinin ne de kötünün büyüğüne ulaşamaz değil mi? 

‐ Ulaşamaz. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

82

‐ Demek ki,  filozof yaratılışa uygun eğitimi bulursa gelişe gelişe bütün değerlere ulaşır. Yok eğer bu tohum kötü bir toprağa ekilir de orada kök sa‐lar büyürse, veremeyeceği kötülük kalmaz…40  

Platon, yaptığı  sınıf bölümünü üçlü bir  iddia  ile mazur göstermeye çalışmaktadır: yöneticiler üç bakımdan  ırkça,  eğitimce ve değer ölçüle‐rince pek çok üstündürler41. Bu yüzden insanların bu ırkçı, elitist, eşitsiz ve  totaliter sisteme  inanması oldukça zor görünmektedir. Fakat Platon, “yurttaşları  nasıl  inandırırız  bilmem  ama  oğullarını,  torunlarını  inan‐dırmanın bir yolu bulunabilir” düşüncesindedir42. Platon, mevcut toplu‐mun verili ve kurulu hafızasının  sil baştan düzenlenmesi zorunluluğu‐nun  farkındadır. Mevcut  toplumun  “sosyal  sermayesi”  gereği  tüm  bu yalanlara inanmakta zorlanacağını bildiği için düzenini gençlere emanet eder. Çünkü Platon, onları bir Tanrı gibi yoktan var edecek, bir mimar gibi  inşa edecek, bir  ressam gibi boyayacak, bir doktor gibi  ilaçlarla  te‐davi edecek, bir maden ustası gibi ince ince işleyecek ve bir öğretmen gi‐bi  istediği düşünceleri  çocukların  ruhlarına,  bedenlerine ve dimalarına zerk edecek ve onlara istediği gibi hükmedecek bir yol bilmektedir: “Pe‐ki bunu yapmanın en  iyi yolu, onlara gerçekten  iyi bir eğitim vermek” (Devlet; 416:b) ve “onları korku ve saygı ile terbiye etmek değil midir?” (Devlet; 465:b).  

Daha  önce de  belirttiğimiz  gibi Platon  için  adalet, devletin  çıkarına uygun olan demektir. Bu kutsal ve yüce adalet amacı  için her şeyin ya‐pılması mübahtır, haktır, meşrudur. Platon’da tek bir sonul ölçüt vardır: devletin çıkarı. Bunu çoğaltan her şey iyi, erdemli ve adildir; azaltan her şey  ise  kötü, haksız ve  adalete  aykırı. Buna  yarayan hareketler  ahlakî, bunu  tehlikeye  sokanlar  ise  gayriahlakîdir. Ahlaklığını  ayracı  devletin çıkarıdır. Devletin çıkarı için ise öncelikle toplumsal hafızada bunun aksi olan tüm algılar, bilgiler, düşünceler ve inanışlar yok edilmelidir. İşte bu yüzden  devletin  en  büyük  ideolojik  “tabula  rasa”  ve  endoktrine  aracı eğitimdir. Platon’da eğitimin amacı devleti korumak, liderlere ve yöneti‐cilere  itaat etmek ve  istikrarlı bir düzen kurmaktır. Popper’a göre, Pla‐

40 Platon, Devlet, 491: d‐e, 492: a. 41 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 52. 42 Siyasal  iktidarın kendi egemenliğini  topluma dayatmak  için kuşaklar arasındaki gele‐neksel bağı temsil eden toplumsal hafızayı nasıl yok ettiğinin yöntemlerinin ve kuşaklar arasındaki  itaat  kültürünün  nasıl  sürdürüldüğünün  bir  deşifresi  olarak  Etienne  de  la Boetie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev adlı eseri tam da 

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

83

ton’da “(e)ğitimin amacı, bütün  insanları  tek biçimli olarak kalıplamak‐tır. Aynı  şeylere  sevinip  aynı  şeylere üzülmeleri gerekir. Hiç kimsenin öndersiz kalmaması sağlanmalıdır. Kimsenin aklı kendi girişkenliğiyle iş becermeye alışmamalı. Savaşta ve barışta herkes gözünü önderine dik‐meli ve onun ardından gitmelidir. Herkes kendi ruhunu, bağımsız hare‐ket etmeyi hayal edemeyecek ve böyle hareket etmek yeteneğini büsbü‐tün  yitirecek  biçimde  alıştırarak  eğitmelidir”43. Çocukların  hem  ruhsal hem de bedensel disiplinini sağlamak ve önderlerine itaatte kusur etme‐lerini  önlemek  için  jimnastikle  yırtıcılık, müzikle  de  yumuşaklık  akort ediliyor.  Şiir, müzik, hikâye ve masallardaki uyumu, disiplini ve  itaati bozabilecek  unsurlar  önderler  tarafından  sansür  ediliyor.  Müzik  ve marşlar  ortak  akıl,  duygu,  bilinç  ve  itaat  için  kullanılıyor.  Çünkü “(d)evlet,  insanları  her  biri  kendi  yoluna  gitsin diye  başıboş  bırakmak için türetmez (yaratmaz)”44. Her şey devlet için ve her şey devlet içinde olmalıdır. Tüm totaliter sistemlerde olduğu gibi, Platon için de “söz ko‐nusu devletse, gerisi teferruattır”. 

SONUÇ VEYA “TABULA RASA” Platon’da soylu amaç toplumu bir organizma gibi bir arada tutan devle‐tin mutlak üstünlüğü; soylu akıl bu amacı bilen ve istediği gibi inşa eden Tanrı gibi yeteneklerle donanımlı Filozof kral; soylu yalanlar ise bu dü‐zene  toplumu bağımlı kılacak ve bir arada  tutup asla değiştirmek  iste‐meyecek  bir  yurttaşlar  toplumunu  yaratan madenler mitosu,  organiz‐macı  toplum,  işbölümü  anlayışı,  ihtiyaçlar  birliği  ve  eğitim  sistemidir. Platon  ile başlayan  toplumsal hafızanın  “tabula  rasa”sı üzerine kurulu bu  totaliter geleneği, hem  teorik  alana hem de pratik  alana uygulayan soylu akıllar sürdürmüştür. Teorik anlamda, Machiavelli’nin “Prens”ini, Hobbes’un  “Leviathan”ını,  Rousseau’nun  “Toplum  Sözleşmesi”ni, Hegel’in  “Tarihte Akıl’ını;  pratik  anlamda  ise  jakobenizm,  totalitarizm ve faşizm örneklerini bu bağlamda okumak gerekir. Platon gibi soylu ak‐lı temsil eden nice totaliter liderler soylu amaç ilân ettikleri mutlak ve üs‐tün devlet  inşasını bu devlete uygun  insanlar yaratmak ve bu  insanları soylu yalanlarla düzenlemek için kullanmışlardır. Bu totaliter geleneğin ortak yanı belirledikleri soylu amaçlar için toplumsal hafızanın silinmesi, yeni bir  toplum ve  toplumsal hafıza yaratmak  isteğidir. Bu amacın ger‐

43 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 100‐101. 44 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 109. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

84

çekleşmesi için eğitim, en önemli propaganda ve inşa aracı olarak kulla‐nılmıştır.  Platon’un  soylu  akıl  geleneğini  temsil  eden modern  totaliter önderler, soylu amaç olarak mutlak bir güçle donatılmış “güçlü devlet” ve bunu tesis edecek soylu yalanlar dünyası olarak da yeni veya modern medeniyet inşasını ilân etmişlerdir. Modern medeniyet, aslında özgürlük yönünde bir toplumsal dönüşümü ifade etmesine rağmen, bu soylu akıl‐lar tarafından toplumun devletçe sıkı sıkıya denetlenmesinin ve kontrol altında  tutulmasının  bir  aracı  olarak  kullanılmıştır. Bu  yüzden de mo‐dern soylu aklın soylu amaca bakış açısı daima soylu akla sunduğu top‐lumu düzenleme ve kontrol etme  imkanı  tanıdığı kadar olmuştur. Pla‐ton’dan devralınan ikinci bir algı mirası ise, başta ordu olmak üzere bü‐rokrasinin  bu  soylu  amacı  temsil  edecek  olan  soylu  akıllar  topluluğu (koruyucular)  olmasıdır.  Bu  soylu  akıllar,  soylu  amaç  doğrultusunda toplumun/ulusun birlik ve beraberliğini  temsil eden onunla özdeşleşen, toplumun üzerinde mutlak bir güçle donatılmış güçlü ve merkezileşmiş devlet  olgusunun  sahibi konumundadır.  “Devlet  için  iyi  olanın herkes için iyi olacağına” inancın beslediği bu konum devleti bireye ve topluma karşı ve  rağmen  güçlendiren  bir  olgudur. Bu  gelenek  içerisinde  toplu‐mun/ulusun  ve  devletin  bütünlüğünü  temsil  eden  soylu  akıl/lider  en önemli aktördür. Onun aklı hem soylu amacı hem de bu amacın ürettiği tüm  normatif  dünyayı  kapsar.  Bu  yüzden  de  olması  gereken  organiz‐macı “yekpare” bir toplumsal düzendir.  

Modern çağ ile birlikte, soylu amaca uygun ve onun hizmetinde yeni bir ulus yaratmanın  tüm unsurları bu amaçla kullanılmıştır. Tarih, dil, mitoloji, ideoloji, din, kültür, hukuk, ekonomi, eğitim vb. unsurlar soylu aklın  elinde  soylu  amaca  hizmet  araçları  olarak  kullanılmıştır.  Sınıflar dayanışmasına dayanan bir ekonomik yapı, tek tip eğitim, aydınlar, bü‐rokratik vesayet sistemi, devlet otoritesini tesis eden hukuk, halkı bir bü‐tün  halde  mobilize  eden  tek‐parti/lider  ve  tüm  bu  yapıtaşlarını  aynı amaca yönlendiren ve kontrol altında  tutan  resmi  ideoloji  ise bu  soylu amacın temel dinamikleridir. Soylu amacı meşrulaştıran soylu yalanların soylu ilkeleri de tam da bu noktada ideoloji olarak ortaya çıkmıştır.  

Platon’dan  kaynaklı  olarak  toplumsal  hafızanın  yeniden  inşa  süre‐cinde en önemli araç olan eğitimin kurucu aklı resmi  ideolojidir. Resmi ideoloji, milli eğitimi ve kültür yaşamını belirleyen bir “kamusal felsefe” statüsündedir. Aile, okul sistemi, kitle iletişim araçları, partiler gibi sos‐yalizasyon araç ve mekanizmalarıyla ve kültür kurumları ve hatta aka‐

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

85

demik  literatür kanallarıyla egemen  ideoloji, dünya görüşü olarak ken‐diliğinden ve gönüllü olarak hep yeniden üretilmeye ve toplumsal hafı‐zayı sürekli belirlemeye devam etmektedir. Bir yandan,  resmi siyasetin ve siyasal iktidarın otoritesini dayandırdığı bir meşruiyet formülü ve mi‐ti; öbür yandan genel olarak kamunun kabul ettiği ve birçok fikir ve fiili değerlendirmekte kullandığı bir temel meşruiyet normudur. Resmi ideo‐loji, hep yeniden üretilen ve kabul ettirilen, kabul edildikçe ve yerleştikçe kendi kendini üretmeye devam  eden bir meşruiyet miti/normu olarak, kamusal ve günlük yaşamda büründüğü ve hükmünü sürdürdüğü biçim ve sembolleri  (“kişi kültü” sembolizmi,  ideolojik  ritüeller)  ile  ideolojiden çok daha geniş bir kategori olan “siyasal kültür” dairesinin içini dolduran bir  gerçekliktir.  Bu  kültür  atmosferi  içerisinde  “yüksek  kültür”  haline gelmiş  yeni  bir  toplumsal  hafıza  formatı  olarak  resmi  ideolojinin  nüfuz edemediği ölçüde  “halk kültürü”,  toplumsal  sermaye değerleri ve onun geleneksel birikimleri ya marjinaldir ya da gayri meşrudur45.  

Toplumsal hafızayı inşa etme misyonuyla donanımlı resmi ideoloji ve onun en önemli aracı olan eğitim,  toplumun devlet  içerisinde kendisini düşünsel, çıkarsal, etnik  farklılıklar olarak gerçekleştirmesini değil dev‐letin  toplumu kurmasını ve düzenlemesini  sağlamaya yönelmiştir. Eği‐timin  gücü,  devletin  belirlediği  tanımlar  ve  amaçlar  çerçevesinde  top‐lumu kurma ve ona bir üst kimlik/hafıza verme konusundaki etkinliğin‐den kaynaklanmaktadır. İdeoloji, soylu amaç olan güçlü devletin ürettiği soylu yalanları eğitim aracılığıyla gizleyerek mutlak, tartışılmaz ve itiraz edilmez bir boyuta taşır. Bu yalanlar dünyasında da özellikle eğitim ara‐cılığıyla bireye biçim verilmesi,  ideolojiye uygun yeni  insan yaratılması ve  ideolojinin  organik  toplumsal  bütünlük  içerisinde  içselleştirilmesi gerçekleştirilir. Toplumsal hafızanın  formatlanması bağlamında  ideoloji ve eğitim el ele vererek yeni bir hafıza, bakış açısı, inanç sistemi, yaşam paradigması,  fikirsel  bütünlük  değerlerinden  bağımsız  korkular,  kesin inançlılık  ve  önyargılar,  seküler  bir  ahlakî  değerler  dünyası,  her  türlü farklılığa kapalılık ve reddetme, otoriteye mutlak bağlılık gibi bütünleş‐tirici düşünce yapıları kurar. Böylece soylu amaç, soylu akıl ve onların temsilcileri kendi  çıkarları doğrultusunda  toplumun  tarih, gelenek, din ve kültür ile oluşmuş gerçek ortamının dışında (Platon’daki gibi toprak‐tan aniden fışkırarak) üretilmesini/yoktan yaratılmasını sağlarlar. Bu yö‐

45 Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları  I, Atatürk’ün Nutuk’u,  İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.12‐16. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

86

nüyle  ideoloji, bir  ikiyüzlülükler dünyası/ikircikli amaçlar kurgusu ola‐rak  karşımıza  çıkar  ve  iyiliğin, mutluluğun  ancak  bu  ideolojik  ilkeler içinde  sağlanabileceği  iddiasını  bir  “yalanlar  üst  yapısı”  kurarak  inşa eder. Özellikle  soylu  yalanın  gerçeklerle  ciddi  özdeşim  kurma  ilişkile‐rinde resmi ideolojinin bu “yalanlar üst yapısı” yönü gerçekliğin önüne geçmektedir. Bu durum soylu yalanların gerçeği ve gerçeğe ait tüm olgu ve değerleri yok etmesidir.  

Platon’la başlayan bu toplumsal hafızanın “tabula rasa” geleneğinde, soylu  amacı  gerçekleştirmek  için  her  şeyin mübah  olduğu  anlayışı  bu soylu  yalanlar  kurgusu  içinde  toplumu  ve  siyasayı  kendi  gerçekliğine kapatırken devleti de gerçek dünyanın özgürlükçü yönüne yönelme açı‐sından evrensel değer ve ilkelere kapatır. Bu süreç içerisinde sadece top‐luma yabancılaşmış birey, devlete yabancılaşmış toplum veya evrensele yabancılaşmış  devlet  değil  aynı  zamanda  “gerçek”e  yabancılaşmış  bir “hayat” da ortaya çıkar. Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılabileceği gibi Popper, Platon’un öncülük ettiği bu gibi düzenleri kapalı toplum olarak ifade eder. Popper’a göre bir siyasal yapının açık veya kapalı olduğunu belirleyen iki temel ilke vardır: “Devletin görev ve maksadının yurttaşla‐rın özgürlüklerini korumak olması gerektiği ilkesi ile genel bütüncüllük ile bireyin görev ve maksadının devletin istikrarını sağlamak ve kuvvet‐lendirmek olması gerektiği ilkesi”46. Platon’da olduğu gibi, bu iki ayrım arasındaki tercihini kapalı toplum, kapalı siyaset ve bizim yukarıda altı‐nı  çizdiğimiz  kapalı devlet  geleneğinden  yana  yapan  totaliter  gelenek, bireysel özgürlüklerin yerine bireyin devletin  aracı kılınması,  soyut ve hetorojen  toplumsal  yapıyı  değil  organizmacı,  korporatist  ve  homojen bir  toplumsal  yapıyı  öngörmesi,  gönüllü  birliktelik  ve  işbirliğine değil zorunlu görevlere ve  işbölümüne dayanması47 açılarından kapalı toplu‐ma yönelmiş bir  soylu aklı  temsil  etmektedir. Popper’ın kapalı  toplum özellikleri olarak açıkladığı: Geleceği kuruculukla donatılmış denetimsiz ve sınırsız bir iktidar/devlet anlayışının var olduğu; her türlü toplumsal ve  siyasal değişimin kötü  ilân  edilip durdurulmak  istendiği; bireylerin toplumsal birlik ve bütünlük  içerisinde eritilip siyasal  iktidara uyumlu‐laştırıldığı; monist propaganda ile toplumun bir bütün halinde örgütlen‐dirildiği; mutlak iyiliğin sadece devlet için öngörülüp bireysel özgürlük ve mutluluk aramanın yok edildiği; bireylerin haklarından değil görevle‐

46 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 101.  47 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 186‐187.  

 H. Çetin: Platon İle Başlayan Totaliter Gelenek; Toplumsal Hafızanın “Tabula Rasa”sı… 

87

rinden bahsedildiği; devletin sıhhatli, kuvvetli, birlikli ve istikrarlı olma‐sı için organizmacı toplum modeliyle örülmüş bütüncül egemenliğin ol‐duğu; bireylerin bağımsız hareket etme yeteneğini yok etmek için çocuk yaştan itibaren başlayan bir eğitim sisteminin olduğu; devleti korumanın her şeyden üstün olduğu ve ona itaatin en büyük erdem kabul edildiği; devletin  elindeki  tüm  gücünü  vatandaşlarının  yaşamlarını  denetlemek için kullandığı; adaletin devletin, ulusun, partinin kudreti, sıhhati ve is‐tikrarı için yararlı olan şeylere indirgendiği siyasal yapı48, Platon ile baş‐layan tüm totaliter siyasal sistemlerdeki soylu amaç, soylu akıl ve soylu yalanlar için de geçerlidir.  

Tüm  bu  soyluluk  döngüsü  içerisinde,  sistemi  bir  soylu  ide‐ale/yalana/ütopyaya bağlamak zorunludur. Aksi takdirde toplumsal ha‐fızanın  “tabula  rasa”sı  için  yapılacak  tüm müdahaleler  ve  zorlamalar toplum  tarafından  kabul  görmeyebilir.  Soylu  aklın  önderliğinde  soylu amacın  inşası  sürecindeki  tüm bu  ideolojik belirlemeler  içerisinde yük‐selen soylu yalanlar/ütopyalar/ideolojiler, her türlü devlet düzenlemesi‐nin bir meşruiyet aracı olarak kalmaz, aynı zamanda geçmiş, bugün ve geleceği de ipotek altına alan bir siyasal mitos olarak işlev görür. Bu ipo‐tek sadece tasavvur düzeyinde kalmayıp, siyasetin ve toplumun her ala‐nındaki davranış şekillerine ve reflekslere de sirayet eder. Devlet için ne‐yin doğru olduğunu bilen bu süreç yeni bir toplum ve toplumsal hafıza yaratma  iddiasının “toplum  için neyin doğru olduğunu bilmek” şeklin‐deki  tezahürünü ve buna bağlı olarak  toplumsalın “ortak bir  iyi” ekse‐ninde kurulma iradesini bozacak unsurları yok etme üzerine kurulur. Bu bağlamda, soylu amaç, soylu yalanlar içerisinde toplumu düzenlemek ve kontrol etmek ideolojisi ile gerçek dünyanın temel hak ve özgürlük ilkeleri arasında ciddi krizler yaşamaktadır. Gerçek ile soylu yalan arasındaki her kriz, “devlet ve toplum için  iyi” olan soylu amaç ile ikinci lehine çözüm‐lenmektedir. Bu yüzden de toplumsal hafızanın yeniden  inşası sürecinde “korku” mitosları devreye sokulmuştur. Çünkü Platon’un da  ifade ettiği gibi ancak korku sayesinde  toplum, hafızasının yenilenmesine hazır hale getirilebilir ve gerçek ile yalan arasındaki fark yok edilebilir.  

Platon’un soylu mirasının modern yansımalarında,  toplumsal hafıza ile devletin mutlak güç kabul edildiği soylu amaç arasında oluşması bek‐lenen “güven”, yerini korkularla meşrulaştırılmış “ötekilerle savaş” veya 

48 Karl Raimund Popper, Açık Toplum ve Düşmanları I, s. 119‐130. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

88

“sürekli teyakkuz” (güvenlik sendromu) ilişkisine bıraktığı zaman ise bu iki hafıza arasında tıkanan birey, toplum, sivil ve siyasal kurumlar yalan‐lar arasında  ikiyüzlü bir siyasal söylem ve eylem dünyasında yaşamak zorunda kalırlar. Tarih, din ve gelenek kaynaklı toplumsal hafıza ile ide‐oloji,  devlet  ve  soylu  yalanlar  kaynaklı  devlet  yapısı  karşılıklı  gü‐vensizliği besler. Topluma ve  toplumsal değerlere/sosyal  sermaye olan devlet kaynaklı güvensizlik, halkın tercihlerine, halkın siyasal katılımına, sosyal hareketliliğine, kültürel farklılığına, dinsel tercihlerine, ekonomik beklentilerine  yönelik müdahalelere de  kaynaklık  etmektedir. Devletin toplumuna yönelik “iç düşman” tasavvuru altında soylu amaç da bir ne‐vi sosyal sermayeye ve onu yaratan ve sürdüren toplumsal hafızaya yö‐nelik “savaş” sürecini  temsil etmektedir. Spartan bir kültür bağlamında Platon ve geleneği; savaşı, yurttaşın ve devletin bölünmez bütünlüğünü, bireylerin  organizmacı  bağımlılığını,  yekpare  bir  toplum  olarak  birleş‐mesini,  soylu  amaca ulaşmakta,  soylu  akıl  ve  temsilcilerine  boyun  eğ‐mekte ve soylu yalanları gizlemekte, en güçlü ve en önemli bir araç ola‐rak kutsamaktadır. Yine bu gelenek için “yapılması gereken tek şey dev‐let için en yararlı olan şeydir”. Bu soylu amaca ulaşmak için her şey mu‐bahtır, haktır, ahlakîdir ve meşrudur. Her şey devlet için ve devlet içinde olmalıdır. Çünkü söz konusu devletse gerisi teferruattır. ∇ 

KAYNAKÇA Arnhart, Larry; Plato’dan Rawls’a Siyasî Düşünce Tarihi, Çev: A. Kemal Bayram, Ad‐

res Yay., Ankara, 2004. 

Cassirer, Ernst; Devlet Efsanesi, Çev: Necla Arat, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984. 

Göze, Ayferi; Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınları, 9.B., İstanbul, 2000. 

Parla, Taha; Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları I, Atatürk’ün Nutuk’u,  İleti‐şim Yay., İstanbul, 1994. 

Platon; Devlet, Çev: Sebahattin Eyüboğlu‐M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995. 

Popper, Karl Raimund, Açık Toplum ve Düşmanları I, Çev: Mete Tunçay, Türk Siyasî İlimler D.,Ankara, 1967. 

Sunar, İlkay; Düşün ve Toplum, Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1986. 

 

 

 

 

 

      

TOPLUMSAL BELLEĞİN YAPIBOZUMUNDA MODERNİTE ve 

TEMEL KAVRAMLAR: DEVLET/ULUS‐DEVLET‐MİLLET 

A. Baran DURAL∗

 

ÖZET Bir toplumun ayakta kalabilmesi, bir arada yaşayabilmesi açısından asgari müş‐tereklerde  buluşulan  bir  toplumsal  bellek  anlayışına  ne  denli  ihtiyaç  du‐yulmaktaysa, belli akım ve/veya kişilerin kafalarında uslamladıkları varsayımsal bir  toplumsal belleği kitlelere dayatması da o denli kaçınılması gereken arayış‐lardandır. Toplumsal bellek, o toplumun tüm üyelerini gönüldaşlık‐duygudaşlık zinciriyle birbirine bağladığında ya da karar alma süreçlerinde halkın önüne su‐nulacak  farklı ama yapıcı  tezleri derleyip  toparladığında  faydalıdır. Yapısı ge‐reği toplum mühendisliğinin üzerinde gerçekleştiği tarihin‐siyasal eylemin mü‐cadele alanı olan  toplumsal bellekte girişilecek  lüzumsuz “tek‐tipleşme/tek‐tipleş‐tirme”, sadece verili  toplumu; gelenekler‐adetler‐inançlar‐duygular dolayımıyla köleleştirmeye  yarayacaktır.  Bu  yazıda modernitenin Çifte Devrimler Çağı  ile beraber  tüm  dünyaya  yaydığı,  “Devlet/ulus‐devlet/millet/milliyetçilik/ben‐öteki” kavramları, yeni bir yapıbozumu girişiminin eşiğinde irdelenmeye çalışılacaktır.   ∗ Trakya Üniversitesi  İİBF Kamu Yönetimi Bölümü/ Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı Başkanı 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

90

 Anahtar Kelimeler: Modernite, Ulus‐devlet, Devlet, Millet, Toplumsal Bellek, Kimlik, Toplumsal Bilinçaltı, Kültür.  

 

Bellek  salt kişinin kendi  zihninde oluşan bireysel‐bilişsel bir  süreç ol‐manın  çok  ötesinde,  kişinin  varlığını  anlamlandırdığı  geniş  toplumsal‐sosyal  yapılanma  izleğidir. Dolayısıyla  bireyin  zihninden  bahsederken bile  irdelenen olgunun,  toplumsal, dolayısıyla da siyasal alanla kesişen ilişkiler  örüntüsünü  beraberinde  taşıdığı  unutulmamalıdır.  Toplumun binlerce yıl öncesine dayanan ortak duygu, kanaat,  inanç, değer yargı‐ları, gelenek‐görenekleri, verili toplumsal zemin üzerinde örgütlenen bir arada  yaşama  pratikleri  ve  tüm  bu  değerler  bileşkesiyle  yoğrulan  dü‐şünce kalıplarını içeren kültürün, maddi‐manevi yaşayış kalıplarıyla top‐lumsal  belleği  (hafıza)  var  kıldığı  söylenebilir.  Bu  bağlamda  antro‐pologlar,  toplumsal  bellekle  ilintilendirdikleri  kültürü,  dört  başlık  al‐tında  sınıflandırmaktadırlar.  Bu  sınıflandırma  doğrultusunda  kültür; “Bir  toplum  ya  da  tüm  toplumların  uygarlık  birikimi,  belli  bir  toplumun özvarlığı, sosyal süreçler bileşkesiyle başlı başına  insan ve toplum kuramı”dır. (ÖZDEMİR, 2009)  

GİRİŞ: TOPLUMSAL BELLEK VE YAŞANMIŞ FARKINDALIKLAR Aslına  bakılırsa  yukarıda  sunulan  dört  maddelik  tanımdan  özellikle ikincisiyle  sonuncusu  toplumsal  bellek‐kültür  ilişkisini  aydınlatmakta‐dır. Zira “belli bir toplumun özvarlığı”, o toplumun maddi‐manevi yaşam kodlarına işaret eder ki, günümüzde gerek siyaset bilimi gerekse sosyo‐loji, ulusun  toplumsal‐siyasal alanını  tanımlarken bu kodlardan yola çı‐kıyor. Ortak bir yaşama sahip olmanın aynı zamanda; ortak aklı paylaş‐mak,  aynı  aklı  taşımakla  eşanlamlı  olduğu  düşünüldüğünde, (YILDIRIM, 1998:38) yaşanmış geçmişin  tanıklığının; gelecek kuşakların karar  alma  süreçlerinde  doğrudan  etki  göstereceği,  sonucuna  varmak güç olmayacaktır. İşte toplumsal hafıza, hem sözlü hem de yazılı kültür ürünleri  vasıtasıyla  verili  bir  toplumun  bir  tarihsel  uzamda  karşılaşa‐cağı/hatırlayacağı bir sorun/olgu karşısında nasıl tepki vereceğini açıkla‐yan  el‐kitabı  niteliğindedir.  Bu  noktada  sorulması  gereken,  toplumsal belleğin nasıl  işlediğine dair  sorudur ki  soruya, Sever  ile Oğuz’un ver‐dikleri yanıt aşağıdaki gibidir: 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

91

“Geçmişten süzülerek  (yaşayan ve yaşanabilir özelliklerinin korunarak ve geliştirilerek) geliyor olması, toplum bireylerince mantıklı, işe yarar, ge‐nel geçer, değerli kabul edilmesi sonucu toplumsal bir yasa haline gelen ge‐leneksel bilgi, yaşanan bölgenin coğrafyası, iklimi, ekonomik ve siyasî yapı‐sı, dinî inançları, vb. tarafından biçimlendirilir. Birey, bu bilginin/geleneğin içine doğar ve yaşamı boyunca da geleneksel bilgiyle sürekli bir alış‐veriş içinde olur; ki geleneksel bilgi yoluyla da toplumsal bilin elde eder. Bu bilgi, toplum  bireylerinin  ‘karşılıklı  olarak  tanı[dığı]  kodlarla  aktarılır’  İnsanlar ortak belleğin içeriğinde yer alan kutsal olanla olmayanı, ödev ve sorumlu‐luklarını, birbirleriyle ilişkilerindeki yasaları, bu bilinç sayesinde öğrenirler. Geleneksel bilgi yararlı ve işe yarar olduğuna güvenildiği oranda güncelli‐ğini korur ve kullanılır. ‘Ortak belleğin ve paylaşılan deneyimin bütün ürün ve  imgeleri’  toplum bireylerince birlikteliklerini, barış ve huzur  içinde de‐vamlılıklarını  sağlayıcı  araçlar  olarak  kullanılacaktır.”  (SEVER,  2008:68) (OĞUZ, 2007: 6‐8) 

Ne var ki, toplumsal belleği Sever ve Oğuz’un aktardıkları gibi, “Her türlü toplumsal gönencin kaynağı”, daha da ötesi modern çağın “illetlerine” karşı paratoner gibi  algılamak,  çok masum bir  izah  tarzı oluşturmaya‐caktır. Her ne kadar insan, doğayla tanıştıktan hemen sonra deneyimle‐rini, korku ve umutlarını mutlak “maddi” kalıplara dökme  ihtiyacı his‐setmişse bile,  toplumsal bellek öyle bir kere oluştuktan/kurgulandıktan sonra  ilelebet  ilk  zamanki  biçimini  korumaz/koruyamaz. Mağaraların duvarlarından ilk eşyaların üzerindeki şekillere, kağıdın bulunmasından kitle  iletişim  teknolojisine bulduğu hemen her  fırsatı düşünce‐duygula‐rına maddi içerik kazandırmak amacıyla kullanan insan, aynı objeye kar‐şı geliştirdiği farklı yorumlarla, kurduğu en küçük grupta bile tüm grup üyelerince,  “katıksız  paylaşılan” ortak bir  toplumsal  bellek  etrafında  ke‐netlenmeyi  başaramamıştır.  Bu meyanda  gerek  aile  içindeki  farklı  al‐gılama tarzları gerekse çağımızın işbölümüne dayalı karmaşık toplumsal yapısında; majörle‐minör,  evrenselle‐ulusal,  ulusalla‐yerel  arasında  gi‐dip‐gelen  siyasal  denge,  toplumsal  belleği  adeta,  “ulaşıldıkça  ulaşılmaz olan hasrete” dönüştürmüştür. Yalnız  toplumsal belleğin bu muğlak ya‐pısı,  onu  değerden  düşürmemiş  veya  “atıl  toplumsal  kategori”  haline sokmamış, bilakis ona siyasal‐toplumsal iktidarın kurgulandığı, insanlık tarihinin mücadele alanı olan sivil  toplumda, özgül ağırlığını kazandır‐mıştır. Bu bağlamda  toplumsal bellek  için, “Siyasal  iktidarın kurgulandığı mücadele alanının toplumsal tarihsel bilinçaltıdır” denilebilir.  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

92

TOPLUMSAL HAFIZANIN İKİ YÜZÜ Bu  noktada unutulmaması  gereken  bir  diğer  konu,  toplumsal  belleğin sadece  siyasal  mücadelenin  aktörlerince  üretilmek  ve  yeniden  üretil‐meye çalışılan kurgusal bir alan olmadığıdır. Doğallayın  toplumsal bel‐lekten  bahsedilirken,  onun  doğası  gereği  toplumsal  fail  insan  (sıradan insan)  tarafından yeniden  türetildiğidir. Daha doğduğu  andan  itibaren mitler‐efsaneler‐söylenceler‐davranış  kalıplarıyla  kuşatılmış  hazır  bir toplumsal  alanla  karşılaşan  birey,  aileden  okula,  işyeri  pratiklerinden boş zaman geçirme tercihlerine dek hemen her eylemine, elinde toplum‐sal belleğin ürünü olduğu  ileri  sürülen yol haritalarıyla başlamaktadır. Öte yandan bir süre sonra içine sıkıştığı davranış‐düşünüş kalıplarından sıkılmaya  başlayan  birey  yavaş  yavaş  toplumsal  belleğin  kimi  ürünle‐riyle  çatışmaya  düşer.  Bu  birey‐toplum  ikilemine,  toplumların  sadece büyük acıları, dertleri, faciaları değil; o toplumu bir araya getiren sevinç, mutluluk,  paylaşımları  da  unutma  genel  eğilimi  taşıdığı  eklendiğinde toplumsal  belleğin,  en  az  “yeni  zamanların  başat  kuram‐kalıpları”  kadar yapıntı  bir  içeriğe  sahip  olduğu  öne  sürülebilir.  Toplumsal  belleğin ürünlerinin bozulmadan, kuşaktan kuşağa aktarılmak suretiyle ne kadar yaşayabileceğini  araştıran Eliade,  süreyi yaklaşık 200 yıl olarak  saptar‐ken,  Raglan  rakamı  150  ile  sınırlandırmaktadır.  (ELIADE,  2006:70) (SEVER:66)  

Geçmiş  kuşaklarla  değer‐yargı  çatışması  yaşayan  yeni  kuşaklar,  sa‐nılanın  aksine  toplumsal  bellek  yoksunu  birey  öbekleri  değildirler  as‐lında. Tam tersine içinde yaşadığı çağda değişimin temel bir dinamik ol‐duğunu  kavrayan,  hızına  yetişmeye  uğraştığı  yeni  zamanların  taleple‐rine mantıklı yanıtlar sunmaya çabalayan yeni kuşaklar, nasıl ataları geç‐mişte  geçmişi  yaşadıysalar,  bugünde  günü  yaşamak  adına  toplumsal bellekte  bir  yapı‐bozumuna  gidilmesini  desteklemektedirler.  “Hızlı‐sert değişime  karşı  olduğunu”  sıklıkla  yineleyen  çağcıl muhafazakâr  görüşler de,  tıpkı rakipleri olan diğer  ideolojiler gibi bu yapı‐bozumunu gerçek‐leştirmeye  aday  fikir  akımları  olmaktan  kendilerini  kurtaramazlar.  Bu bağlamda  hemen  her  muhafazakâr  görüş,  özellikle  dinsel  içeriğiyle önplana  çıkanlar,  içinde  yürüttüğü  eni‐konu  belirsiz  “gelenek  tartışma‐ları”nda,  toplumsal belleğin “muhafazacı” bir yapı‐bozumunu gerçekleş‐tirme girişiminde bulunmaktadırlar aslında.  

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

93

Öyleyse  bilinçaltı  gerçeğin  farkına  varmayıp  onu  ketlemek  midir, yoksa sır çözeltisinin  içinden gerçeğe dair bir  farkındalık yaratmak mı‐dır? Toplum, anlamını kavrayamadığı modernitenin,  içeriğini bilmediği “şerri”nden  kaçmak  isterken,  toplumsal  belleğini  çalıştırıp  gerçekliğin farkına varmayı dilemekte, her seçim karşısına dizilen ideolojilerden, bu gerçekliği, anlayabileceği şekilde açıklamasını beklemektedir. Toplumsal belleğin keşfi ve işletilmesinde sanatın önemine dikkat çeken Fromm so‐runu, “Kısaca gerçek, ‘Nesnenin ne olmadığının algılanması’ demektir. Gerçek bir şey üzerine söylenen son söz değildir, tam tersine hayalkırıklığına giden yola atılan bir adımdır. ‘Bilinçaltının farkına varmak’ gerçeğin aranması hususunda önemli bir öge niteliğini taşır; yetişmek (büyümek) ise, hayallerin kaybolması ve ‘yanılgıların azalması’ demektir. Bilinçli halde iken bilincine varılmayan şeyler, sanat  yoluyla  bilinçli  hale  getirilebilirler”  şeklinde  yorumlamaktadır. (FROMM 1998:130).  

Hatırlanacağı gibi modernite kendisinden önceki tüm düşünce kalıp‐larını,  devlet  biçimlerini,  dinsel‐siyasal‐toplumsal‐sosyal  değer  kalıpla‐rını  altüst  edip  yerine  yenilerini  önererek  tarih  sahnesine  çıktı.  Bugün teklif  ettiği pek  çok değer/çözüm önerisi  tartışılan, hatta belki biraz da haksız  bir  “kavram  tüketiciliği‐tükenmişliği”yle  hesaplaşılmaya  çalışılan modernite, yapıbozumuna uğrattığı eski  toplumsal belleği, kendi kalıp‐larıyla yeniden kurmaya çalışmıştı. Bu yazıda modernitenin Çifte Dev‐rimler  Çağı  ile  beraber  tüm  dünyaya  yaydığı,  “Devlet/ulus‐dev‐let/millet/milliyetçilik/ben‐öteki” kavramları, yeni bir yapıbozumu girişimi‐nin eşiğinde irdelenmeye çalışılacaktır.  

“Ben Ve Öteki”  Bostancı’dan Wallerstein’a, Anderson’dan Gellner’e değin çoğu düşünür millet fikrinin paralelinde “ben ve öteki” çatışkısını da getirdiği üzerinde hemfikirdirler. Bu düşünürlerden milliyetçiliği daha az problematik bir çerçevede ele alan Bostancı, modernizmin itici gücü olarak nitelendirdiği milliyetçiliğin;  herhalükarda  düşman  yani  ötekiyle  bir  savaşım  içinde bulunduğunu kabullenir. Ancak yazara göre milliyetçiliği sorunun kay‐nağı  ya  da  temel müsebbibi  olarak  değerlendirmek  de  yanlıştır.  Zira kavga, düşmanlık ve “ötekine karşı duyulan” öfke milliyetçiliğin tarih sah‐nesinde  boy  gösterdiği  iki  asırlık  zaman  diliminden  çok  önce  de  sür‐mekteydi.  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

94

Millet bahsini  aşıp  “ulus‐devlete” dönmeden önce  tekrar Gellner ku‐ramlarıyla yüzleşmek, birbirinin ardışığı olarak  telaffuz  edilen  iki kav‐ramın daha kolay değerlendirilmesini sağlayacaktır. Her etnik kimliğin bir ulus sayılamayacağını kabullenen Gellner, işe millet kavramını farklı açılardan değerlendiren  iki  temel görüşün eleştirisiyle başlıyor. Fransız Devrimi’nin  ürünü  “iradi”  anlayışla  Alman  Romantizmi’nde  ifadesini bulmuş antropolojik yaklaşımının “millet”in üzerindeki sis perdesini ara‐lamaya  yetmediğini  öne  süren Gellner, milleti  uluslaşmanın meydana getirdiğini varsayar. Bu anlayışa göre millet uluslaşmanın nedeni değil ancak  sonucudur  ki, Anderson’dan Hobsbawm’a  pekçok  düşünür  so‐runa aynı pencereden bakmayı yeğlemiştir. (GELLNER, 1992: 23‐28)  

Gellner’e göre bir millet  farklı devletlerin sınırları  içerisinde uluslaş‐madan da yaşayabilir. Bu hususu genellemesine dayanak yapan Gelner, devletlerin uluslardan önce varolduklarını ve Sanayi Devrimi  ihtiyaçla‐rının uluslaşmayı dayattığını belirtir. Kuşkusuz  tüm bu savları milletin devletleşmenin  sonucu  olduğuna  ilişkin  yargı  izler. Klasik  kavramları kullanmamasından ötürü pekçok sosyal bilimciyi zorlayan Gellner, daha sonra  “kültür”  kelimesinin  içerik değiştirdiğine dikkati  çeker  ve Tarım toplumu  ile Sanayi  toplumunun  farklı kültürel dinamikler etrafında  şe‐killendiğini kaydeder.  

Siyaset  sosyolojisi  itibariyle  kışkırtıcı  görüşler  dillendiren  Beck  de, ulus‐devlet/ millet  ikilisinin  beraber  değerlendirilmesi  gerektiğine  ina‐nanlardan. Birbirlerini  tanımamalarına  rağmen ortak bir ulus yazgısına inanan  yurttaşların  ancak,  “Hayali  bir  cemaat”  oluşturduklarına  inanan Anderson’un  (ANDERSON,  1993:15)  görüşlerine  katılan  Beck, milletin oluşabilmesi için elzem olan bir diğer kavramdan bahseder. Yazarın üze‐rinde ısrarla durduğu bu kavram ise “sınırdır.” Beck’in temel görüşü bir milletin belli  sınırlar  içerisinde diğerlerinden  ayrıştığıdır, ki burada da millet/ulus‐devlet  ikilisi  yeniden  yanyaya  getirilmektedir.  (BECK, 1999:114) Yazar bir adım daha atarak birbirlerine yakınlığını her fırsatta dile  getiren  ve  sayısı milyarları  bulan Hıristiyanlardan din  bayrağı  al‐tında bir siyasal yapı oluşturmanın zorluklarına değinir. En ateşli bir Hı‐ristiyan milliyetçinin, Hıristiyanlardın  birlikteliğini  düşlemekle  birlikte bunu  tek  bir  bayrak  altına  indirgeyemediğini  vurgulayan  Beck (BECK:117‐139),  belli  ki Anderson’un  savlarındaki  bir  tezada  işaret  et‐mektedir. 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

95

ULUS‐DEVLET/DEVLET/MİLLET Tıpkı  millet  ve  milliyetçilik  tartışmalarında  olduğu  gibi  devlet  husu‐sunda  da,  eldeki  veriler  devletin  ne  olduğundan  ziyade  ne  ol‐ması/olmaması gerektiğine  işaret eder niteliktedir. Antik  çağlardan bu‐güne hayli sık tanım ve içerik değiştiren devlet kavramına ilişkin en “sı‐nırlı” bilgi yine  sözlüklerde bulunabilir kuşkusuz. Türkçe  sözlüğe göre devlet,  “Toprak  bütünlüğüne  bağlı  olarak  siyasal  örgütlü  bir  ulusun  ya  da uluslar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık” diye tanımlanıyor. (Çağdaş Türkçe Sözlük, 1985: 210) Ancak devleti tanımlayan bu ilk maddenin ar‐kasından gelen hemen  ikinci bir  tanım daha var. Bu  tanımda devletin, “Mutluluk, ongunluk” olduğu savunuluyor. (Çağdaş Türkçe Sözlük: 210) 

Görüldüğü gibi özellikle ikinci tanım Türkiye gibi “yarı‐Doğulu” top‐lumlar açısından hayatî önem taşıyor. Ne var ki, klasik liberaller de dev‐lete bir mutluluk ya da ongunluk atfediyorlardı ki, hangi ulusun millet olabilme  veya  devletleşebileceği  o  ulusun  elinde  bulunan  “ongunluk‐refah‐kaynak”  ile  belirleniyordu. Devlet  kavramı  toplumların  yaşamı  ve günlük halk diline öylesine yerleşmiştir ki, dünyanın dört bir yanında “devlet”e atıf yapan pekçok kavram, benzetme ve deyim bulunmaktadır. İlginç olması açısından Türkçe’de günlük dile yerleşen ve devlete atıfta bulunulan kimi kavram ve söz dizgeleri ile anlamları şunlardır: 

Devlet baba: Halk arasında devlete yönelik kullanılan söz 

Devlet düşkünü: Zenginken fakir düşmüş, görgülü, güngörmüş kişi  

Devlet gemisi: Devlet yönetimi 

Devlet kuşu: Talih 

Devlet‐hah: Mevkii düşkünü 

Devlet‐i ebed müddet: Saltanatı ebedi olan güçlü devlet 

Devlet‐i şehadet: Şehitlik mutluluğu 

Devlet‐i iktiran: Refah içerisinde, mutlu 

Devlet meab: Yücelik sığınağı 

Devlet medar: Büyüklük örneği 

Devlet ü ikbal: Büyük‐sınırsız mutluluk  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

96

Devletin,  “baba”  olarak  algılandığı Türk  toplumunda devlete  ilişkin kavram‐deyim  ve  sözcük  dizgelerinin  sayısının  binlerce  olduğu  sanıl‐maktadır. Yukarıdaki örnekler karşılaştırıldığında devlet kelimesine halk arasında ikili bir görüş açısıyla yaklaşıldığı sezilecektir. Devletin kudretli ve büyük olduğu 14‐18. yüzyıllarda, halkın devlete yüklediği mana ço‐ğunlukla olumludur. Bu süreçte  toplumsal bellekte, devlet kavramı ge‐nellikle, “kudret kaynağı, refah ve bolluk” timsali olarak vurgulanmaktaydı. Hatta Osmanlı  soylularına, Hanedan  için devlet hizmetinde  başarı  ka‐zanmış kişilere “devletlu” payesi verilmesi boşuna değildir. 

Ne var ki, devlet bir “organizasyon” olarak ele alındığında, ki şüphesiz tanım  itibariyle de  izlenmesi gereken yol budur, devletin de diğer  tüm organizasyonlar ya da yapılar gibi günün birinde gerilemeye başladığını farkedilir. Osmanlı  toplumunda 18. yüzyıl  itibariyle kendisini gösteren bu süreç, “devlete yüklediği anlamların değişmesi” ile son bulmuş yani top‐lumsal  bellekte  devlet  yeni  bir  değerlendirmeye  tabii  tutulmuştur.  Bir zamanlar, maziden atiye kutluluk ve bolluk atfedilen devlet artık; sığın‐tıların, rüşvetçilerin kısacası “organizasyonsuzluk” ya da “organizasyon bo‐zukluluğunun” adı haline gelmiştir.  

MACHIAVELLI’DEN GÜNÜMÜZE 

Yeniden devlete  ait  tanım ve yorumlara dönüldüğünde Machiavelli’ye eğilmek zorunluluğu kaçınılmazdır. Devlet yönetimini, yönetici hüküm‐darla özdeşleştiren ve Loranzo de Medici’ye hitaben yazdığı ünlü eseri Hükümdar’da başlı başına bir devlet felsefesini anlatan Machiavelli, siya‐sete  kazandırdığı  “gerçekçilik”  ilkesiyle ün  yapmıştır. Hükümdar’da  sık‐lıkla üzerinde durulduğu gibi evrensel anlamda devletin en  temel özel‐liği “gerçekçilik” ve bu gerçekliğin  toplumsal/sosyal sorunlara uygulanış şekli olarak algılanabilecek, yararcılık  ilkesi doğrultusunda  şekillenmiş, “pragmatizm”dir.  Şimdi  Machiavelli’nin  devlet  felsefesini  yorumlayan aşağıdaki alıntıya yer vermek uygun olacaktır: 

“O, devleti maddileştirmekte,  siyaseti ahlak ve hukuka bağlamak  iste‐memektedir. Siyasal olayları  iyi ya da kötü olarak değerlendirmek  istemi‐yor, gerçekliklerinin varolup olmadığına bakıyor. Machiavelli, siyasal olay‐ları  bir  kimyagerin  kimyasal  tepkileri  incelediği  gibi  incelemiştir.  Labo‐ratuarında çok kuvvetli bir zehir hazırlayan kimyager hiç kuşku yok ki bu‐nun sonuçlarından sorumlu  tutulamaz. Çünkü bu zehir usta bir doktorun elinde bir  insanı kurtarabileceği gibi bir katilin  elinde de bir  insanın ölü‐

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

97

müne neden olabilir. Her iki olayda da kimyageri ne övebilir ne de suçlaya‐biliriz.” (CASSIER,1984:187)  

Machiavelli’ye göre “mükemmel bir organizasyon”  işlevi görmesi gere‐ken  devletin  mutlaka,  “gerçekçilik”le  hükmetmesi  gerekir.  Hükümdar’a yapılan atıflar modern anlamda devlete uyarlandığında devletin şefkatli olması lazımdır ancak; gerektiği takdirde toplumun genel güvenliği için en ağırından  şiddete de başvurulabilinir. Devletin organizasyonuna da değinen  Machiavelli  dönemin  en  örgütlü  Krallığı’na  dikkati  çekerek Fransa Krallığı’nda devlet yapı ve otoritesini sağlayan ciddi bir kuram‐sallaşmanın yaşandığından bahseder. (MACHIAVELLI,1985:79‐82)  

Ünlü  düşünürün  devlet  yapısı  ve  organizasyon mükemmeliyetçili‐ğine  ilişkin  öngörüleri  bunlarla  da  sınırlı  kalmaz  kuşkusuz.  Zira Machiavelli’ye göre devletin ihtişamını göstermek uğruna mutlaka yap‐ması  gereken  bir  şey  daha  vardır.  Bu  da  halkın  “oyalanması”dır. Machiavelli’yi  yeniden  yorumlamaya  girişenler  bu  noktada  “oyalamak‐tan” kastın devletin kendisine güç katacak sembol ve  totemleri bulması hatta yaratması olduğunu ileri sürerler. Gerçekten de bir devlet felsefesi kimyageridir  ünlü  düşünür. Halkın  devlete  bağlılığını  bildirecek  gör‐kemli ve  rutin  törenlere  ihtiyacını  farkeden Machiavelli, görüşlerini  şu şekilde ifade eder: “Ayrıca Hükümdar, her sanat dalında başarılı olmuş kişi‐leri benimseyip övmeli, böylece erdemden yana bir  insan olduğunu göstermeli‐dir. İşlerinde rahat çalışabilmeleri için halkı teşvik etmelidir. ... Hükümdar bun‐dan  başka yılın  belirli  zamanlarında halkı  tören ve  eğlencelerle  oyalamalıdır.” (MACHIAVELLI,1985:106)  

Burada üçlü bir kurgu göze çarpıyor. Söz konusu kurgunun  ilk aya‐ğını sanat dallarında‐günümüz itibariyle spor ve bilim de eklenebilir‐ba‐şarılı  olan  kişilerin  ödüllendirilmesi  oluşturuyor.  Takdir  edileceği  gibi sanat,  spor  ve  bilim  dallarında  üstün  başarı  göstermiş  kişiler  aynı  za‐manda halka da mal olmuşlardır. Bu kişilerin desteklenmesi hem halk ile devleti yakınlaştıracak hem de  toplumu devletin adaletine  ikna edecek‐tir. Ayrıca toplum şuuraltında, iyiliği ödüllendiren devletin birgün ken‐dilerini de ödüllendireceğine inandırılmaktadır.  

İkinci ayak halkın çalışmaya teşvikidir ki, bu husus da devletin hami‐yetperver ve adil olduğuna yetkin bir delildir. Kurgunun son ayağında tören ve eğlenceler gelmektedir. Bu bahse millî ve dinî bayramlar, hatta 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

98

geleneksel kimi  inançlar da  eklenebilir. Günümüzün  çağdaş devletleri‐nin  bile  bu  tip  görkemli  kutlamalardan  vazgeçemedikleri  düşünüldü‐ğünde Machiavelli’nin ne denli haklı olduğu anlaşılır. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nde 29 Ekim ve 10 Kasım’da Anıtkabir’i dolduran yüz bin‐ler,  aynı  tarihlerde  çeşitli  illerde  verilen  ücretsiz  konserleri  “onurlandı‐ran”  yığınlar, üç  şeye  inandıklarını  vurgularlar. Bunlardan  birincisi  ve devlet açısından en önemli olanı devletin bir kurum olarak onaylanma‐sıdır. Etkinliklere gelen katılımın genişliği  toplumun da o devletin va‐tandaşı olmaktan mutlu olduğunu gösterir ve son olarak etkinliklere ka‐tılan devlet ricaliyle sevilen sanatçılar vasıtasıyla toplum katmanları ara‐sında bir uçurumun bulunmadığı sembolik olarak ortaya konur. Son ba‐his devletin kendisine bağlı toplumunu ödüllendirmesi anlamını taşır. 

Machiavelli dünya düşün tarihinin en ağır eleştirilen toplum mühen‐dislerinden biri olagelmiştir. Ancak yine de Machiavelli; en sağından en soluna devlet felsefesine hasbelkader bulaşmış ne kadar düşünür varsa, hepsini  etkilemeyi başarmış, onların düşün dağarcığına katkıda bulun‐muştur. Hatta klasik Marxist doktrinin, “ideal düzen”  şeklinde kurgula‐dığı, 1944 El Yazmaları’ndaki ideal düzen tasarımında bile proloteryanın çalışırken  fazla sıkılmamasını, devletin çalışmayı spor, hobi, balık avla‐mak  gibi  zevkli  bir uğraş  gibi  göstermesi  gerektiği  varsayılır.  (MARX, 1993:173‐184)  

DEVLETİN ÜÇ BİLEŞENİ Kapani’ye göre devlet hususunda yapılmış en geçerli tanımlardan birisi Fransız kamu hukuku doktrininde aranmalıdır. Kapani bu tanımı, “Dev‐let, milletin hukukî nitelik kazanmış  şeklidir” diye özetler.  (KAPANİ, 1996: 34‐35) Ne var ki, bu tanım ulusun devletin oluşmasından sonra kodlana‐rak meydana  getirildiğine  inanan  düşünürlerle  açık  bir  biçimde  çeliş‐mektedir. Devletle ilgili daha kesin bir tanım da Avusturya Hukuku’nca yapılmıştır. Bu tanıma göre devlet, etkili olarak yürürlükte bulunan hu‐kukî normlar sistemidir.  

Yine  de  devleti  tanımlayan  tüm  yorumlar  bir  araya  getirildiğinde devletin  kurulup  yaşatabilmesi  için  üç  temel  ögeye  ihtiyaç  duyduğu açıktır. Bunlar yönetici erk, belli bir toprak bütünlüğü ve devletin varlı‐ğını onaylayan yurttaşlar  topluluğudur.  (ÖZTEKİN,  2003:25‐32) Tekrar Kapani’ye  dönüldüğünde,  Türk  siyaset  bilimcinin  devlet  tanımının  şu olduğu anlaşılır: “Devlet,  belirli  bir ülke üzerinde yerleşmiş,  zorlayıcı  etkiye 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

99

sahip bir iktidar tarafından yönetilen bir insan topluluğunun meydana getirdiği siyasal kuruluştur.” (KAPANİ:35) 

Devletin varlığı noktasında  farklı açılımlara ulaşan düşünürler, “so‐yut varlık” fikrinden hareket ederler. Örneğin Fransız düşünür Burdeau, “Devlet, ancak insanlar onu düşündükleri için vardır ve varlığını sürdürmekte‐dir” demiştir.  (BURDEAU, 1970:14) Bu arada devletin “ortaya  çıkış”  so‐runu da en az devletin tanımı kadar problematiktir. Bu konuya kafa yo‐ran düşünürler, uzun tartışmalardan sonra, devletin herşeyden önce yö‐netenlerle yönetilenler arasına keskin bir ayrım çekmiş olduğunu öne sü‐rerler. Yani bu noktada siyasal‐askeri erk, yurttaştan ayrılır. Ne var ki bu ayrılığın üzeri yurttaştan rıza almak amacıyla düzenlenen etkinlik, tören ve sembollerle örtülür. Ayrılığı daraltan diğer bir unsur da çeşitli afetler ve  savaşlardır. Kapani,  tartışmalı  olan  noktalardan  ayrıldığında  günü‐müzdeki  anlamıyla devletin  15‐16.  yüzyıllarda  ortaya  çıktığından dem vurur ve Weber’den etkilenerek aşağıdaki sonuca varır: 

“Bugünkü  anlamı ve bugünkü unsurlarıyla devlet yeni bir kuruluştur ve bu kuruluş ancak on beşinci ve on altıncı yüzyıllar içerisinde ortaya çık‐mıştır. ... Devlet, bugün için siyasal kuruluşların en genişi, gelişmişi, em iyi örgütlenmişi ve en kapsayıcı olanıdır.  İrili ufaklı birçok kurum ve kuruluş onun  içinde yer alır. Bu bakımdan devlet,  ‘Kurumlar kurumu’ olarak nite‐lendirilir. Siyasal olaylar, onun içinde cereyan eder. Bu yönden devlet, siyasal faaliyetlerin genel çerçevesini ve kadrosunu oluşturur.” (KAPANİ: 39‐43) 

Kapani’nin  en  haklı  olduğu  noktalardan  birisi  devletin  dönüşümü‐nün 15‐16. yüzyıllarda gerçekleştiğini söylemesiyle başlar. Bu dönem ön‐cesinde devletin sadece dönüşümü değil, adı da farklıydı. Devletten önce siyasal toplulukları anlatmak için “Polis, civitas, respublica ve regnum” gibi ifadeler kullanılırken, söz konusu dönemin ardından bu  ifadeler yerini, “Status, stato etat, state”e bırakmıştır. 

Son  iki asra damgasını vuran ulus‐devletlerin başlangıcı 19. yüzyıla dayanır. Tarım toplumundan Sanayi toplumuna geçerken kendisini his‐settiren ulusal‐devlet  ihtiyacı beraberinde ulusal pazar ve milletlerarası ekonomik  ilişkiler  düsturunu  da  getirmiştir.  (SARIBAY,  2008:  146‐150) Klasik liberal kuramcılar Fransız Haklar Bildirgesinden yola çıkarak her ulusun bir devlet kurarak kendi kaderlerini tayin hakkına ulaşmaları ge‐rektiğini  savunuyorlardı.  Ancak  klasik  liberaller,  “kendi  kaderini  tayin 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

100

hakkı”nın ancak büyük, köklü, ekonomik yönden gelişmiş devletlere ba‐ğışlamadan da geri kalmıyorlardı. 

Jurgen Habermas’a göre 16. yüzyıl sonrasında ekonominin içerik de‐ğiştirmesi  ticarî  şirketleri  bir  yolayrımına  getirmiştir. Ulus‐devleti  eko‐nomik kökenli bir kuramsal dizgeyle açıklayan ünlü düşünüre göre risk‐leri  fazlalaşan dönemin  ticarî yapılanmaları, “Artan  sermaye  ihtiyaçlarını ve riskleri paylaşmak” için sağlam siyasî bir sistem arayışına girerler. Eko‐nominin  arayışının  “millî  devletlerin”  oluşumuna  giden  bir  süreci  do‐ğurduğunu öngörülerine ekleyen Habermas, “Bürokratik kurumları ve gi‐derek  artan malî  ihtiyaçlarıyla merkantalist  politikayı  hızlandıracak  olan mo‐dern devlet inşa olur” demektedir. (HABERMAS, 1998:78‐80) 

Habermas  gibi  Gellner  de,  ekonominin  şekil  değiştirmesinin  ulus‐devleti oluşturduğunu kaydeder. Sanayileşmenin karmaşık bir işbölümü ve  onun  taleplerini  oluşturduğunu  vurgulayan  Gellner,  ulus‐devletin “merkezileşme”  kavramıyla  birlikte  ele  alınmasının  önemini  belirtir. Gellner ulus‐devletin  tarih  sahnesine  gelişinin  etkilerini  de,  “Sanayileş‐meye geçiş çağı beraberinde ulusçuluk çağını da getirmiştir. Bu çağ artık ken‐dini ilk kez hissettiren yeni ulusçu zorunluluğu yerine getirmek için siyasal ve‐ya  kültürel  sınırların ya da her  ikisinin değişikliğe uğradığı  çalkantılı  bir ye‐niden intibak çağıdır” diyerek tasvir etmektedir. (GELLNER: 80) 

Tarım toplumunda bireylerin kendilerini ve yakın çevrelerini yeniden üretebilme hürriyetine  sahip olduklarını hatırlatan Gellner, Sanayi  top‐lumuna geçişin bu olanağı ortadan kaldırdığını  ileri sürer. Sanayileşme sonrasının modern  toplumlarında her bireyin “bir  rahibe” dönüştüğünü ve kutsallığın yerüstünden yeryüzüne inmesinin yaşandığını da savunan Gellner, kişisel‐topluluksal yeterlilikten artık  söz edilemeyeceğini belir‐tir. Bu andan itibaren kültürel açıdan kimsenin kendisine “berberlik” ya‐pamayacağını ve karmaşık işbölümünden meslek edinmeye, aileyi ayak‐ta tutmaktan standartlaşan bir hâkimiyet sistemine uyum sağlamaya ka‐dar hemen her alanda ulus‐devlete ihtiyaç duyulmaya başladığını savu‐nan Gellner, sözlerini, “Modern toplum, bağımsız bir eğitim sistemini yürü‐tebilecek  cesameti  olmayan  hiçbir  alt‐topluluğun  artık  kendi  kendini  yeniden üretemeyeceği bir toplumdur” diyerek sürdürür. (GELLNER: 68‐70) 

Hatırlanacağı gibi Sanayi Toplumu’na geçiş belirli bir işbölümünü de paralelinde getirmektedir. Yukarıda verilen alıntılarda da bu  işbölümü‐mün kendi kendisine yetebilen, etrafını‐doğayı dönüştürebilecek hareket 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

101

alanına sahip ailenin veya geleneksel işbölümünün bu kabiliyetini yitir‐mesiyle  noktalanmıştır.  Sosyal  bilimciler  istikrarlı  toplumdan  Sanayi Devrimi ile birlikte hareketli topluma geçilmesinin, nüfusun artışı ve ör‐gün  eğitime  geçişle  yanyana  değerlendirilmesini  önermektedirler. Zira artık dar kalıplar ve küçük topluluklar‐içi özel iletişim‐sembol kullanım sistemleri önemlerini yitirmişler, ekonominin örgün eğitim ve belirli bir sınır kapsamında herkesin iletişim kurmaya katkıda bulunacağı ortak bir dille  toplumu yeniden dönüştürme aşamasına varılmıştır.  İçinden geçi‐len süreçte toplumsal bellek bir yandan güçlü kırılmalara sahne olurken, diğer yandan bugünü geleceğe uyarlamak  adına, belleğin yeni  zaman‐lara  uyarlanmasını  modernitenin  sunduğu  olanaklardan  yararlanarak gerçekleştiriyordu. Gellner  söz  konusu  süreç  hakkında,  “Evrensel  okur‐yazarlık ve eğitilme hakkı modern değerler tapınağının çok iyi bilinen bir tarafı‐dır. Devlet adamları ve politikacılar bundan saygıyla söz eder, insan hakları bil‐dirileri, anayasalar ve parti programların gibi siyasal metinler de bu hakları kut‐sallaştırır. ... Aynı durum temsili ve sorumlu hükümet, serbest seçim, bağımsız yargı,  konuşma  ve  toplanma  özgürlüğü  gibi  şeyler  için  de  geçerli”  şeklinde özetlemektedir. (GELLNER: 60‐61) Düşünür, tüm bu sosyalleşme süreç‐lerinin  verili  sınırlar  içerisinde  varlığını  sürdürmeleri  beklenilen  ulus‐devletlerin programları çerçevesinde işletilebildiğini belirtmektedir.  

MERKEZİLEŞME SÜREÇLERİ VE TARİHSEL MÜCADELE ALANI 

Gellner, kuramlarını biraz daha özete  indirgediği bir diğer eserinde de, Fransız Devrimi’ni izleyen iki asırlık dönemde dinî ya da hanedan kral‐lıklarının ekonomi ve sosyal değer değişimine yanıt veremediklerinden ötürü miatlarını tamamladıklarını ve bunların yerlerini daha önceki sos‐yal  yapı,  yüksek/kültürler  veya mevcut  halk  geleneklerinden  yeni  bir kültür  dizgesi  çıkartan  ulus‐devletlere  bıraktıklarını  aktarmaktadır. (GELLNER,1998:241)  

Tüm bu anlatımlarda karşımıza üç  temel aktör çıkmaktadır. Bunlar‐dan  ilki piyasanın yeni koşullarının dayattığı “merkezileşme süreçleri”dir. Artık belli bir krala bağlılıklarını bildiren ancak yüksek şato duvarlarıyla ayrıştırılmış  güç  ittifaklarının  ekonominin  gereksinimlerini  gidermeye mecalleri kalmamıştır.  (AĞAOĞULLARI‐KÖKER, 2007:169‐180) Ekono‐minin  hızla  belirginleşen  dönüştürücü  etkisi  verili  bir  sınır  içerisinde bağlayıcı tek otorite ve kanunlar dizgesinin gerekliliğine işaret etmekte‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

102

dir. Ayrıca dünya pazarlarının milletlerarası bir ortamda dayanaklarını bulması  yönetimin  tek  elde  toplanarak,  “merkezileşmesi”ni  zorunlu  kıl‐maktadır. Önümüze çıkan diğer  iki aktör  ise millî birimler  ile siyasî bi‐rimlerin  çıkarlarının  çakışmasıdır. Tarihsel pratikler  söz konusu  iki ke‐simin çıkarlarının benzeşmemesi halinde gözlemlenen yerli siyasal akım‐ların ya sekteye uğradıklarını ya da hiçbir zaman toplumsal etkinlik eşi‐ğini  geçemediklerini  göstermektedir.  Aslında  sorun  salt  yerli  siyasal akımları ilgilendiren bir olgu da değildir. Zira bir siyasal akımın, günü‐müzde; seçim başarısının ötesine geçen kalıcı bir utku kazanabilmesi için hem  iç hem de dış  talepler arasında denge oluşturup, her  iki  tarafın da çıkarlarını  ortak  zeminde  buluşturabilmesi  lazımdır.  ABD’li  kuramcı Putnam’ın, “Çok Boyutlu Oyun Kuramı” adını verdiği bu denklemde, si‐yasal hareketlerin, farklı beklentiler karşısında neden hayli çabuk sarsılıp dağıldıklarının ipuçlarını yakalamak mümkündür. (EDER, 2003:230‐242)  

Toplumsal hafızayı salt doğal bir süreç analizi biçiminde okumaktan öteye geçebilenler,  toplumun bilinçaltının  farklı  tarihlerde  farklı siyasal hareketler tarafından “oluşturulmaya”, “yapı‐bozumuna” uğratılmaya çalı‐şıldığını  sezinleyeceklerdir. Bu  bağlamda  toplumsal hafıza,  bir  yandan toplumsal  bilinçaltına  yerleştirilmiş/itilmiş/kazınmış  tarihsel  gerçeklik‐ler,  bu  gerçekliklerin  semboller, mitler,  söylencelerle  beslenmiş  görün‐güleri  diğer  yandansa,  siyasal  hareketlerinin  özdeksel  bilinçaltlarının mücadele alanıdır denilebilir.  

Ulus‐devletin eski  totom ve kutsallıkların yerini alarak,  son  iki yüz‐yıla  damgasını  vurduğu  sıklıkla  tekrarlanan  bir  husustur.  Ortaçağ’da tüm doğa ve siyasal olayları Tanrı’nın ve onun yeryüzündeki  temsilcisi ruhban sınıfının öngörülerine dayanarak açıklayan bir öğreti; teokrasiye karşı laikliği, bilimi, aklı ve yurttaşların eşitliğini savunan yeni değerler dizgesi karşısında yenilgiye uğrayınca mevcut değerler  ister  istemez te‐petaklak oldu. Çok yinelenen bir tabirle, “yeryüzü tanrısı olan devlet”, Or‐taçağ teokratik anlayışına galip geldiğinde, “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve yurttaşlık” gibi kendisine has “kutsalları” önplana çıkardı. Bu değerler be‐raberlerinde, “Egemenliğin kime ait olduğu” sorusunu da getiriyordu. Ar‐tık Ortaçağ teokratik öğretisine duyulan güven çok sınırlı seviyeye düş‐tüğüne  göre  egemenliği de Ortaçağ  teokrasisi  ve merkezi devletin  bu‐lunmayışının doğurduğu boşluktan beslenen  feodaliteden alınıp, özgür yurttaşlara verilmesinden daha doğal ne olabilirdi ki? 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

103

Nitekim beklenilen oldu ve modernizm, “yeryüzü tanrısı”nı yarattı. Bu tanrı egemenliği özgür yurttaşlar  topluluğu olan ulusa veren ulus‐dev‐letti hiç kuşkusuz. Egemenlik hissi yeni bir çatı arayan yığınlara sempa‐tik geliyordu  çünkü bundan böyle kaderlerinin  iki dudak arasında be‐lirleneceği bir ruhban, aristokrat sınıfı ya da krallık makamı kalmıyordu. Üst sınırı olmayan ve toplumsal eşitliği göreceli bir şekilde ortadan kal‐dıran ulus‐devlet, egemenliği özgür  iradeyle uğruna savaşılacak bir de‐ğer olarak sunuyordu. 19. yüzyıl, Gellner ve takipçilerinin deyimiyle ye‐ni  ekonomik  ve  sosyal  koşulların  dayattığı  bir  paylaşım‐hâkimiyet‐dönüşüm alanı olarak yavaş yavaş ulus‐devletin kurumsallaştığı bir dö‐nüm noktası haline gelmeye başlıyordu. 

Ne var ki, kodlanmış ve toplum rızasına sunulmuş bir olgunun kök‐ten “Hayalî cemaat” sayılmasına gerek yoktur. İlk dinsel metinlerden kök‐lü  teokrasilere,  krallıklardan  feodal  beyliklere  hatta  sosyalizm  ve  li‐beralizme değin aslında her akım insan kültürü, değerleri ve inançlarının az ya da çok bir ürünüdür. Tabii bir ayraç açarak, dinsel metinlerin ve teokrasilerin kökten  insan ürünü olmadıklarını hatırlatmakta  fayda ola‐caktır ancak yine de belli bir dinsel öğretinin halk arasında yayılabilmesi, yığınları etkileyebilmesi açısından “cüzzi iradenin” ona boyun eğip, inan‐ması yani “rıza göstermesi” zorunludur. İşte böyle düşünüldüğünde mil‐liyetçilik ve ulus‐devletin de hedef kitlesini kendisine inandırması ya da onu fethetmesi şarttır.  

İnsan  psikolojisi  gereği  “ben”,  çevrem  ve  benim  gibi  düşünenlerse, “öteki” de bana yakın ya da tanıdığım birisidir. Buradan da anlaşılacağı üzere, belli bir coğrafyada ortak bir yaşam paylaşım alanı ve  tanışıklık mevcuttur. Soykan, bu konuda verdiği şu örnekle sorunu net bir şekilde aydınlatıyor? “Öteki kimdir? Çinli ötekidir, Sırp düşmandır. Sırp öteki değil‐dir. Nasıl olsun, hergün TV’de, yani ufkumun içinde, karşımda duruyor. Düş‐manım ufkumun  içindedir;  birgün  dostum  bile  olabilir. Yaşamda nice  dostun düşman, nice düşmanın dost olduğu çok görülür. Ama öteki, benim düşmanım bile değildir. O, sanki yoktur.” (SOYKAN, 1998:8‐12) 

“HAYAL EDİL”MEMİŞ CEMAAT HANGİSİ? 

Milliyetçiliğin sosyalizm ya da dini siyasallaştıran akımlara nazaran çok daha “az hayal edilmiş” bir cemaat olduğunu betimlemek bir hayli kolay‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

104

dır.  Aynı  doğrultuda  gidecek  olursak  SSCB’nin  yıkılışından  önce  bir Türk sosyalistinin penceresinden Romanyalı, Bulgar, Rus proleteryasının eşiğine geldiği durum, Uzakdoğu ve Afrika proleteryasının karşılaştığı güçlüklere nazaran önemliydi. Yine  son Doğu Timor pratiği  irdelendi‐ğinde meselenin siyasal İslam indinde de çok farklı olmadığı ortaya çık‐maktadır. Anımsanacağı gibi Bosna ve Sancak’ta Sırplarca uygulanan et‐nik  temizlik ayıbı, Türkiye’de geniş yankı bulmuştu. Hatta kimi  İslamî yayın  organları  durumun  vahametini,  “Bugün  Saraybosna,  yarın Yenibosna” çığlıklarıyla duyurdular. Aynı süreçte Türkiye’deki sol basın eski proleter kardeşlerini koruma endişesi ile Bosnalı güçlerin işledikleri savaş suçlarına geniş ye verdiler. İslamî ve milliyetçi Türk basını, bu sol görüşlü yayın organlarına ateş püskürdüler. Zira Bosna  tanışımız daha da önemlisi soydaşımızdı ve onların “hata” yapma, “suç  işleme” şansları yoktu. 

Kısa  süre  sonraki Doğu Timor olayları  İslamî basının  ikinci  sıradan bile gündem maddesi olamadı. Timor, gazetelerin iç sayfalarını süsleyen bir  ibret  vesikasından  ibaret  kaldı. Hatta  kimi muhafazakâr  yayın  or‐ganları, Müslüman  güçlerin  haksız  olduklarına,  sorunun  bir  “alışıldık Vehabi  huysuzluğu”na  dayandığına  işaret  etmekten  kaçınmadılar.1  İşin doğrusu Doğu Timor bizim  için birşey  ifade etmiyordu. Doğu Timorlu Müslümanlar mağdur  değil  haksız  ve  zalim  kanat  gibi  de  gösterilebi‐lirdi. Doğu Timor, Türkiye perspektifinden bakıldığında ne “ben”, ne de “öteki”ydi. Zira Doğu Timor, “hiç kimseydi.”  

Çeçenistan yüzünden ayrı düştüğümüz Rusya bile Türkiye’ye Doğu Timor’daki Müslümanlardan daha anlamlı geliyordu. Zira bugün “öteki” olan Rusya, kısa bir süre sonra “Mavi Akım projesi”, “PKK liderine ‘terörist’ demesi”, “Irak’a uyguladığı haksız işgal nedeniyle yanıbaşımızda biten ABD’ye karşı dengeleyici bir müttefik”, “Türkiye’de iktidara gelen İslamcı partiye karşı laik kesim açısından  sert  seküler devlet geleneğiyle  sığınak” olma potansiye‐liyle;  Türkiye’ye  yakın,  daha  da  çarpıcısı müttefik  olabilirdi. Örnekler ayrı ayrı ele alınıp bir denkleme varıldığında milliyetçilik, ulus ve ulus‐devletin,  sosyalizm,  liberalizm  ya  da  dinsel  akımlara  nazaran  toplum bedeninin  fenomenolojisine  epeyce  yatkın  ve  “az  hayal  edilmiş”  bir  ce‐maat olduğu gerçeğine ulaşmak mümkün gibi gözükmektedir. 

1 Ayrıntılı bilgi için Eylül‐Ekim 1999 Yeni Şafak ve Ayyıldız gazeteleri Dış Haberler sayfa‐larına başvurulabilir. 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

105

Kısa açıklamadan sonra Bauman’a geçildiğinde, düşünürün devlet ve ulus‐devleti  iki  temele oturttuğu anlaşılabilir. Bauman, “Bir güç merkezi tarafından bir arada tutulan bir toprak parçası olamadan devletten bahsedeme‐yiz” diyor. (BAUMAN,1998:176‐177) Yani ulus‐devlet de, devletin genel tanımında olduğu gibi kendisini korumak amacıyla şiddete başvurur ve bir  toprak parçasına yaslanan “egemenlik” hakkına sahip çıkar. Bauman ulus‐devletin içinde bulunduğu çelişki ve uzlaşı zincirini de birbirinden ayırmaz. Düşünüre göre ulus‐devlet yurttaşının rızasını almalı ve yurt‐taşlar topluluğuna kimi haklar bağışlamalıdır. Yurttaş penceresinden so‐run irdelendiğinde de yurttaşların tanınan hakları kullanabilmek için bir dizi görevi yerine getirmeleri lazım gelir ki, görevlerin en önemlisi vergi ödemektir. (BAUMAN:176‐180) 

Öte yandan yurttaş‐ulus/devlet  ilişkisi hiçbir zaman eşitlikçi  çizgide yürümez. Evet teoride yurttaşın devletinden bazı özerklikleri alması söz konusudur  ancak devlet  anlaşmayı herdaim  tek  taraflı  veto  etme hak‐kına sahiptir. Ne de olsa, “Devletin bakış açısından uyruklar herşeyden önce devlet  tasarrufunun  nesneleridir.”  (BAUMAN:181)  Nesnelik  durumu  ne devletin genel tanımında ne de ulus‐devletlerde değişmiştir. Bu anlamda devlet‐ulus/devlet‐yurttaş  ilişkileri  tahakküm ve hegemonyaya dayanır. Yani ulus‐devlet bir “tahakküm odağı”dır. (SCOTT, 1995:3‐29)  

Bauman’a geri dönüldüğünde ise düşünürün ulus‐devlet/yurttaş iliş‐kisini bir bağımlılık  ilişkisi  şeklinde değerlendirildiği ortaya  çıkacaktır. Yurttaşlar topluluğuna güvenmeyen ulus‐devlet; uyruklarının “bencil çı‐karlarını dizginlenmesi” açısından sürekli kanun ve yasaklara gereksinim duyduğu  önyargısıyla  hareket  eder.  İlişki  hastanın  bağımlılığında  bir “doktor‐hasta” pratiği çerçevesinde de yorumlanabilir. (BAUMAN:181) 

Modernizmin Sanayi Toplumu ve kapitalist üretim  süreçlerinin  ras‐yonelleşmesi ışığında incelenmesini öneren Giddens, bu ilişkiler örüntü‐sünün  “ulus‐devletin”  kurumsallaşmasıyla  sonuçlandığını  savunur. An‐cak Giddens’a göre yeni  sosyal normların  en  tepesinde yer  alan “ulus‐devlet” bir organizasyondan ziyade “aktör”e benzetilmelidir. (GIDDENS, 1991:15) Kuramını uluslararası ilişkiler bağlamında somutlayan Giddens, Gellner ile takipçilerinin, “Milletlerarası ilişkilerle yürüyen ekonomi ve Pazar ilişkileri” savına hak verir ve ulus‐devletlerin uluslararası arenada sanı‐lanın aksine sadece kendi içsel varlıklarıyla uğraşmadıklarını; toplumla‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

106

rarası sistemin yürütülmesini sağlayan birer monitör sistemleri gibi işlev gördüklerini vurgular. Bunun için de ulus‐devletler birer organizasyon‐dan  ziyade uluslararası  ekonomik  ilişkileri  sağladıkları kolaylıklar, ka‐nunları ve düzenleyici örgütlenmeleriyle ayakta tutan birer aktördürler. (GIDDENS:15‐16)  

KÜRESELLEŞME‐SİVİL TOPLUM‐SİYASAL TOPLUM Giddens,  küreselleşmeyle  birlikte  aktörün  görev  tanımlarında  değişik‐likler olduğunun da altını çizer. Yazar, küreselleşmenin ulus‐devleti kö‐şeye sıkıştırdığını, siyasî iktidar (hükümet) ve aktörün ülkenin genel‐ge‐çer sorunlarına vakıf olduğunu ancak bazı politik meselelerin sosyal ik‐tidar/sivil  toplum  sınırlarına  taşındığını  ileri  sürer. Bu bağlamda küre‐selleşmeyi,  ne  direk  reddedilecek  ne  de  anında  biat  edilecek  bir  yapı‐lanma  olarak  algılamayan  düşünür,  ulus‐devlet/küreselleşme/  küresel yeniden yapılanma kuramlarına karşı kuşkuyla yaklaşır. Politikanın içe‐riğinin  değişimiyle  birlikte  ekonomi,  kanunların  önemli  kısmı  ve  top‐lumu refah içerisinde bir arada tutma misyonları yine aktörün görevleri‐dir. Giddens, meseleyi şöyle inceler: 

“Siyasetin dar tanımında ulus‐devlet ve onun yönetimsel güçlerinin hâ‐kimiyeti  sürmektedir. Yine de bir ulus‐devlet daha geniş  toplulukları  ilgi‐lendiren kararları  tek başına alamaz. Genetik  çalışmalarını  sürdürmek bir devletin  ilmi gelişimine çok az etki edebilir, global bağlamda  ise etkileşim daha  dramatiktir. Nükleer  araştırmaları  sınırlarında  durduran  bir  devlet, eğer komşu ülkeler aynı hassasiyeti göstermiyorlarsa fazla anlamlı bir karar almamıştır. Hayatı ilgilendiren daha geniş kararlar ulus‐devletlerin bağım‐sız  inisiyatiflerince  uygulanamazlar. Zira  bu meseleler  tüm  insanlığı  ilgi‐lendiren haklar ve ödevleri beraberinde getirir.” (GIDDNES: 226)  

Aktörün globalleşmeyle birlikte hem bazı hususlarda yetersiz kaldı‐ğını hem de hak ve yükümlülüklerini yeniden tanımlama mecburiyetiyle karşılaştığını savunan Giddens, geniş katılımlı sosyal hareketlerin ulus‐devletle dirsek  teması  içerisinde bulunmak durumunda kaldıklarını be‐lirtiyor. Bu noktada da NGO  sorunuyla yüzyüze geliniyor. Giddens’ın haklılık payı da buradan başlıyor çünkü dünya çapında arkasına rüzgar almış sivil hareketlerin emellerine ulaşabilmeleri açısından en hakiki da‐yanakları ulus‐devletin  tanıdığı propaganda ve düşündüğünü  söyleye‐bilme,  kamuoyu  yaratma  hakkıdır. Özetle  söylemek  gerekirse  küresel‐leşme de ne ulus‐devletle ne de onsuz olmuyor. Belki önümüzdeki za‐man sürecinde nispeten “tahakküm dozu azaltılmış” hizmet ve hakemliği 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

107

yatkın bir ulus‐devlet anlayışı beklemek hakkımız ancak bu beklenti ça‐ğımızda ulus‐devletin,  tıpkı ailede olduğu gibi, en “ehven‐i  şer”  ‐“vazge‐çilemez yapı” konumunu koruyacağı da bir gerçek. 

Toplumsal hafızanın  sahası olan alanlardan bir diğeri de kültürdür. Ansiklopedik ve  sözlük  tariflerini  incelendiğinde “kültür”ün herşeyden önce muallâk‐kaypak bir açılıma sahip olduğunu öğreniliyor. Lundby ve Ronning bir dizi yananlamı içeren kültürün geniş bir tanıma sahip oldu‐ğunu ve genelde  terimle neyin  ifade edilmeye çalışıldığının anlaşılama‐dığını savunur. Ancak “kültür” bilmecesini kavramak üzere yapılan araş‐tırmalar  bugün  sosyal  bilimcilere  belli  bir  ölçüye  kadar  dimağ  ay‐dınlatma şansı verecek seviyeye de ulaştı. 

Kültür sorunu ve  teorilerini bitmek  tükenmek bilmeyen bir enerjiyle sürdüren Raymond Williams, yer yer kuramlarını değiştirmek pahasına da olsa kültüre antropolojik menşeli bir bakış  eğrisi getirebilmiştir. Ne var ki Williams sorunu sadece kültüre net bir anlam kazandırmak  şek‐linde almaz. Ona göre dönüştürücü ve değiştirici yanlarıyla bir “kültür teorisi”ne ulaşmak esastır. Williams, “... Sadece sanat ve eğitimde değil, top‐lumsal kurumlar ve sıradan davranışlardaki anlam ve değerleri  ifade eden özel bir yaşam biçimi. Böyle bir tanımdan yola çıkılınca kültür analizi belirli bir ya‐şam biçiminde ve belirli bir kültürde, örtük ve belirtik anlam ve değerlerin açık‐lık  kazanması  demektir”  şeklinde  çabalarının  sebebini  ifade  etmektedir. (DICK, 1988:15) 

İşçi  sınıfının  kültürüne  kafa  yoran  ve  kültür  teorisinde  yer  verdiği izahlarla  sosyal  çatışmaların kökenlerine  inmeyi gaye edinen Williams, insanlar  arasındaki  temel  farklılıkları  ortaya  koyma  yollarından  birisi olarak görür kültürü. Williams’ın  tam da bu noktada kültürün gerçek‐leştirilip  yaşanabilmesi‐paylaşılabilmesi‐problemine  dikkat  çektiği  gö‐rülür. Bu paylaşım “ortak bir kültür” fikri ve belli kültürel cemaati aktör‐lerini de peşisıra sürüklüyordu. Williams’a göre kültür belirli bir sınıf ya da azınlık hakkı olarak topluma sunulup, dayatılmış bir yapı olamazdı. “Anlam ve değerler belirli bir kesim tarafından değil, yaygın bir biçimde yaratı‐lıyorsa (ve burada verilecek ilk örnek, içinde taşıdığı potansiyeller belirli bireyler tarafından  geliştirilip  derinleştirilse  de  asla  tek  bir  bireyin  yaratımı  olmayan dildir) o zaman bir kültürel cemaat olgusundan söz etmek zorundayız” diyen Williams;  iktidar  baskısı,  iletişim  tekeli  ve  bilgininin  eşitsiz  dağılımını 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

108

sorun  olarak  görse de,  kültür  tartışmalarının  ortak  bir  kültür potasına evrilmesinden yanaydı. (WILLIAMS, 1997:11‐12) Klasik ve muhafazakâr anlamıyla  estetik  mükemmellik  içeren  kültür  tanımına  eleştirel‐etnografjik yaklaşımının  süzgecinden geçiren Williams, kültürü bir ya‐şam tarzı olarak ele alır. 

Özbek,  kültürün  çelişen  iki  tanımını  (estetik mükemmellik/  yaşam tarzı)  dönüştürerek  birarada  kavramlaştıran  Raymond Williams’ın,  bi‐rinci  kalıptaki  fikirler  geleneğini  demokratikleştirdiğini  öne  sürer. Williams’ın yüksek değerler atfedilen sanatı bile genel toplumsal süreç‐lerde bile özel bir biçim olarak aktardığını sözlerine ekleyen Özbek, kül‐türün seçkinlikten sıradanlığa geçtiğini belirtir.(ÖZBEK,1994:75‐77)  

ÇİFTE DEVRİMLER ÇAĞI’NDA KÜLTÜR/MEDENİYET Williams kültür kavramını algılayabilmek için dilde üretilen yeni sözcükler ve bu sözcüklerin kullanıma girerek nasıl  farklı anlamlar kazandığını gör‐mek gerektiğine inanır. Bu açıklamaya göre 18‐19. yüzyıllarda kültür içerik değiştirerek  öncesinden  çok daha  kilit  bir mana  kazanır. Çifte Devrimler döneminde (Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi) burjuva toplumunu ortaya çıkaran dinamikler, oturmaya ve yeni bir  toplumsal yapının “üretilmesi”ni zorunlu kılmaya başlar. Kökeni 16. yüzyıla değin giden bu dönüşümler, ka‐pitalist  endüstrileşmenin  anahtar dinamiklerinin  toplumsal yaşamın  içeri‐sinde bir “hükmü şahsiyet” kazanmasını zorunlu kılar. Dolayısıyla da, kültür artık toplum ve ekonomiyle birlikte ele alınma başlar. 

Kapitalist endüstriyelleşme ve Çifte Devrimler öncesinde toplum; bir‐likte olmak, belli pratikleri paylaşmak, beraberlik olarak açıklanıyordu. Oysa yeni  tanımıyla birlikte  toplum,  toplumsal  sözünü de karşılayacak yeni  bir  içeriğe  sahip  olmalıydı.  Toplumsal  sözü  ise  beraberinde  sivil toplumu yani mutlak otoriteye‐kilise veya krallık‐karşı  insanların oluş‐turduğu bir birlikteliği de getiriyordu. Özbek bu anlamda sivil toplumu, “Devlete karşı toplum” olarak konumlandırıyor. Kapitalist süreç evvelinde “ev  idaresi” olarak  adlandırılan  ekonomi de, Çifte Devrimler  çağı gere‐ğince yeniden anlamlandırılmalıydı. Kapitalizmin ulusal‐pazar ihtiyaçla‐rı paralelinde Avrupa’da ulus‐devletlerin kurulması, ekonominin; ulus‐devlet çerçevesinde yeniden yorumlanıp, “toplum  idaresi”ne evrilmesine zemin hazırladı. Hızla endüstrileşme de ekonominin anlamının bir kez daha  değişmesine  sebebiyet  verdi.  Yeni  tanımıyla  ekonomi,  “Üretimin dağılış ve alışveriş dizgesi” demekti.  

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

109

Burjuva düşüncesinin  toplumsal yaşama getirdiği en önemli özellik‐lerden biri, mevcut olan hayatın bölünüp, parçalanarak alanlara ayrılma‐sıdır. Williams da, söz konusu anlayışın kültürün,  toplumsal ve ekono‐mik  olanın  dışında  kalan  parçaları  kapsayıcı  bir  niteliğe  bürünmesine neden olduğunu öne  sürer. Böylelikle de kültürel kavramı, “Din, ahlak, sanatlar, aile, entelektüel yaşam gibi özel yaşamı ve onun zihni, yetenekleri çer‐çevesinde tanımlanan” bir içerik kazanır.2  

Bu bağlamda  İngiltere ve Fransa ile Almanya arasında kültür tanım‐ları açısından bir ayırım yaşandığı dile getirilmelidir. Bugün yapılagelen “kültür‐medeniyet”  tartışmalarına  beşiklik  eden  bu  ayırım  çatışmanın ekonomi ve politika menşeli  iki görüş açısı  içerisinde gerçekleştiğini de gösteriyor. Kültürel alanda soylularıyla burjuvasını birleştiren Fransa ve İngiltere’de kültür ve medeniyet kavramları da  içiçe geçerek bir bütün‐sellik oluşturur. Ayrıca bu iki ülkede kültürel olarak uygara ortak bir an‐lam yükleniyor ki bu anlam; “Hem davranış, hem sanatsal hem de entelektüel alandaki başarılar”a tekabül eder.  

Sanayi Toplumuna  intibakta diğer  iki ülkeye karşı hayli  geciken,  sü‐rekli bölüp‐parçalanıp, millî egemenlik sıkıntısı çeken Almanya  ise o dö‐nemde aslı itibariyle bir tarım toplumu görüntüsü çiziyordu. Kültürel diz‐geden yola çıkarak bir “medeniyet”  tanımı yaratan Fransız ve  İngiliz  top‐lumlarında dönüşüme orta sınıf aydınları önderlik ederken, Almanya’da problemleri giderecek bir ortak toplum olma bilincini yaratıp bunun mer‐kezine kendi kültür tanımını yerleştirme temel hedef olmuştur. Almanlar‐la İngiliz ve Fransız entelektüellerini daha fazla tartışmadan önce medeni‐yet kelimesine yüklenen anlamı incelemek yararlı olacaktır. 

Genel‐geçer kimi  itirazlarına  rağmen Fransa ve  İngiltere’de medeni‐yet, daima bir ileri gidiş ve insanlığın varabileceği son aşamadır ve “Uy‐garlık; ekonomik, teknolojik, bilimsel, hukuksal, toplumsal, sanatsal ve davranış‐sal olan herşeye işaret eden bütünlüklü bir kavramdır. Bu süreçte uygar olmak hem davranışlarla, hem de ortaya çıkarılan bilimsel,  teknolojik,  sanatsal ürün‐lerle simgelenir” şeklinde özetlenebilir.  

2 Bu konu Meral Özbek’in Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde verdiği Kültür Tarihi dersi notlarından derlenmektedir. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

110

Almanya  için böylesi bir kavrama  itibar  edilmesi hayli güçtür. Zira problemli bir birliktelik olan Almanya’da belli bir medeniyet evriminden önce verili bir birliktelik ya da toplum oluşturulması gerekiyordu. Zayıf burjuva sınıfı ancak güçlenmiş aristokrasisi ile Almanya’da soylular, uy‐gar bir toplum‐ulus/devlet olma istenci taşıyorlardı. Ne var ki, burada da Almanya açısından  trajik bir açmaz yaşanıyordu. Zira Alman  soylu  sı‐nıfı, bir yandan kültürel dizgesini Fransızları  taklit ederek ve Fransızca konuşarak inşaya çalışırken, diğer yandan da Fransa‐İngiltere üretimi bir kavramlar topluluğunu onaylamayıp ulus‐devlet orijinli yeni bir sisteme öykünüyordu. İşte tam da bu noktada meseleye el atan ve soylularla ça‐tışan Alman orta sınıf entelektüelleri, bugünün millî kültür kuramcıları‐nın dilinden düşmeyen ünlü yorumu geliştiriyorlardı: 

“İnsanlığın gelişimi denen şey, böyle lüks, para ve etiket içinde kodlan‐mış bir davranışlar  sisteminde olamaz. Teknolojik ve bilimsel gelişme de‐nen şeyler de yararlıdır ama kültürlü olmak  için yeterli değillerdir. Çünkü insanın gelişmesi böyle dışsal  şeylerle  tanımlanamaz. Oysa bütün bu dav‐ranışlar dışsaldır, etiketlerdir, görüntülerdir. Asıl olan  insanın  iç alemidir, insan ruhunun, insan zihninin gelişmesidir.”3

Görüldüğü gibi Fransa ve İngiltere’de ortaya atılan “uygarlık merkezli” kültür kavramı davranış ve başarıları da kapsıyordu. Buna karşın Alman orijinli kültür kuramında davranışlar dışta bırakılıp,  insan ruhunun yü‐celtilmesi gibi muğlâk ancak bugün bile hararetle tartışılan bir yapı esas alınıyordu. Kültürün yeniden yapılandırılması bunlarla da sınırlı kalmı‐yor  ve  Batı’nın  dinle‐mutlak  otorite  olarak  kilise‐ile mücadelesi  sonu‐cunda din, laikleşmeye yenilerek toplumsal süreçlerdeki itibarını önemli ölçüde yitiriyordu. Kültür, bu meyanda sanatlar ve edebiyatlar dünyası‐nın  mükemmelliği  ve  sınırları  çerçevesinde  ifadelendiriliyordu. (WILLIAMS: 25‐26)  

KÜRESEL MODERNİTEYE KARŞI ULUSAL MODERNİTE “Kültür‐medeniyet”  tartışmasının  başlangıcına  işaret  eden  bu  farklı  an‐lamlandırmada,  İngiltere  ve  Fransa  kendi  açısından  haklı  önermelerle konuya yaklaşırlar. Her  iki ülkede uygarlık bir oydaşı  çerçevesinde  ta‐nımlanmıştır. Bu oydaşı ise ülkedeki orta ve aristokrat entelektüel grup‐ları arasında yaşanmıştır. Ayrıca Fransız‐İngiliz entelektüelleri uygarlığı, 

3 Özbek, Kültür Tarihi ders notları… 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

111

“toplumların varabileceği  en  son  ileri nokta” olarak  tanımlıyorlardı. Tanım beraberinde,  “karşı  koyulamazlığı”  ve  yayılmacılığı  da  getiriyordu  hiç kuşkusuz.  Oysa  Alman  anlamlandırması  yayılmacılığa  ve  evrensellik iddiasına yerellik‐ulusallık‐itirazıyla yanıt veriyor. Özbek farklılığı, “Al‐man ruhunu en iyi yansıtan, yani asıl millet olan, Alman köylüsü ve onun te‐mel değerlerini geliştiren orta sınıf entelektüelleridir. Yani millî kültür kavramı, burjuva uygarlık kavramına karşı, köylü bir halkın kendisini kurmasında yararlı bir kavram olarak ortaya çıkıyor” şeklinde özetler.4  

Kültürü  açıklanıp  geçiştirilecek  bir  kavram  olarak değil de,  “oluştu‐rucu” güç olarak  ele aldığımızda Alman merkezli açıklamalarında kısa süre sonra “kültür‐medeniyet” tartışmaları hususunda eksik kalacağını an‐lamak  için  kâhin  olmak  gerekmiyor. Nitekim, Alman  kuramcıların  “iç alem” şeklinde tasarladıkları kültür kavramını eleştirerek, kültürü “halka ait genel süreç” olarak betimliyorlardı. Hatırlanacağı gibi Alman orta sınıf entelektüalizmi kültürün temelini oluşturan temel değerleri folktan yani Alman köylülerinden  almışlardı. Herder  ise bu yapının dışına  çıkarak, “Toplumların tarihi birbirlerinden  farklıdır. Her toplum uygar toplum gibi ol‐mak zorunda değildir. Nitekim Almanlar,  ‘Biz  farklıyız’ diyor. Dolayısıyla ben Alman toplumunu anlamak için sadece akıl ürünlerine bakmakla kalmam, aynı zamanda örflerine, adetlerine, şarkılarına, gündelik yaşamlarına da bakarım.  ... Kültür öyle oluşturucu bir süreçtir ki, her sürecin sonunda, toplumların  farklı yaşam tarzları oluşur. Tek bir yaşam tarzı, tek bir uygarlık, tek bir kültür değil; farklı ve özgün kültürler vardır” şeklinde görüş bildirir.  

Herder’in açıklamaları kültürün modernizmle aynı anlama gelmedi‐ğini  de  gösterir.  Bugün  yapılagelen,  “kültür‐evrensel  kültür‐millî  kültür” ayrımlarını da özetleyen bu yaklaşım Türkiye gibi aydınları Fransa’dan etkilenip, ulus‐devlet aşamasında ve  I. Dünya Savaşı’nda Alman “kaşı‐ğına” başvuran nihayetinde ise işin içerisinden bir türlü çıkamayan Türk Sosyolojisi açısından hayatî derecede önem  taşımaktadır. Meseleyi Tür‐kiye  çerçevesinde  ayrıntılandırmadan  evvel,  bu  bölümün  başında Williams tarafından evrilen kültür tanımlarının, Sanayi Devrimi’nden bu yana kültürün üst üste yeniden kavramsallaştırılarak tarif edilen kavra‐mın aldığı nihaî şekillerden birisi olduğunu vurgulamak yararlı olacak‐tır. Williams, bu bağlamda kültür düşüncesinin tarihini de, “Ortak yaşan‐

4 Özbek, Kültür Tarihi ders notları. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

112

tımızın değişen koşullarına düşüncede ve duyguda gösterdiğimiz tepkilerin bir listesidir.  ... Kültür düşüncesinin tarihi tanımlarımız ve anlamlarımızın da bir listesidir. Fakat bunlar kendi açılarından ancak eylemlerimiz bağlamında anla‐şılabilirler” şeklinde tanımlamaktadır. (WILLIAMS:22) 

MİLLΠKARAKTERİN ÖZELLİKLERİ 

Milliyetçilik ve millete ilişkin tartışmalar “Millî karakterin özellikleri”ni de peşisıra getirir. Zira pek çok kuramcı, bir “inşa süreci” olarak ele aldıkları ulusallaşmayı  o  süreçte  başat  rol  oynayan  kavramlar‐kurumlar  dizge‐siyle birlikte  irdelerler. Aynı  şekilde muhafazakâr ve milliyetçi kuram‐cılar da her ulusta farklılık gösteren bu kavram‐kurumlara kendi millet‐leri perspektifinde önem atfederek değer kategorilerine sokmaya çalışır‐lar. Ünlü sosyolog Max Weber bile yazılarının, “millet” bahsinde, milleti tariften ziyade “Millî karakterin özellikleri” hususu üzerinde durmuştur.  

Millet  kavramının netlikle  ifade  edilemeyeceğini  çünkü her milletin oluşumunda önem verilen kavramların değişiklik göstereceğini savunan Weber, milletin belirli bir grup  insanın diğerlerini nasıl algıladığını or‐taya  koyan  değerler  bütüne  işaret  ettiğini  belirtir.  Bu  anlamıyla millet kavramı,  “değerler  alemi”ne  aittir denilebilir. Millî  karakterin  özellikleri olarak, “dil, din, kültür,  tarih,  ırk(soy‐kan)”ı sayan, ancak; hiçbir özelliğin tüm ulusların oluşumunda ortak belirleyiciliğe  sahip olmadığını  savla‐rına ekleyen Weber, her  toplumun kendi özgül değerler  sisteminde  in‐celenmesini salık verir. (WEBER,2000:168)  

Weber tam da bu noktada millî karakterin özelliklerinin ancak tek bir açıda bütünsellik oluşturabileceklerini öne  sürer. Bu bütünselliğin kay‐nağı  da milliyetçi  elitlerin millet  nosyonunu  üzerine  kurdukları  temel değer‐özelliklere  yükledikleri  “kutsiyet,  saygınlık”  değerliliğidir. Weber, konuyu şöyle özetler: 

“Millet düşüncesinin  savunucuları  için  ‘saygınlık’  iddia ve çıkarlarıyla çok sıkı bir ilişki içinde bulunduğu gerçeğini biraz daha irdeleyeceğiz. Mil‐let düşüncesinin en erken ve en hareketli ifadelerinde üstü‐örtülü de olsa şu ya da bu biçimde ilahi ‘misyon’ söylencesinin yer aldığı görüyoruz. Bu dü‐şüncenin  temsilcileri etkilemek  istedikleri kişilerden hep bu misyonu yük‐lenmelerini beklemişlerdir. Millet düşüncesinin ilk örneklerinde yer alan bir başka öge de bu misyonun ancak millet olarak tanımlanabilecek bir grubun özelliğine  yaslanılarak  yerine  getirilebileceği  idi. Dolayısıyla,  öz‐gerekçesi kendi içeriğinin değerinde arandığı ölçüde, bu misyon tutarlı olarak ancak belirli bir ‘kültür’ misyonu gibi görülebilirdi.” (WEBER:171) 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

113

Millî  karakterin  belirleyici  özelliklerini Weber’e  yakın  kavramlarla açıklayan Bostancı ise “dil, ırk, kültür, tarih, kutsallık”a kitle iletişim araç‐larını da eklemiştir.  (BOSTANCI,1999:59‐61) Gerek Weber gerekse Bos‐tancı’nın önemsediği  tüm bu unsurlar, gündelik dil veya daha bilimsel bir  ifadeyle dilin birincil anlamı üzerinden  tamamen “iktidasızdır”lar. Bir diğer  anlatımla  ne  ulusu‐dini,  ne  kültürü‐dili  ne  de  tarihi‐kitle  iletişim araçlarını harekete geçirip, kitlelerle buluşturmaya  semboller  türetilmek‐sizin imkân vardır. Semboller‐mitler‐söylenceler millî karaktere ruh veren, ortak duygu‐inanç‐fikir paylaşımını yayan temel araçlardır ki, tüm bu un‐surların birleştiği alana “sembolik çatı” (KLATCH, 1988:140) adı verilir.  

SONUÇ:  MODERN  BELLEK  YİTİMİ  TOPLUMSAL  BELLEĞİ GERİ KAZANDIRIR MI? Sembolik çatı ekseninde var kılınan değerlerle kendi yargılarını düşüm‐deşleştiren modern  insan, dilin  ikinci anlamı yani gizli anlatılara sakla‐nan  veriler  ışığında  kendisine  bir  gelecek  kurgular.  Zihinsel  ekonomi yapmak, o güne dek hiç  tanımadığı  insanlarla gerektiğinde  aynı değer etrafında birleşip ölünebileceğini kavrayan “yurttaş” kod adlı modern bi‐reyin  iletişim  ihtiyacını karşılamak,  toplumsal politik kimlikleri belirle‐yip  onamak,  hep;  sembolik  çatı  dolayımıyla  gerçekleştirilen  paylaşım alanlarıdır.  (SARIBAY:  84‐85)  Bu  noktada  toplumsal  belleğin  “zor  za‐manlar”da bir kuşaktan ötekine anlamsızlaşabileceği veya değer yitimine uğrayabileceği  anımsanmalıdır.  Belki  de  tek  bir  toplumsal  belleğin  ol‐duğu ve yeniye atılan her adım, etrafında birleşilen her yeni değeri bu bellekten “felaket niteliği”nde kopuş varsayan “Ortodoks muhafazakâr” dü‐şünceden kaçınmak gerekiyor. 

Aslına bakılırsa bu konuyu  somut bir örnekle deşmek daha anlamlı olacaktır. Örneğin “Çanakkale Savaşı” ele alındığında, bu savaşın acı‐tatlı anıları, hüzünleri ve beraberinde getirdiği  eşsiz zaferle, Türk  insanının toplumsal belleğinde hayli sarsılmaz bir yer edindiği tartışmasız biçimde görülecektir.  Ne  var  ki,  bu  toplumsal  belleğin  farklı  kompartımanla‐rında,  Çanakkale  Savaşı  izlenimleri  farklı  parametrelerle  zihinlere  ka‐zınmıştır.  Bir  Kemalist’e  göre  Çanakkale  Savaşı  Mustafa  Kemal  Ata‐türk’ün tarih sahnesine yadsınamaz bir aktör olarak çıkıp ilk büyük zafe‐rine ulaştığı anken, İslamcı‐muhafazakâr akıl içinde Mustafa Kemal Ata‐türk  imgeleminin  çok  fazla  sivriltilmediği,  evliyalarla  kahraman Meh‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

114

metlerin kucak kucağa savaştıkları bir zafer anımsanmaktadır. Sol görü‐şe biraz daha yakın olan bir diğer Türk ise emperyalist İngiltere’nin yo‐lunun kesildiği, Rus Devrimi’ne dolaylı yardımda bulunulduğu yönüyle hatırlar  Çanakkale’yi.  Bu  bağlamda  toplumsal  hafızanın  bir  kom‐partımanında  Çanakkale  Savaşı Mustafa  Kemal’in  varlığının  sembolik bir  ifadesiyken,  diğerinde  menkıbe  sembolizmi,  üçüncüsündeyse  Rus devrimi ve proleter mücadeleye Türk  insanının sağladığı sembolik des‐teği imlemektedir. 

Göç Öyküleri  toplumsal bellekten  farklı anlam  çıkarmanın bir diğer somut  örneğidir.  (DANACIOĞLU,  2007:18‐19)  Osmanlı  İmparator‐luğu’nun Avrupa’da her toprak yitirişinden sonra, imparatorluğun içle‐rine yaşanan muhacir akını; Osmanlı bürokrasisi açısından bunaltıcı bir moral bozukluğu/bozgunun, muhacirler için hüzünlü yeniden başlangı‐cın, göçün yöneldiği yerler  içinse yerel halkın, zaten hiç de  iyi olmayan yaşam  koşullarına, ortak  olacak  “başbelaları”nın  istilasının habercisi  sa‐yılmalıydı. Hatta Anadolu kökenli kimi aydınlar,  ilk muhacir akınların‐dan hemen sonra, içlerinde yeni gelenlere karşı biriktirdikleri hınçtan il‐ham alarak, muhacirlerin bu ülkede hiçbir hakları bulunmadığını savla‐yan “Anadoluculuk hareketi”ni5 başlatmış olmaları, toplumsal belleğin ay‐nı  olay  karşısında  ne  denli  karmaşık/çatışkılı  düzlemlerde  ilerleyebile‐ceğinin kanıtıdır. 

Dolayısıyla bir toplumun ayakta kalabilmesi, bir arada yaşayabilmesi açısından asgari müştereklerde buluşulan bir toplumsal bellek anlayışına ne denli ihtiyaç duyulmaktaysa, belli akım ve/veya kişilerin kafalarında uslamladıkları varsayımsal bir toplumsal belleği kitlelere dayatması da o denli kaçınılması gereken arayışlardandır. Toplumsal bellek, o toplumun tüm üyelerini gönüldaşlık‐duygudaşlık zinciriyle birbirine bağladığında ya da karar alma süreçlerinde halkın önüne sunulacak farklı ama yapıcı tezleri derleyip  toparladığında  faydalıdır. Yapısı gereği  toplum mühen‐disliğinin üzerinde gerçekleştiği  tarihin‐siyasal  eylemin mücadele alanı olan toplumsal bellekte girişilecek lüzumsuz “tek‐tipleşme/tek‐tipleştirme”, sadece verili toplumu; gelenekler‐adetler‐inançlar‐duygular dolayımıyla köleleştirmeye yarayacaktır.  

5 Anadolucu Hareketin II.kuşak önderi Nurettin Topçu’nun, siyasi niteliği ağır basan eser‐lerinde muhacirlere yönelttiği suçlama ve nitelemelere bakılabilir. 

 

A.B. Dural: Toplumsal Belleğin Yapıbozumunda Modernite ve Temel Kavramlar…    

115

Bu makalede, 18. yüzyıl  sonrasında  insanı baştan aşağı yeniden ya‐pılandırmaya çalışan modernitenin siyasal‐toplumsal alana kazandırdığı en önemli kavramlara değinildi. Bunlardan ilki 18. yüzyıldan önceki fe‐odal devlet  tipini  tarihe gömerek, modern çağda  işbölümüyle ayrıştırıl‐mış,  ete‐kemiğe  büründürülüp  dünyevileştirilmiş  yeni  devlet  algısı, ikincisi bu algının doğal sonucu olan ulus‐devletti. Yığınları “yurttaş” bi‐çiminde kodlayıp düzenleyen ulusal yapı ve kurumlar, modernitenin an‐lam  dünyasını  zenginleştiren  üçüncü  kavramdı.  20.  yüzyılın  sonuysa kendi kavram/kuramlarıyla çok iddialı geldi. Hatta devlete artık ihtiyaç kalmadığı, dünyayı kaplayan küreselleşme karşısında ulus‐devletin işle‐vini yitirdiği ve/veya evcilleşerek kontrol altına girmek ya da dağılmak zorunda  kalacağı  tartışmaları,  siyasal  düşün  dizgesinde  yer  edindi. Ne var ki, gelinen noktada ne ulus‐devlet ne de onun kazanımları tarih sah‐nesinden silinip gitti. Milliyetçiliğin makrosundan çekinen dünya, mikro‐milliyetçilikleri yaratarak önce kendisine yerel‐korunaksız pazarlar açma‐yı; sonra da, bu yeni pazarları, küresel siyasal birlikteliklere mahkûm et‐meyi benimsemiş gözüken mevcut hegemonik  sistem, modernitenin ka‐nıksanmış kalıplarıyla amansız bir mücadeleye hazırlanıyor. Bu kapışma‐da küresel modernitenin mikro milliyetçilik, çokkültürlülük, küresel  ser‐maye silahlarına karşı ulusal modernitenin, devlet, ulus‐devlet, millet “tes‐lisi”yle karşılık vermeyi amaçladığı gözüküyor. Son kertede toplumsal bel‐leğin bileşenlerinin yine ulusal modernitenin elinde olduğu ve beklentile‐rin  aksine  yeni  ideolojik  yarışın, moderniteyle  postmodernite  ve  ondan türedi akımlar arasında değil, yine iki farklı modernite anlayışı arasında gelişeceği  ileri  sürülebilir.  Toplumsal  belleğin  bileşenlerini  oluşturan millî karakterin özellikleri, devlet, ulus‐devlet, millet, modern ben‐öteki algısının tartışıldığı yazının sonunda, “Modern bellek yitimi, mevcut koşul‐lar altında toplumsal belleğin geri dönüşümünü sağlar mı?” sorusu, hala açık‐uçlu bir tartışma noktası olarak kalıyor. ∇  

 KAYNAKLAR AĞAOĞULLARI, M. Ali‐KÖKER, L. (2007), İmparatorluktan Tanrı Devletine (İmge, 

Ankara)  

ANDERSON, Benedict (1993), Hayali Cemaatler (Metis, İstanbul) 

BOSTANCI, Naci (1999), Bir Kolektif Bilinç Olarak Milliyetçilik (Doğan, İstanbul) 

BAUMAN, Zygmunt (1998), Sosyolojik Düşünmek (Ayrıntı, İstanbul) 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

116

BECK, Ulrich (1999), Siyasallığın İcadı (Birikim, İstanbul) 

CASSIER, Ernst (1984), Devlet Efsanesi (Remzi, İstanbul) 

DANACIOĞLU, Esra (2007), Geçmişin İzleri (Tarih Vakfı Yurt, İstanbul) 

DICK, Hebdige (1988), Gençlik ve Altkültürleri (İletişim, İstanbul) 

EDER, Mine,  (2003), “Implementing  the Economic Criteriaof EU Membership:How Difficult  is  It  for  Turkey”,  Turkey  and  the  European  Union:  Domestic Politics,  Economic  Integration  and  International  Dynamics  (Frank  Cass Publication, New York)  

ELIADE, Mirea (2006), “Sözlü Edebiyat” Varlık 

GELLNER, Ernest (1992), Uluslar ve Ulusçuluk (İnsan, İstanbul) 

________, (1998), Milliyetçiliğe Bakmak (İletişim, İstanbul) 

GIDDENS, Anthony (1999), Modernity and Self‐Identity (California, Oxford)  

HABERMAS, Jurgen (1998), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü (İletişim, İstanbul) 

KAPANİ, Münci (1996), Politika Bilimine Giriş (Bilgi, İstanbul) 

KLATCH,  R.  E.  (1988),  “Of  Meanings  and  Masters:  Political  Symbolism  and Symbolic Action” Policy 21‐1. 

MACHIAVELLI, Nicolo (1985), Hükümdar (Sosyal, İstanbul) 

MARX, Karl (1993), 1844 El Yazmaları (Sol, Ankara) 

OĞUZ, M. Öcal (2007), “Folklor Ortak Bellek veya Paylaşılan Deneyim”, Millî Folk‐lor Yaz‐74.  

ÖZBEK, Meral (1994), Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski (İletişim, İstanbul) 

ÖZDEMİR,  A.  Beyhan  (2009),  “Görsel  Kültür  ve  Toplumsal  Bellek”, http://www.fotoritim.com/yazi/akademik‐bakis‐‐gorsel‐kultur‐ve‐toplum‐sal‐bellek, Erişim Tarihi: 23‐01‐2010  

ÖZTEKİN, Ali (2003), Siyaset Bilimine Giriş (Siyasal, Ankara) 

SARIBAY, A. Yaşar (2000), Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji (Everest, İstanbul) 

SCOTT, J. C. (!995), Tahakküm ve Direniş Sanatları (Ayrıntı, İstanbul) 

SEVER, Mustafa  (2008), “Toplumsal Bellek veya Geleneksel Eylem Bağlamında Bir Sözel Tarih Metninin Değerlendirilmesi”, Millî Folklor Yıl:20‐77  

SOYKAN, Ö. Naci (1998), Beden Fenomenolojisi Üzerine Düşünceler 

WEBER, MAX (2000), Sosyoloji Yazıları (İletişim, İstanbul)  

WILLIAMS, Raymond (1997), “Ortak Bir Kültür Fikri” (Mürekkep, İstanbul) 

________, (‐‐‐), “Kültür ve Toplum, Oluşum Dergisi‐45 (Oluşum)  

YILDIRIM, Dursun (1998), Türk Birliği (Akçağ, Ankara) 

________, (1985), Çağdaş Türkçe Sözlük (İstanbul, Milliyet) 

 

      

KOLLEKTİF BELLEK, ʺHATIRALAR SAVAŞIʺ ve ʺKARŞI HAFIZAʺ 

ÜZERİNE 

Burak GÜMÜŞ∗

 

ÖZET Bu makalede ortak bir kimlik oluşturma yöntemi olarak kullanılan, tarihsel gerçeklik ve hafızanın farkını ortaya koyan kollektif bellek kavramının, fark‐lı  gruplar  arasında  birbirleriyle  çelişen  hatıralar  kavgasında  nasıl  kulla‐nıldığı dünyadan ve Türkiyeʹden çeşitli örneklerle ele alınmaktadır. Ayrıca mücadele  hatıraları  hakkındaki  hatıra  mücadelelerinin,  aykırı  hafızanın resmi tarihinin yalanlanmasına kadar sürdüğü görülmektedir. Ayrıca grup‐ların kendi kimliklerinden emin olma durumlarına ve başka gruplarla  iliş‐kilerinin düzenlenmesine yardımcı olan kültürel hafıza, belirli şahıslar, olay‐lar, tarih ve mekânlara odaklanan anma törenleri üzerinden irdelenmektedir.  

Anahtar  Kelimeler;  Kültürel  Bellek,  Hatıra  Kavgaları,  Anma  Töreni,  Karşı Hafıza 

  ∗ Yard. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü.                                                             E‐posta: [email protected]  

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

118

GİRİŞ Meclisteki ʺDemokratik Açılımʺ tartışmaları sırasında CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymenʹin  sarfettiği  sözlerin  çeşitli  çevrelerde  yarattığı ‘Tunceli polemiği’ ve bu çerçevede farklı anımsanan ve yorumlanan ‘1937 Tunceli Olayları’nın gündeme gelmesi, kollektif kimlik ve bellek konuları‐na bilimsel ve toplumsal ilgiyi beraberinde getirmiştir. 

Dünyada ve Türkiyeʹde insanların kendi kendilerini ve birbirblerini sı‐fatlandırmaları ve mensup  oldukları  grubun  tarihini nasıl hatırladıkları, kendilerine göre onlardan olmayanlarla geçmişten bugüne değin  ilişkile‐rini belirleyecek güçlendiren biri olduğundan, siyasal açıdan büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmayla kollektif bellek ve hatırlama kültürünün, ortak kimliği  yaratma  ve  ayakta  tutmadaki  rolünün  analizi  amaçlanmaktadır. Ayrıca makalede, ‘mücadele hatıraları’ üzerine çeşitli grupların birbirleriy‐le  ‘hatıra mücadelesinde’  girişmeleri  ve  ‘karşı  hafıza’nın  önemine  deği‐nilmektedir.  

KİMLİK  OLUŞTURMAK  İÇİN  REFERANS  KRİTERLERİ  VE TÖRENLER Topluluklar,  kollektif  bilinç  ve  kimliklerinin  oluş(turul)ması  için,  belirli kriterlerin vurgulanmasına gereksinim duymaktadırlar. Bu kriterler, her‐keste ortak olduğu düşünülen yada kabul edilen dil, din, ırk, mezhep, kö‐ken vs. gibi niteliklerdir. Dil, din, mezhep, mekân,  ırk ve  tarih gibi  ‘ina‐nılmış ortaklık’  (Max Weber)  ‘bizlik  şuuru’na yol açmaktadırlar. Her  ta‐nımlama kendi karşıtını da oluşturmaktadır. Ben ne veya kim olduğumu söylersem, aynı anda da ne veya kim olmadığımı belirtmiş olurum. Bu du‐rumda da, bu topluluğun mensuplarının sahip oldukları nitelikleri diğer‐lerininkinden üstün görme eğilimi ortaya çıkmaktadır. Öznel olarak algı‐lanan veya nesnel olarak varolan ırk, giyim (başörtüsü), yüz hatları, yaşam tarzı vs. gibi benzerlik veya  farklılıkların varolmasından ziyade bunların nasıl yorumlandığı önemlidir. hangi benzerlik veya farklılıkların toplum‐da kriter olarak yüksel(til)mesi ve uzun vadede kalıcı olmalarının sağlan‐ması, medya (TV, radyo, gazete vs.) ve toplumsal kurumlara (okul, asker‐lik vs.) sahip olan seçkin zümrelerin inisiyatifindedir. Çünkü onlar söz ko‐nusu kriterleri bu sayede topluma kabul ettirebilmekte ve belirli değer ve normların  içselleştirilmelerini  sağlayabilmektedirler. Örneğin;  okulda  ve derste  talebeler,  tanımlama hakkına  sahip olan ve meşru görülen öğret‐

 B. Gümüş: Kollektif Bellek, ʺHatıralar Savaşıʺ ve ʺKarşı Hafızaʺ Üzerine 

119

menlerinin sunduğu değerleri ve normları benimsemektedirler. Bernhard Giesenʹe  göre  grup  kimliği  oluşturmak  için  grup  üyelerinin  aralarında duygusal birliktelik sağlayan `inanılmış ortaklıkları` yaratmak gerekmek‐tedir. Bu inanılmış ortaklıklar, sanki değişmeyen `biyolojik` özellikler gibi lanse  edilip, bir grub oluşturulurken, bu nitelikleri  taşımayan  insanların ötekileşmesine de katkıda bulunmaktadırlar (bkz. Giesen 1999a: 32‐42). Bu ötekileşen insanlar, adeta değişmez gibi algılanan özelliklere sahip olduk‐ları için, ne satın alınabilir ne de ikna edilebilir. Örneğin etnik‐kültürel kö‐keni doğuştan ʺbizden farklıʺ olan ʺdiğerʺ insanlar, yanlış tercih koydukla‐rı, yanlış kitabı okudukları veya yanlış eğitildikleri için ʺötekiʺ olmadıkla‐rından, zaten ʺfarklıʺ doğduklarından dolayı ʺbizim tarafaʺ geçemezler.  

 Ötekileşenler, bizim güvenliğimiz  için bir  tehdit oluşturduklarından `biz` ve `onlar`ın arasında bir güvenlik mesafesi konulması gerekmekte‐dir. Bu mesafe ve ayrımcılık sohbet kesme, ayrı mahallelere taşınma, hat‐ta  etnik  temizleme  ve  soykırım  gibi  stratejilerle  yaratılır  (bkz.  Giesen 1999a: 36 vd.).  

 Bir grubun ortak kimliği sadece, söz konusu grup  ile dış dünya ara‐sındaki sınırlara endeksli olmayıp,  iç  farklılıklar ve çeşitliliğin giderilme‐sine  de  bağlıdır.  Bir  grubun  aidiyetinin  oluşturulmasında  ve  korunma‐sında,  bu  aidiyet  duygusunun  sürekli  pekiştirilmesi  önemli  bir  role  sa‐hiptir (bkz. Giesen 1999b: 134; Donnan/Wilson 1999:64). Düzenli ayin, me‐rasim ve törenler tam da bu işlevi görür (bkz. Assmann 1992; 2001). Tören‐ler; standart olan, bireysel değişikliklere izin vermeyen ve böylece kollektif kimlik üreten  içselleştirilmiş ortak davranışlardır (bkz. Giesen 1999a: 83). Törenler, önceden hazırlanmış,  seyyar ve her yere  taşınabilen ve net bir taslağa (ʹmontaj planıʹ) göre tıpkı sanayideki akarbant üretim gibi yeniden birleştirilen hazır parçalardan oluşmaktadır  (bkz. Oppitz 1999: 73). Katı‐lanlarda karşılıklı bağlılık hissini pekiştiren bu törenler kollektif bilinci ya‐ratan dolaysız iletişimlerden biridir (bkz. Giesen 1999a: 85; Voigt 1999: 66). Hiç bir merasim kendiliğinden spontane, tesadüf, düzensiz ve keyfi değil‐dir (bkz. Michaels 1999: 34). Tekrarlanan, kurallara göre aynı anda aynen yapılan törensel davranışlar topluluğun kendi kendini ifade edebilmesini sağlar ve onu onun kurala uyduğu sürece ayakta tutar. Törene katılanların birbirlerini  görebilmesi,  çevre  kontrolünü  de  kolaylaştırmakta:  ʹ`Bizimʹ` gibi  törene katılmayan, dans, dua etmeyen,  şarkı veya marş söylemeyen, içki içmeyen, yani belirli kurallara itaat etmeyenler, sapkınlıklarını böylece açıkça belli etmektedirler  (bkz. Giesen 1999a: 85).  ʹʹBizdenʹʹ olmayanların 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

120

törene katılmayışı, bu  ʹ`ötekilerinʹ` daha  fazla marjinal olarak göze çarp‐malarına yol açmakta, bir  topluluğunun üyelerini ve ona ait olmayanları açığa çıkarmaktadır. 

REFERANS  KRİTERİ  OLARAK  ORTAK  TARİH  KRİTERİ: KOLLEKTİF BELLEĞİN İŞLEVİ Giesenʹe göre sözlü ve yazılı resmi tarih ve anma törenleriyle kollektif bel‐lek belirlenmekte ve bu  inanılmış ortak  tarihe dayalı bir kollektif kimlik yaratılıp  ayakta  tutulmaktadır  (bkz. Giesen  1999a:  42‐54).  ʺGrup  tarihini hatırlayarak ve kökenine ait hatırlama figürlerini belleğinde canlandırarak kimliğinden emin olur.ʺ (Assmann 2007: 56). ʺBizimʺ ve ʺötekilerinʺ kimli‐ği, adeta değişmeyen ʺbiyolojikʺ bir köken temeline dayandırılmaktan zi‐yade, bir geçmişe bağlıdır. Bir grubun ortak kimliği, inandığı ortak tarihe bağlıdır,  fakat o  topluluğun yazdığı  resmi  tarih  ile  anımsadığı hatıralar, yani  belleği  arasında  fark  söz  konusudur. Kollektif  bellek,  bir  devletin, toplumun, örgütün, derneğin, topluluğun, cemaatin veya grubun çıkarları nedeniyle  basmakalıp  usuller  ve  aygıtlar  vasıtasıyla  biçimlendirdikleri toplumsal hafızadır. Maurice Halbwachsʹa göre hafıza,  toplumsal  şart ve koşullara bağlı olduğundan (bkz. Halbwachs 1991), bireye ait olan bellek, sosyal  olarak  belirlenir,  yani  ʺtoplumlar  üyelerinin  belleğini  belirlerʺ (Assmann 2007: 40), Çünkü toplum bireye içine anılarını yerleştirebileceği bir çerçeve sunar. Konu Kollektif belleğin tazelenmesine gelince, bilgilerin kuşaktan  kuşağa  nasıl  aktarıldığı  sorusu  cevaplanması  gerekir.  Bilginin hafızada saklanma süresi ve aktarılma tarzına göre bellek farklı türlere ay‐rılmaktadır.  Jan Assmann, Maurice Halbwachsʹın  ʺKollektif Bellekʺ kon‐septini fazla muğlak ve soyut bulduğundan, toplumsal hafıza araştırmala‐rına İletişimsel ve Kültürel Bellek kavramlarını kazandırdı. İletişimsel bel‐lek, insanların kendi özel deneyimleri, günlük birbirleriyle etkileşim ve ile‐tişimiyle oluşup, yakın geçmişlerindeki anıları kapsar (bkz. Erll 2003: 171). ʺBunlar kişinin  çağdaşları  ile paylaştığı  anılardır. Bunun  en  tipik örneği kuşağa özgü bellektir. Bu bellek tarihi olarak grupla bağlantılıdır, zamanla oluşur ve zamanla yok olur, daha açık ifade edersek taşıyıcıları ile sınırlı‐dır.ʺ (Assmann 2007: 54). Uzun vadede bir grubun hayatını şekillendirdiği düşünülen belirli bir olayın yaşandığı gibi hatırlanmış canlı anılar, gayri resmi, doğal ve az biçimlendirilmiş şekilde belleğe yerleştirilip muhafaza edilmesi,  tanık ve  taşıyıcılarıyla beraber üç dört kuşağı, yani en  fazla 80‐100  yılı  kapsar. Çünkü  ʺokuyucusunu  bulamayan  kitap,  izleyicisini  bu‐

 B. Gümüş: Kollektif Bellek, ʺHatıralar Savaşıʺ ve ʺKarşı Hafızaʺ Üzerine 

121

lamayan resim, dinleyicisini bulamayan müzik sandık içinde saklanan eş‐ya gibidirʺ (İpşiroğlu 2004: 7). Örneğin 17 Ağustos depremi hakkında hiç bir yazılı, görsel,  sözel belge bulunmasaydı, o depremi yaşayan kuşakla beraber, o depremin anıları, bu olayı anlatan tanıklarıyla beraber en fazla üç dört kuşak dayanabilirdi. Ondan dolayı, bir olayın  toplumsal bellekte daha uzun süre korunabilmesi için, sözel, görsel ve yazılı hale getirilmesi gerekmektedir. Osmanlı‐Türk toplumunu derinden etkileyen 93 Harbi he‐zimeti  için de aynısı geçerlidir. Savaş  sırasında Balkan ve Kafkaslarʹdaki topraklarını  kaybeden  İmparatorluğun  ordusunda  bizzat  yer  almış Mehmed Ârif Beyʹin görgü tanığı olarak, 1877‐78 Rus Harbiʹnin travmatik sonuçlarından ders alınabilmesi için, yazdığı `Başımıza Gelenler` yapıtının önsözünde şu satırlara yer vermesi manidardır: ʺHarbin günlük vukuâtını zapt etmiş olanların, elbette mükemmel bir harp  tarihi yazmış olacakları muhakkaktır. Fakat vazife  icâbı gördüğüm ve bildiğim bazı  incelikler ve gizli hususlar vardır ki, onlar benimle yaşıyorlar. Ben öldükten sonra din ve vatan kardeşlerimle o mâlûmat intikal edemeyerek, yok olup gidecek‐tir. Bu sebeple, hiç olmazsa umûmî hâli  ifâde edecek kadar olsun bir şey yazmayı, üzerime düşen vazifelerden addedeyimʺ (Mehmet Ârif Bey 2006: 112). Araştrımacı yazar Fahri Parin, `1915 Olaylarını` bizzat yaşamış olan görgü  tanıklarının  canlı  anılarının,  sözlü  tarih  (Oral History)  olarak  kal‐maması ve korunması için, kitaplaştırıp ʺDedelerimizin ağzından Ermeni Zulmüʺ isimli yapıtı yazmıştır (bkz. Parin 2010). Kültürel Bellek, iletişim‐sel belleğe karşın, gerçek olan veya olmayan geçmişin, bir amaca hizmet etmek için kurumlaşmış, planlanmış, çok iyi biçimlendirilmiş şekilde, gör‐sel, yazılı, sözlü biçimde marşlar, şiirler, kitaplar, metinler, oyunlar, dans‐lar, yeme‐içme, dövmeler, türküler, dualar, düzenli tekrarlanan (milli veya dini) anma  törenleri, bayramlar, resmi tarih dersleri vasıtasıyla uzmanlar tarafından hatırlatılan ve hatırlanan bilgiler belli başlı örneklerdendir (bkz. Assmann 2007: 54‐62). Yazılı kültür, metin, anma kitapları,  tarih dersi ve kitaplarını kapsarken, okuma yazmanın yaygın olmadığı gruplarda şiirler, deyişler, dualar, marşlar, ağıtlar ve türküler, törenler yer alır. Fransız Or‐dusuʹnun Gaziantepʹi  işgalinin ve ardından yaşanan olayların unutulma‐ması  için,  `Antep Müdafaa  Türküsü`  kuşaktan  kuşağa  söylenmektedir: “Kara  imiş  şu  Antepʹin  yazısı/Meleşmiyor  koyun  ilen  kuzusu/Ana  baba  bacı kardaş  acısı/Nerde  benim  sarı  güllü  bağlarım/Antep  diye  hazin  hazin  ağla‐rım/Fransızlar her  taraftan geldiler/Top sesinden de çocuklar da öldüler/Çok ge‐linler evde yalnız kaldılar/Nerde benim mor sünbüllü bağlarım/Antep diye hazin hazin ağlarım.ʺ  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

122

 Bir  ʺgrup,  tarihini  hatırlayarak  ve  kökenine  ait  hatırlama  figürlerini belleğinde canlandırarak kimliğinden emin olur.ʺ (Assmann 2007: 56). Ha‐tırlama ile ilgili hafızayı etkileyen en önemli unsurlardan biri anma mera‐simleridir (bkz. Giesen 1999a: 43 vd.). Anma törenleri, ortak geçmişin şim‐diki zamanda hatırlandığı,  `kollektif belleğin`  (Halbwachs 1991) ve ortak bilincin  oluşturulduğu  merasimlerdir.  Toplumsal  anımsama  ortak  bir geçmişi  yaratmaktadır.  Bu  anılan  geçmiş  de,  kendi  tarihini  şimdiki  za‐manda hatırlayan topluluğu oluşturmaktadır (bkz. Giesen 2000: 9). Anma törenleri; geçmişi, belirli şahıslar, olaylar, zamanlar veya mekanlar üzerinden hatırlatır ve bir topluluğun geçmişinin şimdiki zamana ve geleceğe değin sürekliliğini sağlar. Anma törenlerinin arkasında yatan düşünce, bir toplu‐luğun yaratılıp ayakta kalmasında etkili olan tarihi veya kurgulanmış seçil-miş bir ʹzaferʹ veya ʹfelaketʹ içeren bir ʹkuruluş efsanesiʹ mevcuttur: bir gru‐bun belirli bir bölgeye gelip, orayı vatan edinmesi, bir millettin anavata‐nından kovulması, bir ulusun istilacı dış düşmana karşı verilen başarılı ya da başarısız kurtuluş savaşı, bir muharebe sonucu oluşan işgal, bir toplu‐ğu birleştiren kahraman, bir despot hükümdara karşı girişilen devrim bu‐nun bir kaç örneğini teşkil etmektedir (bkz. Giesen 1999a: 45, 2004a,b; Vol-kan 1991). ʺSeçilmiş travma, ʹötekilerinʹ elinden çıkan, geniş grubun tama‐mında çaresizlik, mağdurlaştırılma, utanç ve aşağılanmışlık yaratan tarih‐sel bir olayın zihinsel temsilidir.ʺ (Volkan 2007: 238) Kollektif bellekte se‐çilmiş hezimetlere odaklanma, grubun tarihsel olaylara değinerek ya inti‐kamcılık ve başkaldırı hislerinin okşanması ya da mağduriyet kompleksi‐ne bürünmüş  tepkisizliğine neden olmaktadır. Toplumsal hafızada  seçil‐miş zaferlere odaklanma, bir grupta gerçek ile bağdaşmayan aşırı özgüven ve  iddiacılığa,  tarihte yaşanan ağır kayıplara odaklanma  ise aşırı bir yas tutmaya sebebiyet vermektedir. 

 Her 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim ve 10 Kasım günleri gibi resmi milli bayram ve anma  törenleri de bu bağlamda kültürel hafızada yer almaktadır. 19 Mayıs 1919 günü  (tarih) Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşları (şahıslar), Bandırma vapuruyla Samsunʹa hareket edip (mekan), Türk belleğinde Milli Mücadeleʹyi başlatmışlardır (olaylar). Devlet medya‐sında rutinleşmiş  ʺTüm yurtta, dış  temsilciliklerde ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetiʹnde  kutlananʺ  cümlelerden  sonra  resmi milli  bayramlar  ve anma  törenlerimiz  repertuarında  bulunan  19 Mayıs Atatürkʹü Anma  ve Gençlik ve Spor Bayramıʹnda, `biz Türkler` 1919‐1922 emperyalist dış güç‐lere karşı başarılı bir bağımsızlık savaşı veren şanlı bir milletin mensupları 

 B. Gümüş: Kollektif Bellek, ʺHatıralar Savaşıʺ ve ʺKarşı Hafızaʺ Üzerine 

123

olduğumuzu anımsarız. Resmi  törenler sadece devletler  tarafından orga‐nize edilmez, kısmen kabul görürlerse devlet kurumlarıyla işbirliği içinde STKʹlar da böyle merasimler tertipleyebilir. Örneğin Çanakkale Savaşıʹnda tümü  şehit  düşmüş  57.  Alayʹın  anısına  muharebe  mekânının  yerinde marşlar  eşliğinde yürüyüşler düzenlendi  (bkz. Akınev 2007: 8). Kültürel bellek sadece bir millette bulunmaz, aynı zamanda dinlerde, siyasal, mez‐hepsel gruplar ve kesimlerinde de bulunur. Örneğin Müslümanların Ra‐mazan Ayıʹnda oruç  tutmasının bir başka  sebebi de, Kurʹanın  inmesinin hatırlanmasıdır:  ʹʹbu ay...  insanlara rehber olsun diye Kuran’ın  indirildiği aydır” (it was in this month ... that the Koran was sent down as guıdance for the people.) (Connerton 1989: 48). 

 Bazı Alevi derneklerinin, Sivas Olaylarıʹnı Madımak Oteli’nin önünde anımsamak için her 2 Temmuz günü, anma yürüyüşleri düzenlemesi, ül‐kücülerin her 3 Mayıs 1944ʹün  (tarih) yıldönümünde Alparslan Türkeşʹin (şahıs)  Turancılık  davası  sırasındaki mahkumiyetini  (olay)  hatırlamaları, solcuların 6 Mayıs 1971  tarihinde  (tarih) Deniz Gezmişʹin  (şahıs)  idamını (olay) anmak için toplantılar organize etmeleri veya militan Kürtçülerin 15 Şubat 1999 tarihindeki (tarih) PKK Örgütü lideri Öcalanʹın (şahıs) Türkiyeʹ‐ye getirilişinin (olay) anısına, kritik bölgelerde sokaklarda olay çıkartmaları da farklı örgüt, siyasal hareket, mezhep ve kesimlerinin de kendilerine ait kollektif  belleklerinin  olduğunun  göstermektedir.  Siyasal  gazetelerdeki olaylar yıldönümü veya  ʺTarihte Bugünʺ köşeleri de bunun bir örneğini teşkil etmektedirler. Gazetelerin hitap ettikleri kesimin  toplumsal hafıza‐sında  yeretmesi  gereken  bazı  seçilmiş  olaylar,  şahıslar  belirli  tarihlerde düzenli biçimde yayımlanırlar. Örneğin solcu BirGün gazetesinde sol, sos‐yalist cenahı alakadar eden olaylar, şahıslar ve tarihler anılmaktadır. Adı geçen gazete, öldürülen bir DEV‐YOL örgüt mensubunun anısına kurulan kültür merkezinde bir toplantı düzenleneceğini haber yaparken, militanın yumruklu yıldız amblemi altında portresini de basmaktan çekinmedi ya da Sinan Cemgilʹin bir çatışma sonucu ölü ele geçirilişinin yıldönümü ve‐silesiyle  ʺʹNurhak  sana güneş doğmaz!ʹʺ  isimli bir haber yayımladı  (bkz. BirGün,  1.03.2009, S.2;  31.05.2009, S.  2). Kemalist Cumhuriyet gazetesi de 2008 yılının Atatürkʹün ölüm yıldönümü vesilesiyle 11 Kasım 1938 tarihli bazı ulusal gazetelerin  tıpkıbasımını yayımladı:  ʺAtamızı kaybettikʺ  (Bu‐gün,  11.11.1938,  S.1);  ʺAziz  Atatürkümüzü  kaybettikʺ  (Yeni  Sabah, 11.11.1938, S.1), ʺMilli Matem devam ediyorʺ (Kurun, 11.11.1938, s.1).  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

124

 Tarihte  ikiliklerin  muhafazasında  törenler  de  önemli  araçlardandır. Alevi‐Sünni ayrımı Alevi kollektif belleğinde Cem Ayinleri ve  türkülerle korunmaktadır. Alevi  ve  Şii  toplumsal  hafızasına  gelince,  ʺtarihi  karşıtʺ olarak  kurgulanan  Sünnilerin,  Şii  ve Alevi  anma  törenlerinde  belirli  iş‐levleri mevucttur: Örneğin, Cem Ayinleriʹnin anma bölümünde, Yezid ve Hz.  Hüseyin  arasındaki  güç  kavgasının  çöllerdeki  dramatik  sonu, Şiilikʹten ithal edilen ve seçilmiş tarihsel bir hezimet niteliğindeki kuruluş efsanesi  olan  `Kerbela  Destanı`  ile  kurgulanmıştır.  Bu  destanda  sayısal açıdan az, aç ve susuz olan Hz. Hüseyin ve taraftarlarını katleden Yezidʹin sembolik devamı olarak görülen Sünnilerin konumu, zakirlerin saz çalıp okuduğu  mistik  türkülerde  Alevilerin  kollektif  belleğinde  ta‐zelenmektedir. Bu ayinlerin Kerbela Olayıʹnı anma kısmında ʹLanet Yezidʹ sözü ile eleştirilen Sünniler, kendilerini ilerici ve başkaldırı geleneğine sa‐hip olan bir topluluk olarak kurgulayan Alevileri Hz. Ali ve Hz. Hüseyin‐ʹin katledilişinden beri bugünkü zamana kadar sürekli baskı altında tutan bir grup olarak empoze edilmektedir. Bu da Sünniler hakkındaki olumsuz bir  imajının oluş(turul)up  törenlerle sürekli  tazelenmesine yolaçmaktadır (bkz. Engin 1999: 568; 2001: 24‐25). Cem Ayiniʹndeki Kerbela kısmı Alevi‐lerin, Kerbelaʹdan Selçuklu’lara, Osmanlıʹdan da bugüne değin kendi ken‐dilerini  ʺilericiʺ ve  ʺhaksızlığa karşı ayaklanmacıʺ olarak  tanımlamalarını sağlamaktadır.  ʹʹKerbela  Destanıʹʹ  türküsü  de  bunun  başka  bir  örneği sayılıabilir: ʹʹyüreğimi parça parça ayırdım/biri Kerbelaʹnın çölünde kaldı/biri yo‐la çıktı Şam diyarına/biri Muaviye elinde kaldı/ biri gitti Hacı Bektaş yurduna/ takılıp da  erenlerin ardına/biri Pir Sultanʹın düştü  eline/ biri Hızır Paşa  elinde kaldı/ .../biri dalgasında Karadenizʹin/ biri Kızıldere yolunda kaldı/.../bir Nurhakʹ‐ların gölünde kaldı/.../biri dedi unuttun mu Maraşʹı/ orda aktı mazlumların göz‐yaşı/...ʹʹ Alevilerʹe karşı yaptırımların  tarihsel olaylar zinciri kronolojik bi‐çimde Hüseyinʹin Kerbela çölünde Yezid tarafından öldürülmesinden bu‐günkü Türkiye Cumhuriyetiʹndeki olaylara kadar halka halka ele alınmış: Hacı Bektaş Veliʹnin ve diğer heterodoks dervişlerin Selçuklularʹa karşı is‐yanı; Hızır Paşa  tarafından  infaz  edilen Alevi  ozanı Pir  Sultan Abdalʹın akıbeti, 1921 senesinde, Karadenizʹde TKP önderi Mustafa Suphiʹnin sonu, 12 Mart dönemlerinde Nurhak ve Kızıldereʹde ölü ele geçirilen militanla‐rın  kaderi. Alevi  kollektif  belleğinde  Kerbela,  Çaldıran,  Çorum, Maraş, Malatya ve Sivas olayları arasında bir  tarihsel bağlantı zinciri kurulmak‐tadır. Buna göre Kerbelaʹdan bugüne Alevilerin çile ve azap yolu sürmek‐tedir.  Böylece  yüzyıllardan  beri  süren Alevilerin  ‘baskı  ve  zulme’  karşı başkaldırıları  tarihsel  süreklilik  kazanmaktadır:  Hz.Ali/  Hz.Ebubekir/ 

 B. Gümüş: Kollektif Bellek, ʺHatıralar Savaşıʺ ve ʺKarşı Hafızaʺ Üzerine 

125

Hz.Ömer/ Hz.Osman/ Muaviye; Hz.Hüseyin‐Yezid; Hacı Bektaş‐Selçuklu yönetimi; Şah İsmail‐Yavuz Sultan Selim; Atatürk‐Vahdettin (bkz. Vorhoff 2000: 63‐64) (ya da Tuncelilerʹde T.C. Devleti/Atatürk‐Seyyid Riza) ikilikle‐ri  yaratılmaktadır. Bundan dolayı,  Sivas Olaylarıʹna  sahne  olmuş Madı‐mak Oteliʹni bir anıt müzesi haline getirilip getirilmemesi tartışması (bkz. Radikal‐Online, 8.02.2010, son erişim: 9.02.2010), kültürel hafızada bu iki‐liğin kurumlaştırılarak ebedileşmesi anlamına gelmektedir. Anma törenle‐ri Alevilerin kendi kimliklerinden emin olmasına katkıda bulunmaktadır: Alevi, Sünni olmayandır.  

 Doğru veya yanlış bilgiler müze, sokak isimleri, anıt, film, roman, CD, poster, marşlar, türküler veya Ermeni iddialarında olduğu gibi meclis ka‐rarları aracılığıyla bireylerin zihinlerine yerleştirilir. Bu bilgiler, hiç sorgu‐lanmayan, tartışılmayan gerçekler olarak, bireylerin algılaması, dünya gö‐rüşü ve böylece de tabi eylemlerini belirlemekte en önemli olgulardandır (bkz. Karaca 2006: 39‐62). 

 Toplumsal hafıza, devlet, örgüt, siyasal parti, ya da başka bir kurulu‐şun verdiği resmi tarih dersi ve bellek dayanakları işlevi gören anıt, müze, kitap, belge, belgesel roman, poster, kolye anma gecesi/paneli, adı, soyadı, yeradı, marş,  tören,  sözler  gibi  `Bellek Mekânları`na  (Pierre Nora 1998) bağlı  olduğundan,  elbette  değişim  ve  manipülasyona  açıktır.  Örneğin Michael  Schudson,  çeşitli  yöntemlerle  kollektif  hafızanın  saptırıla‐bileceğini  öne  sürmektedir  (bkz.  Schudson  2007):  Araçsallaştırma,  günü‐birlik siyasal çıkara paralellik kurarak bugünü geçmişle açıklamaktan ya da tarihsel bir unsuru örtbas etmekten ibarettir: Örneğin `1915 Olayları` sı‐rasında oluşan Ermeni komitacılar  tarafından katledilen Müslüman kur‐banlar, Ermeni ve batı hatırlama kültüründe genelde yer almazken, sadece öl(dürül)en Ermenilerʹe yer verilip, soykırım iddiaları öne sürülmektedir. Bir başka araçsallaştırma şekli, kollektif bellekte yer alan mevcut unsurları güncel siyasal çıkarlar için haklı veya haksız kullanmaktır. Vamık Volkan, Yugoslavyaʹnın  dağılması  esnasında meydana  gelen  savaşa  değinirken, Sırplar’ın Boşnaklara uyguladıkları katliamın, Osmanlı Müslüman Türkle‐rin torunları olarak algılanan Boşnakların da tıpkı Osmanlılar gibi Sırp ço‐cukları kaçıracaklarına dair dedikodular aracılığı ile meşrulaştırıldığını be‐lirtmektedir  (bkz.  Volkan  2007:  253).  Türk  Milletiʹnin  belleğine  yer‐leş(tiril)ip içselleştirilmiş milli savunma refleksini devreye sokan tehdit al‐gısını  fişekleyen Sevr  travması, güncel açılım  tartışmaları  ile  ilgili siyasal açıdan kullanılmaya son derece müsait bir nitelik taşımakta olduğundan, 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

126

hassasiyetlere dikkat eden hükümetin,  reformunun başlığını  ʺKürt Açılı‐mıʺndan ʺMilli Birlik Projesiʺ olarak değiştirmesine neden olmuştur. Açı‐lımı  konu  eden  ve  değişime  eleştirel  yaklaşan  Muzaffer  İlhan  Erdost, Cumhuriyet gazetesindeki  ʺFırsat, Açılım ve Kapanʺ  isimli bir dizide  ʺLo‐zanʹın revizyonu ve Sevrʺ adlı makalesinde, Türk kollektif belleğinde yer alan Sevr travmasını kullanarak, açılımları gayri‐meşru ilan etmeye çalış‐maktadır (bkz. Erdost 2009: 9).  

 Michael Schudsonʹa göre Öyküleş(tir)mede,  tarihsel olaylar zinciri giriş gelişme ve  sonucu olan bir hikaye haline getirilmektedir. Buradaki  sap‐tırma, öykünün başlangıç noktasını kaydırmaktır. Rumlar, kendi tarih ya‐zımlarında, örneğin 20 Temmuz Kıbrıs Barış Harekatıʹnın, başlangıç nok‐tasını Yaz 1974ʹteki Makaryosʹun düşüşüne kaydırarak 1963ʹte başlayan iç savaş ve Kıbrıs Anayasası revizyonu çabası, ʺKanlı Noelʺ, EOKA eylemle‐ri,  Londra  ve  Zürih Anlaşmaları  ve  Türklerʹe  karşı  katliamlar  `atlayıp` unut(tur)arak, gayri‐meşru bir `işgal etme` halinde hatırlayacaklardır.  

 Tarihsel  gerçeklik,  siyasal  çıkar  veya  değişen  toplumsal  değerler, kollektif  bellekle  uyuşmayabilir.  Örneğin  Kurtuluş  Savaşı  kahramanla‐rından Yörük Ali Efe aslında  ʺEfeʺ  sıfatının  çağrıştırdığı veya Aydın Çi‐neʹdeki Kuvai Milliye Müzesiʹnde gösterilen balmumu figürü gibi iri yarı, orta yaşlı bıyıklı bir adam değil de, bıyıksız bir genç kullanılmıştır  (bkz. Radikal, 24.02.2009, S. 3). Rizeʹnin Kurtuluşuʹnun 90. Yıldönümüʹnün An‐ma Törenleriʹnde iki kız çocuğunun eline silah verilerek ateş ettirilmesinin ve 91. Yıldönümü kutlamalarında da oyuncak silahların kullanılarak,  ta‐banca  tüfek  seslerinin  teypten dinletilmesinin, halkın  tepkisine yol açtığı görülmektedir (bkz. Radikal‐Online, 3.03.2009, son erişim: 4.02.2010). 

 Değişim ve manipülasyona maruz kalabilen Hatırlama kültürü, neyi unutmamız ve dolayısıyla neyi anımsamamız gerektiğine dair soruya ce‐vap  vermektedir  (bkz. Assmann  2007:  34). Astrid  Erllʹe  göre  geçmişteki bazı kritik olaylar,  şahıs, mekan ve  zamanları unutma,  arka plana  itme, gölgeleme ve  saptırma da hatırlamaya  aittir  (bkz. Erll  2003:  157). Hans‐Georg  Soeffnerʹe  göre  `kollektif  biyografiler`  olarak  ele  alınan  `kollektif romanlar`  anımsama  iletişimine  endekslidir.  Hatır(lam)a  iletişimi  de anımsama  politikasına,  yani  resmi  tarih  politikasına  bağlıdır.  Bu  ha‐tır(lam)a politikası amaç ve çıkar odaklıdır, yani geleceğe yöneliktir (bkz. Soeffner  2005:  113).  Buna  göre  güncel  siyasal  çıkarlar  bu  `kollektif  ro‐man`ın  yazılması  ve  değiştirilmesini  etkiler.  Bu  hafıza  politikası,  hatır‐lamanın nasıl olacağını, neyin anımsanması ve anımsatılması gerektiğini ve 

 B. Gümüş: Kollektif Bellek, ʺHatıralar Savaşıʺ ve ʺKarşı Hafızaʺ Üzerine 

127

hatır(lama)nın  şimdiki  zaman  ve  geleceğin  tasarlanmasının  alt  edil‐mesindeki  işlevini belirlemektedir  (bkz. Soeffner 2005: 113). Siyasal çıkara bağlı ortak anımsama ile kollektif bellek ve böylece de kollektif kimlik ta‐sarlanıp  tazelenmektedir.  `Kollektif CV`lerin değiş(tiril)mesi veya  içeriği, ʺʹKavga/Savaş  hatır(lama)sıʹ  hakkındaki  ʹHatır(lam)a  savaş/kavgasıʹndaʺ da  (Birgit Neumann; bkz. Neumann 20031) görülmektedir:  iki rakip gru‐bun, bir kavga olayı ile ilgili birbirine temelden zıt bir hatırlama geleneği‐ne sahip olması, hatırla(t)ma kavgasına neden olmaktadır. Örneğin `1915 Olayları` Türk ve Ermeni çevrelerince farklı ve hatta birbirlerine tamamen zıt hatırlanmaktadır. Tarihi  sadece kazananların yazdığı, doğru değildir. Çünkü geçici olarak kaybedenlerin de kendine özgü anıları vardır. Ege‐men  tarih  anlayışı,  şimdi  tanımlama  ve  aygıtlara  nüfuz  imkânına  sahip olan  egemenlerin  tarih  anlayışı  olduğu  göre,  geçici  azınlıkta  kalanların ʺkarşı hafızasıʺ büyük önem taşımaktadır. ʺKarşı Bellekʺ, mücadele hatıra‐ları hakkındaki hatıra mücadelelerinde o an mevcut resmi tarihe karşı kul‐lanılan  bir  silah  niteliği  taşımaktadır.  Böylece, mevcut  kavgayı  şimdilik kaybedenler de resmi tarihe aykırı anılarını kendi imkânlarına göre muha‐faza etmeye çalışırlar. Bundan dolayı farklı siyasal çevreler, kendi tarih an‐layışları egemen olana kadar ʺresmi tarih yalanlarıʺ veya ʺresmi tarih tar‐tışmalarıʺ ile ilgili sürekli çalışmalarda bulunurlar.  

 Bu  ʺSavaş  hatır(lam)aları  hakkında  Hatır(lam)a  Savaşlarıʺ  bölgeler, devletler, zümreler, hareketler, dinler, cemaatler ve etnik gruplar arasında meydana gelebilmekte ve  siyasal  sonuçları beraberinde getirmektedirler. Eski Doğu Bloku ülkelerinin Avrupa Birliğiʹne katılmasıyla mevcut Avru‐pa Belleği de bölünme ve değişim yaşamaktadır. Çünkü İkinci Cihan Har‐bi sonunda Hitlerʹden kurtulup batı  tarzı demokrasiye kavuşan Batı Av‐rupaʹnın aksine 1990ʹa kadar kızıl baskı yaşamış olan Doğu Avrupalılar, kendilerini ne o günkü dönemin Avrupa Belleğiʹnde ne de sosyalist dikta‐törlük  içerisinde  görmüşlerdir.  Batıdaki  AB  ülkeleri,  Nazilerin  Yahudi Soykırımıʹnı birleşen Avrupa için tarihsel kuruluş noktası olarak baz alır‐ken, 1945ʹten  sonra  ikinci büyük diktatörlüğü yaşamış olan Doğu Avru‐paʹda geçmiş komünist/Sovyet dikta rejimleriyle hesaplaşmalar Doğu Av‐rupalılar  için daha büyük önem arzettiklerinden, Komünizmin Nazizme eşdeğer tutulması veya nerdeyse daha da kötü görülmesi, yeniden tasar‐

1 Neumann'ın "Erinnerungskonflikte über Konflikterinnerungen" hakkındaki maka-lesinde "konflikt" sözcüğü, "mücadele", "savaş", "kavga"dan ziyade "çelişme", "ça-tışma" ve "sorun(sal)" demektir.

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

128

lanan Avrupa Belleğinʹde Musevilerin mağdur olma  tekelini dolaylı yol‐dan  tehlikeye atabileceği  için  tarihçi ve  siyasetçiler arasında  tartışmalara neden olmuştur. Stalin yönetimi altında milyonlarca insanın öldürülmesi‐nin bir kitlesel katliam olarak yorumlanmak istenmesi, Yahudi Soykırımıʹ‐nın nice soykırımların yanında sadece bir örnek olay olarak sayılıp önemi‐ni  yitirmesine  yol  açabilecektir  (bkz.  Scheide  2008). Avrupaʹnın  Yahudi Soykırımı nedeniyle Musevi ve Yahudi ülkesi olan İsrailʹe vefa borcu his‐sinin azalması, bu durumun siyasal sonuçlarından sayılabilir. 

 Soykırım  tezlerine  gelince,  kollektif  belleğin, milli psikolojinin  ve  si‐yasetin  iç  içe geçtiği Ermeni Sorunu, uluslararası anı savaşının bir başka örneğini  teşkil etmektedir. Bilindiği gibi, dünya ve Türkiye kamuoyunda `1915 Olayları` adı altında 1914 ila 1922 arasında Doğu Anadolu ve Azer‐baycan arasında olmuş karşılıklı öldürme olayları ve Ermeni Tehciri hak‐kındaki siyasal sonuçları tazminat ve toprak taleplerine kadar varabilecek nitelikte olan `Savaş Anıları üzerinde bir Anılar Savaşı` mevcuttur. Sözde Ermeni Soykırımı, Ermenilerce ʺSoykırımı Anma Günüʺ olarak seçilen 24 Nisan  günlerinde  film,  merasim,  kitap  ve  broşürlerle  hatırlanmaktadır (bkz. Karaca 2006). Vamık Volkan, Türk‐Ermeni Uzlaşma Komisyonuʹnun müzakerelerinin  başarısızlığını,  Ermeni  ve  Türklerin  ʺ1915  Olaylarıʺnın Soykırım olup olmadığına dair hemfikir olmamalarıyla açıklarken, ne Er‐meniler ne de Türklerin, 1821 ve 1921 arası Osmanlı  İmparatorluğuʹnun çözülmesi esnasında Hıristiyan, Avrupalı ve Rusların yardımıyla impara‐torluğun eski gayrimüslim  tebaası  tarafından 5 milyon Osmanlı‐Türkʹün zorunlu  göçe  tabii  tutulması  ve  yine  5  milyon  Osmanlı  Türkʹün öl(dürül)mesi  yasını  tuttuklarına  dikkat  çekmektedir  (bkz. Volkan  2007: 200‐209).  

 İktidar değişimi, demokrasi ve elde edilen bağımsızlık doğal olarak o güne kadar mevcut  resmi  tarih yazımının yeniden yorumlanması ve  ta‐sarlanmasına veya o güne kadar azınlıkta bulunup baskıya maruz kalan hatıraların egemenliğine sebep olduğundan, çeşitli uluslar, etnik ve siyasal gruplar  için  ʺSavaş Anıları hakkında Anı Savaşlarıʺ başlamıştır. Örneğin dağılan Sovyetler Birliğiʹnden koptuktan sonra bağımsızlığını kazanan AB üyesi olan Litvanyaʹda II. Dünya Savaşıʹnda Nazi Alman işgal dönemi ile ilgili Litvanyalılar ve o ülkede yaşayan Polonyalı ve Musevi azınlıklar ara‐sında Vilna kentinin Almanlardan kurtuluşu üzerine çeşitli tartışmalar or‐taya çıkmıştır. Nazilere karşı savaşan Kızıl Ordu Sovyetlerin çökmesi ve bununla birlikte resmi tarihten vazgeçilmesi sonucu şehrin kurtarıcı sıfatı‐

 B. Gümüş: Kollektif Bellek, ʺHatıralar Savaşıʺ ve ʺKarşı Hafızaʺ Üzerine 

129

nı yitirdikten sonra, kentin kimin tarafından kurtarıldığını, Alman işgalci‐lere kimin yardım ve yataklık yaptığı, asıl işgalcilerin Nazi mi, yoksa Sov‐yetler mi olduğu hakkında birbirine zıt  tezler öne  sürülmüştür. Aslında harp esnasında Kızıl Ordu, Sovyet yanlısı ʹPartizanlarʹ, Polonyalıların ʹVa‐tan Ordusuʹ ve Litvanyalı direnişçiler, Nazi Alman Ordusu ve Litvanyalı Polis gücüne karşı  çarpışmışlardı. Bir de bazı Litvanyalıların anımsadığı General Plechaviciusʹun  emrindeki kısa bir  süre  eylem kabiliyeti  taşıyan ve cephede  tuttuğu  taraf  tartışmalı olan Litvanyalı Özel Güçler  isimli ör‐gütün  tartışmalarda adı geçerken, Litvanya Musevileriʹnin belleğinde SS Süvarileriʹne mensup işgalci Almanlarʹdan bile daha kötü olan Litvanyalı getto  gardiyanları  efsaneleri  yaygındır  (bkz. Nikzentaitis  2008:  163‐165). Alvydas Nikzentaitisʹe  göre,  kenti  kurtaranın  kim  olduğu  ve  işgalcilere kimin yardım ve yataklık yaptığı hakkındaki  tartışmalar o kadar şiddetli geçmiştir ki, kentin Alman  işgali altında olmasından ziyade,  sanki  şehir Litvanyalı  ve  Polonyalı  azınlığın  silahlı  grupları  arasındaki  çatışmalara sahne olmuştur.  

 Ama bu  türlü  tartışmalar çeşitli siyasi görüşü  taşıyan ve bu görüşleri tarihsel  tezlerle meşrulaştırmaya  çalışan yazarlarda da  izlenebilinmekte‐dir. Örneğin, Türkiyeʹde Kemalistler  ve  karşıtları  arasında Vahdettin  ve Atatürkʹün Kurtuluş Savaşıʹndaki rolü üzerinde de tartışmalar mevcuttur. Çünkü Vahdettin ve Atatürkʹün Milli Mücadeleʹye yaklaşımları zıt olup, her  iki  taraftakiler  laik  cumhuriyetçilik  ve Osmanlı dindarlığının  ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Mustafa Armağanın Zaman gazetesinde ya‐yımlanan ʺResmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısıʺ yazısı (bkz. Armağan 2009: 20), Kemalist Alev Çoşkun tarafından Cumhuriyet gazetesinde ʺDin‐cilerin  Atatürk  saplantısı  ve  alternatif  tarihçilerin  uydurmalarıʺ  ismiyle yayımlanan makalesi  ile  cevaplanmak  istenmiştir  (bkz. Çoşkun 2009: 9). Hatta aynı çizgiyi savundukları varsayılan rakip fraksyonlarda bile `Savaş Anıları  hakkındaki  Anılar  Savaşı`na  rastlanmaktadır.  Örneğin  ulusalcı çizgide bulunan Türksolu ve  İPʹnın yayın organı Aydınlık arasında da açı‐lım  tartışmalarını  ve  reform meşruiyetini  tarihsel  zemine  oturtmak  için Kürtlerin Kurtuluş Savaşıʹna katkısı üzerine kendi aralarında bir polemi‐ğin ortaya çıktığı görülmektedir. Tüm Kürtleri tarihten bugüne değin `bö‐lücü` ve `hain` ilan eden Türksolu başyazarı Gökçe Fıratʹın ʺİstilaʺ isimli ki‐tabında Kürtlerin Milli Mücadeleʹden bugüne kuşaklar boyunca bir  iha‐netler  zinciri  oluşturduğunu  öne  sürerken,  İP  Genel  Başkanı  Doğu Perinçekʹin başyazarı olduğu Aydınlık mecmuasının 1158. sayısında kapak 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

130

konusu  ʺKürtler bu vatan  için  savaşmadı mıʺ olmuştur  (bkz. Fırat 2008; Aydınlık, 1158, 27.09.2009, S. 5‐9). 

SONUÇ YERİNE: AMBLEM VE SİMGELERİN ÖNEMİ ÜZERİNE HIRVAT ÖRNEĞİ Kollektif belleklerde yer alan dövme,  simge ve amblemler de  siyasal  et‐kileşimlerin  neden  ve  sonuçlarından  sayılabilecek  niteliktedir.  Gruplar, kendi  tarih,  buna  dayanan  kimlik  ve  kültürlerini  dış  dünyaya  göstere‐bilmek  için,  belirli  kalıplaşmış  davranış  biçimler  ve  amblemlerini  ʹʹsim‐gesel  ifade  aracı olarak kullanılmayaʹʹ  (bkz. Soeffner 1992a: 112) başvur‐maktadırlar. Böylece dışarıdan bakan izleyici, simgeyi taşıyanların  ʹiçʹ gö‐rüşlerini  ve  asıl  kimliklerini  kolayca  kavraya  ve  sezebileceklerdir  (bkz. Soeffner 1992a: 113). Bu davranışlar ve simgeler,  ʹʹsadece kimin  `kim` ve `ne`  olduğunu  göstermekle  kalmayıp,  ayrıca  kimin  belirli  bir  durumda, kime  karşı  `kim`  olduğunu  açıklamaktadır.ʹʹ  (Soeffner  1992b:  78).  Buna, Hz. Aliʹnin kılıcı Zülfikarʹı taşıyan ve kendi mensup oldukları grubun kim‐liğini Sünni dış dünyaya yansıtan Aleviler bir örnek teşkil etmektedir. Da‐ğılan Yugoslavyaʹda  bağımsızlığına  kavuşan Hırvatistanʹın  yeni  bayrağı Sırpların tepkisine yolaçan bir başka örnektir: Şahovnica adlı Hırvat bay‐rağında bulunan, İkinci Dünya Savaşı sırasında yüzbinlerce Sırp katleden ve Sırp belleğinde aşırı milliyetçi Ustaşa hareketinin arması olarak yer alan ve sosyalist Tito döneminde yasak olan satranç tahtası gibi kırmızı‐beyaz kareli  amblem,  Sırplarʹda  tepkiler  uyandırıp  (bkz.  Bora  1995:  191; Silber/Little 1995: 85), 1991 yılındaki Yugoslavya Savaşlarıʹnın başlamasına vesile olan Sırp‐Hırvat Harbiʹnin kışkırtıcı bir faktörünü teşkil etmektedir. ∇ 

KAYNAKLAR Akıner, Tolga: 57.Alayʹın izinde marşlarla yürüdüler. Radikal, 26.04.2009, S. 8. 

Armağan, Mustafa: Resmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısı, Zaman, 17.11.2009, S. 20. Assmann, Jan: Das kulturelle Gedächtnis: Schrift, Erinnerung und politische Identität in frühen

Hochkulturen. München 1992. ________, Kültürel Bellek. İstanbul 2007.

Aydınlık: Kürtler bu vatan için savaşmadı mı! 1158, 27.09.2009, S.5‐9. 

Bayraktar; Seyhan; Seibel, Wolfgang: Das türkische Tätertrauma. Der Massenmord an den Armeniern von 1915 bis 1917 und seine Leugnung. Giesen, Bernhard; Schneider, Christoph (Haz.): Tätertrauma, Konstanz: 2004. 

BirGün: Önder Babatʹı vurulduğu yerde anıyoruz, 1.03.2009, S.2. 

 B. Gümüş: Kollektif Bellek, ʺHatıralar Savaşıʺ ve ʺKarşı Hafızaʺ Üzerine 

131

BirGün: Nurhak sana Güneş doğmaz!, 31.05.2009, S.2.  

Bora, Tanıl: Milliyetçiliğin Provokasyonu. İstanbul 1995. 

Bugün: Atamızı kaybettik, 11.11.1938, S. 1. 

Connerton, Paul: How societies remember. Cambridge 1989.  

Çoşkun, Alev:  ʺDincilerin Atatürk saplantısı ve alternatif Tarihçililerin uydurmalarıʺ, Cumhuriyet, 8.12.2009, S. 9. 

Donnan, Hastings; Wilson, Thomas M.: Borders: Frontier of Identity, Nation and State. New York 1999.

Engin,  İsmail: Abschlußbericht des Forschungsprojekts  ʺEntstehung, Tradierung und Relevanz von Fremd‐ und Feindbildern  im alewitisch‐sunnitischen Konflikt in der Türkeiʺ. Orient 40 (1999), S. 545‐572.  

________, Alevi Kollektif Bilincinin oluşturulması  ile  sürdürülmesinde Zakirlerin ve Ozanların rolü. Alevilerin Sesi 43 (2001), S. 24‐25.

Erdost, Muzaffer İlhan: ʹFırsatʹ, ʹAçılımʹ ve  ʹKapanʹ. Lozanʹın revizyonu ve Sevr. Cum‐huriyet, 6.9.2009, s. 9. 

Erll,  Astrid:  Kollektives  Gedächtnis  und  Erinnerungskulturen.  In:  Nünning,  Ansgar; Nünning, Vera: Konzepte der Kulturmenschen. Stuttgart 2003.  

Fırat, Gökçe: İstila. Kürt Sorununda Gizlenen Gerçekler ve Kürt İstilası. İstanbul 2008. Giesen, Bernhard: Die soziale Konstruktion von Erinnerung. [Masch.-schr.] Manuskript.

Universität Konstanz. Geisteswissenschaftliche Sektion. Fachbereich für Geschichte und Soziologie 2000.

________, Europa als Konstruktion der Intellektuellen. In Viehoff, Reinhold; Segers, Rient T.: Kultur. Identität. Europa. Frankfurt 1999b.

________, Kollektive Identität. Die Intellektuellen und die Nation 2. Frankfurt: 1999a.

________,  Das  Tätertrauma  der  Deutschen.  Giesen,  Bernhard;  Schneider,  Christoph (Haz.): Tätertrauma, Konstanz: 2004a. 

________, Triumph and Trauma. Boulder 2004b. Goffman, Erving: Stigma. Über Techniken der Bewältigung beschädigter Identität. Frankfurt

1975. Halbwachs, Maurice: Das kollektive Gedächtnis. Frankfurt 1991. İpşiroğlu, Zehra: Tiyatroda Alımlama Boyutları ve Çeşitlemeleri. İstanbul 2004.  

Karaca, Birsen: Sözde Ermeni Soykırımı Projesi. İstanbul 2006. 

Kurun: Milli Matem devam ediyor, 11.11.1938, S. 1.  

Mehmed Ârif Bey: Başımıza Gelenler. 93 Harbinde Anadolu Cephesi. Ruslarla Savaş. Ha‐zırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ. İstanbul 2006 

Michaels, Alex: >>Le rituel pour le rituel<< oder wie sinnlos sind Rituale? Caduff, Corina; Pfaff-Czarnecka, Joanna: Rituale heute. Berlin 1999.

Nikzentaitis,  Alvydas:  Die  Epoche  der  Diktaturen.  Erinnerungskonkurrenz  in  Litauen. Osteuropa 58 (2008) 6, S. 159‐166. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

132

Neumann, Birgit: Literatur als Medium (der Inszenierung) kollektiver Erinnerungen und Identitäten. Erll, Astrid; Gymnich, Marion; Nünning, Ansgar (Haz.): Literatur. Erinnerung. Identität: Theoriekonzeptionen und Fallstudien. Trier 2003.

Nora, Pierre: Zwischen Geschichte und Gedächtnis. Frankfurt 1998. Oppitz, Michael: Montageplan von Ritualen. In: Caduff, Corina; Pfaff-Czarnecka, Joanna:

Rituale heute. Berlin 1999. Parin, Fahri: Dedelerimizin Ağzından Ermeni Zulmü. İstanbul 2010. Radikal, "Kare Kare Türkiye", 24.02.2009, S. 3. Radikal-Online: Çalıştayʹdan ʹyedi tartışmaʹ çıktı, 8.02.2010. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&VersionID=43697&Date=08.0

2.2010&ArticleID=979178, son erişim: 9.02.2010. Radikal-Online: Kurtuluşu Oyuncak Ettiler, 3.03.2009,

www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=924307&Date=03.03.2009&CategoryID=97, son erişim: 4.02.2010.

Scheide,  Carmen:  Erinnerungsbrüche.  Baltische  Erfahrungen  und  Europas  Gedächtnis. Osteuropa 58 (2006) 6, S. 117‐128 

Schudson, Michael: Kollektif Bellek'te Çarpıtma Dinamikleri. Cogito 50 (2007), S. 179-199 Soeffner, Hans-Georg: >>Auf dem Rücken eines Tigers<<. Über die Hoffnung, Kollektivrituale

als Ordnungsmächte in interkulturellen Gesellschaften kultivieren zu können. Heitmeyer, Wilhelm (Haz.): Was hält die Gesellschaft zusammen? Frankfurt 1997.

Silber, Laura; Little, Allan: Bruderkrieg. Graz 1995. Soeffner, Hans-Georg: Rituale des Antiritualismus. Soeffner, Hans-Georg: Die Ordnung der

Rituale. Die Auslegung des Alltags 2. Frankfurt 1992a. Soeffner, Hans-Georg: Selbsterlösung. Einige Grundzüge deutscher Erinnerungspolitiken.

Soeffner, Hans-Georg: Zeitbilder: Versuche über Glück, Lebensstil, Gewalt und Schuld. Frankfurt 2005.

________, Stil und Stilisierung. Punk oder die Überhöhung des Alltags. Soeffner, Hans-Georg: Die Ordnung der Rituale. Die Auslegung des Alltags 2. Frankfurt 1992b.

Voigt, Rüdiger: Mythen, Rituale und Symbole in der Politik. In: Pribersky, Andreas; Unfried, Berthold (Hg.): Symbole und Rituale des Politischen. Ost- und Westeuropa im Vergleich. Frankfurt 1999.

Volkan, Vamık: On Chosen Trauma. Mind and Human Interaction 3 (1991), S. 3-19. ________, Kimlik adına öldürmek. Kanlı Çatışmalar üzerine bir inceleme. İstanbul 2007. 

Vorhoff, Karin: Alewitische  Identität  in  der Türkei  heute. Engin,  Ismail;  Franz, Erhard (Haz./Hg.): Aleviler/Alewiten. Kimlik ve Tarih/  Identität und Geschichte. Cilt 1/Band  1.  (Band  59  aus der Reihe Mitteilungen/ Deutsches Orient‐Institut). Hamburg 2000.  

Yeni Sabah: Aziz Atatürkümüzü kaybettik,11.11.1938, S.1. 

 

      

CUMHURİYET’İN POZİTİVİST ÜTOPYASI: YENİ BİR TOPLUM 

YARATMAK 

İlyas SÖĞÜTLÜ∗

 

ÖZET Bu çalışma, Batı’nın askerî, iktisadî ve siyasî baskısının yarattığı, tarihsel geç kalmışlık sendromu ve bundan beslenen devrimci ruhun, Cumhuriyet Tür‐kiye’sindeki düşünsel ve politik düzlemdeki yansımaları üzerinedir. Batı’da tarihsel  bir  süreç  içinde  oluşan modernlik, Batı dışı  toplumlarda  bir proje olarak gündeme gelmiştir. Modernliği, bu yolla var etmeye çalışan toplum‐lardan biri hiç şüphesiz Osmanlı‐Türk toplumudur. Kurucu aklın kılavuzlu‐ğunda her şeyin yıkılarak ideal bir forma göre yeniden inşa edilebileceği bi‐çimindeki  Aydınlanma  iyimserliğinden  kaynaklanan  bu  görüşün  Os‐manlı’ya  intikali,  rasyonalizm,  biyolojik materyalizm  ve  özellikle  de  poziti‐vizm  üzerinden  gerçekleşmiştir. Pozitivizme  göre  aklın  ve  bilimin  rehberli‐ğinde hazırlanacak projelerle azgelişmiş ülkelerin Batı düzeyine erişmesi pe‐kâlâ mümkündür. Bunun ön koşulu ise zihinleri gelenek ve dinin etkisinden kurtarmak  ve  her  şeyi  boş  bir  levha(tabula  rasa)üzerinde  yeniden  baş‐latmaktır.  İlham  kaynağını  bu  pozitivist  tezden  alan  Cumhuriyet modern‐

∗ Yrd. Doç. Dr. Bilecik Üniversitesi,  İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Siyaset ve Sosyal Bi‐limler Anabilim Dalı. 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

134

leşmesinde öncelik, geçmişin unutturulması ve yeni bir bireysel ve toplumsal hafızanın  oluşturulmasına  verilmiştir.  Bu  yolla  geriliğin  sembolü  ve  iler‐lemenin engeli olan geçmişin  tasfiyesi  ile akılcı rasyonel  insanın ortaya çıka‐cağı ve bu insan tipinin de çağdaş Batılı toplumu var edeceği düşünülmüştür. 

Anahtar Kelimeler: Rasyonalizm, Pozitivizm, Kemalizm, Toplumsal Hafıza 

GİRİŞ Gücünün  zirvesinde  olduğu  dönemde Osmanlı  siyasî‐idarî  yapısı,  sı‐nırları  ilahî  kanunlar  tarafından  çizilen  ve mükemmel  (nizam‐ı  âlem) olan ve  tam da bu nedenle korunması gereken bir düzen olarak adde‐dilmiştir. Bu yüzden klasik yapıda  çözülmeler ve Batı karşısında yaşa‐nan mağlubiyetler karşısında Osmanlı devlet ricalinin  ilk  tavrı, yeni bir sistem arayışı değil, mevcudu restore ederek muhafaza etme biçiminde olmuştur. Kadim olanı  tasfiye edip, yerine baştan aşağıya yeni bir  top‐lum kurma ütopyası  ise  en açık ve  sistematik olarak, bütün bu  reform çabalarının  umulanın  aksine  çöküşü  durdurmaya  yetmediğinin  aşikâr hale geldiği İkinci Meşrutiyet yıllarında ortaya çıkmıştır. Ancak Osmanlı toplumunda, devleti ve toplumu, yeni bir iyi anlayışına göre yeniden bi‐çimlendirme hayalinin kökleri XIX. yüzyılın ortalarına kadar uzanmak‐tadır. Bu hayalin düşünsel kaynağı hiç şüphesiz Batı’dır. İnsanın bilinçli müdahalesiyle  siyasal  ve  toplumsal  alanda  köklü  bir dönüşümün  ger‐çekleştirilebileceği, Batı’da XVIII. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin ortaya koyduğu bir fikirdir. Kurucu aklın kılavuzluğunda her şeyin baştan sona yıkılarak  yeniden  inşa  edilebileceği  biçimindeki  Aydınlanma  radika‐lizmi, bir Batı düşüncesi olmakla birlikte en  ilginç  sonuçlarını Batı dışı toplumlarda  vermiştir  ki  bunun  en  tipik  örneklerinden  biri  Osmanlı‐Türk toplumudur. Bu çalışmada, içsel ve yapısal bir gelişme çizgisinden farklı olarak, bir sosyal mühendislik ameliyesiyle yeni bir toplum kurma ütopyasının gerçekliğe dönüştürülme evresi üzerinde durulacaktır.  

I.  OSMANLI’DAN  CUMHURİYET’E  YENİ  TOPLUM  KURMA ÜTOPYASI Osmanlı’da  ilk reform programları, Batı gücünün kaynağı olarak adde‐dilen  Batı  bilim  ve  teknolojisi  ile  askerî  ve  idarî  düzeninin  ithali  biçi‐minde oldukça muhafazakâr bir anlayış  temelinde  şekillendi. XIX. yüz‐yılın  ikinci yarısına gelindiğinde, gerek tahsil gerekse sürgün nedeniyle 

 

İ. Sögütlü: Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak   

135

Batı’ya giden Osmanlı aydınları, Batı’nın görünür yüzünün arkasındaki düşünsel dünyayı keşfetme fırsatı buldular. Bu temas, Osmanlı düşünce hayatında dünya meselelerine bakışta İslam’ın moral değerlerinden çok, Avrupa’nın Aydınlanma ilkelerini ölçüt alan bir çizginin billurlaşmasına zemin  hazırladı.  Bu  bakış  açısının  oluşmasında materyalizm,  rasyona‐lizm, pozitivizm ve sosyal Darwinizm gibi Batılı fikirler belirleyici oldu. Beşir Fuad,  İbrahim Şinasi, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet gibi Osmanlı aydınlarının bu  fikirlere  ilgileri, salt bir entelektüel  ilgiden doğmuş de‐ğildi. Asıl amaç devleti ve toplumu, Batı karşısında yaşadığı geri kalmış‐lık durumundan kurtarmanın yollarını keşfetmekti. Bu aydınlar arasında Batı düşüncesinin derinliklerini en iyi anlayabilen ve onun laik niteliğini kavrayabilmiş olan kişi hiç  şüphesiz  Şinasi’ydi  (Mardin,1992b: 84)1.  Şi‐nasi,  yaşadığı  dönemdeki,  Batı  bilim  ve  teknolojisiyle Doğu  İslam  de‐ğerlerini  bağdaştırma  biçiminde  formüle  edilen  egemen  bağdaştırmacı önermenin aksine, meseleyi bir medeniyet tercihi olarak gördü. Ona göre yeni medeniyetin esası “akıl” ve “bilim”di. Osmanlı toplumu için tek çı‐kış yolu, akılcı düşünceyi içselleştirmek ve bunun sonucunda seküler ve evrenselci  kimliği  benimsemekti2.  Jön  Türk  düşüncesi  içinde  daha  da mayalanan bu görüş, siyasî kaygılarla, 1908 Devrimi ile Jön Türk kadro‐larınca  iktidar ele geçirilene kadar açıkça dillendirilmedi. Bu  türden  fi‐kirler öne sürüldüğü zaman da, İslamî bir düstura dayandırılmak ya da gibi bir taktik izlendi. İkinci Meşrutiyet’e kadar Batılılaşma modernleşme tartışmalarında, muhafazakâr modernleşme  önermesinin  hegemonyası devam  etti.  Ancak  teknolojik  modernizm  projesi  çerçevesinde  atılan adımlar,  ironik bir biçimde  radikal batıcı görüşün yaygınlaşmasına ze‐min hazırladı. Batı bilim ve teknolojisinin genç kuşaklara öğretilmesi ve ilerlemenin sağlanması için açılan okullar, mevcut olanın dışında bir top‐lum hayalinin  temellerinin  atılmasında  etkili  oldu. Tanzimat’ın  reform programı çerçevesinde açılan modern okullar amaçlananın aksine; 

1 Şerif Mardin, Şinasi dışında Avrupa’nın rasyonalizm akımına katılabilenleri sayısı, ‐Ab‐dullah Cevdet istisna edilirse‐ hatta İkinci Meşrutiyet’ten sonra bile yok denecek kadar az olduğunu belirtmektedir (Mardin,1992a: 167). 2  Şinasi’nin, Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa’yı “medeniyet peygamberi” olarak  ta‐nımlaması, onun, bilimi insanlığın yeni, evrensel, seküler dini olarak algıladığını gösterir (Gencer, 2008: 310‐311).  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

136

“…(Y)aşadıkları  düzenle  değer  çatışmasına  giren  ve  içinden  çıktıkları sosyal gerçekliğin tamamıyla dışında   bir gerçekliği hayal eden fert‐ler  yetiştirme  işlevi  görmüşlerdir. Bu noktadan  itibaren de Batılılaşma  ve   yaşanılanın dışında bir düzen kurma fikri eğitimle seçkinlik kazanan kit‐lenin temel arzusu olmuştur” (Hanioğlu, 1992: 150).  

Bu kitle, önerilerini  İkinci Meşrutiyet döneminde daha da olgunlaştırıp ete kemiğe büründürdüler ve Osmanlı’nın tasfiyesi ve Cumhuriyet’in ilanı ile tam olarak iktidara yerleştikten sonra da uygulama aktarmaya çalıştılar. 

II. İKİNCİ MEŞRUTİYET’TE GARPÇILIK AKIMI İkinci Meşrutiyet, Osmanlı toplumunda Batılılaşma konusundaki fikirle‐rin sistematik hale getirildiği bir dönemdir. Modern ulus devletin teorik altyapısının  oluşturulduğu  ve  bu  bakımdan  Cumhuriyetin  laboratuarı olma özelliğini taşıyan bu dönemin en gözde fikir akımı, “Garpçılık”tır. Abdullah  Cevdet’in  İçtihat  Mecmuası  etrafında  toplanan  Celal  Nuri, Kılıçzâde Hakkı, Rıza Tevfik, Bedi Nuri, Ahmed Şuayb, Baha Tevfik gibi önde gelen Garpçılar, o güne kadar egemen konumunu sürdürmüş olan muhafazakâr modernlik önermesini ilk kez açıkça ve yoğun bir eleştiriye tabi tuttular3. Garpçılara göre muhafazakâr modernleşme önermesindeki Batı bilim ve teknolojisiyle kültürünün birbirinden ayrı olduğu ve birin‐cisinin  alınarak  geleneksel  değerlerle  bağdaştırılabileceği  fikri  esastan yanlıştı. Zira Batı’nın maddi alandaki başarıları  ile zihniyeti ve kültürü arasında  içsel bir bağ vardı. Diğer  taraftan  İslam  ile Batı medeniyetinin temelindeki pozitif  felsefe, birbirine zıt  iki  farklı bilgi kaynağıydı ve bu nedenle de  ikisinin bağdaştırılmasına da  imkân yoktu. Kısaca Batı me‐deniyeti, bütün boyutlarıyla bir bütün ve ayrı bir medeniyetti ve dolayı‐sıyla kurtuluş  için tam bir Batı toplumu olmaktan başka çare bulunmu‐yordu. Onlara göre geleneksel değerler ister dinden kaynaklansın isterse kaynaklanmasın,  sosyal gelişmenin  önünde  bir  engeldirler. Bunun  için kökten bir değişim için öncelikle Asyaî kafaların Batılılaştırılması şarttır. Bu  temel değişiklik gerçekleştirilmeden yapılacak bir  ıslahat  sonuç ge‐tirmeyecektir  ve  getirmemiştir  (Hanioğlu,  1992:150‐151).  Tanzimat’tan beri devam eden ikilik ve bunun tabii sonucu olarak gelişen taklitçilik de ancak  tam  bir  Batı  toplumu  olmakla  son  bulacaktır.  Hanioğlu’nun 

3 O güne kadar bu görüşler  siyasî kaygılarla  açıkça dile getirilememişti. Ancak devrim gerçekleşip  İttihat Terakki  iktidara yerleştikten sonra halka sempatik görünme mecburi‐yeti de ortadan kalkmıştır. 

 

İ. Sögütlü: Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak   

137

(Hanioğlu,1989: 25) ifadesiyle “Bu programda ilk olarak göze çarpan özellik, ‘ethic’  değişimi  fikrinin  olmasıdır. Programın  savunucuları  içinde  yaşadıkları toplumun  değerleri  ile  bütünüyle  çelişen  yeni  bir  sosyal  düzeni  zihinlerinde canlandırmaktadırlar ki bu da programa bir  ‘utopia’ niteliğini kazandırmakta‐dır”. Artık bu noktada temel soru, bu ütopyanın gerçekliğe nasıl dönüş‐türülebileceğidir? Batıcılar, aradıkları cevabı, XIX yüzyılın son çeyreğin‐den  itibaren özellikle Jön Türk kadroları arasında yaygın kabul görmüş bir epistemoloji olan pozitivizmde bulmuşlardır. 

Osmanlı düşünce hayatında  ilk  sistematik Batı  okuması,  1880’li  yıl‐lardan beri  Jön Türk kadroları üzerinde derin  izler bırakmaya başlayan pozitivizm üzerinden gerçekleşmiştir. Zira Osmanlı reformcu kadroları, nasıl Batı düzeyine  çıkabiliriz  sorusuna en doyurucu cevabı bu  ideolo‐jide bulmuşlardır. Pozitivizmin rasyonalizmden ve Aydınlanmadan dev‐şirdiği kurama göre bir toplumun nesnel koşulları ne olursa olsun, hazır‐lanacak bilimsel bir kalkınma projesiyle azgelişmişlikten kurtarılabilir ve sanayileşmiş Batı  toplumları düzeyine ulaştırılabilir. Başka bir  ifadeyle, Batı ile aynı süreçleri yaşamamış, aynı geçmişe sahip olmayan toplumlar da, Batı uygarlığının nihaî var edicisi/temeli olan “akıl” ve “bilim” vası‐tasıyla geleceğe bir sıçrama gerçekleştirebilir ve modern bir sanayi  top‐lumu haline gelebilir. Jön Türk kadrolarının pozitivizme olan ilgilerinin temelinde  bu  vaat  yatmaktadır. Aydınlanma  radikalizmi,  yani  siyaset yoluyla  dünyanın  değiştirilebileceği  inancı  Batı’da  Fransız Devrimi  ile zirve noktasına ulaşmış, tarihin hızlandırılması, devrim fikri, bu kaynak‐tan beslenmiştir. Fransız Devrimi’nde kitleleri harekete geçiren de dün‐yanın bir ideal forma göre yeniden kurulmasının mümkün olduğu biçi‐mindeki bu modernist ön kabulden başkası değildir (Gencer, 2008: 410). Bu  görüş XIX.  yüzyılın  son  çeyreğinde neredeyse  bütün  Jön Türklerin amentüsü olmuştur. Şerif Mardin bu etkilenmeyi şöyle özetlemektedir: 

 “Zira  okul  ve  kitap, modern  okullarda  yetişen  bu  nesli,  “ütopik”  ve “model arayıcı” ya da ideal toplumu  tanımlayıcı bir fikri çerçeveye sokmuş‐tur.  Pozitivizmin  bu  noktadaki  katkısı  “ütopik”  yaklaşımla  paralel‐dir.19.yüzyılda bu görüş o kadar genelleşmiştir ki kaynağına özel bir refe‐rans  vermek  gerekmemektedir.  Genel  kanı  şudur:  Toplumu  değiştirmek mümkündür ve o yolda çalışılmalıdır” (Mardin, 1992a: 200). 

Pozitivist yaklaşıma göre  insanlık  tarihi  lineer bir zaman  şeridi üze‐rinden, insanın ve doğanın özünde yer aldığına inanılan bir eğilimin so‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

138

nucu,  sürekli ve düzenli bir  iyileşme ve  ilerleme göstermektedir.  İnsan aklı özgür bırakıldığı takdirde, ilerlemenin yasalarını hem keşfedilebile‐ceğini hem de ilerlemeyi gerçekleştirebileceğini kabul eden Aydınlanma felsefesinin  bir  ürünü  olan  pozitivizm,  toplumların  pozitif  bilim  ilkesi doğrultusunda örgütlenmeleri halinde değişmenin,  ilerleme mahiyetini alabileceğini  öngörmektedir  (Köker,  2001:  104). Bunun  için  ise  öncelikle zihinlerin  pozitif  bilim  çağında  artık  geçersiz  hale  gelmiş  olan  gelenek, din, efsane gibi bilgi kaynaklarının tesirinden arındırılması ve boş bir lev‐ha, bir tabula rasa haline getirilmesi gerekir. Bu mülahaza nedeniyle Garp‐çılık  akımının  Batılılaşma  projesinin  temelini  laik  eğitimin  yaygın‐laştırılması  oluşturmuştur. Böylece dinsel dogmalardan uzak  yetişen  bu kuşaklar toplumu ileri götüreceklerdir (Hanioğlu,1981: 21). Çünkü o nes‐lin inancına göre “…ilerde gelecek din fendir” (Kandemir, 1975: 68). Buradan anlaşılacağı gibi Garpçılar için bilim, insana çevresini değiştirme ve onu is‐tediği kalıba dökme kudreti bahşeden  tılsımlı bir araçtır. Halk kitlelerine bilimin  gereklerinin  öğretilmesi,  bilimsel  ilerleme  projelerinin  inşası  ve uygulanması için ise doğruları bilen Batıcı seçkinlerin siyasî iktidarı ele al‐maları bir zorunluluktur. Bu aydın kadrolar, Cumhuriyet’in  ilanı, hilafet ve  saltanatın  kaldırılması  ile XIX  yüzyılın  son  çeyreğinden  beri  sürdür‐dükleri  iktidar mücadelesinde sona ulaştılar ve on yıllardır hayalini kur‐dukları modern Batılı toplumun gerçekleştirmek için üzere harekete geçti‐ler4. Cumhuriyet’in modernleşme projesi, büyük ölçüde, Garpçıların İkinci Meşrutiyet döneminde  çerçevesini  çizdikleri bütün boyutları  ile modern ve Batılı toplum ütopyasının pratiğe dökülmesi olarak biçimlendi. 

III. CUMHURİYET İDEOLOJİSİ VE POZİTİVİZM Cumhuriyet  seçkinlerinin modernleşme meselesine  dair  yaptıkları  de‐ğerlendirmelere bakıldığında Garpçı görüşün ne denli etkili olduğu gö‐rülecektir. Bu kadrolara göre de Batılılaşma her  şeyden önce Türk  top‐lumu için bir var oluş meselesidir. Dönemin önde gelen ideologlarından Saffet Engin bunu şöyle özetler: “İnkılâp tam manası ile Avrupalılıktır. Za‐ten Avrupalı  olmamak,  bu  asırda yaşamamak, hayatı  bilmemek, manen  ölmek 

4 Birinci TBMM’nde başta İkinci Grup olmak üzere muhafazakârların Nisan1923 seçimle‐riyle tasfiyesi ve ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 1925 yı‐lında  kapatılmasıyla,  bağdaştırmacı‐sentezci modernleşme  anlayışının  siyasî  hayatımız‐daki etkisi iyice zayıflamış oldu. Bu gelişme, bir bakıma toptancı modernlik kavrayışının kesin zaferi anlamına geliyordu. 

 

İ. Sögütlü: Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak   

139

demektir”  (Engin, 1938: 23)5. C.H.P. Genel Sekreteri Recep Peker’e göre bu  inkılâp “... Türkleri (...) yokluktan varlığa, düşkünlükten onura ve üstün‐lüğe götüren büyük evrensel bir hadise” ( Peker, 1984: 13)dir. 

Cumhuriyet seçkinleri  için geri kalmışlığımızın baş nedeni pozitivist diskurda da dile getirildiği üzere gelenek ve “din”dir. Bu nedenle hare‐ketlerini; “Türk Milletini  son  asırlarda geri  bıraktırmış müesseseleri yıkarak, yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak” (Atatürkçülük, 1997: 114) olarak tanımlamaktadırlar. Atatürk’e göre de milleti geri bıraktırmış olan “gelenek” ve geleneksel‐leşmiş ve yanlış yorumlanmış olan “din”dir. Gerçek kurtuluş için, önce‐likle, milleti bu  iki öğenin baskısından kurtarmak gerekmektedir. O, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da şöyle der: “...zihniyetlerdeki mevcut hurafe‐ler kâmilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını  in‐faz etmek imkânsızdır”(Atatürk, 1997b: 224). Aynı düşünceyi paylaşan Fa‐lih Rıfkı Atay’a göre de “Biz batılı bir millet ve bir batı devleti olmadıkça kur‐tulamayız. Bizi batılı bir millet olmaktan ve bir batı devleti haline gelmekten alı‐koyan  gelenekler  ve müesseseler  ortadan  kalkmalıdır”(Atay,  1984:  369). Gö‐rüldüğü üzere seçkinler kendi toplumlarındaki değer ve kurumların hiç birini  muhafazaya  değer  bulmamakta  ve  bunları  “öteki”  konumuna oturtmaktadırlar. Çünkü  onların  hayallerini,  bütün  bireylerinin  sadece aklın ve bilimin doğrularını referans olarak aldığı, bunun dışındaki bilgi kaynaklarına itibar etmediği bir pozitivist toplum imgesi süslemektedir. Cumhuriyet’in gerçekliğe dönüştürmek üzere devrimci bir hücumla bü‐tün geçmişi tasfiye etme refleksi, bu pozitivist ütopyadan türemiştir.  

Yukarıda da  işaret edildiği üzere Cumhuriyet’in yeni toplum hayali‐nin felsefî  temelini pozitivizm oluşturmuştur. Batı kültürel gelişme mo‐deline mutlaklık ve evrensellik atfeden pozitivizme göre  insanlık  teolo‐jik, metafizik  aşamalardan geçmiş ve nihayet pozitif  evreye ulaşmıştır. Batı  uygarlığı  bu  çizgide  pozitif  aşamayı  temsil  etmektedir.  İnsanlığın ulaştığı bu pozitif evrede, geçerli tek bilgi ve referans kaynağı “bilim”dir. 

5 Mustafa Kemal’in söyleminde de çağdaşlaşmaya hayatî bir önem atfedilir: “Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o gafil ve  itaatsizler hakkında çok bîa‐mandır. Dağları delen, semalarda pervaz eden, göze görünmeyen zerrattan yıldızlara ka‐dar her  şeyi gören,  tenvir  eden,  tetkik  eden medeniyetin muvacehe‐i kudret ve ulviye‐tinde kurun‐u vusta zihniyetlerle, iptidai hurafelerle, yürümeye çalışan milletler mahvol‐maya mahkûmdurlar” (Atatürk, 1997b: 222).  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

140

Bilimin gösterdiği yolu takip eden her toplum, ilk iki aşamayı atlayarak Batı toplumlarının ulaştığı düzeye ulaşabilecektir6. Kasaba’nın da belirt‐tiği gibi  (Kasaba, 1999: 13): “Tek‐Parti Dönemi  seçkinleri de  başta Mustafa Kemal olmak üzere Türkiye’de yaşayan herkesin düzgün ve çizgisel bir modern‐leşme sürecinde geçmesini öngörmüşlerdir”. Bu bağlamda Kemalist seçkinle‐rin  “öteki”si  insanlığın  ilerleme  yörüngesinde  Türk  toplumunun  geri kalmasına yol açmış olan bütün bir geçmiştir. Burada gayri modern olan geleneksel olanla, geleneksel olan da “İslam”la özdeşleştirilir. Seçkinlerin söyleminde çağdaşlaşma, bu geri olandan uzaklaştıkça gerçekleşecek bir süreçtir. Gerçekten de Türk modernleşmesinin bu aşamasında din, seç‐kinlerin boy hedefidir,  çünkü  çöküş  çağında Osmanlı  tahayyül dünya‐sında  ayakta  kalan  tek  referans  durumundadır  (Aktar,  1993:  46). Tekinalp’in  şu  sözleri  seçkinlerin bu husustaki düşüncelerini  en  iyi  şe‐kilde özetlemektedir:  

“Bağımsızlık  savaşımı,  (...)  iç  düşmana  yöneldiğinde,  kafası  ezilecek olan bu düşmanın adı teokrasi idi. Kemal Atatürk asıl hastalığın kaynağının o olduğunu çok  iyi biliyordu. Biliyordu ki bu düşman yaşadığı müddetçe Türk ulusu manevi tutsaklıktan kurtulmayacaktır” (Tekinalp, 1998: 107).  

Bu kadrolara göre gelenek ve din, bizzat geri kalışın baş nedeni ol‐ması  bir  yana,  aynı  zamanda  yeniliklerin  alınmasını  da  engelliyordu. Çünkü “Bu anlayış, her yeni kurumu, geleneklerin içermediği her yeni durumu halka, dinsizlik gibi gösteriyordu. Türk ulusunu yüzyıllarca geri bıraktıran, her yeniliğe karşı beslenilen bu nefretti” (Tekinalp 1998: 111). İnsanın bu manevi tutsaktan kurtulması, özgürleşebilmesi ve aydınlanabilmesi, “din”in top‐lumsal otoritesinin zayıflatılmasına bağlıydı.  

Cumhuriyet  seçkinlerinin  temel hedefi, Doğulu  İslam kimliği yerine laik Batılı kimliğe sahip bir toplum yaratmaktı. Seçkinleri böyle bir tavır alışa  sevk  eden  en  güçlü motivasyon milliyetçilikti. Devrim  fikri,  son kertede, Batı’nın  işgali sonrasında, Batı karşısında yaşanan eziklik duy‐gusundan  kurtulmaya  dönük  milliyetçi  bir  refleks  olarak  gelişmişti (Trimberger, 2003: 39). Milliyetçilik aynı zamanda,  toplumu modernleş‐tirme misyonunu üstlenmiş olan seçkinlerin  iktidarını meşrulaştırıcı bir işlev görmekteydi. Türk milliyetçiliğinin yöneldiği hedef, Türkiye’yi mu‐

6 Bu noktadan sonra; “Artık din, şahsiyetimizdeki eski çürük manası  ile düşünülemez, çünkü o seviyeden daha yüksek bir seviyeye çıkmış bulunuyoruz. Teoloji ve metafizik devrinden geçerek po‐zitif devre girmiş bulunuyoruz.” (Engin, 1938: 19). 

 

İ. Sögütlü: Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak   

141

asır  medeniyet  seviyesine  ulaştırmaktı. Milliyetçilik,  bir  medeniyetçilik iradesiydi ve mevcudu savunmayı değil, yeni bir gelecek yaratma ütop‐yasını ifade ediyordu. Buna göre Batıcılıkla milliyetçiliği birleştiren ortak payda, “laiklik”  ti. Zira Türkiye’yi muasır medeniyete, ancak aydınlan‐mış,  laik‐akılcı bir bakış açısı kazanmış nesiller ulaştırabilirdi. Öte yan‐dan milliyetçilik laik seküler bir kimlik olarak kök saldığı ölçüde geçmi‐şin unutturulmasında da katalizör işlevi görecekti.  

Seçkinlere  göre  modernleşmenin  gerçekleşebilmesi  için,  toplumun sekülerleştirilmesi, bunun  için de “din”in  sembol,  telakki, değer olarak bütün  görünümlerinin  sökülüp  atılması  ve  bunların  yerine  Batılı  sem‐bollerin ve değerlerin ikamesi gerekmekteydi. Toplum, modern sembol‐leri ve değerleri  içselleştirecek  bir  sosyoekonomik düzeyde  olmadığın‐dan, bunlar hukukî düzenlemelerle ve devlet ve bürokrasi eliyle gerçek‐leştirilmeye çalışılacaktı. Trimberger’in (2003: 38) işaret ettiği gibi bu ba‐kımdan Türk devrimi, bir  tepeden  inme devrim niteliği arz ediyordu. Bu tür  bir  devrimcilik,  beklenebileceği  gibi  kanun  yapma,  kararname  çı‐karma,  talimatname yayınlama gibi  ironik bir biçimde XIX. yüzyıl Os‐manlı modernleşmeci seçkinlerinin politikalarıyla büyük ölçüde benzer‐lik gösteren metotlara dayalı olarak yürüyecekti.  

IV. GELENEĞİN TASFİYESİ Dönemin pozitivist  ruhuna uygun  olarak  kurucu  seçkinler modernleş‐tirme  ameliyesine, dinî dünya  görüşünün  çevrelediği  eski medeniyetle bütün bağların kopararak başladılar. Kadıoğlu’nun da vurguladığı gibi Batı’da bir süreç olarak ortaya çıkan sekülerleşme, Türkiye’de bir model olarak, modernleşme projelerinin  temel  taşı olarak ele alındı  (Kadıoğlu, 1999: 76). Klasik sekülerleşme  tezine göre  toplumlar modernleştikçe di‐nin  toplumsal  otoritesi  zayıflamakta,  başka  bir  ifadeyle  sekülerleşme artmaktadır. Bu görüşe göre din ve modern düşünce farklı iki anlam sis‐temidir, bir anlam  sistemi olarak din, modern koşulları altında gittikçe hâkimiyetini yitirmektedir (Mert, 1994: 30). Oysa Kemalist modernleşme projesinde bu ilişki tersinden kurulmuş ve geçmişe ait olanın payandası olan dinin öneminin azalmasına paralel olarak modernleşmenin gerçek‐leşeceği düşünülmüştür.  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

142

Cumhuriyet seçkinleri,  toplumun sekülerleştirilmesi projesine, “din” ve geleneğin taşıyıcılığı işlevini yerine getiren, dinin toplumsal otoritesi‐nin devamını sağlayan ulema sınıfının etkinliğini azaltmakla başladılar. Tevhid‐i Tedrisat Kanunu ile resmî ulemanın, tekke ve zaviyelerin kapa‐tılması  ile  taşra ulemasının etkinliği azaltıldı. Dinî mahkemelerin kaldı‐rılması ve devlet okulları dışında din öğretiminin yasaklanması ve  laik eğitime geçişle, ulemanın eğitim ve hukuk alanındaki otoritesi sona erdi. Seçkinlere göre geriliğin,  çürümüşlüğün  sembolü olan geçmişin  tasfiye edilmesi yalnız bununla sınırlı kalmamıştır. İslam takviminin yerine mil‐letlerarası takvimin ikame edilmesi, 1926’da İsviçre Medeni Kanununun kabul  edilmesiyle  şeriata  dayanan  Mecelle’nin  hükümsüz  kılınması, 1928’de Arap Alfabesinin  kaldırılarak  yerine  Latin Alfabesi’nin  getiril‐mesi, dil devrimi ile Türk dilinin Arapça ve Farsça kelimelerden arındı‐rılıp yerlerine Türkçe kelimelerin  ikame edilmesi, 1934’te görev mahallî dışında  dinî  kıyafetle  dolaşmanın  yasaklanması,  hafta  tatilinin  Cu‐ma’dan Pazar gününe alınması yeni bir hafıza ve kimlik oluşturma ve Türkiye’nin  millî  bilincini,  mevcut  İslamî  kimlik  aleyhine  yükseltme amacına yönelik devrimlerdir (Anderson, 1993:61)7.  

Dinin  sembolik  görünümünü  ortadan  kaldırmak  ve  kişiyi  değişim fikrine alıştırmak için din ve gelenek bağlamında şekillenmiş olan bütün bir geçmişi unutturmak yetmemektedir. Yepyeni bir birey ve toplum ya‐ratmak  için,  ortadan  kaldırılanların  yerine,  laik  Batılı  öğelerin  ikamesi gerekir. Bu nedenle Kemalist medeniyet projesi, yaşam şekline, davranış biçimlerine  ve  gündelik  alışkanlıklara  kadar  hayatın  bütün  alanlarına nüfuz etmek  istemiştir (Göle,1998: 82). Bu yöndeki en somut adım 1931 CHF Üçüncü Kongresi’nde atılmıştır. Zira seçkinlerin sahip oldukları la‐ik akılcı kültürü ve Batılı yaşam tarzını Anadolu içlerine kadar ulaştırma ve halkı daha  yakından denetleme  kararı  bu  kongrede  alınmıştır. Zira 1930’da kurulan SCF’na halkın gösterdiği beklenmedik ilgi CHF seçkin‐lerinde bir hayal kırıklığı yaratmış ve halkla aralarındaki uçurumun de‐rinliğini göstermişti. Seçkinler kendilerine karşı halkın bu soğuk ve me‐safeli tavrından, halkın daha yakından denetlenmesi ve eğitilmesi gerek‐tiği sonucunu çıkardılar.  

7  Şüphesiz bütün bunlarla güdülen  tek amaç dinin sembolik görünümünü azaltmak de‐ğildi. Modern dünya sistemi ve bunun merkezi olan Batı ile entegrasyon ve senkronizas‐yon süreci de bu devrimlerin yapılmasının diğer gerekçesini oluşturuyordu.  

 

İ. Sögütlü: Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak   

143

IV. YENİ BİR TOPLUMSAL HAFIZA OLUŞTURMA SÜRECİ Topluma modern  “ethos”u  kabul  ettirmek  ve Osmanlı  İslam  kimliğini tasfiye edip yerine laik ulusal kimliği inşa etme yönündeki politikalar bu kongreden sonra daha radikal ve kapsayıcı biçimde yürürlüğe konuldu. Dünya  siyasetinin  o  gün  içinde  bulunduğu  yönelim de,  bu  radikalleş‐meyi meşrulaştıracak bir mahiyette idi. 1930’lu yıllar, demokratik rejim‐lerin gerilediği ve kurucu rasyonalist mantıktan beslenen otoriter ve to‐taliter  rejimlerin  yükselişe  geçtiği  bir  dönemdir. Dıştaki  bu  gelişmeler Kemalist seçkinlerin kendi programlarına duydukları güveni pekiştirici bir  işlev görmüştür. Ancak bu  rejimlerden  ideolojik anlamda  çok  ciddi bir etkilenme olmamış ve etkilenme yeni bir  toplum kurma yönündeki metotlarından yararlanılmıştır8. Kemalist modernleştirme projesi bu do‐laylı dış desteğin de etkisiyle 1930 sonrasında daha da radikalleşmiş ta‐rihiyle, diliyle, müziğiyle, kılık kıyafetiyle yepyeni bir toplum ve yeni bir toplumsal kimlik ve hafıza oluşturmaya yönelik kapsamlı bir dönüşüm başlatılmıştır. 

A. RESMİ TÜRK TARİH TEZİ Türk toplumu  için yeni bir beyaz sayfa açma ütopyasının  ilk gerçekliğe dönüştürülme alanlarından biri “tarih”tir. Gerilik  imgesine oturan geç‐mişten  kurtulmanın  bir  yolu,  onu  adeta  yaşanmamış  bir  süreç  olarak toplumsal hafızadan silmektir ve bu da ancak bir resmî bir tarih tezinin inşası  ile mümkündür. Anderson,  (1993: 176‐178)  tarihin  saf akademik, entelektüel bir heves olmadığı, devletlerin politikalarını meşrulaştırmak için onu istedikleri gibi eğip büktükleri olgusuna dikkat çeker. Kemalist seçkinler  de  kendi  programlarına  uygun  bir  tarih  yazımı  için  1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurmuşlardır (Ersanlı‐Behar, 1996: 96‐97). Burada başlıca  iki amaç vardır, birincisi; eskinin unutturulması ve  ikin‐cisi de; yeni bir toplum için ve yeniye temel oluşturacak biçimde tarihin yeniden yorumlanmasıdır. Zira ilerleme için, tek başına geriliğin kayna‐ğını saptamak yetmez, medeniyet kurma istemine yani ilerlemeye bir ta‐rihi derinlik kazandırmak da gerekmektedir. Muhayyel altın çağ ve yitik 

8 Bu etkilenme düzeyini Yakup Kadri şöyle özetler; “Rusya (...) bize konstruktif, yani ya‐pıcı  ve  kurucu bir  inkılâp  tipi göstermiş  oluyor  (...).  Faşizm,  eski  İtalya’nın  iskeleti üs‐tünde yeni bir İtalya, yeni, genç ve canlı bir İtalya kurmuştur...”(Yakup Kadri, 1933: 29).  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

144

cennetin  rahatlıkla kurgulanacağı  tarih  evresi olarak  en uygun dönem, hakkında çok  fazla bir bilgi olmaması nedeniyle rahatlıkla spekülasyon yapılabilecek dönem, Türklerin Orta Asya geçmişidir. Resmî  tarih me‐tinlerinde, Türklerin Orta Asya’da  büyük medeniyetler  kurdukları,  as‐lında bütün uygarlıkların yaratıcısının Türkler olduğu ve Türklerin uy‐garlık yaratmak hususunda adeta genetik bir üstünlüğe sahip olduğuna dair  tezler  işlenmeye başlanmıştır  (Engin, 1938: 43). Elbette bu bir kur‐gudur ve  tamamen  stratejik ve  araçsal bir değer  taşımaktadır. Bu  söy‐lemdeki asıl amaç, Türk  tarihinde bir  fetret dönemi olarak Osmanlı‐İs‐lam geçmişini paranteze almak ya da en doğru ifadeyle tarih şeridinden kesip atmaktır. Dile getirilmek istenen ise Türklerin medeniyet kurmaya yatkın bir millet oldukları, ne var ki  İslam’ı kabul  etmeleriyle uyuşuk‐luğa,  tembelliğe sevk eden Arap‐İslam kültürünün etkisine girerek geri kaldıklarıdır. Bora’nın da belirttiği gibi; (Bora, 1996: 184) seçkinlere göre Osmanlı‐İslam kültürü, Türklerdeki medeniyet kurma cevherini baskı al‐tında tutarak Türklerin rüştünü ispatlamasını engelleyen bir öğedir. Ka‐lınan  yerden  yola  devam  etmenin  ve  en  son medeniyet  olan  Batı me‐deniyeti  ile eklemlenmenin ön koşulu, Osmanlı‐İslam geçmişinin zihin‐ler üzerinde yarattığı tahakkümden kurtulmaktır.  

B. HALKEVLERİ VE HALKODALARI Yeni bir hafıza ve kimlik oluşturma projesinin  en  somut  adımlarından biri de 1932 yılında parti güdümünde bir ideolojik indoktrinasyon aracı olarak Halkevlerinin kurulması  ile atılmıştır9. Genç kuşaklar okullarda laik eğitim sürecinden geçirilmekte iken, okul çağını geçmiş vatandaşlar bu imkândan yoksun kalmışlardır. Bu durum, kökten bir zihniyet dönü‐şümünü hedefleyen bir  rejim açısından  temel bir eksiklikti. Halkevleri‐nin  kuruluşu  ile  “modern  ethos”un  aktarılacağı  yeni  bir  kamusal  alan yaratılmış oldu. Nitekim dans,  tiyatro, müzik, balo gibi Batılı kültür et‐kinlikleri, Halkevlerinin başlıca  faaliyetleri arasındadır. Bütün bu  faali‐yetlerde temel amaç, İslamî kültürün yerine laik ve seküler bir kültürün 

9 İsmet Paşa Halkevleri’nin amacını birinci açılış yıldönümünde şöyle açıklar: “Cumhuri‐yet Halk Fırkasının halkevleri vasıtasıyla memleket içinde takip ettiği kültür politikası bu vasıta  ile  ilim ve fennî, güzel sanatları yaymak, bu memleketin siyaseti,  iktisadîyatı hak‐kında en yeni, en doğru malumatı ortaya dökmektedir. Halkevleri, fikir olarak, müessese olarak mesuliyet mevkiinde bulunan partimizin, bütün özünü, varlığını halkın geniş  ta‐bakalarına anlatması ve sevdirmesi için, mühim bir merkezdir” ( İnönü, 1945: 8). 

 

İ. Sögütlü: Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak   

145

yerleştirilmesidir  (Yeşilkaya,  2001:  114‐115). Halkevleri’nin  faaliyetleri‐nin kapsamı bu konudaki kararlılığın bir göstergesidir: Dil, tarih, edebi‐yat,  güzel  sanatlar,  temsil,  spor,  içtimai  yardım,  halk  dershaneleri  ve kurslar,  kütüphane ve neşriyat,  köycülük, müze ve  sergi  (Çavdar,  1983: 880). Üstelik Halkevi bulunan bir yerde, özel kişi ve kuruluşların kültürel ve sportif faaliyetlerine iyi gözle bakılmamış ve bunların bir an önce Hal‐kevleri bünyesine alınması yoluna gidilmiştir (Türkoğlu, 1996: 101‐102)10.  

C. MÜZİK DEVRİMİ 

Geleneksel kültürün bütün boyutlarıyla ortadan kaldırılmasına yönelik pozitivist  temelli modernleşme  tasavvurunun  yansımalarından  biri  de musikî alanında ortaya çıkmıştır. En güç devrimin müzik devrimi oldu‐ğunu belirten Atatürk “Çünkü müzik devrimi kişiye kendi iç dünyasını unut‐turmayı, sonra da yeni bir âleme yöneltmeyi gerektirir. Onun  için çok zordur. (...) Çok zordur ama başarılacaktır”  (Arıburnu, 1998: 293) demiştir. Müzik devrimini  Türk  devriminin  nirengi  noktası  olarak  gören Atatürk,  “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü (nün) musikîde değişikliği alabilmesi ve kavra‐yabilmesi”  (Atatürk,  1997a:  396)  ne  bağlı  olduğunu  açıklamıştır. Müzik devriminin  ilk  işareti 1926’da alınan bir kararla okullarda Türk musikî‐sini eğitiminin kaldırılmasıdır. Bu yasakla beraber birçok ud ve  tambur sanatçısı viyolonsel ve keman gibi Batı çalgılarına yönlendirilmiştir (Gö‐kalp,  1997:  34). Ancak  geleneksel müzik  kültürüne  asıl  “resmî müda‐hale” 1930’lu yıllarda gerçekleşmiştir. Halkevleri reisi Necip Ali Küçüka 1934’te Ankara Halkevinde yaptığı konuşmada bu müdahalenin ilk sin‐yallerini vermiştir:  

“... Hiçbir zaman Türk halkına mal olmamış olan ve yalnız büyük  şe‐hirlerde yaşayan fasıl musikîsinin noksan kaideleri yerine beynelmilel kai‐deleri koymak  istiyoruz. Halk  ruhundan Osmanlı dili kadar uzak olan ve millî duygulara  tekabül  etme  imkânı bulunmayan  fasıl musikîsinin  inatla dayanışına asla kıymet ve ehemmiyet vermeyeceğiz. Türk İnkılâbının radi‐kal şuuru buna manidir” (Akt: Gökalp, 1997: 34). 

Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1934’te TBMM’nin açılış söylevinde müzik konusuna değinir ve şöyle der: 

10 1950 yılına kadar ülke çapında 478 Halkevi, 4322 Halk Odasına ulaşılmıştır.  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

146

 “Bu gün dinletmeğe yeltenilen musikî yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır.  (...) Ulusal  ince  duyguları,  düşünceleri  anlatan;  yüksek  deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musikî kurallarına gö‐re  işlemek gerektir. Ancak; bu güzeyde, Türk ulusal musikîsi yükselebilir, evrensel musikîde yerini alır” (Atatürk, 1997a: 396). 

Atatürk’ün bu sözlerinden  sonra,  İçişleri Bakanlığı’na bağlı Matbuat Umum Müdürü’nün önerisi Bakanın da uygun görmesiyle hemen o gün Türkiye  radyolarında  geleneksel  Türk  sanat musikîsi  yayını  kaldırıldı (Oransoy, 1983: 1520‐1521). Türk musikîsinin ‘Alaturka musikî’ Enderun musikîsi’ Meyhane musikîsi’  gibi  negatif  nitelemelerle  halkın  gözünde düşürmeye çalışan Cumhuriyet seçkini halk müziği alanında gelenekten kopuşu  gerçekleştirmek  üzere  halk  müziği  melodilerinin  Batı  müziği tekniğiyle armonize edilmesi için çalışma başlattı (Gökalp, 1997: 36)11.  

D. DİL DEVRİMİ Gelenek  ve  dinin  en  belirgin  biçimde  öne  çıktığı  alanların  başında  dil gelmektedir. Halk sade basit bir Türkçe kullanıyor olsa da üst tabakanın kullandığı dil Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımı olan Osmanlıcadır. Bu durum Kemalist devrimden önce Türkçülük  akımı  içinde  temel bir tartışma konusudur. Türk dilini arılaştırmak ve Türk millî kimliğini pe‐kiştirmek yeni rejimin öncelikleri arasında yer aldı.1932 yılında kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin amacı Osmanlı sözcük dağarcığının yerine koymak üzere Orta Asya’daki Türkî dillerden sözcük devşirmek olarak belirlendi (Gökalp, 1997: 33). Seçkinler bağımsız bir millî devletin kendi “millî”  diline  ihtiyacı  olduğu,  tıpkı  ekonomik  ve  politik  kapitülasyon‐larda olduğu gibi dildeki kapitülasyonların da  feshedilmesi gerektiğine karar verdiler (Zürcher, 1989: 52). Gerçekten de yeni bir toplumsal hafıza oluşturma ya da  tersinden düşünüldüğünde  toplumsal hafızayı yok et‐me  projesi  en  başarılı  sonuçlarını  dil  alanında  verdi.  Kelime  kavram‐lardaki değişiklikler sayesinde yeni kuşaklar kendilerinden birkaç kuşak öncekilerin yazdıklarından çok az şey anlayabilir hale geldiler. 

SONUÇ  Kültürü modernleştirmeden  ne  devlet  ne  de  ekonominin  etkin  bir  şe‐kilde modernleşemeyeceği  biçimindeki  pozitivist  öncülden  yola  çıkan Kemalist  seçkinlerin,  semboller  evreninde değişim  konusundaki  bu  ıs‐

11 Ancak bu yasak iki yıl sonra 6 Eylül 1936’da kalkacaktır.  

 

İ. Sögütlü: Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak   

147

rarlı tavırlarının altında daha somut bir neden yatmaktadır. Bu neden de toplumun  nesnel  koşullarının, modern  Batılı  toplumu  kısa  ve  orta  va‐dede, içsel ve yapısal bir süreç olarak var edecek bir düzeyden uzak ol‐masıdır. Bu  zayıf  tarihsellik  olgusu, Türk modernleşmesinde  başından beri kılık kıyafet gibi süs unsurlarının, hukukî ve idarî düzenlemeler gibi modernliğin  nedenlerinden  çok  sonuçlarına  ilişkin  boyutlarının  önem kazanmasına neden olmuştur. Cumhuriyet, nesnel düzlemdeki bu zayıf‐lıkla yüzleşmek yerine, projesini, geçmişin reddi ve radikal kültürel dö‐nüşüm üzerine kurmuş ve bu dönüşümün yasalar yoluyla var edilebile‐ceği gibi oldukça naif bir mantıkla hareket etmiştir. Bunun tabii sonucu olarak Türk  toplumunda  resmî ve  resmî olmayan  iki  farklı alan ortaya çıkmış, resmî alanda laik Batılı yaşama uyum göstermeye çalışan, ancak özel yaşamında ne gelenekle sahici bir bağı olan, ne de modern olanı iç‐selleştirebilmiş, bölünmüş kişiliklerden oluşan nesillerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. ∇ 

KAYNAKLAR Aktar, Cengiz (1993), Türkiye’nin Batılılaştırılması, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. 

Anderson, Benedict (1993), Hayali Cemaatler, Çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları, İstanbul. 

Arıburnu, Kemal (1998), Atatürk’ten Anılar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul. 

Atatürk, Mustafa Kemal (1997), Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 5.Baskı, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1997 (Cilt I: 1997a, Cilt II: 1997b). 

Atatürkçülük (1997), Haz. Genelkurmay Başkanlığı, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul. 

Atay, Falih Rıfkı (1984), Çankaya, Bateş, İstanbul 1984. 

Bora, Tanıl (1996), “İnşa Döneminde Türk Millî Kimliği”, Toplum Ve Bilim, Sayı: 71. 

Bozkurt, Mahmut Esat (1967), Atatürk İhtilali, Altın Kitaplar Yayınları, İstanbul. 

Çavdar, Tevfik  (1983),  “Halkevleri”,Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt  4, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Engin, Saffet (1938), Kemalizm İnkılâbının Prensipleri, Cilt I, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul. 

Ersanlı‐Behar, Büşra (1996), İktidar ve Tarih‐Türkiye’de “Resmî Tarih” Tezinin Oluşumu (1929‐1937), 2. Baskı, Afa Yayınları, İstanbul. 

Gencer, Bedri (2008), İslam’da Modernleşme, Lotus Yayınevi, Ankara. 

Gökalp,  Emre  (1997),  “Alafranga,  Alaturca, Millî,  Beynelminel,  Evrensel...  “Tek  Parti Döneminde Musikî İnkılâbı”, Mürekkep, Sayı: 8. 

Göle, Nilüfer (1998), Modern Mahrem, 5. Basım, Metis Yayınları, İstanbul. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

148

Hanioğlu, Şükrü (1981). Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul: Üçdal Neşriyat.  

________,  (1989), “II. Meşrutiyet Dönemi  ‘Garpçılar’ı: Yeni Bir “Ethic” Yaratma Fikri”, Türkiye Günlüğü, Sayı:2. 

________, (1992). “Batılılaşma” , İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, Türkiye Diyanet Vakfı Ya‐yınları İstanbul. 

İnönü, İsmet (1945), Millî Şefimiz İsmet İnönü’nün 3. Nutku, Halkevi Yayınları Maarif Matbaası, Ankara. 

Kadıoğlu, Ayşe (1999), Cumhuriyet İradesi Demokrasi Muhakemesi, Metis Yayınları, İs‐tanbul. 

Kandemir, Ferudun (1975). Jön Türklerin Zindan Hatıraları, İstanbul: Muhit Yayınları. 

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (1933). “Ankara, Moskova, Roma” Kadro, Cilt:2, (Tıpkı‐basım). Yay. Haz: Cem Alpar, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları Ankara 1997. 

Kasaba, Reşat (1999), “Eski ile Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm”, Türkiye’de Mo‐dernleşme  ve Ulusal Kimlik, Ed:  Sibel Bozdoğan‐Reşat Kasaba, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. 

Köker,  Levent  (2001),  “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme,  Devlet  Ve  Demokrasi”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2, Ed: Ahmet İnsel, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Mardin,  Şerif  (1992a),  Türkiye’de  Toplum  ve  Siyaset,  3.Basım,  Derl.Mümtaz’er Türköne‐Tuncay Önder, İletişim Yayınları, İstanbul. 

________,  (1992b),  Türk Modernleşmesi,  2.Basım, Derl. Mümtaz’er  Türköne‐Tuncay Önder, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Mert, Nuray (1994), Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış, Bağlam Yayınları, İstanbul. 

Oransoy, Gültekin  (1983), “Çok Sesli Musikî”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklope‐disi, Cilt 6, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Peker, Recep (1984), İnkılâp Dersleri, 4.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Tekinalp (1998), Kemalizm, Çev., Çetin Yetkin, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstan‐bul.  

Trimberger, Ellen Kay (2003), Tepeden İnmeci Devrimler, Çev. Fatih Uslu, Gelenek Ya‐yıncılık İstanbul. 

Türkoğlu, Ömer  (1996), “Halkevlerinin Kuruluş Amaçları Örgütsel Yapısı Ve Bazı Uy‐gulamalar”, Kebikeç, Sayı: 3. 

Yeşilkaya, Neşe G (2001), “Halkevleri”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt: 2, Ed: Ahmet İnsel, İletişim Yayınları, İstanbul. 

Zürcher, Erik  Jan  (1989),  “Güneş‐Dil Teorisi ve Türk Dil Reformundaki Yeri” Birikim, Sayı:2. 

 

      

MODERNLEŞME, TOPLUMSAL HAFIZA ve YAHYA KEMAL 

CEMAL FEDAYİ∗

 Hafızanın yaşamlarımızı yapan şey olduğunu fark etmek için, parça parça da olsa, hafızanızı yitirmeye başlamanız gerekir. Hafızasız ya-şam, yaşam değildir... Hafızamız; tutarlılığımız, aklımız, duygumuz, hatta eylemimizdir. Onsuz birer hiçiz...Luis Bunuel “Ağaç köküyle yaşar, insan da öyle… Bizse maziden koptuk, istik-bale bağlanamadık. Türkiye bütün kütüphaneleri yakılan, bütün ma-zisi imha edilen, 600 yılı cerrahi bir ameliyatla içtimaî uzviyetinden koparılıp atılan bedbaht bir ülke. Oysa milletin ana vasfı devamlı-lık... Türk milleti... Hangi millet? Bu millet 10 senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı..." Cemil Meriç

ÖZET Yahya Kemal muhafazakâr düşünceyi  temsil  eden önemli bir  fikir ve  sanat adamıdır. Tarihe büyük önem veren Yahya Kemal toplumsal hafıza ve bu ha‐fızayı oluşturan unsurlar üzerinde  titizlikle durmuştur. Toplumsal hafızanın canlı ve sağlam tutulmasına önem veren şair kendi eserleriyle eski  ile yeniyi buluşturmaya,  irtibat noktaları  inşa  etmeye  çalışmıştır. Bu  çalışmada Yahya Kemal’in şiirlerindeki toplumsal hafıza ile ilgili vurgular ve fikirler mercek al‐tına  alınmış  ve modernleşme  bağlamında  analiz  edilmiştir. Çalışmada mo‐

∗ Yard. Doç. Dr. Kırıkkale Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü.

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

150

dernleşme ve  toplumsal hafıza konusunda  teorik bilgiler de verilmiş; ayrıca Türk modernleşmesi üzerinde kısaca durulmuştur.  Anahtar Kelimeler; Toplumsal Hafıza, Modernleşme, Türk Modernleşmesi, Yahya Kemal, Kültür, Kimlik, Gündelik Hayat 

GİRİŞ Y ahya Kemal tarihçi ve düşünür yanı da olan bir şairdir. Siyasal bilgi-ler okumuş, milletvekilliği ve diplomatlık yapmıştır. Bir tarihin son erip başka bir tarihin kurulduğu bir döneme şahitlik ettiği için Yahya Ke-mal’in eserleri sosyal bilimler açısından son derece önemli malzemeler içermektedir.

Yahya Kemal hiç şüphesiz muhafazakâr bir şair ve düşünürdür. Kendisi muhafazakârca bir yaşam  sürmese de  eserlerinde  tastamam muhafazakâr bir dünya görüşünün yansımaları görülür. Fakat Yahya Kemal’in bu tarafı, sosyal bilimcilerimiz tarafından yeterince işlenmemiş bâkir bir alandır. 

Yahya Kemal muhafazakâr  bir  şair/düşünür  olarak  temayüz  etmiştir fakat kendilerini ʺmuhafazakârʺ olarak tanımlayan parti(ler) muhafazakâr Yahya Kemal’den çok ʺİslamcıʺ Necip Fazıl’ı öne çıkarmışlardır. Bu da on‐ların  henüz  muhafazakârlığı  ve  Yahya  Kemal’i  tam  olarak  anlayama‐dıklarını/idrak edemediklerini göstermektedir.1  

Son  zamanlarda  toplumsal  hafıza  konusu  ilgi  duyulan  bir  konu  ol‐maktadır. Özyürekʹe göre, modernist ideolojiye olan inancın kaybolmasıyla güçlenen nostalji akımları Türkiyeʹde ve dünyanın pek çok yerinde gözlen‐mektedir.  Özyürekʹe  göre  Türkiyeʹdeki  ilginin  yerel  nedenleri  de  var: ʺCumhuriyet kurulduğunda yapılan en radikal reformlardan biri alfabenin değiştirilip tarihin yeniden yazılarak genç kuşakların geçmişlerinden kopa‐rılmasıydı. Cumhuriyetʹin ilk kuşakları geçmişi pek merak etmediler. Onlar için asıl olan gelecek ve ilerde bir gün erişilmeyi bekleyen modernleşmeydi. Ancak bu büyük  silmeyi yaşamamış olan bugünün kuşakları, hem kendi geçmişlerini hem de tarihin nasıl şekillendiğini merak ediyorlar.ʺ2

Bu çalışma, Yahya Kemal’in şiirlerini ve düz yazılarını son zamanlarda ilgi  çeken  bir  kavram  olan  toplumsal  hafıza  bağlamında  analiz  etmeyi amaçlamaktadır. Yahya Kemal’de toplumsal hafızaya geçmeden önce teo‐

1 ʺ2008 Yahya Kemal Yılıʺndaki son derece cılız ve içeriksiz etkinlikler (daha doğrusu et‐kinsizlikler) bu kanaatimizi pekiştirmiştir… 2 Esra Özyürek, Hatırladıklarıyla ve Unuttuklarıyla Türkiyeʹnin Toplumsal Hafızası, İs‐tanbul: İletişim, 2001, s. 8 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

151

rik bir çerçeve çizmek bağlamında modernleşme ve toplumsal hafıza üze‐rinde durulmuştur. Yahya Kemal’in fikirlerinin tarihsel bir bağlama otur‐tulması amacıyla da Türk modernleşmesi üzerinde kısaca durulmuştur. 

MODERNLEŞME Toplumsal hafıza kavramını  irdelemeden önce modernite üzerinde dur‐mak gerekir. Kelime olarak modernus,  şimdi ya da  şimdiki zaman anla‐mına gelmektedir. Modernite hem kelime hem kavram olarak hafıza kav‐ramıyla ilişkili bir kavramdır. 

Genel olarak modernite, aydınlanma felsefesinden beslenen, aklı ve bi‐limi merkeze koyan, eskiyi/geçmişi olumsuzlayan, yeniyi ise apriori olarak olumlayan bir durumu ifade etmektedir. Modernleşme kavramı da bu du‐ruma/modern duruma ulaşma sürecini  ifade eder. Modernite, sürekli  ile‐riye doğru yürüyen,  ilerleme  fikrini kabul  eden bir  tarih  tasavvuru  inşa etmiştir. Eski kötüdür, şimdi iyidir, gelecek daha iyi olacaktır… 

Özellikle  modernleşme  tarihleri  devrim  içeren  ülkelerde  ʺgeçmişʺ, “devr‐i sabık” (ancient regime) olarak yaftalanarak bir bütün olarak kötü‐lenir; kötülenmekten de öte  lanetlenir. Devrimin başlangıcı, adeta  tarihin de başlangıcı kabul edilir,  tarih  sıfırlanır ve bu  tarihin öncesi unutturul‐maya, en azından, bastırılmaya çalışılır… Bu bağlamda toplumsal hafıza‐nın  sıfırlanması ve yeniden  inşası bir  siyasal‐sosyal mühendislik operas‐yonu olarak gündeme gelir… 

Modernite yeni bir dünya kurmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Kurmak istediği  yeni  dünyanın  siyasal  (modern  ulus‐devlet),  sosyal,  ekonomik, kültürel…boyutları bulunmaktadır. Özellikle siyasal ve sosyal boyutta ye‐ni bir dünya kurmak, yeni bir tarih kurmayı da beraberinde getirmektedir. Yeni bir  tarih kurgulaması, aynı zamanda, yeni bir  toplumsal hafıza ya‐ratmaya matuftur… 

Modernite, doğal/organik, kutsal olanla ilintili geleneksel hafızanın ye‐rine  suni/mekanik  (hayali/mutasavver/imagined),  seküler  bir  toplumsal hafıza yaratmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, geçmişi de doğal bağlamından kopartıp  kendi  amaçları  doğrultusunda  yeniden  üretmiş,  yeniden  yo‐rumlamış,  yeniden  kurgulamıştır.  Bazı  Batı‐dışı  modernleşme  örnekle‐rinde ise, geçmiş ötekileştirilmiş ve adeta düşman olarak gösterilmiştir… 

Esasen modernleşme sürecinde çok dramatik bir şekilde, Marks’ın ifa‐desiyle, katı olan her  şey buharlaşıp havaya karışmış ve kutsal olan her şey dünyevileşmiştir. Yine bu süreçte kararlı olan her şey kararsızlaşmış; 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

152

sağlam  ve  sarsılmaz  sanılan  sosyal  yapılar  ya  yok  olmuş  ya da  etkisini kaybetmiştir. Uzun modernleşme  sürecinin  tamamında  olup  bitenler  ve bunların topluma yansıması, doğal olarak toplumsal hafızanın lehine de‐ğil aleyhine olmuştur; yüzyılların birikimini yansıtan toplumsal yapılar ve anılar bu uzun süreçte yok olmuş ya da ağır tahribata uğramıştır.  

Modern ulus‐devletin otoriter (ve yer yer totaliter) doğası etkisini tarih ve toplumsal hafıza üzerinde de göstermiştir. Modernite öncesinde unutuş ve hatırlayış, doğal ve organik yollardan olmaktaydı. Ancak modern dö‐nemde insanların neyi unutup neyi hatırlayacağına mekanik yollarla dev‐letin kendisi karar vermek  istiyor. Hatta bazı durumlarda devlet,  toplu‐mun hafızasını tamamen boşaltıp yerine yeni bir hafıza inşa etmeye çalış‐mıştır… Çünkü devlet için önemli olan itaatkâr yurttaşlar yaratmaktır ve toplumsal hafıza da bu amaca hizmet  edecek  tarzda oluşmalıdır. Yahya Kemal’in ifadesiyle, “devlet, uysal ve uslu bendeler ister.”3

Modernleşme konusunu bitirmeden önce temelde iki tür modernleşme tarzı  olduğunu  vurgulamak  gerekiyor.  İskoç  aydınlanmasıyla  irtibatlı Anglo‐Sakson modernleşmesinde, devletin tarihe ve dolayısıyla toplumsal hafızaya müdahalesi daha sınırlı ve daha ılımlıdır; devrimden ziyade ted‐rici bir değişim öngörülür; muhafazakâr ögeler bulunur... Kıta Avrupası modernleşmesinde,  özellikle  de  Fransa’da,  devletin müdahalesi  katı  ve acımasızdır; köklü ve ani değişimler, devrimler öngörülür... Genel olarak devrim içeren modernleşmelerde, devletin otoriter ve totaliter bir niteliğe büründüğünü söyleyebiliriz. 

TOPLUMSAL HAFIZA Hafıza kelime olarak koruyan, saklayan gibi anlamlara gelmektedir. Bire‐yin bilincinde yer edip muhafaza edilen ögeler bireysel hafızayı oluşturur. Yüzyılların  birikiminden  toplumların  bilincinde  kökleşip  kararlı  bir  şe‐kilde korunan ve hatırlanan ögeler de toplumsal hafızayı oluşturur. Top‐lumsal hafıza psikoloji,  sosyoloji,  tarih,  siyaset bilimi ve  antropoloji gibi birçok bilim dalının ilgi alanına giren bir kavramdır.  

Çeşitli  hafıza  tasniflerinden  yola  çıkarak  toplumsal  hafızanın  tanımı bağlamında öne çıkan unsurlar olarak şunları sayabiliriz: Bir toplum için‐de yaşamak; şimdiki zaman  içinde geçmişi hatırlatan eşyaları görmek ve kullanmak, çeşitli mekânlarda bulunmak, başka insanlarla iletişimsel alış‐verişte  bulunmak,  son  olarak  bunların  bütününün  oluşturduğu  kültür 

3 Yahya Kemal, Siyasi Hikâyeler, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1995, s. 70 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

153

zemininde bulunmak. Hatırlama figürleri olarak da şunlar sayılabilir: Za‐man ve mekâna bağlılık; gruba bağlılık; tarihin yeniden kurulması.4

Bireysel  hafıza  ile  toplumsal  hafıza  birbirleriyle  yoğun  bir  etkileşim içindedir.  Bireysel  hafıza  toplumsal  koşullardan  yoğun  olarak  etkilenir. Hatta kimi görüşlere göre toplumsal çerçevenin dışında bireylerin hatıra‐larını  sabitleştirecekleri  ve  yeniden  bulabilecekleri  başka  bir hafıza  yok‐tur.5 Bireysel hafızanın oluşması ve korunması için toplumsal çerçeve şart‐tır. Hafıza  insanın sosyalizasyon sürecinde oluşur. Hafıza her zaman bir bireye aittir ama bu hafıza toplumsal olarak belirlenir; toplumlar üyeleri‐nin hafızasını belirler. En kişisel anılar bile sadece toplumsal grupların ile‐tişimi ve etkileşimi üzerinden oluşur.6

Son zamanlarda  toplumsal hafıza konusunda yoğun çalışmalar yapıl‐maktadır. Hafıza üzerine yapılmış çalışmaların ortak noktaları şöyle özet‐lenebilir: 1. Geçmiş, hafıza yoluyla şimdiki anın ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden  şekilleniyor  ve  şimdiki  anı meşrulaştırıyor.  2. Hafıza  ile  kimlik arasında sıkı bir ilişki vardır. Hem bireysel hem de grup kimliği zaman ve mekan  içinde ayrılık  iddiasından ve bunun hatırlanması üzerinden geçi‐yor. 3. Tarihçiler bireysel ve kolektif hafızayı  şekillendiriyor; kişisel hatı‐ralar da tarih yazımında önemli bir veri olarak kullanılıyor. Tarih hem bi‐reylere hem kitlelere ait bir  tür hafızadır. 4. Bireysel hafıza sosyal alanla pek çok noktada kesişmektedir.7

Kültürle  ilişkili  bir  kavram  olarak  toplumsal  hafıza  kavramı  sadece geçmişle değil  şimdi  ile de  ilişkili bir kavramdır. Kimi yaklaşımlara göre hafıza, “şimdiki zamanda bir kültürel kurgu”dur.8 Kültür, bir  toplumun yüzyıllar içerisinde biriktirdiği her türlü maddi ve manevi birikimleri ifa‐de  eder.  Bu  noktada  toplumsal  hafıza  ile  kültür  büyük  bir  oranda  bir‐birleriyle örtüşürler. Birçok tanımı yapılan kültürün bir tanımı da şöyledir: Her  şey unutulduktan sonra geriye kalanlar, kültürdür. Kültür, hiç eski‐meyen, hep baki kalan yazılar, sözler ve yapılar birikimidir. Bu tanım tam da toplumsal hafıza ile örtüşmektedir. Mevcut toplumsal ve siyasal yapı‐

4 Jan Assmann, Kültürel Bellek, Çev. Ayşe Tekin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 33, vd. 5 Aksu Bora, “Hatırlananlar ve Unutulanlar: İslam Coğrafyasında Modernleşme ve Kadın Hareketleri”, Bilig, Bahar / 2010, Sayı 53, s. 53. 6 Assmann, age, s. 40. 7 Özyürek, age, s. 8‐9. 8 Andreas Huyssen, Alacakaranlık Anıları‐Bellek  Yitimi Kültüründe  Zamanı  Belirle‐mek, İstanbul: Metis Yayınları, 1999, s. 13.  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

154

lar, son tahlilde, unutulanlar ve hatırlananların ortak ürünü olarak ortaya çıkmıştır… 

Bireyler açısından olduğu gibi  toplumlar açısından da hatırlamak ka‐dar  (bazı durumlarda) unutmak da gereklidir. Ancak burada neyin unu‐tulacağına neyin muhafaza edileceğine kim karar verecek? Hatırlama gibi unutmanın da kendiliğinden/spontane olması gerekir. Devletin ya da dı‐şarıdan başka bir aktörün müdahale etmemesi gerekir. Çünkü hatırlama ve unutma süreçlerinin siyasal ve sosyal sonuçları olmaktadır.9 Toplumsal hafızanın oluşumuna çok fazla aktör müdahil olabilir; fakat bu aktörlerin doğal aktörler olmaları gerekir. Dışarıdan ve yukarıdan, toplumsal/siyasal mühendislik kabilinden müdahaleler,  toplumsal hafızanın  istismarı anla‐mına gelmektedir... 

Toplumsal  hafıza,  son  tahlilde,  doğal  yollarla  kendiliğinden  oluşur. Devlet gibi dışarıdan aktörlerin müdahaleleri olmadan, kendiliğinden olu‐şur; unutulanlar da yine harici aktörlerin müdahalesi olmadan kendiliğin‐den unutulur. Modern ulus‐devletler ise homojen yurttaşlar üretmek ama‐cıyla genellikle toplumsal hafıza üzerinde tekel kurmak, onu istediği gibi yönlendirmek, kurmak‐kurgulamak ve yıkmak‐yapmak hakkını kendinde görmek  istemiştir.  Özellikle  ulus  yaratma  süreçlerinde  tarihe/hafızaya hoyratça ve  insafsızca müdahale etmişlerdir; yeri geldiğinde de  tarihi  is‐tismar etmişlerdir…  

Toplumsal hafızanın kimlikle de doğrudan bir ilişkisi vardır. Toplum‐sal hafıza kendiliğinden oluştuğu gibi toplumsal kimlik de, toplumsal ha‐fızadan da  beslenerek, doğal  yollardan  oluşur  ve  yine  toplumsal hafıza araçlarıyla yeniden üretilir ve  aktarılır. Bu doğal oluşum ve  aktarımlara müdahale edilmedikçe kimlik krizi ve yabancılaşma10 gibi sorunlar ortaya çıkmaz. Ancak modern  ulus‐devletler  ulus  inşası  süreçlerinde  bu  doğal yollara müdahale ederek suni/zorlama kimlikler üretme yoluna gitmişler‐dir. Bu da doğal olarak ‐özellikle Türkiye gibi ülkelerde‐ yoğun bir kimlik krizini doğurmuştur. 

Her  toplumun  tarihinde  binlerce/milyonlarca  olay  olup  bitmiştir… Toplumsal hafıza bunların içinden korunmaya layık olanları ve korunması 

9 Orwell’in ünlü Hayvan Çiftliği, devletin  toplumsal hafızayı  şaşırtmak ve yönlendirmek için yazılara (7 emir) ve yapılara nasıl müdahale ettiğinin güzel örnekleriyle doludur. Bkz. George Orwell, Hayvan Çiftliği, (Çeviren: Halide Edip Adıvar), İstanbul: MEB yayını, 1994. 10 Yahya Kemal’de yabancılaşma konusunda bkz. S. Hayri Bolay, “Yabancılaşma Karşısın‐da Yahya Kemal”, Hece‐Yahya Kemal Özel Sayısı, Sayı 41, Ocak 2009, s. 79 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

155

lüzumlu görülenleri  ayıklayıp  saklayan bir doğal hassadır, yetidir. Top‐lumsal hafızanın oluşumu sürecinde somut olguların ötesine geçildiği de olur; toplumsal hafıza yer yer olguların üstüne çıkıp rüya, hayal ve efsane gibi transandantal unsurları da bünyesine dâhil edebilir.  Toplumsal hafızanın çok  fazla oluşturucusu olduğu gibi çok  fazla da 

yansıtıcısı, aktarıcısı vardır. Toplumsal hafıza kendiliğinden işleyen bir sü‐reç  sonucunda  yazılı,  sözlü,  görsel  ve  anıtsal  eserlerle/kültürel  araçlarla oluşur ve aktarılır. Siyasal operasyonlarla toplumsal hafızayı tamamen sı‐fırlamak, yok  etmek  ‐teşebbüs  edilse de‐ mümkün değildir. Bu,  totaliter devletlerin bile başaramadığı bir  şeydir. Yok  edildiği  sanılan  imgeler ve simgelerin, baskı ortadan kalktıktan sonra ‐tamamen ve eskisi gibi olmasa da‐ yeniden gün yüzüne çıktıkları görülmüştür. Türkiye’de  tek parti dö‐nemi sonrasında, Rusya’da da komünist dönem sonrasında bunun çok ör‐nekleri görülmüştür. 

Hakikat  halde  bireylerin  olduğu  gibi  toplumların  da  hafızaları  hatırla‐maya doğru değil unutmaya doğru meyillidir. Toplumlar bunu önlemek için büyük yapıtlar (abideler) ve büyük yazıtlar inşa ederler; sanat eserleri vücuda getirirler... Bütün tedbirlere rağmen bir toplum kendini, aidiyetini ve mensu‐biyetini unutmuşsa, kısaca kendini kaybetmişse, bu durumda bir  asimilas‐yondan söz edilebilir. Bu durumda, varoluşsal bir krizden de söz edebiliriz... 

Modernleşme  süreci  sadece  siyasal alanda değil  tüm yaşam alanında köklü değişiklikler doğurur ve yeni bir yaşam tarzı inşa eder. Yaşam tarzı‐modernite ilişkisi bağlamında şunları söyleyebiliriz: Modernite öncesi ya‐şam tarzı, sükûnet üzerine kurulu bir hayattır. Modernite ise hareket üze‐rine bina edilmiş bir yaşam tarzı kurdu. Sükûnetten harekete geçildi. Hız ve haz, hayatın merkezine yerleşti. Bilindiği gibi hız unutturur. Toplumsal yaşam hızlandıkça  toplumsal hafıza zayıflar; hızlı yaşam, hızlı unutmayı doğurur. Hatırlamak  için durmak gerekir. Haddi zatında hatırlamak  için de  düşünmek  için  de  önce  durmak  gerekir.  İşte  toplumsal  hafıza  işbu durdurmayı dolayısıyla hatırlamayı mümkün kılan bir araçtır. 

Hızlı yaşam  tarzının yanı sıra,  toplumsal ve siyasal devrimler de  top‐lumsal hafızayı  yıpratan, hatta  yok  eden  aktörler  olmuşlardır. Her dev‐rimle beraber yeni bir tarih kurgulanmış, toplumların üzerine konfeksiyon tarihler giydirilmeye çalışılmış, sonuçta  toplumsal hafıza ağır  travmalara maruz kalmıştır. 

Muhafazakâr düşünce, devrime karşıdır. Değişimi reddetmez ama hızlı ve köklü değişimleri onaylamaz; değişimin  tedrisi olmasını öngörür. Bu 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

156

bağlamda muhafazakâr  düşünce  açısından  toplumsal  hafıza,  toplumsal hafızanın korunması ve  içeriğinin sağlıklı bir  şekilde aktarımı, hayati bir öneme  sahiptir. Nesilden  nesile  aktarılan  hafızanın,  kültürel  kimliklerin inşasındaki rolü önemlidir. Yine muhafazakâr düşünce, modernitenin top‐lumsal hafızaya yönelik anormal ve suni müdahalelerini eleştirir. 

Muhafazakâr düşünce, toplumsal hafızanın taşıyıcılığını yapan ara ku‐rumları ve geleneksel yapıları önemser ve bu kurumları tasfiye eden dev‐rimlerin  otoriter  ve  totaliter  yönetimlerin  doğmasına  neden  olduklarına inanır. 

TÜRK MODERNLEŞMESİ Osmanlı’nın  sonlarında  başlayıp Cumhuriyet’le  birlikte  ivme  kazanarak devam  eden  değişim  sürecine  genel  olarak  Türk modernleşmesi  denil‐mektedir.  Batılılaşma,  çağdaşlaşma,  yenileşme,  muasırlaşma  gibi  kav‐ramlar da kullanılmakta beraber “Türk Modernleşmesi”11  istikrar kazan‐mış bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Bizde yenileşme/modernleşme  çabalarının genellikle Tanzimat’la baş‐ladığı kabul  edilir. Daha önceden de yenileşme  çabaları olmuştur ancak esaslı ve  sistemli bir modernleşme Tanzimat’la başlamış ve  ivme kazan‐mıştır diyebiliriz. 

Osmanlı Devleti,  Batı’dan  etkilenmekle  birlikte  kendine  has  bir mo‐dernleşme/muasırlaşma  tarzı  oluşturmaya  çabalamıştır.  Osmanlı  mo‐dernleşmesi, muhafazakâr bir öz üzerinden yürümeye çalışmıştır. Tedrici bir değişimi,  eski  ile yeniyi bir arada bulundurmayı öngörmüştür. Dev‐rime karşı olmuştur. Kısaca Osmanlı modernleşmesi, kırıp dökmeyen, top‐lumsal hafızaya halel getirmeyen, kökü mazide olan bir modernleşme tar‐zıdır. Osmanlı modernleşmesi  nev’i  şahsına münhasır  bir modernleşme olmakla birlikte genel düzlemde bu modernleşme  tarzının Anglo‐Sakson modernleşmesine benzediği söylenebilir.  

Bu modernleşme tarzı genel olarak İttihat Terakki iktidarına kadar de‐vam  etmiştir.  İttihat  Terakki  ile  birlikte  devrimci/jakoben  Fransız  tarzı modernleşme anlayışı öne çıkmaya başlamıştır. Bu  tarz Osmanlı’nın  son yıllarında ve Cumhuriyet’in tek parti döneminde egemen olmuştur. Radi‐kal değişime,  geçmişle  bağları  tamamen  koparmaya,  toplumsal hafızayı 

11 Bu konuda bkz. Mümtaz’er Türköne, Türk Modernleşmesi, Ankara: Lotus yayınları, 2003 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

157

silmeye dönük  bu devrimci modernleşme  tarzı Cumhuriyet’in  tek  parti döneminde ivme kazanarak 1950 DP iktidarına kadar devam etmiştir. 

Osmanlı dönemindeki reform/ıslahat çabaları, Cumhuriyet döneminde ʺdevrimʺe ve devlet eliyle toplumun dönüştürülmesini öngören bir politi‐kaya dönüşmüştür; başta din olmak üzere  ʺgeri kalmamıza neden olanʺ kurumlar hedef alınarak onların bireysel, sosyal ve siyasi alanlardaki et‐kisi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır; bu da siyasi ve sosyal anlamda bir kopuşu ifade ediyordu ve bu durum muhafazakâr ideoloji açısından ʺdeh‐şetʺ bir durumdur.12

Tek  parti  dönemindeki modernleşmenin  en  büyük  sorunsalı  “öteki” konusunda ortaya çıkmıştır. Tek parti dönemi modernleşmesi bir öteki ya‐ratma konusunda çok zorlanmıştır. Aslında en uygun öteki ‐uzun savaşla‐rın doğal bir sonucu olarak‐ Batı olmalıydı. Ancak “Batılılaşma” çabası ile çelişki yaratacağından bundan  sakınılmış olabilir. Tek parti dönemi mo‐dernleşmesi öteki olarak çoğunlukla geçmişi (eski devri) seçmiştir. 

Tek parti dönemindeki devrimler  ‐özellikle 30ʹlu yıllarda‐ kültür üze‐rinde yoğunlaşmıştır. Bu dönemde bir hafızanın silinip yeni bir hafızanın yaratılması uğraşı görülür; Özyürekʹin ifadesiyle bu dönemde bir ʺbüyük silmeʺ operasyonu  söz konusudur. 1923 öncesi  silinmiş, adeta yok  sayıl‐mıştır. Silinmekten de öte düşman olarak, “öteki” olarak yeniden kurgu‐lanmıştır. 

Ayvazoğluʹna göre, Cumhuriyetʹi kuran kadro, Osmanlı mirasıyla bü‐tün bağların koparılarak  zihniyette  radikal bir dönüşüm  sağlamayı yeni bir  ʺmilli kimlikʺ  inşasının  tek yolu olarak görüyordu. Bunun  için  temel kurumlar ya ortadan kaldırıldı ya da fonksiyonsuzlaştırıldı. Özellikle harf devrimi  ve  bunun  tabii  sonucu  olan dil devrimi  gemileri  yakmak  anla‐mına geliyordu.13

Harf devrimi geçmişi ve hafızayı silmeye yönelik en radikal girişimdir. Saat, ölçü ve  takvimde yapılan değişimler sonucunda  tarih ve zaman al‐gısı  ile süreklilik (Yahya Kemal’in  ifadesiyle  imtidâd) duygusu büsbütün ortadan kaldırılmıştır. Kendine mahsus bir hayatı ve geleneksel hafızayı yeniden üreten “Müslüman Saati” terk edilerek, bambaşka bir yaşam tar‐zını ve yeni bir hafıza inşasını öngören “Frenk Saati”ne geçilmiştir… Yah‐

12 B.Berat Özipek, ʺMuhafazakârlık, Devrim ve Türkiyeʺ, Modern Türkiyeʹde Siyasi Dü‐şünce, Cilt 5, İstanbul: İletişim, 2003, s. 80 13  Beşir Ayvazoğlu,  ʺTürk Muhafazakârlığının Kültürel Kuruluşuʺ, Modern Türkiyeʹde Siyasi Düşünce, Cilt 5, İstanbul: İletişim, 2003, s. 509. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

158

ya Kemal zaman anlayışı ve yaşam tarzı arasındaki ilişkinin fakında olan bir şairdi. “Ezansız Semtler” isimli klasikleşmiş yazısında bu ilişkiyi şu so‐ruyla  gündeme  getirmiştir:  “Frenk  hayatının  gecesinde  sabah  namazına kalkılır mı?”14

Yaşam tarzındaki dramatik değişimin en iyi tasvirini Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati”  isimli makalesinde görürüz: “Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müs‐lüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vekayiini bu saatlerle ölçtüler.  (…) Yeni ölçü bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda zir ü zeber ederek, eski günün bütün  sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak  saadeti az, meşakkati  çok, uzun, bulanık  renkte bir yeni gün vücuda getirdi.”15

Sonuç olarak  tek parti dönemindeki devrimlerin  sonucunda, yeni bir kimlik  ve  yurttaş  inşasına  engel  olarak  görülen  bütün  eski  kültürel un‐surlar ya kaldırılmış ya bastırılmıştır ya da fonksiyonsuzlaştırılmıştır. Bü‐tün bu devrimlerin sonucunda, bir yaşam alanından başka bir yaşam ala‐nına, bir dünyadan başka bir dünyaya geçilmiştir.  

Türkiye’de, İttihat Terakki iktidarından günümüze kadar, sözünü etti‐ğimiz iki tarz‐ı modernleşme çatışıp durmuştur. Anglo‐sakson tarzı muha‐fazakâr modernleşme ile başlayan modernleşme maceramız İttihat Terakki ile birlikte  jakoben/devrimci Fransız  tarzına  inkılab etmiştir. 1950  ile bir‐likte  yeniden muhafazakâr modernleşmeye  dönülmüştür  fakat  on  yılda bir gerçekleşen darbeler  ile  jakoben  tarz, egemenliğini yeniden kurmaya çalışmıştır. İki tarz‐ı modernleşme arasındaki çatışma el’an devam etmek‐tedir. 

YAHYA KEMAL VE TÜRK MODERNLEŞMESİ Sürekliliğe, geleneğe, dinsel ve kültürel sembollere, toplumu bir arada tu‐tan maddi  ve manevi  değerlere, metafiziğe,  nostaljiye  ve  “şanlı  tarih”e verdiği önem  itibariyle Yahya Kemal  tipik bir muhafazakâr olarak kabul edilebilir. Çünkü, Özipek’in de vurguladığı gibi, muhafazakârlık için “top‐lumu bir arada tutan değerler” vazgeçilmez önemdedir. Toplum yaşayan bir organizma olduğu için onun aklı kadar duyguları, inançları ve onu ke‐derlendiren anıları da vardır. Muhafazakâra göre, toplumu bir arada tutan “dogmalardır”  ve  bu  dogmaların  gerçek  ile  ilişkisi  ikincil  bir  konudur. 

14 Yahya Kemal, “Ezansız Semtler”, Tevhid‐i Efkâr, 23 Nisan 192215 Ahmet Haşim, “Müslüman Saati”, Dergâh, 16 Mayıs 1337/1921, Cilt I, Sayı 3. 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

159

Örneğin yaşandığına inanılan “şanlı tarih” büyük ölçüde kurgulanmış bir tarih olabilir. Din de toplumu bir arada tuttuğu, sıradan bir insanı bile iyi davranışa ikna ettiği ve aidiyet bilinci sağladığı ölçüde ateist muhafazakâr için bile vazgeçilmez bir toplumsal kurum olarak saygıyı hak etmektedir. Nihayet,  her  toplumun  kendisine  özgü  sembolleri  vardır  ve  bunlar  ko‐runmalıdır.16

Yahya  Kemal  muhafazakâr  modernleşme  diyebileceğimiz  modern‐leşme  tarzını  savunan  bir  Osmanlıydı.  (Ancak  ömrünün  büyük  kısmı, muhafazakâr  modernleşme  döneminde  değil  de  devrimci/jakoben  mo‐dernleşme döneminde  geçmiştir.17) Güney’e  göre Yahya Kemal,  “yerlici modern”  denilen  bir  çizgiyi  temsil  etmiş  ve  yerli  gerçekliklere  dönüşü, modernleşme  sürecinin  sonucu ve devamı olarak görmüştür. Yahya Ke‐mal, gelenekten kopuş yerine, Batılı  toplumlar gibi gelenekten yararlan‐mayı,  modernliği  gelenekten  üretmeyi  savunmuştur.  Yahya  Kemal moderniteyle rahat, “sancısız” ilişki kurabilen, içeriden diyaloga girebilen bir fikir adamıdır.18

Yahya Kemal bu geçiş döneminde bazen bir yapıştırıcı olmaya bazen de eski  ile yeni arasında bir köprü olmaya çalışmıştır. Kimi zamanlar da ortadan kopmuş bir  telgraf  telini  iki eliyle bitiştirmeye çalışan bir divane gibi çırpınıp durmuştur. Bir rüyayı yerli yerinde tutmaya gayret etmiş; bir ocağın tütmesi için nefesini tüketmiştir… Köksüzlüğü eleştirmiştir. Bir rü‐yanın yerli yerinde durması için çalışmıştır.19

Yahya Kemal bozgun günlerinin hem şahidi hem de mağduru olmuş‐tur.20 Tanzimat’la ivme kazanan Osmanlı modernleşmesi imparatorluğun son döneminde, savaşlar, göçler, mübadeleler, dağılan aileler, sönen ocak‐lar,  yeniden  tutunma  çabaları…gibi  faktörlerin  yoğun  etkisi  altında  kal‐mış, hatta  rotasından çıkmış diyebiliriz. Osmanlı modernleşme sürecinin 

16 B. Berat Özipek, Muhafazakârlık, Ankara: Liberte Yayınları, 2004, s. 87. 17Dolayısıyla,  toplumsal hafıza onun yaşadığı dönemde müdahaleye maruz kalmış, kıs‐men silinmiş, tarihsel kimlikler o yaşıyorken bir bir ortadan kaldırılmıştır… Kendisi de bu geçiş döneminde, bir ara, değerlerinden ve kimliğinden uzaklaşmıştı ama bir süre sonra evine, yani kimliğine ve değerlerine geri dönebilmişti. Tanpınar’ın  ifadesiyle: “Filhakika o, kaçış kapıları arayan  insan değil,  eve dönen adamdır.” Bkz. Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal: Eve Dönen Adam, İstanbul: Ötüken yayını, 1995, s. 12. 18 Tansel Güney, “Yahya Kemal Beyatlı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 3,  İs‐tanbul: İletişim Yayınları, s. 222, 227. 19 Bu temennisini, “velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!” dizesiyle dile getirmiştir. 20 Sezai Karakoç Yahya Kemal’i, “bozgunda bir fetih düşü” olarak nitelemiştir. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

160

son dönemlerinde, aynı anda hem dikey  (tarihsel) düzlemde hem yatay (coğrafi) düzlemde tam bir savruluş ve altüst oluş yaşanmış ve Y. Kemal tüm bunlara bizzat şahit olmuştur. 

Bu savruluşların ve kaynaşmaların doğal olarak toplumsal hafızaya da olumsuz  etkileri  olmuştur:  Bir  taraftan  Kafkaslardan  ve  Balkanlardan uzun savaşların sonucunda Anadolu’ya sürülenler –kaybedilen hafızalar. Diğer taraftan Anadolu’dan mübadele ya da tehcir yoluyla dışarıya doğru atılanlar –götürülen hafızalar. Bu günler, bozgun günleridir… Sadece si‐yasi ve askeri alanda değil sosyal ve kültürel alanda da tam bir bozgun ve inhitat söz konusudur. 

Tek parti dönemindeki kültürel devrimler sürecinde eskiyi hatırlatan ve eskiyi gösteren bütün  imge ve simgeler  (kıyafet, alfabe, zaman ve ölçü bi‐rimleri…)  tamamen değiştirilmiştir. Kısaca devrimler, eskiyi hatırlatan her şeyi silmeyi ve bir tabula rasa yaratmayı amaçlamıştır. Ayvazoğluʹna göre ʺkazınmış  kitabelerʺ  bile,  harf  inkılabıyla  yeni  bir  ivme  kazanan vandalizmin boyutlarını göstermeye yeter.21 Doğal olarak bütün bu olup bi‐tenlerden  sonra  kaçınılmaz  olarak  bir  kimlik  ve  kültür  krizi  vuku  bul‐muştur. 

Köksüzlüğü, “bu âlemdeki hudutsuz ve hazin öksüzlük” olarak gören ve  “kökü mazide  olan  atiyim”  diyen  Yahya  Kemal,  eserleriyle  kök  ile gövde arasındaki irtibatı kurmaya çalışmıştır. Ayvazoğlu’na göre “Y. Ke‐mal’in  şiiri ve düşüncesi, Osmanlı kültürü  ile Cumhuriyet devrinde  inşa edilmek  istenen kültür arasında köprüler kurarak kimlik krizini aşmaya çalışanlar için sağlam bir tutamak vermiş; 1923 öncesinin yok sayıldığı bir devirde kültürde sürekliliğin önemini vurgulamıştır.”22

Mehmet Narlı, toplumsal hafıza kavramıyla ilişkili olarak Y. Kemal’in eserleri bağlamında “kolektif ruh”a dikkat çeker. Yahya Kemal’e göre mil‐li  hayatımızın  diri  olabilmesi,  mimarimizin,  müziğimizin  ve  edebiya‐tımızın bu milli hayattan doğabilmesi, kolektif  ruh denilen atmosferi  te‐neffüs ederek yaşamamıza bağlıdır. Kolektif ruh idrakini doğuran ve bes‐

21 Ayvazoğlu, agm, Modern Türkiyeʹde Siyasi Düşünce, Cilt 5, s. 509. Y. Bülent Bakiler’in anlattığına göre şapka devriminden sonra bir kabristandaki mezar taşı başlıkları bile kırı‐lıp depoya kaldırılmıştır…(Bakiler bu anekdotu Burç FM’deki programında (2009) dile ge‐tirmiştir.) Devrimler döneminde İstanbul Üniversitesinin giriş kapısındaki hat yazıları gi‐bi eski yazılar da sıva ile kapatılmıştır… Birçok geleneksel yapı ya kapatılmış ya da amacı dışında kullanılmıştır… 22 Beşir Ayvazoğlu, “Hasbihal”, Türk Edebiyatı, Sayı 421 (Yahya Kemal Özel Sayısı), Ka‐sım 2008, s. 1. 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

161

leyen güçler  tarih, vatan, gelenek ve milli hayat merkezindeki kavrayış‐lardır. Yahya Kemal’e göre vatanı siyasi bir kavram olarak idrak edenler, vatandan  çok  konuşmuşlar  ama  üzerinde  yaşadıkları  “toprağın  ruhani‐yeti”ni görememişlerdir…23

BİR HATIRLATICI OLARAK YAHYA KEMAL İnsanlar  hatırlamaya  doğru  değil  unutmaya  doğru  meyillidirler.  İnsan unutan bir varlıktır. Zaten  insan kelimesinin kökeni de unutmaktan (nis‐yan) gelmektedir. Devletler ve dinler bu unutmaya karşı çeşitli  tedbirler geliştirmişlerdir.  Devletler  elleri  altındaki  her  türlü  ideolojik  aygıtı  ve seremonik  unsuru  kullanarak  kendileri  için  önemli  gördükleri  konuları unutturmamaya çalışırlar. Dinlerin kurucuları olan peygamberler de zaten aynı  zamanda birer hatırlatıcıdırlar. Dinlerin ve devletlerin  seremonileri hatırlatmaya matuftur. 

Genel olarak bilim adamları ve sanatkârlar, özel olarak da  şairler, ha‐tırlatıcılık vasfı yüksek sosyal aktörlerdir. Bu bağlamda Yahya Kemal de Türkiye toplumu açısından önemli bir hatırlatıcıdır. Toplumsal hafızamı‐zın  önde  gelen  muhafızlarındandır.  Ahmet  Kabaklı’nın  nitelemesiyle “Türkiye’yi  yoğuranlar”dandır.24  Yahya  Kemal’in  inşa  ettiği  Süleyma‐niye’de Bayram Sabahı şiiri, Mimar Sinan’ın inşa ettiği Süleymaniye Camii kadar abidevîdir, şaheserdir ve en az onun kadar hatırlatıcıdır. 

Malumdur ki, düşünmek için durmak gerekir; hatırlamak için de. Mo‐dernleşme süreci boyunca sürekli hareket halinde olmuş nesiller hatırlayış değiş unutuş süreci içine girmişlerdir… Hatırlayış için hareket değil sükû‐net  gerekir.  Hâlbuki  Tanzimat’tan  itibaren  bu  topraklar  sükûnet  yüzü görmedi. O yüzden de toplumsal hafıza hızla aşınmıştır. “Tarihimizin ök‐süzüyüz”25 diyen Yahya Kemal şiirleriyle ve yazılarıyla, bir hatırlatıcı mis‐yonuyla, geçmişi hatırlatmak, bir büyük tarihi toplumsal hafızaya katmak, böylece  üzerinde  yaşanılan  toprakların  “vatan”  olmasını  sağlamak  iste‐

23 Mehmet Narlı, “Yahya Kemal’in ‘Kolektif Ruh’u”, Türk Edebiyatı, Sayı 421 (Yahya Ke‐mal Özel Sayısı), Kasım 2008, s. 34‐35. 24 Ahmet Kabaklı’ya göre Y. Kemal, N. Fazıl ve M. Akif gibi Türkiye’yi yoğuranlardandır. Kabaklı’ya göre, “Türkiyeʹnin, geçmişinden kopmadan, geleceği kucaklamasını onlar sağla‐dılar... Onlar, bir milletin ancak dili, dini ve edebiyatıyla ayakta kalabileceğini hem söyledi‐ler, hem de söylediklerini eserleriyle gerçekleştirdiler... Dilimizi kısırlaşmak, edebiyatımızı körelmek  ve manevi  değerlerimizi  pörsümekten  onlar  ve  onlar  gibi  olanlar  korudular...” Ahmet Kabaklı, Türkiye’yi Yoğuranlar, İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı yayınları, 2003. 25 Yahya Kemal, Mektuplar, Makaleler, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1990, s. 276. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

162

miştir. Çünkü ona göre vatan, “onun havasını, iklimini, hatıralarını edin‐miş olanların…üzerinde yaşadıkları topraktır.”26

Yahya Kemal’de,  çağdaşı aydınların  çoğunda görülen Batı karşısında kendini aşağıda görme duygusu bulunmuyordu. Özgüveni yüksekti. Beşir Ayvazoğlu’na göre Y. Kemal ruh esaretine düşmeden, Batıyla tam bir eşit‐lik içinde konuşmayı başarabilmiş birkaç aydından biridir; belki de tekdir. Dokuz  yıl  kaldığı  Paris’te,  Batı  kültürünün mahiyetini  kavramış,  İstan‐bul’a döndükten sonra, büyük iddialarla ortaya çıkan fikri cereyanlardan uzak kalabilmiş, Osmanlı  terkibi’nin sözcüsü olmuştur. Yahya Kemal bir ilim adamı değildi, usta bir sanatkârdı; Ziya Gökalp’in ifadesiyle bir “vecd adamı”ydı.27 Maneviyat adamıydı. Tarihi de şimdiyi de iyi biliyordu. Dün ile bugün arasında sağlıklı bir ilişki kurabiliyordu. 

Hasılı,  bir  hatırlatıcıda  olması  gereken  bütün  gerekli  vasıflara  sahip olarak Yahya Kemal asırların birikimini, eserleri yoluyla yeni nesillere ak‐tarmış  ve  toplumsal  hafızanın  oluşumuna  kendi  kararınca  katkıda  bu‐lunmuştur. Ayrıca Yahya Kemal geleneği tekrarlamakla yetinmemiş, Hil‐mi Yavuz’un da işaret ettiği gibi, geleneği yeniden üretmiştir.28

Geleneği hem aktaran hem de yeniden üreten Y. Kemal, aynı zamanda, tarihi yeniden dirilten, tarih içinde yaşayan ve yaşadıklarını bugüne geti‐rip bir şahit gibi yansıtandır. Y. Kemal’in bu yönüne dikkat çeken Albert Gabriel  şunları  söyler:  “…geçmiş  asırların vak’alarını  yeniden yaşamayı bilirdi.  Bunları  şüphesiz  temel  bilgilere  dayanarak,  çevrelerinde  olduğu gibi anlatırdı. Fakat Yahya Kemal’in tabii kabiliyetleri, şair vasıfları, en ka‐rışık  tarihi  temaları bile o kadar açık ve  sarih bir  tarzda nakil ve hikâye etmesine müsait idi ki, dinlerken bir şahit konuşuyor zannedilirdi. Yahya Kemal’i dinlerken, ‘tarih tam bir dirilme olmalıdır’ diyen Michelet’nin te‐fekkürünü her vakitkinden daha iyi anlıyorum.”29

Yahya Kemal bir hatırlatıcı olmanın yanı sıra aynı zamanda bir birleşti‐ricidir. Eski ile yeniyi, Osmanlı ile Cumhuriyeti, mana ile maddeyi, eserle‐riyle birleştirmeye çalışmıştır. Öğrencisi Tanpınar’ın ifadesiyle, “hakikaten Yahya Kemal’in şiirinin asıl aksiyonu da bu toplama ve bir araya getirme değil midir? Bu eserde sadece bugünkü vatan, dünkü İmparatorlukla be‐

26 N. Sami Banırlı, Yahya Kemal: Bir Dağdan Bir Dağa, İstanbul: Kubbealtı neşriyat, 1984, s. 196 27 Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal: Eve Dönen Adam, İstanbul: Ötüken, 1995, s. 61‐62 28 Hilmi Yavuz, “Gelenekten Yararlanma ve Geleneği Yeniden Üretme Bağlamında Yahya Kemal”, Zaman, 12.3.2003 29 Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal‐Ansiklopedik Biyografi, İstanbul: Kapı yayınları, 2008, s. 309. 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

163

raber değildir. Aynı  zamanda  cemiyetimizin,  tarihin  ve  hadiselerin  böl‐düğü iki ayrı zaman ve ikiye bölünmüş dil de birleşir.”30

Yahya Kemal nostaljinin şairi olarak da bilinir. Onun şiirlerinde zaman ve mekan boyutuyla  yoğun bir nostalji hissedilir. Nostalji, muhafazakâr ideolojinin  de  üzerinde  durduğu  önemli  bir  konudur. Muhafazakârlığa göre nostalji  “köksüz  kalma”  tehlikesine  karşı  bir  tedbirdir; nostalji,  sö‐külüp başka bir yere konulmaya içgüdüsel bir itirazdır, toplumun kökle‐rini kaybetmesini önleyen bir etkendir.31

TOPLUMSAL HAFIZA, GÜNDELİK HAYAT VE ZAMAN Gündelik hayat toplumsal hafızanın hem yeniden üretildiği hem de akta‐rıldığı bir alanı ifade eder. Toplumsal hafıza, gündelik hayatın geçtiği za‐manın  ve mekanın  derinliklerine  sinmiştir. Connertonʹa  göre  toplumsal hafıza, gündelik hayatın yürütülmesinin her noktasına yayılmıştır.32

Yahya Kemal’in  tasvir  ettiği gündelik hayat, modernite öncesinde ol‐duğu gibi, sükûn üzere bir hayattır. Bu hayat tarzının merkezinde sükûnet vardır. Yaşanması kolay bir hayattır. Neş’eli bir hayattır. Ağır ve yorucu değildir. Aceleci değildir.33 Yahya Kemal bu yaşam  tarzının kodlarını ve tasvirini Koca Mustâpaşa şiiri ile Atik‐Valde’den İnen Sokakta şiirinde ve‐rir: huzurlu, sessiz, sakin, mütevazı, mü’min, mütevekkil, yoksul, âsûde, Allah’a yakın, geçmişle içiçe… Kısaca, modern yaşam tarzının tam tersi. Y. Kemal kendi özel hayatında böyle yaşamasa bile böyle bir yaşam  tarzını eserlerinde idealize etmiştir. 

Yahya Kemal’in tasvir ettiği gündelik hayatın en önemli özelliği, kadim hayat  tarzında olduğu gibi, hayatın ölümle  iç  içe olmasıdır. Öğünʹün de vurguladığı  gibi  kadim dünyada,  ʺhayatʺ  ve  ʺölümʺ  arasındaki  karşıtlık modern dünyadaki kadar keskin değildir. Kabristanlar ile hanelerin iç içe olması ve yaygın bir ölülerle birlikte yaşama pratiği bunun göstergesidir.34

İşte Yahya Kemal eserlerinde tam da böyle bir yaşam tarzını yansıtan imgeler kullanıyor. Yaşam ölülerle birlikte gerçekleştirilen bir eylemdir. O yüzden ölüler ‐modern dönemde olduğu gibi şehrin dışına ve uzağına de‐

30 A. Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul: Dergâh yayınları, 1982, s. 199. 31 Özipek, Muhafazakârlık, s. 88. 32 Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar, İstanbul: Ayrıntı, 1999, s. 38 33 Bu hayat  tarzını  en  iyi yansıtan metinlerden biri yukarıda alıntıladığımız Ahmet Ha‐şim’in “Müslüman Saati”dir… 34 S. Seyfi Öğün, Gündelik Hayatın Kültürel Yansımaları, İstanbul: Alfa, 2006, s. 207. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

164

ğil‐  cami  bahçeleri  gibi  yaşayanların  her  gün  görebilecekleri mekânlara gömülürdü. Yaşayanlar ölülerle bir şekilde irtibat kurar ve hep birlikte ya‐şarlardı: Ölülerle birlikte yaşam… Ölüm korkulan bir  şey değildi. Zaten Yahya Kemal’e göre “yaşamak zevki nedir bilmez ölümden korkan!” 

Yahya  Kemal’e,  Avrupa  seyahatlerinden  birinde  İstanbul’un  nüfusu sorulmuş ve Yahya Kemal de mevcut/yaşayan nüfusun iki katı bir rakam söylemişti. Şaşıran muhataplarına, “Biz yerin altındakilerle beraber yaşa‐rız.” açıklamasını yapmıştı. Bir şiirinde de şöyle der: “Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yada/ sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.” Bu noktada da Y. Kemal’in muhafazakâr düşünce  ile mutabakatını da görü‐yoruz. Zira toplum, görünen ve görünmeyen dünyaları birbirine bağlayan ʺsürekli bir sözleşmedirʺ; kişisel ve ruhsal bir varlıktır. Muhafazakâr dü‐şünceye göre sadece yaşayanlar arasında değil yaşayanlar, ölenler ve do‐ğacaklar arasında da bir ortaklık bulunmaktadır.35

Yukarıda  tasvirini yaptığımız yaşam  tarzında  sadece ölüler  ile diriler değil topyekûn eski ile yeni bir arada yaşar; eski ile yeni iç içe geçmiştir bu yaşam tarzında. Hâlbuki modernite eski ile yeniyi keskin ve kesin bir şe‐kilde birbirinden ayırmıştır. Aslında bu açıdan bakıldığında müzeler eski‐nin mahbûs ve mahkûm  edildiği mekânlardır. Hâlbuki modernite önce‐sinde eski ile yeni iç içedir. Esasen “eski” ve “yeni” diye bir ayrım da yok‐tur. Geniş ve yekpare bir süreklilik içinde herkes ve herşey hep beraberdir. 

Bu noktada müze‐modernite ilişkisi konusunda kısaca şunları söyleye‐biliriz: Müze, modernitenin kıyısında, hatta dışında durmaktan çok, onun doğrudan  bir  sonucudur. Geleneksel  bir  toplumun müzeye  gereksinimi yoktur; modernliğin ise kendine ait müze tasarısı olmaksızın düşünülmesi olanaksızdır.36

Yahya Kemal modern dönemin ölümden ve ölüden korkan yaşam tar‐zının tam zıddı bir hayat tarzı tasvir etmiştir. Modern zamanlarda mezar‐lıklar mümkün olduğu kadar  şehrin dışına ve uzağına  itilmiştir… Ölüm hatırlanmak istenmeyen, unutulmak istenen bir kötülük olarak nitelenmiş ve  lanetlenmiştir… Eskilerin müzeye hapsedilmesi gibi ölüler de mezar‐

35 Özipek, Muhafazakârlık, s. 74‐75. ʺSadece yaşayanlar arasında değil aynı zamanda ya‐şayanlar,  ölenler  ve  gelecekte  doğacak  olanlar  arasında  da  bir  ortaklık  vardır.ʺ  diyen Burke hakkında bkz. Hasan Hüseyin Akkaş, Muhafazakâr Düşünce ve Edmund Burke, Ankara: Kadim Yayınları, 2004. 36 Andreas Huyssen, Alacakaranlık Anıları‐Bellik Yitimi Kültüründe Zamanı Belirle‐mek, İstanbul: Metis, 1999, s. 27 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

165

lıklara hapsedilmiştir. Ölüler mümkün mertebe gözden ve gönülden uzak yerlere iteklenmişlerdir. 

Yahya Kemal’in gündelik hayat‐toplumsal hafıza  ilişkisi konusundaki görüşlerini en iyi anlatan şiiri Koca Mustâpaşa şiiridir. Bu şiir adeta yuka‐rıda söylediklerimizin özeti gibidir:  

Koca Mustâpaşa! Ücra ve fakir İstanbul! Ta fetihden beri mü’min, mütevekkil, yoksul,  (…) Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz  Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.  Manevi çerçeve beş yüz senedir hep berrak;  Yaşıyanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.  (…)  Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,  O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada,  Geçer insan bir adım atsa birinden birine,  Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.   Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.  Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.  (…) Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,  Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allah’a” diyen  Yaşıyor sade maişetlerin en safında;  Ruh esen kuytu mezarlıkların etrafında.  Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten  Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.  Türk’ün asude mizaciyle Bizans’ın kederi  Karışıp mağfiret iklimi edinmiş bu yeri.  (…) Dört asırdır inerek camie nur üstüne nur  Yerde bulmuş yaşıyanlar da, ölenler de huzur.  Ona hala gidilirken geçilir bir yoldan,  Göze çarpar ölüm ayetleri sağdan soldan,  (…)  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

166

Gece, şi’riyle sararken Koca Mustapaşa’yı  Seyredenler görür Allah’a yakın dünyayı.  (…) Ne ledünni gecedir! Ta ağaran vakte kadar,  Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın ruhu yanar.  Ne saadet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,  Vatanın fatihi cedlerle beraber yaşamak! ...  (…)  Bu geniş ülkede, binlerce latif illerde,  Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,  Manevi varlığının resmini çizmiş havaya.  Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yaya.   Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.  Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;  Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;  Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.  Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,  Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.  Ruh arar başka teselli her esen rüzgârda.   Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda! 

 Yahya Kemal’in eserlerindeki  toplumsal hafızayı  idrak edebilmek  için 

onun zaman anlayışına da temas etmek gerekir. Öncelikle söylemek gere‐kir ki Y. Kemal’in şiirlerinde zaman adeta çok geniş tek bir andan ibarettir. Bir  süreklilik  (imtidad)  söz  konusudur.  Zaman,  geçmiş  zaman,  şimdiki zaman ve gelecek zaman şeklinde bölünmez. Onun ifadesiyle, “Hakikatte mazi, hal ve  istikbal yoktur; Ortada bir “imtidâd” vardır.”37 Zaman yek‐pare bir andır, geçmişte olan da  şimdide olan da o geniş anın  içindedir. Böyle bir zaman anlayışı haddi zatında şimdi‐geçmiş ayrımını da ortadan kaldırır. Sadece an vardır ve o an herkesi, bütün zamanları içine alır, ku‐şatır.  Yahya Kemal’de  adeta  bölünmüş  bir  skala  olarak  zaman  ortadan kalkmıştır. Zaman aşılmıştır. Hatta mekân da aşılmıştır.  

37 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul: MEB, 1995, s. 65

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

167

Çık tayy‐ı zaman et açılır her perde Bir devr geçir istediğin her yerde  Ben hicret edip zamanımızdan, yaşadım İstanbulʹu fethettiğimiz günlerde38

 Yahya Kemal’in tasvir ettiği zamanda insanlar fizik alandan metafizik 

alana, zamandan zaman ötesine geçebiliyorlar. Tabii bunun  tersi de olu‐yor. Metafizik alandan fizik alana geçişler de olabiliyor. Ruhların, melekle‐rin, kahramanların gelmesi gibi…  

Ebvab‐ı Ravza‐i Nebevî’den firiştegân Cibrîl’i gördüler nice demdir gider gelür  Derk ettiler ki merkad‐i pâk‐i Muhammed’e Rûhü’l‐kudüs’le arş‐ı Hudâ’dan haber gelür39

 Gündelik yaşamın geçtiği mekânlarda geçmişi hatırlatan birçok unsur 

bulunmaktadır. Yaşayan, canlı bir geçmiş söz konusudur. Haddi zatında hatırlamaktan da öte birarada yaşamak söz konusudur. Hatırlama aslında var olmanın/varlığın bir gereğidir. Hatırlayamayan yaşayamaz. İnsan ha‐fızasıyla ve hatırasıyla var olur ya da bunların yokluğuyla yok olur… Y. Kemal’e göre, “kâmildir o insan ki yaşar hatıralarla” ve “istikbalin kuvveti bu hatıralardadır.”40

Y. Kemal’in  bazı  şiirlerinde  bilinçli  bir  anakronizm  görülür.41 Yahya Kemal geçmiş ile şimdiyi harmanlar. Görmek istediği, hatırlamak istediği her şeyi sahneye/şimdiye davet eder. Ve istediği herşey/herkes davete ica‐bet eder; kimse ona hayır diyemez. Bu noktada “nereden” ve “nasıl” so‐rusu anlamsızlaşır. 

TOPLUMSAL HAFIZA, MİMARİ VE MEKÂN Toplumsal hafızanın yeni nesillere aktarılabilmesi  için canlı  tutulması ve yeniden üretilmesi gerekir.  İşte  toplumsal mekânlar bu yeniden üretimin 

38 Yahya Kemal, Rubâiler, İstanbul: YKE, 1963, s. 10. 39 Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyle, İstanbul: YKY, 2003, s. 9. 40 Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İstanbul: MEB Yayınları, 1992, s. 80. 41 Yunus Balcı, “Yahya Kemal Şiirinde Anakroninin Diyalektiği”, Yahya Kemal Beyatlı, İs‐tanbul: KTB Yay., 2008, s. 224. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

168

en başat araçlarıdır. Toplumsal mekânlar “kolektif  ruh”un  teneffüs  edil‐diği, hissedildiği mekânlar olmalıdır.  

Yahya Kemal’e göre mimari  sadece  estetik ve hesap demek değildir; “çünkü mimariye zamanın giydirdiği bir kisve vardır. İşte o, milli peyzaj‐dır. (…) Ve üstelik maziyi göz önünde canlı bir vesika gibi bulundurur.”42

Yahya Kemal’e göre mimari  eserler geçmişi bugüne yansıtmalıdır ve ona göre  atalarımız bu  konuda oldukça başarılı olmuşlardır. Yahya Ke‐mal’e  göre  şehirler43  toplumsal  hafızayı  canlı  tutan  ve  gösteren,  temsil eden  mekânları  barındırır/barındırmalıdır.  Şehirler  her  açıdan  “biz”i44 yansıtmalıdır.   

Firûze kubbelerle yalnız bizim şehrimizdi o;  Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyla biz’di o.  

 İdealize  ettiği  şehir bağlamında kültürümüzün bir özeti olarak kabul 

ettiği İstanbul’u örnek şehir olarak gösterir. Şehirler, özellikle de İstanbul, toplumsal hafızayı canlı tutma açısından oldukça elverişli mekânları içerir. Zaten Y. Kemal’e göre tarih canlıdır; olup bitmiş bir şey değildir… 

Yahya kemal İstanbul üzerinden ve özelinden konuşur ama onun şiir‐lerindeki “İstanbul” kelimesinin yerine “şehir” kelimesini koyarsak  ideal durumu yansıtmış oluruz: Şehir, toplumun bütün asabiyetini, idrakini, ta‐rihini, kültürünü, sanatını ve zevkini hafızasında saklayan ve yansıtan bir mekân olmalıdır. Böyle bir  şehir,  içinde yaşayanları kendisine bağlar. Bu şehirde yaşayanlar şehirle aidiyet ve mensubiyet ilişkisi içinde olurlar. İn‐sanlar  şehirle koyun koyuna yaşarlar. O  şehir artık bir “aziz”e dönüşür: Aziz İstanbul olur, Aziz Bursa olur, Aziz Edirne olur… 

Yahya Kemal  toplumsal  hafıza‐mekân  ilişkisini muhteşem  tasvirlerle Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde anlatır. Bu şiir, toplumsal hafızaya katkı açısından en az Süleymaniye Camii kadar değerlidir; bir şaheserdir. 

42 Yahya Kemal, Mektuplar, Makaleler, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1990, s. 57. 43 Yahya Kemalʹin şehir hakkındaki görüşlerinin ayrıntısı hakkında bkz. Murat Erol, “İsim, Şehir ve Tarih Eşittir Yahya Kemal”, Hece, Sayı 41, Ocak 2009, s. 99. 44 Yahya Kemal’in “Biz”e yaptığı vurgu, muhafazakâr ideolojinin de ısrarla üzerinde dur‐duğu bir konudur. Muhafazakârlığın bize ilişkin vurgusu onu bireyci liberalizmden ayır‐dığı gibi; “biz”e yüklenen manevi/metafizik anlam da Marksizm gibi seküler kolektivist ideolojilerden ayırır. Özipek, Muhafazakârlık, s. 88. 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

169

Bu şiir Yahya Kemal’in söylediği bütün sözlerin adeta bir özeti mahiyetin‐dedir. 

Yahya Kemal bütün bir tarihi Süleymaniye’nin kubbesi altında toplar. Bu tarih canlı bir tarihtir. Bu kubbenin altında zaman engeli aşılır; zaman perdesi aradan kalkar; dün ve bugün birbirine karışır. Bütün zamanlar ve bütün mekânlar bir kubbenin altında  toplanır. Bunu sağlayan mekândır; özel mekân olarak Süleymaniye’dir. Süleymaniye toplumsal hafızanın te‐cessüm etmiş halidir. Malumdur ki, en  iyi hatırlatan şeyler duran şeyler‐dir. Duranın içine kültür yerleştirilmiştir. Bir abidenin içine bir büyük ta‐rih sindirilmiş ve bir abide tek başına toplumun hafızası olmuştur.  

(…) Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,  Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi  Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,  Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.  Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,  Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.  Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garib âlem bu!..   Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu...  (…) Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık  Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;  Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,  Giriyor, birbiri ardınca, îlâhi yapıya.  Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,  Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.  (…) Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,  Tâ ki geçsin ezeli rahmete rûh orduları…   (…) Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;  Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,  Senelerden beri rüʹyâda görüp özlediğim  Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.  Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını  Görüyor varlığının bir yere toplandığını; 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

170

(…) Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;  Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.  (…) Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!  Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,  Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgârını,  Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.    Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?  Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:  Kosva’dan, Niğboluʹdan, Varnaʹdan, İstanbul’dan…  Anıyor her biri bir vakʹayı heybetle bu an;  Belgradʹdan mı? Budin, Eğri ve Uyvarʹdan mı?  Son hudutlarda yücelmiş sıra‐dağlardan mı?   (…)  Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.  Çok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine  Yaşayanlarla berâber bulunan ervâhı.   Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.45

 Y. Kemal bu  şiirinde geçmişte yer almış maddi ve manevi bütün de‐

ğerleri, bütün olayları, bütün imge ve simgeleri aynı kubbenin altında top‐luyor. Herkesin kendini içinde hissedebileceği bir geniş aile albümü oluş‐turuyor  adeta.  Bu  da  muhafazakâr  ideolojiye  uygun  bir  tasavvurdur. Çünkü muhafazakârlığı göre,  tarihsel değerler ve semboller, yaratılışı ve doğası gereği yetkin olmayan bireye sığınabileceği bir liman, bir hafıza ve içinde yer alabileceği bir aile albümü sağlamaktadır.46

Y. Kemal  şiirlerinde  hep  somutun/fiziğin  ötesine  geçmiştir;  rüya,  ef‐sane, hayal, ruhlar gibi unsurlar şehrin ve şehirdeki mekânların ayrılmaz parçaları olarak  tasvir  edilir. Bilindiği gibi bu kavramlar modern yaşam tarzının dışladığı ve “hurafe” olarak kabul ettiği unsurlardır.  

Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri! 

45 Y. Kemal’in bu şaheser şiiri N. Sami Banarlı tarafından Kendi Gök Kubbemiz’e birinci şiir olarak alınmıştır. Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul: YKY, 2004, s. 11. 46 Özipek, Muhafazakârlık, s. 89. 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

171

Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri (…)  Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu Saklamış durmuş, asırlarca hayalinde bunu.  (…) Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak! Bir zaman kendini karşındaki rü’yaya bırak! (…) Başlar rüya içinde rüya (…) İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.47  

 

TOPLUMSAL HAFIZA VE SANAT Y. Kemal’e göre mekânlar gibi sanat ürünleri (müzik, resim, edebiyat vb.) de geçmişi yansıtmalı, toplumsal hafızanın oluşumuna katkı sunmalı, onu canlı tutmalıdır… Yahya Kemal,  tarihin  sanat  eserlerine  ve  yazıya  aksettirilerek toplumsal hafızaya mal edilmesini savunur. Sanat maziyi diriltmelidir, onu dile getirmelidir. Ona göre yapıda iyi olan cedlerimiz yazıda yetersiz kalmış‐tır: “Cedlerimiz, yalnız mimaride değil, her şeyde dâhiyane yapmasını bilmiş‐ler; lakin yazmasını unutmuşlar. Bu bizim feci talihsizliğimizdir”48 Bu boşlu‐ğu, şiirleriyle, adeta kendisi doldurmaya çalışmıştır, diyebiliriz. 

Bu konudaki görüşlerini “Hayal Beste”de ifade etmiştir:   

(…) Azminin kurduğu yüzlerce şehirden fazla, İri firuzeye benzer nice gök kubbeyle, Dehre aksettiriyor, gerçi, büyük mimarî; Bu eserler seni göstermeğe kâfi diyemem.  Şiʹre aksettirebilseydin eğer, dinlerdin, Yüz fetih şiʹri, okundukça, çelik tellerden.  Resme aksettirebilseydin eğer, ömrünce, Ebedi cedleri karşında görürdün, canlı. 

47 Kendi Gök Kubbemiz, s. 24, 39, 65. 48 Aziz İstanbul, s. 56. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

172

 Gönlüm isterdi ki mazini dirilten sanat, Sana tarihini her lahza hayal ettirsin.49

Yahya Kemal, toplumsal hafızanın önemli bir taşıyıcısı, koruyucusu ve aktarıcısı  olarak müziğe  (mûsıkîye)  büyük  önem  veriyordu. Ancak  tek parti döneminde  “musiki  inkılabı”  bağlamında  geleneksel Türk müziği, eskiyi temsil eden müzik kabul edilerek yasaklanmıştır. Devrimlerle yeni bir toplum yaratılmak isteniyordu ve bunun için de eskiyi ve çokkültürlü dönemi çağrıştıracak bütün unsurların yasaklanması gerekiyordu. En güç devrimin müzik devrimi olduğunu belirten Atatürk şöyle diyordu: “çün‐kü müzik devrimi kişiye kendi  iç dünyasını unutturmayı,  sonra da yeni bir  âleme  yöneltmeyi  gerektirir. Onun  için  çok  zordur.  (...) Çok  zordur ama başarılacaktır”.50  

Müzik  devriminin  kökleri  Ziya Gökalp’e  kadar  gitmektedir.  İddiaya göre “alaturka” Bizans, Arap ve İran müziğinin bir karışımı olup ulusal ni‐telik taşımamaktadır.51 Genel olarak Gökalp’le paralel düşünen Atatürk52 de “şark musikisi”ni “Bizans’tan kalma şeyler” diyerek eleştirmiştir. Res‐mi politikaya paralel olarak basında da geleneksel Türk müziği “Bizans Aksiyonu”, “alaturka”, “meyhane musikisi”, “Enderun musikisi”, “divan musikisi” gibi nitelemelerle eleştiri konusu edilmiştir.53 Sonuçta 1920’lerin “alaturka‐alafranga”  çatışması  alafranga  lehine  “çözüme”  ka‐vuşturulmuştur. Bir “kimlik” sorunu biçiminde anlaşılan “şark musikisi” 1926’da Darülelhan’dan, 1934’te  ise radyodan kaldırılmıştır.54 Şark musi‐kisi  olarak  nitelenen  “Türk  sanat müziği”nin  yanı  sıra  “geleneksel  biçi‐miyle Türk halk müziği” yayını da yasaklanmıştır.55

49 Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul: YKY, 2004, s. 29  50 Kemal Arıburnu,, Atatürk’ten Anılar,  İstanbul:  İnkılâp Kitabevi, 1988, s. 293’ten akta‐ran: İlyas Söğütlü, “Cumhuriyet’in Pozitivist Ütopyası: Yeni Bir Toplum Yaratmak”, Mu‐hafazakâr Düşünce, Sayı: 24, Yaz 2010. 51 Seçil Deren, “Kültürel Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 3,  İstan‐bul: İletişim, s. 396. 52 Taha Parlaʹya göre ʺhissimin babası Namık Kemal, fikrimin babası Ziya Gökalpʺ diyen Atatürkʹün düşüncesiyle Ziya Gökalpʹin düşüncesi arasındaki mesafe bir‐iki adımdır. Ta‐ha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiyeʹde Korporatizm, İstanbul: İletişim yayınla‐rı, 1993, s. 9 53 Füsun Üstel, “ ‘Musiki İnkılabı’ ve Aydınlar ”, Tarih ve Toplum, Sayı 113, 1993, s. 295. 54 Üstel, agm, s. 302. 55 Deren, agm, s. 398 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

173

Tek  parti  döneminde,  geniş  anlamda  Türk müziğinin  parçaları  olan, dini müzik ve ezan da yasaklanmıştır. Geleneksel Türk müziğindeki ya‐saklama kısa bir süre sonra yumuşatılmıştır ama ezan yasağı tek parti dö‐neminin sonuna kadar devam etmiştir. Ezan, Y. Kemal’in çok önem ver‐diği bir konudur. Y. Kemal’e göre “Ezan‐ı Muhammedî”nin, ruhlarla irti‐batı sağlayan, gökleri nura garkeden bir fonksiyonu vardır.  

Gök nura garkolur nice yüzbin minareden Şehbal açınca ruh‐i revan‐ı Muhammedi   Ervah cümleten görür Allahü Ekberi  Akseyleyince arşa lisanı Muhammedi

 Y.  Kemal  ezanın  toplumsal  hafızaya  etkisini  de  oldukça  önemser. 

Ezansız semtlerde yetişenler  ile ezanlar arasında yetişenlerin, ezanı duy‐mayanlar ile kulaklarına ezan okunanların mukayesesini şöyle yapar: “Biz ki, minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O müba‐rek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında anne mil‐lete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbi‐yesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!”56  

Aslında genel olarak klasik müziğimiz, özel olarak da dini müziğimiz (ve ezan), en azından Müslüman nüfus  için  tam bir birleştirici  fonksiyon ifa  ediyordu. Örneğin  Itrînin  bestelediği  Tekbir,  bir  zamanlar,  toplumu birleştiren bir milli marş olarak kabul ediliyordu. Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nda da “Tekbir”in insanları “tek bir ses” haline getirdiği anlatılır:  

Büyük Allâh’ı anarken bir ağızdan herkes  Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses  

 Tekbirin milli marş gibi görülmesi konusunda şöyle bir anekdot anlatı‐

lır: Osmanlı’nın  son dönemlerinde Fransa’daki  Jöntürkler bir davet  sıra‐sında Fransızlarla bir  arada bulunuyorlardı. Bu davet Türklerin bir dinî bayramına  rastlamıştı. Davetten duygulanan Fransızlar, hep bir ağızdan milli marşları Marseillaise’i  söylediler.  Buna  karşılık  Türklerin  de millî marşlarını dinlemek istediler. Oysa o günlerde Osmanlıların bir milli mar‐

56 Yahya Kemal, “Ezansız Semtler”, Tevhid‐i Efkâr, 23 Nisan 1922

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

174

şı yoktu. Jöntürkler birbirlerinin yüzlerine mahcubiyetle baktılar. Bir süre sonra, içlerinde zeki olduğu kadar, cesur ve atılgan olan Mehmet Bey, he‐men ayağa kalktı, etrafındakileri de millî marş söylenecekmiş gibi ayağa kaldırdı ve hep bir ağızdan Itrî’nin bestelemiş olduğu Tekbiri söylediler.  

Bu bağlamda, Y. Kemal’in öğrencisi N.  Sami Banarlı  Itrî’yi  “milli bir sentez  adamı”  olarak niteler  ve Yahya Kemal’in Tekbir’e verdiği  önemi vurgulayarak şunları söyler: “Tekbirin sözleri aslında ne kadar sadedir. İki Allahu Ekber ve bir la ilahe illallah ve bir iki tekrar daha… Fakat bu birkaç Arapça kelimeye ses veren musiki, alabildiğine heybetli ve Türk’tür…”57

Y. Kemal, müziğin toplumsal hafıza açısından önemini, bir Itrî hayranı olarak  Itrî üzerinden dile  getirmiştir. Yahya Kemal’e  göre  Itrî,  “bir  ihti‐şamlı dünyaya ses ve tel kudretiyle hâkim olan bir dahi”ydi. O, 700 yıl sü‐ren hikâyemizi ihtiyar çınarlardan dinlemiş ve duyduklarını eserleriyle bi‐ze anlatmıştır:   

O dehâ öyle toplamış ki bizi, Yedi yüz yıl süren hikâyemizi Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.  Mûsıkîsinde bir taraftan dîn, Bir taraftan bütün hayât akmış; Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn, Mâvi Tuncaʹyla gür Fırât akmış. Nice seslerle, gök ve yerlerimiz, Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz, Bize benzer o kâinât akmış. 

Müzik  devrimi  sonrasındaki  nesiller  eski  müziğimizden  anlamayan 

nesillerdir. Bu durum vatan kavramını da aşındırmıştır. Aşağıdaki şiirinde Y. Kemal, eski müzikten anlayan eski nesli övmekte ve eski müziğin va‐tana kattığı değeri anlatmaktadır:  

Çok insan anlıyamaz eski mûsikîmizden  Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden Açar bir altın anahtarla rûh ufuklarını  

57 N. Sami Banarlı, Yahya Kemal Yaşarken, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, (tarih yok), s. 69 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

175

Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını (…) Bu neslin ortada dâhicedir başardığı iş Vatan nasıl karışır mûsikiyle göstermiş (…) Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan Sihirli rüzgâr eser dâima bu topraktan Evet bu eski nesil bir şerefli âlem açar Duyuşta ince zamanlardan inkırâza kadar 

 

SONUÇ Modernleşme  süreci,  her  toplumu  olduğu  gibi  Türkiye  toplumunu  da köklerinden sarsmış ve savurmuş bir süreçtir. Üstelik devrim geçirmiş her ülkede olduğu gibi geçmişle irtibatımız kesilmiş ve toplumsal hafıza ağır bir travmaya maruz kalmıştır. 

Nilüfer  Göle’nin  vurguladığı  gibi,  Batı‐dışı  toplumlarda  gelenek  ve modernlik  arasında  özel  bir  kopukluktan  ve  süreksizlikten  söz  etmek mümkündür. Geleneksel  toplum klişesinin aksine, bu  toplumların “gele‐nekselliksizleştirildikleri” söylenebilir. Türkiye ve Çin gibi gönüllü otoriter modernizasyon projelerinin etkili olduğu durumlarda geçmişten ve gele‐nekten  kopuş  radikal  bir  seyir  izlemiştir.  Türkiye  ve Çin  gibi  ülkelerde geçmişin radikal bir biçimde reddi, “yenilikçi ideoloji”nin ve “yeni hayat” arayışlarının temelini oluşturmuştur. Bu gibi ülkelerde gelenekler de mo‐dernliğe engel teşkil ettiği gerekçesiyle ya göz ardı edilmiş, kendiliğinden unutulmuş ya da yasaklanmıştır.58

Huntington da modernleşme bağlamında Türkiyeʹyi Rusya ve Meksika ile  kıyaslamıştır. Medeniyetler  Çatışması  adlı  ünlü  eserinde  Türkiye’yi, Rusya ve Meksika’yla birlikte “bölünmüş ülkeler” kategorisinde zikreder. Bu  ülkeler medeniyet  temelli  kimliklerini  yeniden  tanımlamaya  çalışan ülkelerdir.  Fakat Huntington’a  göre  bu  tür  çabalar  başarısızlıkla  sonuç‐lanmış  ve  bu  tür  ülkeler  (kültür  ve medeniyet  açısından)  bölünmüştür: “Kimliğin yeniden tanımlanması süreci uzun sürecek, kesintilere uğraya‐

58 Nilüfer Göle, “Batı Dışı Modernlik: Kavram Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasi Dü‐şünce, Cilt 3, Ankara: İletişim Yayınları, s. 65. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

176

cak  ve  siyasal,  toplumsal,  kurumsal  ve  kültürel  açıdan  sancılı  olacaktır. Bugüne kadar da hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır.”59

Huntington’a  göre  bu  başarısızlık  aynı  zamanda,  yerli  kültürlerin ne kadar güçlü, direngen ve koyu kıvamlı olduklarını, kendilerini yenileme ve  Batılı  ithalata  karşı  koyma,  onu  sınırlama  ve  uyarlama  yeteneklerini güçlü bir şekilde kanıtlamıştır. Huntington modernleşme amacındaki top‐lumlara, Batılılaşmadan modernleşmeyi önerir: “Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu Batılı tarzda değil kendi tarzlarında yapmalıdır‐lar, Japonya’yla aşık atmalı ve kendi geleneklerine, kurumlarına ve değer‐lerine dayanmalıdırlar.” Aksi halde kültürel şizofreni kaçınılmazdır: 

“Toplumların  kültürlerini  kökten  yeniden  şekillendireceklerini  düşü‐necek kadar kibirle dolup taşan siyasî liderler başarısız olmaya mahkum‐dur. Batı kültürünün bazı unsurlarını toplumlarına sunabilirlerse de, ken‐di yerli kültürlerinin çekirdek öğelerini ortadan kaldırmaya ya da müte‐madiyen bastırmaya güçleri yetmez. Bunun tersine, Batılı virüs başka bir toplumun bünyesine bir kez yerleşince onu silip çıkarmak zordur. Virüs varlığını sürdürür ama ölümcül değildir; hasta hayatta kalır ama asla eski haline tamamen kavuşamaz. Siyasî liderler tarih yapabilirler ama tarihten de kaçamazlar. Batılı  topumlar yaratamayıp, bölünmüş ülkeler üretirler. Kendi ülkelerine kültürel bir şizofreniyi yayarlar ve bu şizofreni de onların tanımlayıcı olan ve devamlılık arz eden özelliği hâline gelir.”60

Yahya Kemal, Osmanlı’nın  sonu  ile  Cumhuriyet’in  başında  yaşanan hızlı ve otoriter modernleşme dönemini bizzat yaşamış ve bir şahit olarak olan‐bitenden  ızdırab  duymuştur.  Tek  parti  döneminde  olup  bitenleri onaylamamakla birlikte, M. Akif ve Necip Fazıl gibi aktif bir muhalefette de bulunmamıştır. Zaten onun mizacı böyle bir muhalefete müsait değildi. Ateş’in saptadığı gibi, siyasi hırsa sahip biri değildi ve  idealleri  için ağır bedeller ödemeyi göze almazdı.61 Yahya Kemal daha çok sükût suretinde bir muhalefet sergilemiştir… 

Tarihe ve geçmişe büyük önem veren muhafazakâr bir şair olarak eser‐lerinde  eski  ile yeniyi, dün  ile bugünü birleştirmeye,  toplumsal hafızayı sağlam  bir  tarih  ile  muhkem  kılmaya  çalışmıştır.  Bu  bağlamda  Sü‐

59 Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, Çev. M. Turan, C. Soydemir, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı, 2002, s. 198, 223. 60 Huntington, age, s. 223, 224. 61 Dinçer Ateş, “Yahya Kemal’in Cumhuriyet ve Çankaya’yla  İlişkisi Yahut Kendi Kale‐minden Siyasi Portresi”, Hece‐Yahya Kemal Özel Sayısı, Sayı 41, Ocak 2009, s. 182 

 C. Fedayi: Modernleşme, Toplumsal Hafıza ve Yahya Kemal 

177

leymaniye’de  Bayram  Sabahı  ve Koca Mustapaşa  gibi  şiirleri  toplumsal hafızaya hizmet eden büyük abideler olarak kabul edilebilir. 

Yahya Kemal “imtidad” yani  süreklilik kavramına büyük önem veri‐yordu. Arzu ettiği sürekliliği, en azından kendi şiirleriyle, inşa etmeye ça‐lışmıştır. Kendi özel hayatında “eski”yi yaşamasa da eserleriyle sürekliliğe hizmet etmiştir. 

Sonuç olarak Yahya Kemal, muhafazakâr bir yaşam sürmese de muha‐fazakâr düşünceye eserleriyle büyük hizmet etmiş bir  fikir ve sanat ada‐mıdır. Eserlerinde  sosyal bilimciler  için zengin malzemeler bulunmakta‐dır. Bu çalışma, bu konuda, mütevazı bir giriş olarak kabul edilebilir. ∇ 

KAYNAKLAR A. Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, İstanbul: Dergâh yayınları, 1982 Ahmet Haşim, “Müslüman Saati”, Dergâh, 16 Mayıs 1337/1921, Cilt I, Sayı 3. 

Ahmet Kabaklı, Türkiye’yi Yoğuranlar, İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı yayınları, 2003. 

Aksu  Bora,  “Hatırlananlar  ve Unutulanlar:  İslam Coğrafyasında Modernleşme  ve Kadın Hareketleri”, Bilig, Bahar / 2010, Sayı 53 

Andreas Huyssen, Alacakaranlık Anıları‐Bellek Yitimi Kültüründe Zamanı Belir‐lemek,  Çev.: Kemal Atakay, İstanbul: Metis Yayınları, 1999 

Beşir Ayvazoğlu, “Hasbihal”, Türk Edebiyatı, Sayı 421 (Yahya Kemal Özel Sayısı), Kasım  2008 

________, Yahya Kemal: Eve Dönen Adam, İstanbul: Ötüken yayını, 1995 

________, Yahya Kemal: Eve Dönen Adam, İstanbul: Ötüken, 1995 

________, Yahya Kemal‐Ansiklopedik Biyografi, İstanbul: Kapı yayınları, 2008 B.Berat Özipek,  ʺMuhafazakârlık, Devrim ve Türkiyeʺ, Modern Türkiyeʹde Siyasi 

Düşünce, Cilt 5, İstanbul: İletişim, 2003 

________, Muhafazakârlık, Ankara: Liberte Yayınları, 2004 

Dinçer Ateş,  “Yahya Kemal’in Cumhuriyet  ve Çankaya’yla  İlişkisi  Yahut Kendi Ka‐leminden Siyasi Portresi”, Hece‐Yahya Kemal Özel Sayısı, Sayı 41, Ocak 2009 

Esra Özyürek, Hatırladıklarıyla  ve Unuttuklarıyla Türkiyeʹnin Toplumsal Hafı‐zası, İstanbul: İletişim, 2001 

Füsun Üstel, “ ‘Musiki İnkılabı’ ve Aydınlar ”, Tarih ve Toplum, Sayı 113, 1993 

George Orwell, Hayvan Çiftliği, (Çeviren: Halide Edip Adıvar),  İstanbul: MEB ya‐yını, 1994. 

Hasan Hüseyin Akkaş, Muhafazakâr Düşünce ve Edmund Burke, Ankara: Kadim Yayınları, 2004. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

178

Hilmi  Yavuz,  “Gelenekten  Yararlanma  ve Geleneği  Yeniden Üretme  Bağlamında Yahya   Kemal”, Zaman, 12.3.2003 

İlyas  Söğütlü,  “Cumhuriyet’in  Pozitivist  Ütopyası:  Yeni  Bir  Toplum  Yaratmak”, Muhafazakâr Düşünce, Sayı: 24, Yaz 2010. 

Jan Assmann, Kültürel Bellek, Çev. Ayşe Tekin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001 

Kemal Arıburnu,, Atatürk’ten Anılar, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1988 Mehmet Narlı, “Yahya Kemal’in ‘Kolektif Ruh’u”, Türk Edebiyatı, Sayı 421 (Yahya 

Kemal   Özel Sayısı), Kasım 2008 

Murat Erol, “İsim, Şehir ve Tarih Eşittir Yahya Kemal”, Hece, Sayı 41, Ocak 2009 Mümtaz’er Türköne, Türk Modernleşmesi, Ankara: Lotus yayınları, 2003 Nilüfer Göle, “Batı Dışı Modernlik: Kavram Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasi 

Düşünce, Cilt 3, Ankara: İletişim Yayınları, 2002 N. Sami Banarlı, Yahya Kemal Yaşarken, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, (tarih yok) 

________, Yahya Kemal: Bir Dağdan Bir Dağa, İstanbul: Kubbealtı neşriyat, 1984 

Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar, İstanbul: Ayrıntı, 1999 Seçil Deren, “Kültürel Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 3, İs‐

tanbul:  İletişim, 2002 S. Hayri Bolay, “Yabancılaşma Karşısında Yahya Kemal”, Hece, Sayı 41, Ocak 2009 Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, Çev. M. Turan, C. Soydemir, An‐

kara: Türk Demokrasi Vakfı, 2002 S. Seyfi Öğün, Gündelik Hayatın Kültürel Yansımaları, İstanbul: Alfa, 2006 Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiyeʹde Korporatizm, İstanbul: İletişim 

yayınları, 1993 Tansel Güney, “Yahya Kemal Beyatlı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 3, 

İstanbul: İletişim Yayınları, 2002 Yahya Kemal, “Ezansız Semtler”, Tevhid‐i Efkâr, 23 Nisan 1922

________, “Ezansız Semtler”, Tevhid‐i Efkâr, 23 Nisan 1922________, Aziz İstanbul, İstanbul: MEB, 1995

________, Eğil Dağlar, İstanbul: MEB Yayınları, 1992 

________, Eski Şiirin Rüzgârıyle, İstanbul: YKY, 2003 ________, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul: YKY, 2004 

________, Mektuplar, Makaleler, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1990 

________, Mektuplar, Makaleler, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1990 

________, Rubâiler, İstanbul: YKE, 1963 

________, Siyasi Hikâyeler, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1995 

Yunus Balcı,  “Yahya Kemal  Şiirinde Anakroninin Diyalektiği”, Yahya Kemal Be‐yatlı, İstanbul: KTB Yay., 2008 

 

      

KİMLİK HAYALETİ:                  İSTANBUL RUMLARINI ARARKEN 

Kerem KARAOSMANOĞLU∗

 “Haritalar referanslarla ve göstergelerle doludur. Fakat ha-ritalarda insan yoktur... Haritanın sınırlarını aştığımızda, capcanlı gündelik dünyanın yerelliklerine ve karmaşıklığın huzursuzluğuna gireriz. Burada kendimizi toplumsal cinsi-yetlerin ve etnisitelerin şehrinin, farklı toplumsal gruplar-dan, değişen merkez ve çevrelerden meydana gelen bölgele-rin içinde buluruz, yani hem sabit bir tasarım (mimari, tica-ret, şehir planlaması, devlet yönetimi) nesnesi olan hem de plastik ve değişken olan şehir; geçici olayların, hareketlerin ve hafızaların uzamı.”

Iain Chambers (2005: 117)

ÖZET Bu yazı Rum kimliğine dair mevcut söylemler ve öznellikler üzerinedir. Yüz‐yıl öncesinin aksine bugünün İstanbul’unda İstanbullu bir Rum ile karşılaşma şansı pek  fazla değildir. Şehirdeki Rum mirasının  insani karşılığı pek ortada gözükmemektedir ve bu anlamda bir kimlik hayaletinden söz edilebilir. As‐lında  hafızamız  aracılığıyla  Rumlar  ile  kurduğumuz  ilişki  bize  İstanbul’un geçmişi, ulusal aidiyet, resmî tarih ve Türk kimliği hakkında önemli  ipuçları sunmakla kalmaz, geleceğe dair farklılığın tanınması ve bir birarada yaşama 

∗ Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

180

iradesi  oluşturma  potansiyeli de  taşır. Bu  yazının  öncelikli  amacı  hafıza  ile kimlik arasındaki ilişkiyi sayıları artık bugün birkaç bin ile ifade edilebilecek İstanbul  Rumları  bağlamında  incelemektir. Unutma  ve  hatırlama  pratikleri paralelinde hafıza birden fazla boyuta sahiptir. Hafıza, geçmişe dair bir trav‐manın varlığı, melankoli, nostaljik hissiyatın pazarlanması veya geçmişle yüz‐leşme ile alakalı olabilir. ‘Rumluk’ şehirde hafıza ve kimlik ilişkisi içinde farklı şekillerde kendini gösterebilir. Herşeye rağmen İstanbul’da yaşayan yeni ku‐şak Rum gençleri, Rum olmak, Türk olmak ve genel olarak kimlik meselesi hakkında bize alternatif bir perspektif sunabilir. Rum kimliği hakkında hafıza üzerinden yeniden düşünmek bizi geçmişin melankolik etkisinden kurtarabi‐lir. Bu bir çeşit merak, tanıma ve yüzleşme süreci sonucunda mümkün olabilir ve ancak o zaman belki geçmiş ile bugün arasında yeni bir bağ kurulabilir. 

Anahtar Kelimeler: Anahtar kelimeler: Hafıza, Unutma, Rum, Azınlık, İstan‐bul, Kimlik, Şehir, Travma 

 

İstanbul’daki Rum azınlığın gitgide azalan ve artık ancak birkaç binle ifade edilebilecek nüfusu hem Rumlar hem de toplumun geri kalanı açı‐sından travmatik bir geçmişin izlerini taşıyor. Bu anlamda ‘Rum kimliği’ geçmişin ağır yükü altında, hem Rumların pek  ‘ortada gözükmemeleri’ hem de bir yandan hala şehirde hissedilebilen Rum etkisinin varlığı göz önünde  bulundurulduğunda  adeta  ‘hayalî’  bir  varoluş  kazanıyor.  Bu‐nunla birlikte,  ‘Rumluk’  şehirde hafıza ve kimlik arasında kurulan bağ üzerinden farklı bağlamlarda tezahür edebiliyor. Bu yazı unutulmak  is‐tenen geçmiş ile bugünün ‘sessiz boşluğu’ arasında yaşayan Rum kimli‐ğine ilişkin söylemler ve aynı zamanda öznellikler hakkındadır. 

HAFIZA: HATIRLAMAK VE UNUTMAK Hafıza  çalışmalarının odaklandığı başlıca  sorunsallardan biri hafıza  ile tarih arasındaki gerilimli ilişkidir. Etnik özler üzerinden kurgulanan or‐tak ulusal özellikler belli bir tarihsel anlatının parçası olarak kabul görür. Tarih nesnel olduğu düşünülen birtakım önemli olaylar, ulusal başarılar, yenilgiler, savaşlar ve kahramanlıklar yoluyla anlatılır. Kollektif hafıza‐nın ne olduğu konusu ise tartışmalıdır. Kişisel hatıralar, yaşanmış tecrü‐beler üzerine kurulu bir bireysel hafızadan söz edilebilir. Kollektif hafıza ise bu anlamda kişisel belleğin basit olarak ortak bir geçmiş üzerinden uluslara,  cemaatlere ya da bölgesel kollektivitelere uyarlanmış hali mi‐dir? Todorova kollektif bir Balkan zihniyeti, kimliği ya da hafızası oldu‐

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

181

ğunu iddia etmenin popüler bir sav olması dışında işe yaramayacak kadar basitleştirici ve indirgemeci olduğunu vurgular (2004: 5). Bu anlamda kes‐kin bir bireysel/kollektif hafıza ayrımı yaparak kollektif hafızayı bireysel hafızanın bir nevi ‘genişletilmiş’ hali olarak görmek, kollektiviteleri homo‐jenleştirmeye ve bakışımızı sınırlamaya yarar (Campbell 2008: 44). Hafıza anlatının kendisiyle  ilgili olduğu kadar nasıl algılandığı ve yorumlandığı ile  de  ilgilidir  ve  bu  alma/karşılama  (reception)  süreci  arkadaşlar,  çevre, komşular, kişisel anılar ve tutumlar gibi birçok bireysel ve toplumsal un‐surun  süzgecinden geçerek önceden kestirilebilirliğini ve homojenliğini yitirir. Bu anlamda tarihsel anlatıların monoton ve gayri‐insanî nesnelli‐ğinden ve aynı zamanda kollektif belleğin  ‘toptancılığından’, aynılaştır‐ma ve klişeleştirmelerinden sıyrılma  imkânı doğar. Tarih üçüncü  şahıs‐ların  ağzıyla  yazılıyorsa,  hafıza  birinci  tekil  şahıslarla  ilgilenir  (Poole 2008: 159) ve aslına bakılacak olursa gücü de buradadır. Büyük  tarihsel anlatıların bazen ulusal mitler üzerinden de yürüyen gücü hafıza yoluy‐la ortaya çıkabilecek detaylarla, marjinal aidiyetlerle ve kişisel hikayeler‐le sınırlanabilir ve bütün bunların aslında yekpare bir kollektiviteye de‐ğil de parçalı, heterojen bir  toplumsal hafızaya  işaret etmesi gerçeği  ile de sarsılabilir. 

Hayatının önemli bir kısmını  İzmir’de geçirmiş 1906 doğumlu baba‐annem ile yapmış olduğum sohbetlerde sık sık hafıza ile tarih arasındaki gerilime  tanık olduğumu düşünürüm. Aslında  siyasetle pek  ilgilenme‐yen  babaannem  önemli  günlerde  ve  anlarda  birçok  kişi  gibi  vatan  ve bayrak  sevgisini  açığa  vurmaktan  çekinmezdi. Milli  mücadele  ve  İz‐mir’in kurtuluşu gibi konular mevzu bahis olduğunda  ‘Yunanlıları de‐nize dökmek’  teriminin  ikimiz  için  farklı duygusal1 mecraları harekete geçirdiğini farkettim. Benim için ‘Yunanlıları denize dökmek’ masalsı bir anlatıdan  ibaretti,  çocukların  hayal  gücüne  hitap  eden  iyi  ile  kötünün keskin  sınırlarla ayrıldığı bir dünyaya aitti.  İyiler kötüleri  ‘denize dök‐müştü’. Tarih böyle öğretilmişti ve bunu sorguluyor olsam bile zihnimde ‘denize dökmenin’ ardında  tarihsel bir klişeden  fazlasını canlandıramı‐yordum. Babaannem  için  ise durum  farklıydı.  ‘Yunanlılar’ı denize dök‐tük’ dediğini ve uzunca bir süre duraksadığını hatırlıyorum. Ardından anlattıkları bir  insanlık trajedisiydi. Rumların Ege’nin  içlerinden vagon‐

 1 Hafızanın kişisel yaşanmışlıklar ve tecrübelerle ilgili olarak duygusal bir yönü olduğun‐dan söz edilebilir. Bkz. Poole (2008: 154).  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

182

lara  dolup  taşarak  İzmir’e  ulaştığından  bahsetti.  Çocukluğu  Karşı‐yaka’da geçmişti ve bir miktar Rumca konuşabiliyordu. Aralarında kom‐şuları ve aile dostları olan Rumların  saklandıklarından, kaçtıklarından, gemilere bindiklerinden ve bazılarının ortadan kaybolduklarından bah‐setti.  Soğukkuyu  civarında  bilinmedik  bir  yere  götürülürken  kaçan  ve yüzerek bir İngiliz gemisine sığınan yakın dostlarından birini yıllar son‐ra Atina’da ziyaret etmiş ve İzmir’de tekrar buluşmuşlardı. Kişisel anıla‐ra odaklandığında babaannem ulusal anlatıdan iyiden iyiye uzaklaşır ve ‘Rumlar ne iyi insanlardı, ne oldu da aramız bozuldu, İtalyanlar mı ara‐mızı bozdu yoksa’ diye sorardı. Bu anlamda babaannemle  (tarihin ken‐disi hakkında değil belki ama) kendisi ve yaşadıkları ile ilgili konuşmak tarih hakkında ufuk açıcı bir etkiye sahipti üzerimde.  

Ulusal anlatılarla anıların ve yaşanmış hikâyelerin sık sık çelişebildiği meselesi üzerine Herkül Millas’ın çalışması aydınlatıcıdır. Millas’ın yap‐tığı geniş çaplı araştırmaya göre Halide Edip, Ömer Seyfettin ve Yakup Kadri  gibi  geç‐Osmanlı  ve  erken‐cumhuriyet  dönemi  romancılarının yazdıkları roman ve öykülerdeki Yunan/Rum karakterlerin %96’sı kötü ya  da  olumsuzdur.  Buna  karşın  aynı  yazarların  anıları  incelendiğinde karakterlerin %85’i olumludur (2005: 304). Aradaki fark anı kitaplarında basmakalıp  yargılardan  ziyade  gerçek  insanlardan  bahsediliyor  oluşu‐dur. Hiç  şüphesiz  bu  anlamda  ulusal  anlatılarla  desteklenen  ‘kollektif hafıza’,  alternatif  hikâyelerin,  farklı  aidiyetlerin  ve  kalıplara  uymayan ‘istisnaların’  ayıklanmasıyla  oluşturulur  (Poole  2008:  158).  Bu  şekilde eleştirel  ve  sorgulayıcı  bir  tutum  yerine  efsanelere  ve  önyargılara  yer açılmış olur.  

Küreselleşmenin  etkisiyle  ‘farklıklara  saygı’,  ‘azınlık  hakları’  ve ‘çokkültürlülük’ gibi kavramların bugünlerde daha çok gündeme geldiği söylenebilir.  İstanbul da belki cumhuriyet  tarihinde hiç olmadığı kadar çokkültürlü geçmişiyle anılmaya başlandı. Ne var ki bugünün genç ku‐şak şehirli kitlesi için  ‘Rum olmak’ babaannemin dönemindekinden çok daha  farklı bir  ‘bağlamdan’ besleniyor. Birkaç yıl önce  İstanbullu Rum arkadaşım  Viron2’la  birlikte  Yunan  sınır  kenti  Alexandroupoli’yi 

2 Bu makalede adları geçen Yorgo, Viron ve Stefanos (gerçek isimleri farklıdır) ile Londra Üniversitesi, Goldsmiths College’da 2006 yılında tamamladığım “Ulusun Ötesinde: Kent‐sel Türkiye’de Azınlıklar ve Kimlikler” adlı doktora tezimin saha araştırması kapsamında defalarca görüştüm. Yorgo Rum okullarında eğitim görmüş, cemaat bağları nispeten kuv‐vetli  olan  ve  fırsat  buldukça  Ruhban Okulu  kütüphanesinde  çalışan  bir  gençti. Viron, 

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

183

(Dedeağaç)  ziyaret  ettik.  İstanbul’a  döndüğümüzde  bir  arkadaşımızın evinde iki kişiyle tanıştık. Biri gezimizi ve Viron’u merak ediyordu. Genç gayri‐müslim  azınlık mensuplarının  birçoğunun muhtemelen  aşina  ol‐duğu bir sohbet yaşandı:  

‐ Ee Viron, sen Alexandroupolili misin? 

‐ Hayır, İstanbulluyum. 

‐ Yok, aslen diyorum. Selanikli misin peki? 

‐ Hayır. 

‐ Atinalı mısın? Ailen orada mı? 

‐ Hayır, İstanbulluyum. Aslen. 

Yukarıdaki örnek 1900’lerin başından 2000’lere kadar ‘100 yılda neler yaşandı’  sorusunu  gündeme  getiriyor. Hatırlamak  ve unutmak  arasın‐daki  ilişki hafıza çalışmaları açısından özellikle üzerinde durulması ge‐reken bir konu (Starken 2008: 78). 

GEÇMİŞİN YÜKÜ: ‘AZINLIK OLMAK’  ‘Büyük  unutuş’un  nasıl  gerçekleştiğine  bakmakta  fayda  var.  İstanbul, kozmopolit  imparatorluk  başkenti,  ‘77  milletin  bir  arada  yaşadığı’  o çokkültürlü,  ‘dünyanın  arzuladığı’  harika  kent  (Mansel  2008),  An‐kara’nın  üzerine  kurulduğu  her  şeyin  antitezini  temsil  ediyordu.  Os‐manlı İmparatorluğu için İstanbul, o kadar özeldi ki, savaşlar kaybedilip topraklar elden çıktığında bile  İmparatorluğun devamının ve bekasının sembolik  tescili olarak görülüyordu. Tek ulus  fikri  İstanbul  için çok kı‐sıtlayıcıydı.  İstanbul aynı anda farklı coğrafyalardan akan  insanların da buluşma noktasıydı (bkz. Tablo A).  

 

Zoğrafyon’da okumuştu ve Koç Üniversitesi’ni başarıyla bitirmişti. Kendi deyimiyle bu anlamda  ‘klasik  bir  cemaat  mensubu’  sayılmazdı.  Londra’da  lisans‐üstü  eğitimini  ta‐mamladı ve medya sektöründe çalışıyor. Stefanos da üniversite eğitimi sonrası bir resto‐ran da işletme müdürü olarak görev yapıyor. Özellikle Viron ve Stefanos’un ailesinde ve hayatında karışık‐evlilikler pek sıradışı sayılmaz. Her ikisinin de farklı etnik gruptan veya dini cemaatten yakın arkadaşları olmuş. Yorgo,  İstanbul dışında Yunanistan’ın çeşitli şe‐hirlerinde, Viron ve Stefanos  ise Atina ve  İngiltere’de uzun süre yaşamış. Üçünde de  İs‐tanbul’a olan belirgin bir düşkünlük göze çarpıyor. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

184

TABLO A – İstanbul’un Demografik Kompozisyonu (1885) 

Millet (Dini Cemaat)  İstanbul’da Doğanlar 

İstanbul Dı‐şında Do‐ğanlar 

TOPLAM  TOPLAM % 

Müslüman  143,586  241,324  384,910  44.06 

Rum‐Ortodoks  68,764  83,977  152,741  17.59 

Ermeni‐Ortodoks  78,679  70,911  149,590  17.10 

Bulgar  46  4,331  4,377  0.50 

Katolik  3,722  2,720  6,442  0.73 

Yahudi  42,363  1,998  44,361  5.05 

Protestan  225  594  819  0.08 

Latin  609  473  1,082  0.11 

Yabancı  ‐  129,243  129,243  14.78 

TOPLAM  337,994  535,571  873,565  100.00 

(Karpat 2003: 143) 

 

İstanbul, Bizans döneminden beri Rumlar  için son derece önemli bir kent olmuştur. Yunan ve Türk milliyetçilikleri açısından, kentin 1453’te Osmanlılar tarafından fethinin sembolik değeri, hafızalarının tarihsel bir bileşeni olmuştur. Yine de  19. yüzyıldan  itibaren yer yer  etkili olmaya başlayan, Osmanlının son dönemi ve sonra da cumhuriyet dönemi sıra‐sında  izlenen milliyetçi  politikaların,  örneğin Osmanlının  15.  yüzyılın‐daki modern öncesi zihniyetle hiç alakası yoktu. Her  iki milliyetçiliğin de dayandığı  tarihsel  anlatıların  tersine, Osmanlı  İstanbul’u, ulusal  ta‐hayyülün sınırlarını aşarak bakmaksızın pek anlaşılamaz. Kentin  fethe‐dilmesi  sonrasında  Rumlar  varlıklarını  sürdürmekle  kalmamış,  yeni başkentte önemli bir nüfus haline gelmiş, Osmanlı’nın devlet yapısında büyük bir rol üstlenmişlerdi.3  

Yeni Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte İstanbul ve Anadolu’daki Rum‐ların sayısı da ciddi oranda azalmaya başladı. İstanbul kozmopoliten ni‐teliğini büyük ölçüde yitirdi, yeni ulus‐devletin sıradan kentlerinden biri  3 Bkz. Kitsikis, Türk‐Yunan İmparatorluğu (1996). 

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

185

oldu, artık başkent bile değildi. Cumhuriyetçi ideoloji doğrultusunda, bir ulus‐devlet gündemine zemin hazırlayacak yeni idealler belirlendi. ‘Tek ulus, tek dil, tek devlet’ ve aslında ‘tek din’ vardı. Devlet cumhuriyet yıl‐larında hem yurttaşlığa dayalı hem de etnisiteye dayalı milliyetçiliklerin etkisi altındaydı. Biri  resmî‐hukukî düzeyde, diğeri  ise gayri‐resmî,  ta‐rihsel‐etnik düzeyde  işliyordu. Dolayısıyla yüzeyde dil, etnisite ve din‐den bağımsız bir modern yurttaşlık anlayışı  izleniyor olsa da, cumhuri‐yetin ‘Türkleştirme’ politikasının gerisinde tekçi (monist) bir dünya görü‐şü yatıyordu.  

Cumhuriyet Türkiyesi’nde ‘azınlıklar’ terimi, 24 Temmuz 1923’te im‐zalanan  Lozan  Antlaşması’yla  tanınmış  gayri‐müslim  azınlıkları,  yani Yahudileri, Ermenileri ve Rumları ifade eder. 1923 aynı zamanda, impa‐ratorluğun  küllerinden  yeni  idealler  ve  ilkelere  sahip,  etnik  bakımdan homojen olduğu varsayılan yeni bir  cumhuriyetin doğduğu yıldır. Os‐manlı  İmparatorluğu’nun  belirleyici  özelliği  ise  kozmopolit,  çok‐etnili, çok‐dinli,  çok‐dilli bir yapıya dayanmasıydı. On yılı  aşkın bir  süre de‐vam  eden  bir  dizi  savaş  (1911‐22)  neticesinde Anadolu  büyük  bir  de‐mografik değişime  tanık oldu. Osmanlı millet  sisteminden devralınmış dinsel farklılıkların altını çizen bir zihniyetle Balkanlar ve Anadolu’daki ulus‐devletlere  ‘uygun’  nüfuslar  yaratmak  için  etnik  homojenleştirme çabalarına  girişildi.  Savaş meydanlarında  ölenler  dışında,  birçok  insan da memleketlerinden sürüldü, zor koşullarda uzak yerlere göç etmek zo‐runda kaldı. Sonuçta on yıldan kısa bir süre içinde “Anadolu’da 2,5 mil‐yon Müslüman, 600.000 ila 800.000 Ermeni ve yaklaşık 300.000 Rum ha‐yatını  kaybetti.  Nihayetinde  Anadolu  nüfusu  ölümler  yüzünden  %20 azaldı” (Zürcher 1997: 171). Ciddi bir demografik değişime yol açan baş‐ka  bir  faktör  de  göçtü.  Balkan  Savaşları  sonrasında  Anadolu’ya  Bal‐kanlar’dan binlerce Müslüman geldi (Zürcher 1997). Ağırlıklı olarak Er‐meni nüfusa uygulanan zorla yerinden etme uygulaması dışında  ‘yasal yerinden etme’ uygulaması da mevcuttu. Yunanistan’la  imzalanan Nü‐fus Mübadelesi Antlaşması  (1922) uyarınca Anadolu’nun her  yerinden bir milyon Rum Ortodoks, Yunanistan’dan gelen  500.000 Müslüman’la ‘mübadele edildi’  (Koçoğlu 2001: 223‐4). Anlaşma sonucunda nüfus  ra‐kamları,  hem  Yunanistan’da  hem  Türkiye’de  ulus‐devlet  gündemine uyacak  şekilde  ‘değiştirildi’.  I. Dünya  Savaşı  öncesinde,  bugünkü Tür‐kiye sınırları içindeki halkın %20’si gayri‐müslimdi. Savaş sonrasında bu oran % 2,5’e indi (Keyder 1999: 10‐1). 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

186

Dolayısıyla yeni cumhuriyet demografik açıdan  ‘farklı’ bir ülke üze‐rine inşa edilmişti. Nüfusun %99’u ‘Müslüman’ çoğunluğa mensup olsa da, gayri‐müslim azınlıklar güvensizlikle karşılanıyor, yeni devletin  te‐mellerini sarsma potansiyeline sahip bir entrikanın parçası olarak görü‐lüyorlardı.4  Cumhuriyet  tarihi  boyunca  istatistikleri  incelediğimizde Rum  cemaatiyle  ilgili  rakamların  çarpıcı olduğunu görürüz. 1924’te  İs‐tanbul’da 1 milyon kişi yaşıyordu, bunların 282.000’i Rum’du. 1934’te İs‐tanbul’da yaklaşık 100.000 Rum vardı, bugünse Rum cemaatinin nüfusu birkaç  binle  ifade  edilmektedir  (Koçoğlu  2001:  227). Cumhuriyet  tarihi boyunca  aralarında  1934 Trakya  olayları,  1942 Varlık Vergisi,  1955  6‐7 Eylül olayları ve 1964 ve 1974’de Rumların zorla sınır dışı edilmeleri gibi resmî ve gayri‐resmî ayrımcı politikaların gayri‐müslim azınlığın bugü‐nün  Türkiye’sindeki  iyiden  iyiye  küçülmüş  nüfus  oranını  anlamada önemli  bir  yeri  vardır. Rum  ve  Ermeni  cemaatlerine  ‘ihanet’  sorunsalı içinden bakan yaygın bir  sosyal algı,  cumhuriyetin  ilk yıllarında  resmî tarihi kurma sürecinde kullanıldı. ‘Azınlıklar’ terimi, Osmanlı devletinin son yıllarından beri cumhuriyet dönemi boyunca toplumsal bilinçaltında devletin  birliğine  karşı  çalışan  ‘içerdeki düşman’ı  ifade  eden  bir  terim olageldi. Gayri‐müslim azınlıkların nüfusundaki ciddi azalma bile  ‘ulu‐sal güvenlik’ çerçevesi içinde kurulan tehdit algısını yok edemedi.5

Akçam’a göre, ‘Osmanlı devletinin çok‐uluslu, kozmopoliten karakte‐rinin  Türk  ulusal  kimliğinin  gelişimini  olumsuz  etkilediği’  kanısı  Tür‐kiye’de yaygındır  (2004: 65). Bu milliyetçi zihniyet çerçevesinde, devlet hep Patrikhane meselesine  aşırı  şüpheyle yaklaşan bir politika  izlemiş, İstanbul’da  küçük  bir  ada  olan Heybeliada’daki  (Halki)  Ruhban Oku‐lu’nu  kapatarak  aslında  evrensel  ve  ulus‐aşırı  bir  kurum  olan  Pat‐rikhane’nin ayakta kalma şansını baltalamıştır. Patrikhane’nin dini kad‐roları bugün yurtdışındaki kiliselerden gelmektedir. Patrikhane’nin sta‐tüsü ve Heybeliada Ruhban Okulu meselesi, Türkiye’de Kıbrıs sorunu, Türkiye‐AB ilişkileri ve Kürt meselesi gibi başka konuların yanı sıra mil‐liyetçi gündemin bir parçası olarak, ‘dış güçler’in müdahalesi iddiasıyla 

4  Bu  oran  bugün  bile milliyetçi  veya  içe  kapanmacı  bir  retoriğe  hizmet  eder,  ‘nüfusun %99’unun Müslüman olduğu bir ülke’den bahsedilir.  ‘Farklı’ olsalar da kategorik olarak Müslüman olan Kürtler ve Alevilerden ziyade gayri‐müslim azınlıklara karşı kullanılan bir araçtır bu.  5 “Hala Pontus ‘tehlikesinin’ popüler platformda işlenebildiği bir ortamda tehdit algısının sayılarla veya nüfus oranlarıyla değil komplo zihniyeti  ile  ilgisi vardır” (Karaosmanoğlu 2008: 141).  

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

187

birlikte tartışılmaktadır. Patrikhane, kuruma eğitimli rahip bulma konu‐sunda  ciddi  bir  sıkıntı  yaşadığından,  okulun  yeniden  açılmasıyla  ilgili ‘cesur’ bir siyasî karar beklentisi içindedir.  

Türkiye’de devlet kendi tarihiyle yüzleşme imkânı sağlayamadığı öl‐çüde vatandaşlarıyla ‘sağlıklı’ bir ilişki kurmaktan uzak gözükmektedir. Eski kuşak azınlık mensupları  için,  ‘suskun’ kalma  tavrı hâlâ genel ku‐raldır. Azınlıkların  acı,  keder  ve  baskılarla  dolu  geçmişleri,  ‘farklı’  ol‐dukları  için ödemek zorunda oldukları bir  ‘bedel’,  taşımak zorunda ol‐dukları bir  ‘yük’ gibidir. Türk ulusal kimliğinin kendini geçmişin kalın‐tılarından  sıyırması, Akçam’ın  sözleriyle  ‘ortadan kaldırılma psikozu’nu aşması gerekmektedir (2004: 54). Bir tabu olarak geçmiş, ulusun güvenliği ve birliğine odaklanan paranoyak bir psikolojiye katkıda bulunmakta, mil‐liyetçi yaklaşımların  ekmeğine  yağ  süren bir  ‘olağanüstü hal’ psikolojisi yaratmakta, azınlıklarla diyalog  ihtimalini engellemektedir. Bu doğrultu‐da, her şeyi açıklayan ve kapsayan ‘büyük senaryolar’, özellikle ulusal kriz zamanlarında el üstünde tutulmakta, azınlıklar öznelliklerini yitirerek dış güçlerin,  Türk  ulusunu  yıkmaya  çalışan  diğer  ulus‐devletlerin  edilgen araçları olarak görülmektedir. Cumhuriyet geçmişi, devlet ve toplum için, ‘öteki’ ile iletişim kurup onu tanımanın bir yolu olarak demokratik bir im‐kânı ortadan kaldıran ‘ağır bir yük’tür. Stefanos ile yaptığım mülakatlarda genel  olarak  geleceğe  yönelik  ‘pozitif’ denilebilecek  bir  bakış  açısına  ve değişime  öykünen  tavrına  rağmen  geçmişin  ağır  yükünü  hala  üzerinde hissettiğini gördüm. Özellikle 6‐7 Eylül olaylarının üzerinde bıraktığı  iz, 1977 doğumlu olmasına  rağmen,  travmatikti. Çocuğunun hem Rumcayı hem Türkçeyi çok iyi konuşacağını, iki kültüre de aşina olacağını anlatır‐ken içinde bulunduğumuz atmosfer, konu geçmişe döndüğünde aniden gerçekçi  bir  kötümserliğin  etkisinde  ciddileşiyordu.  Bir  keresinde  “ha‐yır” diye konuyu bir cümlede kapatmıştı, “çocuğum olduğunda ona 6‐7 Eylül olaylarından falan hiç bahsetmeyeceğim”. 

Hiç şüphesiz travmatik geçmiş ile yüzleşmek ve o geçmişin varlığına ‘meşruluk’  kazandırmak  önemli  bir  hamledir.  Connerton  hafıza  ile unutma  arasındaki  ilişkiye  odaklanarak  bağlamları  ve  işlevleri  göz önünde  bulundurarak  çeşitli  unutma  kategorileri  belirler.6  Bastırmak üzere unutma bunlardan birisidir  (2008: 60). Yeni ulus‐devlet azınlıklar 

6 Connerton 7 farklı unutma biçimi belirlemiştir. Bu makalede bunlarda 3’ü ile ilgilenece‐ğiz: bastırmak üzere unutma, planlı eskitme olarak unutma ve yeni bir kimlik inşası üze‐rine kurulu unutma (2008). 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

188

gibi  ‘eski’ kalıntıların yok edilmesi, asimile edilmesi veya göz önünden kaldırılmasını öngören bir milliyetçi gündemden pek uzak duramadı. Bu noktada denilebilir ki azınlıkların varlığı ve kimlikleri eski günlerin ha‐bercisi gibidir ve korkular eşliğinde algılanır. Azınlıklar  içinse geçmişin yükünün bu kadar ağır olmasının önemli bir nedeni hala tam anlamıyla açık açık bu acıların konuşulamıyor oluşudur. 

HAYALET İLE YÜZLEŞMEK: KORKU VE MELANKOLİ İstanbul  zamanla  yeni  cumhuriyetin  ulusal  gündemiyle  bütünleşmeye zorlandı.  1920’lerden  bugünlere  dek  İstanbul’daki  Rum  nüfusun  ciddi oranda  gerilemesi,  bu  sürecin  açık  bir  göstergesidir.7  Genel  itibarıyla kentin Rum nüfusla  ilgili  tablosu, ulus‐inşa süreci  ‘parametrelerine’ uy‐gun  hareket  eden  cumhuriyet  politikalarına  dair  bir  fikir  vermektedir. Bastırma  üzerine  kurulu  kollektif  unutma  pratiklerinin  yaşandığı  yer‐lerde geçmiş, kaygılar ve zaman zaman derin bir korku eşliğinde algıla‐nır. Milliyetçi bir zihniyet  için, yeni keşfedilen bir Bizans kalıntısı, eski bir binanın içindeki tozlu duvarda okunabilen Rumca yazılar veya bir ki‐lise  görevlisinin  kıyafetindeki  haç  imgesi  sembolik  bir  ‘hayalet  görme’ durumuna  tekabül edebilir.  ‘Hayalet’  ile yüzleşme konusunda  ise hafıza ile nasıl  bir  ilişki  kurduğumuz  önemlidir. Örneğin  şehrin  geçmişini  öğ‐renmek kadar öğrenmeyi kabul  etmek ve  tanımak da önemlidir. Bu an‐lamda hafıza  salt geçmişle, geçmişin  ‘doğru’  temsil  edilmesi  ile  ilgili bir şey olmaktan ziyade  (Özyürek 2001a: 8) geçmişle bugünkü  sorumluluk‐larımız arasında bir bağ kurabilmekle ilgilidir (Poole 2008: 160). Hafıza ve ahlaki sorumluluk arasındaki ilişkiye son bölümde tekrar değineceğim. 

Bastırılmışlık  üzerine  kurulan  unutma,  korkuyu  aşarak  zamanla travmatik geçmişin bıraktığı  izlerin etkisiyle bir nevi melankoli duygu‐sunu  da  tetikleyebilir.  Bugün  birçok  İstanbulluya  göre,  İstanbul’daki gayri‐müslim  azınlıklar  derin  bir  nostalji  hissiyatının  kaynağıdır.  Tür‐kiye’deki ortalama bir Türk‐Müslüman’ın, İstanbul’da sokakta Rum mü‐ziği duyması ya da bir Rum restoranına gidip Rum yiyeceklerini tatması ya da eski Konstantinopolis’e dair kitaplar okuması, hikâyeler dinlemesi mümkündür. Gelgelelim İstanbullu bir Rumla tanışmak hiç de kolay de‐ğildir. Bu anlamda hissedilen melankoli duygusu, artık bir söylemin, İs‐

7 “Dünyada nüfusu 10 milyonu aşan bütün kentlerde, en az 5000 Rum‐Yunan yaşar, oysa bir zamanlar Konstantinopolis ve Konstantiniyye denilen  İstanbul’da 2003 yılı  itibarıyla Rum cemaati 2000 kişiden oluşuyordu” (Koçoğlu 2001: 9). 

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

189

tanbul’daki  ‘azınlık  gerçeği’ne  bakarken  benimsenen  özel  bir  tutumun bir parçasıdır. Gayet anlaşılır bir nokta var: Rum azınlığın bugünkü de‐mografik durumu  bu  söylemin  gücüne  büyük  katkıda  bulunmaktadır. Başka  bir  deyişle  İstanbul’daki Rum  kültürüyle  ilgili  olarak, Rumların artık bir parçası olmadığı bir kimlik söylemi gözlenebilir.  

Bugün, Türkiye’deki Rumlar hakkında çalışma yapan bir araştırmacı, boş  kiliselerle,  kapanmış  okullarla,  eskiden  Rumlara  ait  olup  bugün Müslüman‐Türk  mülk  sahiplerinin  işlettiği  dükkânlarla  karşı  karşıya kaldığı zaman bu  iş  için biraz geç kaldığını düşünür kaçınılmaz olarak. Örneğin  Ege  Denizi’nin  kuzeyindeki  Gökçeada  (İmroz)  ile  Bozcaada (Tenedos)  İstanbul dışında küçük bir Rum nüfusun hâlâ yaşadığı yerler arasındadır. 1999’da Gökçeada’ya gittiğimde benzer bir ‘melankoli’ duy‐gusu  yaşadığımı  söylemeliyim.  Rum  cemaatin  büyük  bölümü  adadan ayrılmış, geride sadece birkaç aile (çoğunlukla yaşlılar) kalmıştı. Gençler her yaz düzenlenen festival için dünyanın dört bir yanından birkaç gün‐lüğüne geliyorlar, aile büyüklerini ziyaret ediyor, doğdukları  toprakları görüyordu.  Giden  Rumların  yerini,  Anadolu’dan,  büyük  oranda  da Trabzon ve Isparta’nın köylerinden gelen yeni yerleşimciler almıştı. Ka‐lan  Rumlar,  kıyıdaki  yerleşim  yerlerinden  ziyade  dağlardaki  köylerde yaşıyordu.  Dereköy  (Sinoudi)  iki  sinemasıyla,  bir  zamanlar  Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük köyüydü, fakat artık terk edilmiş, hayalet bir köye dönmüştü. Okul binasının duvarlarına boyayla “Ne mutlu Türküm diyene!”  yazılmıştı.  Sanki  sakinleri  daha  dün  ayrılmışlar  gibi  köydeki her şey geri dönecekleri bekliyordu. Adanın hemen her yerinde Rumla‐rın  izlerini görmek mümkündü, oysa Rumlar neredeyse görünmez du‐rumdaydı.  Geride  kalan  birkaç  aileyle  sanki  adanın  turistlere  yönelik imajının folklorik bir parçası olmuşlardı. 

Keza, melankoli  duygusuna  İstanbul’da  bulunan,  1971’de  Türk  hü‐kümeti tarafından kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu’nu gezerken ka‐pılmamak da pek kolay değil. Sınıflardaki sıralar, revir ve yatakhaneler dâhil  her  şey,  sanki  okul  hâlâ  eğitim  veriyormuş  gibi mükemmel  du‐rumda. Dini personel ilerde bir gün açılır umuduyla binaya gayet iyi ba‐kıyor. Tabloda eksik olan  tek  şey  ise  insan unsuru. Melankoli hissiyatı‐nın  gerisinde, milliyetçi  gündemlerin hâkim  olduğu  bir ülkede  azınlık olmaktan kaynaklanan bireysel trajedilere ait mikro‐tarihlerin de bulun‐duğu unutulmamalı. Daha önce de belirtildiği üzere, Rum azınlık men‐suplarının geçmişin mirasından bağımsız olarak düşünebilmesi, hareket 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

190

etmesi ve yaşaması, travmatik olayların hatırası özellikle eski kuşakların kolektif hafızasında hâlâ tazeyken pek kolay değildir. Nispeten genç ku‐şaktan İstanbullu Rumlar büyüklerinin zamanında olanların uzun vadeli etkilerine vurgu yapıyor: 

Babam bana devamlı Varlık Vergisi’nin kendilerine nasıl uygulandığını anlattı... O korkusu halen  sürüyor. Ben bundan yıllar önce biraz birikmiş paramla, biraz borçlanarak küçük bir ev aldım. Babam gayrimenkul aldığım için bana “kumdan saray  inşa ediyorsun” demişti. Şimdiki durumu bilmi‐yor, hala eskisi gibi sanıyor...  

Türkiye’de  Rum  olmak  insanın  kendi  evinde  kiracı  olması  gibidir (Koçoğlu 2003: 123‐4). 

Azınlıklara ait  cemaat gazetelerinde bugünlerde evlenme ve doğum ilanlarından ziyade ölüm  ilanlarına  rastlanıyor  (Koçoğlu 2001: 277).  Şu iddia edilebilir ki; trajik bir geçmişin mirası, gayri‐müslim, ‘Lozan’ azın‐lıklarıyla  ilgili olarak, kentli  söylemi hâlâ etkisi altına almakta,  ‘melan‐koli’ duygusuna katkıda bulunmaktadır. İstanbul’da elli yılı aşkın bir sü‐redir yaşayan bir  İstanbullunun Rum  cemaatini bir  ‘kayıp’ ve  ‘nostalji’ hissine kapılmadan düşünmesi zordur. Rum cemaatin kentli dinamizmi, İstanbul’un  kozmopolit  bağlamda  temsil  edilme  biçimini  bir  zamanlar neredeyse tek başına belirliyordu. Oysa bugün İstanbul Rumları, 14 mil‐yon  içinde yalnızca birkaç bindir. Dolayısıyla belki de kaybedilmiş geç‐miş ile ilgili bu melankolik ruh hali, İstanbul’da en iyi Rum azınlıkla bağ‐lantılı olarak analiz edilebilir.  

ÇOKKÜLTÜRLÜ  KENTİN  AZINLIKLARI:  ‘KOZMETİK’  BİR UNSUR MU? Türkiye’de Rum müziği  son  yıllarda  neredeyse  ‘moda’  oldu. Özellikle Beyoğlu gibi eski İstanbul hatıraları taşıyan mahallelerde rembetika çalan kulüpler, meyhaneler ve restoranların sayısı arttı. Daha  ‘elit’  İstanbullu tüketiciye Rum  tarzı eğlence paketi  (taverna ve  şarapevleri gibi eğlence mekânları, Rum dansları sirtaki ve zeybebiko ve meze çeşitleriyle birlikte yiyecek kültürünün dâhil olduğu bir paket) sunan bir tüketim kategorisi ortaya  çıktı.  Bu  bağlamda  Rum  kültürü  eski  İstanbul’un  ayrılmaz  bir parçası addediliyor, kentli bir hayat  tarzının  ‘otantik’ bir unsuru olarak görülüyor. Aslında  hafıza,  tarihin  aksine,  geçmişin  ‘doğru’  bir  şekilde temsil edilmesinden çok, bizi bugüne bağlayan, bugünü kurmamızı sağ‐

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

191

layan bir mekânizmadır (Poole 2008: 159). Aynı zamanda birçok zaman grup kimliğinin inşasında kullanılan bir malzemedir (2008: 158).  

Rum kültürü de bazı ‘kentli’ İstanbullular için yeni bir hayat tarzı an‐lamına gelmektedir, ‘iyi’ tüketimin bir göstergesidir. İstanbullu Rum ha‐yat  tarzına öykünen,  ‘medeni’ bir geçmişe ait  ‘gusto’ ve  ‘sofistike zevk‐ler’le dolu olan yeni  tüketme biçimi, aynı zamanda  İstanbul’un Anado‐lu’dan gelmiş yeni  sakinlerini,  ‘küresel’,  ‘çokkültürlü’,  ‘yükselen’  İstan‐bul projesinin dışında bırakmaya yarayan ayrımcı bir  söylemin parçası olarak da kullanılır.8 Rumlar ve  ‘kentli’ Türkler gerçek  İstanbullulardır, yeni gelenler, Kürtler, Müslümanlar ve gecekondu sakinleri ise ‘İstanbul karşıtı’  unsurlar  olarak  görülmektedir.  Başka  bir  deyişle  eski  ‘Batılı’ Pera’nın  ‘medeni’  imgesine  uygun  tarihsel  panoramaların  seçilmesiyle yeni bir  İstanbul  imajı yaratılmaktadır. Aslında Beyoğlu’nun daha  ‘me‐deni’ olduğu döneme yapılan gönderme kentle  ilgili kullanılan nostalji söyleminin bir parçasıdır. Bu anlamda bu söylemin içinden bazen kentin gayri‐müslim  sakinlerinin  de  konuştuğuna  rastlamak  mümkündür. Viron’un  annesi  Eleni  Hanım  1927  doğumlu  ve  hayatı  boyunca  İs‐tanbul’da yaşamış. Bir görüşmemizde bana henüz Beyoğlu’ndan geldi‐ğini, Beyoğlu’nun negatif anlamda değiştiğini, yürümeyi bile bilmeyen insanlarla dolduğunu ve eski İstanbul’u çok özlediğini anlatmıştı. Fakat burada üzerinde durulması gereken nokta, hatıraların, yani hafıza ile bi‐rebir  kişisel  yaşanmış  pratikler  üzerinden  kurulan  ilişkinin  ötesinde, Eleni Hanım’ın  yaşadıklarının  ötesinde  kurgulanan  (ve  kendisinin  de belki bazen içinden konuştuğu) bir nostalji söyleminin varlığıdır. 

Connerton’a göre unutma bazen ‘planlı eskitme’ (planned obsolescence) olarak gerçekleşir  (2008: 66). Daha ziyade  tüketim  toplumunun bir par‐çası  olarak  yaşanır.  Bu  anlamda  unutma mekanizması  pazarın  işleyişi açısından hayati önem  taşır  (2008:  67). Ufak  farklar yaratmak  suretiyle unutma (ve bazen hatırlama) tüketim kapitalizminin bugünü öne çıkar‐ması, başka bir deyişle ‘şimdi’yi sürekli fetişleştirmesiyle mümkün olur. Eskinin,  tüketim çarkına endeksli bir ekonominin  içinde yeniden üretil‐diği bir süreçtir bu. Önceki bölümde bahsi geçen ‘kayıp’ ve ‘nostalji’ his‐siyatı üzerine kurgulanmış bir nostalji endüstrisi doğmuştur İstanbul’da. Şehrin kaybolan, unutulan çokkültürlü geçmişi artık projektörlerin yeni 

8 Mine G. Kırıkkanat aşırı dinciler, teröristler ve magandalar karşısında duyduğu hoşnut‐suzluğu  “Rumlarımı  özledim!  İstanbulumun,  İzmirimin  Rumlarını  istiyorum!”  diyerek ifade ediyordu (1996). 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

192

hedefidir. Hirsch doğrudan kişisel tecrübelere ve yaşanmışlıklara dayalı olmayan ve fakat dolaylı yoldan resimler, binalar, fotoğraflar, belgeseller ve  çeşitli  popüler  kültür  öğeleri  aracılığıyla  oluşturulmuş  anıları (mediated memories) hafıza sonrası (postmemory) kategorisi içinde kullanır (Hirsch 1997; Sturken 2008: 75). İstanbul bağlamında da yaşanan melan‐kolinin ciddi bir hafıza sonrası boyutunun olduğunu söyleyebiliriz. Sü‐reç  içinde “  ‘kayıp’ azınlık nüfuslarıyla birlikte  İstanbul’un kozmopolit semtleri” (Neyzi 2002: 142) öne çıkartılır. Gayri‐müslim azınlıklar kentin ‘kaybolup gitmekte olan  renkleri’ olarak görülür  (Kırca 2000). Küresel‐leşmenin harekete geçirdiği yeni tüketim alışkanlıklarının çapı nostalji ve farklılığın pazarlanmasını kapsayacak kadar geniştir. Dergilerde nostalji sayfaları  belirmeye,  “bir  zamanlar…”  başlıklı  makaleler  kaleme  alın‐maya başlamıştır  (İstanbul Life 2000: 23).  ‘Farklılıklara  saygılı olmak’  ti‐cari  bir  anlam  kazanmaya  başlamıştır.9  Benzer  şekilde  kentin  eski çokkültürlü  kompozisyonuna  da  saygı  gösterilecektir.  ‘Saygı’  ve  ‘hoş‐görü’ gibi sözcükler vurgulanmaya başladığında, birçok durumda atıfta bulunulan şey, İstanbul’un kaybolan çokkültürlülüğüdür.10  

Bu noktada dışlayıcılık ve sınıfsal ayrımcılık ile temas halinde olan ve ‘beyaz Türklük’  olarak  adlandırılabilecek  bir  söylemsel  zeminden  bah‐sedebiliriz.  Yeni  ‘beyaz  Türk’  zihniyeti  bir  bakıma  aslında  azınlıklara karşı, cumhuriyetin geçmişini samimiyetle eleştirmekten uzak yüzeysel bir  tavrı  ifade eder. Azınlıkları,  sınıfa dayalı,  ‘kentli’ ve  ‘medeni’  tavır‐lara vurgu yapan bir grup olarak görme, ve bu arada onları aslında bu vasıflardan yoksun olanlara karşı yeni kentli ayrımcılığı meşrulaştırma‐nın  bir  aracı haline  getirme  yönünde  bir  eğilim mevcuttur. Bu  şekilde bakıldığında  azınlık  kültürü  yalnızca,  metropolün  imajına  ‘kozmetik’ katkı yapan bir  tüketim kategorisi olarak görülür. Bu yolla kentin  ‘elit’ sakinleri arasında bir dışlama mekanizması harekete geçirilir ve bu  sa‐yede elitler yeni göçmenlere karşı kendilerini azınlıklarla ilişkilendirebi‐lir. Siyaset Meydanı adlı  televizyon programında11, Aralık 1999’da katı‐

9 Bir banka reklamında yeni evli genç bir çift görürüz; biri bir  futbol maçında  tezahürat yapmaktadır, ötekiyse yoga. Anlatı “Hizmet farklı dünyalara saygı duymakla başlar” diye son bulur (İstanbul Life 2002: 7). 10 İstanbul’da Rum tarzı bir tavernanın reklamında, Zarifi pazarlanır ve nostaljik bir kur‐guyla  mekanın  eski  Rum  sahipleri  metalaştırılır.  Hikâye  Zarifi  ailesinden  iki  kişinin, Yorgo ve Eleni Zarifi’nin hayatları ve başarılarıyla ilgilidir (Roll 2002: 25). Aslında mekânı‐n yeni sahipleri Rum değillerdir. 11 Programdaki ana temanın başarılı bir eleştirisi için bkz. Özyürek (2001b). 

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

193

lımcıların bazıları göç  sebebiyle kentin “gerilediği”nden yakınmış, “biz de azınlıklar kadar mağdur oluyoruz,” ya da “bugün biz de onlar gibi azınlığız,”  tarzı  yorumlarda  bulunmuşlardır  (Özyürek  2001b:  101‐2). “Eskiden, gerçekten de onlar azınlık, bizler de çoğunluktuk. Zaman bize öngörülemez bir oyun oynadı. Bugün her  ikimiz de azınlığız. Kent biz‐den çalındı,” diye yakınıyordu köşe yazarı Melih Aşık (Kırca 2000). Keza tarihçi Toktamış Ateş de  “Türk  tarzı  kentleşme”nin  olumsuz  etkilerini vurguluyordu. “Hızla kentleşen  İstanbul’da belki de bizler bir anlamda azınlık olduk,” diyor ve açıklıyordu: “6‐7 Eylül bir felaketti. Fakat bunu yapanlar  İstanbul’un yerlisi de değildi,  İstanbul’un  işçisi de değildi.  İs‐tanbullu değillerdi”  (Kırca 2000). Dolayısıyla bu söyleme göre  ‘azınlık’, Anadolu’dan gelen yeni barbar işgalinin çemberinde kalmış ‘İstanbullu’ elit bir grubun adıdır. Bunun ‘öteki’nin deneyimini anlamaya çalışmakla ya da ‘öteki’yle birlikte yaşamanın mümkün olduğu bir dünyanın haya‐lîni kurmakla pek ilgisi yoktur. Daha ziyade kentli elitin yukarıda bahsi geçen söylem aracılığıyla farklılığa folklorik bir anlam yüklemesi söz ko‐nusudur. Benzer  şekilde Neyzi de eleştirel ve duyarlı bir bakış açısının yokluğuna dikkat çeker: “Yaratılmış bir nostaljiyle değil de yaşanmış bir geçmişle yüzleşmek, bu yüzyılda devletle cemaatler arasında, cemaatle‐rin kendi aralarında, kuşaklar arasında ve bireyin kendi içinde yaşanmış olan şiddetle yüzleşmek demektir” (2004: 25‐6). 

Belleği nesneler veya mekânlar yerine yaşanmış pratiklerle  ilgili ola‐rak görmek onu aktif, değişken, dinamik bir sürecin parçası olarak de‐ğerlendirmemize yardımcı olur (Sturken 2008: 74). Aynı zamanda hafıza durağan bir kurgunun yansıması olarak görülmekten kurtulup hatırla‐yan  bir  özne üzerinden  siyasî  bir nitelik  kazanabilir  (2008). Bu  sayede büyük  tarihi  anlatıların,  efsanelerin,  homojen  kurguya  dayalı  kollektif hatırlama  biçimlerinin  kırılabileceği,  öznenin  öne  çıkartıldığı  yeni  açı‐lımların ortaya çıkmasına katkıda bulunabilir. 

METROPOLÜ ‘DENEYİMLEMEK’: ÇİFT‐KÜLTÜRLÜ KİMLİĞİN MEŞRULUĞU Unutma  gayri‐müslim  azınlıklar  söz  konusu  olduğunda  (her  iki  taraf için de) bir bastırma  sürecinin parçası olabilir. Gayri‐müslimlerin  cum‐huriyet  tarihi  boyunca  gitgide  azalan mevcudiyetinin  yarattığı melan‐koli, bir nostalji söylemine eklemlenerek çokkültürlü kentin bir nevi  ti‐cari cazibesinin parçası olarak işlev görebilir. Fakat, unutma yukarıda or‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

194

taya  konulan  biçimlerin  dışında,  farklı  bir  tarzda  da  tezahür  edebilir. Connerton’a göre unutma ille de bir ‘kayıp’ olarak yaşanmaz (2008: 62). Pozitif bir oluşuma ön ayak olabilir, yeni bir kimliğin  inşasında önemli rol oynayabilir. Paylaşılmış hatıraların ve suskunlukların yeniden seçimi ile yeni bir kimlik oluşturulur (2008: 63). Bu tarz bir unutma‐hafıza iliş‐kisi, eski alışkanlıkların ve atalardan devralınan ritüellerin bazen mecbu‐ren  ‘unutulmak  zorunda’  kaldığı  göçten  etkilenen  toplumlarda  ve  ce‐maat yapılarının yeknesaklığının değişim  talebi karşısında  tehlikede ol‐duğu büyük kent bağlamlarında daha çok görülür. 

Belki  bugün  İstanbul’da  cumhuriyetin  ilk  yıllarındakine  nazaran ulus‐devlet  retoriğinin  kısıtlayıcı  etkisi,  Soğuk  Savaş  döneminin  sonu, küreselleşme  ve  görece  bir  liberal  atmosferin mevcudiyeti  nedeniyle  o denli  yoğun  hissedilmiyor.  Kültürel  kimliğin  ifadesi  açısından, Rum/Ermeni/Yahudi ya da Türk olmak arasında bir  tercihte bulunmayı gerektiren  ‘ya  o,  ya  bu’  zihniyetiyle  sınırlanmış  olmak  yerine,  bugün‐lerde  ‘arada bir yerde’ durmak da en azından bazı metropol bağlamla‐rında  ‘meşru’  görülebiliyor.  Yahudi,  Ermeni  ve  Rum  İstanbullular  İs‐rail’e, Ermenistan’a ve Yunanistan’a karşı bir sempati duysalar da, genç kuşak azınlık mensuplarının çoğu, İsrail’de, Ermenistan’da ya da Yuna‐nistan’da kendilerini pek memleketlerinde hissetmeyeceklerini düşünü‐yor. Aynı zamanda İstanbul’da azınlık olduklarının ve bunun onları za‐man zaman içinde yaşadıkları topluma ve ‘ulus’a yabancılaştırdığının da farkındalar. Türkiyeli Yahudiler,  İsrail’e  ilk gittiklerinde  İbranice bilme‐diklerinden turist gibi kalıyorlardı (Bali 2000: 46). “İsrail’e göçmüş olan, bir zamanlar Türkiye’de Türkçe konuşmamakla suçlanan Yahudiler bu‐gün  İsrail’de  Türkçe  konuşuyor,  Türkçe  gazete  ve  dergiler  yayınlıyor, yaşadıkları binalara Türkçe isimler veriyorlar” (Levi 1998: 162). Keza di‐aspora Ermenileri de Ermenistan Ermenilerinden bir hayli farklıdır. Da‐hası “İstanbul bir Ermeni diaspora cemaati olarak düşünülemez… İstan‐bul, Beyrut misali, göçmenlerin oluşturduğu bir yerleşim değildir. Ana‐vatan ile diaspora arasında kalan benzersiz bir yerdir” (Hoffmann 2002: 10). İstanbul’da Anadolu kökenli birçok Ermeni vardır, bazıları nispeten kısa süre önce, yirminci yüzyıl başlarında buraya göç etmiştir, fakat kent asırlarca  Ermenilere  ev  sahipliği  de  yapmıştır.  Bu  anlamda  büyük  bir Ermeni diasporasının bulunduğu Los Angeles’a ya da Paris’e benzemez. Ağırlıklı olarak Ermeni nüfusun bulunduğu, bugün Ermenistan’ın baş‐kenti olan Erivan’a da benzemez. Bir zamanlar binlerce Ermeni’nin yaşa‐

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

195

dığı  Sivas’a  da  benzemez.  İstanbul’un  benzersizliğini  kavrayabilmek için, ‘ulusal tahayyül’ paradigmasından sıyrılmak gerekir.12

İstanbullu  Rumlar  için  de  çok  farklı  bir  durum  söz  konusu  değildir. Azınlıklara özgü coğrafi, dilsel ve kültürel özellikler ulusal kategorilere ko‐lay kolay hapsedilemez. Bizatihi  ‘Rum’ kelimesi, ulusal terminolojinin öte‐sinde  konuşmanın  mümkün  olduğu  Osmanlı  geçmişine  atıfta  bulun‐maktadır.  ‘Yunan’  kelimesini  kullanarak  iki  ulusu,  Türk  ile  Yunan’ı  bir‐birinden ayırmak mümkündür, fakat ‘Rum’ kelimesi aslında ulusalcı zihni‐yet  açısından  sorun yaratmaktadır.  İstanbullu bir Rum olarak Yorgo Ati‐na’da kendini hiç de ‘memleketinde gibi’ hissetmediğine vurgu yapıyor:  

Üniversite eğitimi  için Atina’daydım. Atina’daydım ama başkentlilerle aram  iyi değildi,  etraftan yani Selanik’ten gelip, Patra’dan, Girit’ten gelip okuyanlar,  İskeçe’den gelip okuyanlar, onlarla  aram  iyidi. Kıbrıslılarla da fena değildi aram. Ama saf Atinalılar, pek o kadar da şey değildim. Çünkü seni daha çok anlıyor yabancılar. Ben de bir bakıma kentten geldim kente, ama kültür açısından  şey açısından  sanki köyden gitmişim gibiydi benim için  İstanbul’dan kalkıp da Atina’ya gitmek. Tıpkı oradaki bir Yunan kö‐yünden gelip de başkentte okuyan biri gibiydim. Aksanım her zaman belli oldu, hiçbir zaman şey yapamadım… Ama bir türlü Atinalı olamadım. Şive açısından Atinalı olmak çok zor bir şey (Yorgo). 

Amartya  Sen,  kimliğe  ilişkin  tekil  bağlanma  (singular  affiliation)  bi‐çimlerinin genel‐geçer norm olarak kabul edilmesinin yarattığı  ‘indirge‐meci’  sonuçtan yakınır  (2006:  20). Kimliğin yeniden oluşum  sürecinde, sözü edilen bu tekilliğin değişik anlardaki seçme fırsatını yok ederek bir ‘kader illüzyonu’ yaratması söz konusudur ve ayrıca bunun ‘ağır bir be‐deli’  vardır  (2006:  17). Amin Maalouf  da  kendi  içine  bakmanın  kendi içindeki  ‘öz  aidiyeti’  keşfetmekten  öte  bir  şey  olduğunu  söyler.  “Hafı‐zamı, kimliğime ait bulabildiğim kadar parça bulmak için önce süpürü‐rüm. Daha  sonra parçaları birleştirir ve düzenlerim. Hiçbirini  inkar  et‐mem” der (2000: 14). Özcü ve indirgemeci sonuçlardan uzak durabilmek için  belleğe  bu  noktada  ne  gereğinden  fazla  otorite  vehmetmek  ne  de onu çok fazla otantize etmek gerekir (Starken 2008: 77). 

12 Hrant Dink diaspora zihniyeti ile ilişkilendirilen milliyetçiliği eleştirmiş ve ileriye, gele‐ceğe bakma  ihtiyacını vurgulamıştı.  “Ermeni kimliğini yalnızca  1915’in mezarlıklarında aramamalıyız” (2002: 12) demiş ve aslında İstanbullu Ermenilerin temsili için yeni bir ka‐nal açmayı hedeflemişti. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

196

Sen  ve Maaoluf’un  bahsettiği  türden  çoklu‐kimlik  oluşumları  daha ziyade  kültürlerarası  (intercultural) mekânların  ve  fırsatların  yoğun  ol‐duğu  metropol  bağlamlarında  görülür.  Bu  noktada  büyük  şehirlerde kimlik durağan bir yapı arzetmekten ziyade sürekli değişime açık bir sü‐reç olarak yaşanma potansiyeli taşır ve tek bir etnik grubun bütün men‐suplarını ulusal kültürün asli ve doğal unsuru olarak gören  ‘ulusal  ta‐hayyül’ paradigmasına karşı bir  tepki gibidir. Önceki kuşakların  tecrü‐belerine bakarak, genç kuşak azınlık mensupları, bir ulus‐devletin par‐çası olarak ‘tahayyül edilerek’ (Türkiye, Yunanistan, Ermenistan veya İs‐rail)  tek  bir  kimlikle  ilişkilendirilme  konusundaki memnuniyetsizlikle‐rini  sık  sık  ifade ediyorlar. Bunun yerine, bazen  ‘benzersiz’ bir bağlılık biçimi olarak çift‐kültürlü bir kimliğe  (bi‐cultural  identity) yaslanma eği‐limi görülüyor. 

Üniversite eğitimim için İngiltereʹye gittim. Rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkiye’de  pek  Türk  gibi  hissetmiyorum.  Rum  gibi  hissediyorum.  Fakat fark ettim ki İngiltereʹde de Türk gibi hissediyorum (Stefanos). 

Kendime Rum diyorum. Ama ben de bir Türk  insanının reaksiyonunu gösteriyorum. Vatan olarak Türkiye’yi görüyorum... Tam  tanımlama gere‐kirse sanıyorum Türkiyeli Rum demek en doğrusu olacak. Bir Müslümanın kültürünü  paylaşıyorum.  Bayramını  herşeyini  bilirim  ayrı;  ama  bir  Rum olma, Hristiyan olma bilinci var. Yunanlı kesinlikle değilim... Rumlar Yuna‐nistanʹda Yunanlı değillerdir, Türkiyeʹde Türk değillerdir. Enteresan bir du‐rum. Dolayısıyla bir Rumistan olsaydı keşke (Koçoğlu 2001: 271‐2). 

Ulus‐devlet retoriğinin kimlik gündeminin büyük bir kısmına hâkim olduğu,  çift‐kimlikli olmanın veya  ‘iki arada bir derede kalmanın’ kısa yoldan  ‘kimlik  krizi’  ile  özdeşleştirildiği  1960’lar  ve  1970’lerden  farklı olarak, bugünün azınlık gençliği metropolde başka temsil biçimleri keş‐fetme ve yenilerini icat etme konusunda daha özgür ve yaratıcı görünü‐yor. Herkül Millas, ‘iki kimliğe sahip olmayı’ bir ayrıcalık olarak tanım‐lıyor. “Bazen Türk, bazen Yunan olmayı sağlayan bir düğme var. Ve bu sayede iki ülke arasında kaygılara, ihtiyaçlara, beklentilere ve peşin yar‐gılara karşı duyarlı olunabiliyor... Bunu herkes yapamaz. Bunu yapabile‐cek birkaç insan var” (Millas 2002).  

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

197

Bu yeni ‘ikilik’ hissi eski kuşaklara nazaran genç kuşak azınlık13 men‐supları tarafından daha kolay kabulleniliyor, hoş karşılanıyor. Şunu be‐lirtmek gerekir ki  ikiliğin hoş karşılanmasının  tek sebebi  iki kimliğe sa‐hip olunması değil. Bunun ötesinde, kimlikle ilgili olarak ‘benzersiz’ ol‐manın artı değeri de öne çıkartılıyor. Ermeniler açısından bu benzersiz özellik, Anadolu’yla  kurulan  bir  bağ  olabilir. Dolayısıyla  genç  bir  Er‐meni’den  “Ben Anadoluluyum”  sözlerini  duymak  pek  sıradışı  bir  şey değildir.14 İstanbullu olmak, yaygın tabirle, Rumca kent anlamına gelen ‘Polis’ten  (Konstantinopolis)  olmak  Rumlar  için  övünülecek  bir  şeydir. Stefanos söyleşimiz sırasında ‘İstanbullu Rumlar’ın ‘benzersizliği’ni vur‐gulamış, ‘Osmanlı’ olmak ya da ‘Osmanlı Rumu’ olmak fikrine yakınlık duyduğunu kabul  etmişti. Keza metropoliten  tahayyül üzerinden  (çift‐kültürlü) bir kimlik vurgusu sıklıkla karşılaştığım bir durum oldu. Viron da,  benzer  bir  konum  benimseyerek  kente  bağlılığını  tanımlarken çokkültürlü geçmişe atıfta bulunuyordu:  

Bütün hayatım  İstanbul’da geçti.  İstanbul gibi bir  şehirde bir Rum ola‐rak yaşıyor olmak benim için çok zengin bir şey. Birbirleriyle çok farklı ol‐mayan  iki  kültürü  kendi  içimde  barındırdığıma  inanıyorum.  İki dili  aynı anda öğrendim çok küçük yaşta. Hem Yunanlıların hem Türklerin ne his‐settiklerini, ne yaptıklarını, neden hoşlandıklarını çok iyi biliyorum... Milli‐yetçiliğe bağlı değilim. Bir ülkeye, bir vatana, bir bayrağa ait olma hissini hiç yaşamadım, bunun eksikliğini de hiç hissetmedim (Viron). 

Öyle görünüyor ki, yeni kuşak azınlık mensupları, kimlikle ilgili ola‐rak  ‘ikiliği’  referans  göstermelerini  meşrulaştırmanın  bir  yolunu  bul‐muşlar.  ‘Anadolulu’,  ‘Osmanlı’,  ‘Polis’  ve  ‘İstanbullu’  gibi  semboller ‘ulusal  tahayyül’ paradigması  aleyhine  işliyor. Bu  anlamda hafıza ger‐çekten de geçmişin  temsilinden ziyade geçmişi  şimdiye, ahlaki ve duy‐gusal hayatımıza bağlayan bir işleve sahip gözüküyor (Poole 2008: 155). Bir azınlık mensubu olarak  İstanbul’da yaşama deneyiminin hayatı, bir parçası oldukları dünyayı daha iyi anlamalarını sağladığına inanıyorlar. 

13 Mülakat yaptığım gayri‐müslim gençlerden  İstanbullu Ermeni Ari de  iki  farklı  ‘dün‐yaya’ aynı anda aşina olmanın yarattığı bir nevi ‘zeka arttırıcı’ etkiyi vurguluyor: “Azınlık olmaktan dolayı yaşadığım olumsuzluğa rağmen mutluyum. Türk olmak da istemezdim, Ermenistan’da Ermeni olmak da  istemezdim. Farklıyım. Kendimi daha  farklı hissediyo‐rum ve bunu olumsuz bir  şeyle yorumlamıyorum. Azınlık olarak daha  ince düşünmeye mecbur kaldığın için daha sivri olabiliyor belki beyninin bir bölümü” (Ari). 14 Bugün İstanbul’da yaşayan Ermenilerin büyük bir bölümü, Anadolu’nun çeşitli kesim‐lerinden kente göç etmişlerdir.  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

198

Bir  anlamda  bu,  onların  ‘bildiğimiz  dünyayı’,  başka  bir  deyişle  ulus‐devletlerin dünyasını gayri‐millileştirmelerini sağlıyor:  

Ben ortaokul  lise yıllarımda  İstanbul’da okurken aşağı yukarı  tüm  sö‐mestr  tatillerimi Atina’da geçiriyordum. O zamanlar Atina beni çok heye‐canlandırıyordu. Liseyi  bitirir  bitirmez üniversiteye  girmek  için  bir  kursa yazıldım Atina’da. Arkadaşımla oraya gittiğimizde anladık ki o kadar kolay değildi başka bir ülkeye gitmek. Zor geldi bize. İstanbul’u özledik. Akşam‐ları oturup Türk yemeklerinin  isimlerini  sayarak  ağladığımız geceleri  çok hatırlıyorum. Herhalde hayattaki hiçbirşeyin siyah/beyaz olmadığını o za‐man anladım (Viron). 

HAFIZA, FARK VE ÖZNELLİK Aslında  kimliklerin  ‘zor’  ve  ‘karmaşık’  olabilecekleri,  sanıldığı  kadar problemsiz, gerilimsiz, tekil ve durağan bir karakter arz etmemeleri ger‐çeği  milliyetçiliğin  etkisiyle  formüle  edilen  kimlik  kavramıyla  çelişir. David Morley  ve Kevin Robins, Osmanlı  ve Habsburglar’ın  ulus‐ötesi imparatorluklarında aynı anda hem Slav hem Müslüman, hem Slav hem Katolik,  ya  da  hem  Arap  hem  Ortodoks  olunabildiğinden  bahseder (1997: 47). O atmosferde birden fazla dil konuşmak olağan sayılırdı. Dö‐nemin imparatorlukları mükemmel olmasalar bile herşeye rağmen “fark‐lılık  bir  skandal  ya  da  kimlik  kusuru  olarak  görülmüyordu”  diyor Morley ve Robins, aksine “çoğulculuk ve karmaşık bir kimlik, zenginlik kaynağı  olarak  görülürdü”  (1997). Etyen Mahçupyan da  kültürel  alanın genişlediği ve herşeye rağmen siyasî tabuların sorgulanmaya başladığı bu yeni dönem Türkiye’sinde “daha  fazla Ermeni olduğumu hissediyorum; öte yandan da kendimi Ermeni milliyetçiliği de dâhil olmak üzere her tür‐lü milliyetçilikten daha da uzaklaşmış görüyorum” diyor (2005: 34). 

Birey ile ulus birbirine paralel bir biçimde tahayyül edildikçe, yani bi‐reysel kimlik ulusal kimliğin bir parçası olarak görüldükçe, “insanın ulu‐suna dair  imgesi, aynı zamanda kendine dair  imgesidir”  (Akçam 2004: 41). Bu yüzden de güçlü milliyetçi motifler eşliğinde Türk eğitim siste‐minin  ‘tornasından  çıkan’  ortalama  bir Türk vatandaşının  kendi  benli‐ğiyle ulusun kimliği arasına bir mesafe koyması pek kolay değildir. Fa‐kat buna rağmen hafıza  ile  ilgilenmenin önemli bir avantajı,  ‘yukarıdan verilen’ ve üçüncü  şahıslar üzerinden anlatılan  resmî  tarihin veya efsa‐nelere  dayalı  homojen  kollektif  belleğin,  aslında  bireysel  benlik  düze‐yinde nasıl karşılanarak algılandığına (reception) odaklanabilmektir. Özel 

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

199

alanlarda, aile  içinde, arkadaşlık ortamlarında, komşular arasında veya iş hayatında bu alım süreci değişkenlik gösterebilir  (Todorova 2004: 3). Belleğin  bireysel  boyutu  üzerine  eğilmek  bizi  heterojen,  çok‐yönlü  ve ilişkisel  (relational)  olarak  yeniden  oluşturulan  bir  kendiye  (self)  ve  öz‐nelliğe  (subjectivity)  götürür  ve  tarihin  tekdüze  anonimliğinden  ve  de‐tayları kaçıran toptancılığından uzaklaştırır. 

Babannem  ile  kendi  yaşadıklarını  konuşmamış  olsaydım  ve  onun ‘ben’ diyerek  söze başlamasına  fırsat vermemiş olsaydım, Rumlar hak‐kında bana resmî tarihin anlattıklarından daha ilginç şeyler anlatamaya‐caktı muhtemelen. Türkleri kastederek  ‘biz’ diye söze başladığında, ba‐baannem, milliyetçi efsaneler ve toplumsal klişelerin ötesine pek geçmi‐yordu. Cohen sosyal bilimlerde kültürün bir yapı olarak öne çıkartılarak ‘kendi’nin (self)  ihmal edilmesi eğilimini eleştirir. “Kültür düşünmemizi gerektirir,  bize  düşünürken  kullanacağımız  biçimler  –metaforlar,  dog‐malar, isimler, ‘olgular’– verir, ama bize ne düşüneceğimizi söylemez, bu kendinin (self) işidir” der (1994: 154). Kollektivitelerin bireyler tarafından yaratıldığını,  dolayısıyla  etnografik  araştırmalarla  kendiye  odaklanma‐nın kolektiviteyi anlamanın etkili bir yolu olduğunu  söyler  (1994: 133). Buradan hareketle de, “kültürün antropolojik düşüncenin kilit kavramı olduğunu, olageldiğini ve özbilinci  (self‐consciousness) araştırmanın kül‐türün yerini alma yönünde bir girişim değil, ona giden başka bir yol ol‐duğu”nu savunur (1994: 133). 

Cohen’e paralel bir yol izleyerek Sue Campbell, keskin bir bireysel ha‐fıza ve kollektif hafıza ayrımının ötesinde, ilişkisel (relational) ve bireyle‐rarası (interindividual) bir düzlemde çalışan paylaşılmış hafızaların varlı‐ğını  savunur  (2008: 43‐44). Bakhtin’den esinlenerek bir oyunda üç çeşit karakterden söz edilebilir: “konuşan (birinci ses), dinleyen (ikinci ses) ve konuşanın  söylediği her kelimenin  anlamına katkıda bulunan diğerleri (üçüncü ses)” (2008: 42). Burada önemli olan ikinci sesin, birinci ve üçün‐cü seslerin arasında kaybolup gitmesini engellemektir. Belleğin paylaşı‐lan boyutuna vurgu yaparak, yani  ikinci sesi dinleyerek, kollektivitenin durağan tektipleştirici etkisinden ve aynı zamanda bireyi kollektiviteden kopuk, kendi kendine yeterli bir ‘ada’ olarak görme yanılgısından kurtu‐labiliriz.  İkinci  ses  ilişkisel  ve  bireylerarası  olduğu  için  de  bize  çok‐katmanlı, parçalı, değişime açık ve karmaşık bir hafıza profili çizer. As‐lında bu anlamda hafızalar gibi kimlikler de zor ve karmaşıktır. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

200

Çift‐kültürlü  kimlik  veya  aynı  anda  birden  fazla  aidiyeti deneyimleme tartışması sık sık milliyetçi gündemlerin domine ettiği bu‐günün  Türkiye’si  için  ‘fazla marjinal’  bulunabilir.  Fakat  şu  da  unutul‐mamalıdır  ki  akademide,  siyaset dünyasında  veya medyada ulusal  ta‐hayyül  paradigması  içinden  düşünmek  çok  yaygındır.  Bazı  zamanlar milliyetçi perspektiflerin egemenliğinden şikayet edilse bile projektörleri çevirdiğimiz nokta yine ulusal tahayyülün varlığını ve otoritesini kanıt‐lamaya  yaramaktadır.  Tarihin  bir  ulusal  proje  olarak  homojen  bir kollektif hafıza yaratma konusundaki gücü yadsınamasa bile hiç  şüphe yok ki bundan daha  fazlası vardır. Osmanlı  İmparatorluğu’ndaki milli‐yetçiler 19. yüzyılla birlikte, milliyetçilik ideolojisine uygun olarak kendi tarih‐yazımlarını geliştirmişlerdir. Bu dönemle beraber ulus çoğunlukla sabit,  zamanlar  üstü,  verili  bir  bütün  olarak  algılanmıştır  (Poole  2008: 160‐1). Ulusun  aslında  bir  tarihselliği  olduğu  ve  oluşumunda  önceden kestirelemeyecek o ana özgü (contingent) faktörlerin rol oynadığı gözden kaçırılmamalıdır. Ulusal kimlik kollektif hafızayı tekeline alarak kendine has vurgular ve suskunluklar üzerinden homojenleştirmeye çalışır. “Bal‐kanlar’ın  tarihi, milliyetçi  vatanseverlerin  varisleri  tarafından  yazıldığı için, aydınlatmaya çalıştıkları köylülerin mütereddit, kararsız sesleri ar‐şivlere pek girme fırsatı bulamamıştır” (Mazower 2000: 51).  

Hafıza,  Poole’a  göre  sadece  bilişsel  (cognitive)  değil,  aynı  zamanda normatiftir; bilgi ile beraber sorumlulukların da aktarımını sağlar (2008: 149‐150). Dolayısıyla, tarihin görünür anonimliğinden ve soğuk ‘nesnel‐liğinden’ fazlasını bize sunar. Geçmişi hafıza vasıtasıyla mevcut sorum‐luluklarımız  ışığında  anlarız. Bir  başka deyişle hafıza  geçmişi  bugüne, şimdiye, bize bağlar ve bu anlamda ahlaki ve siyasî gündemimizle  iliş‐kilendirir (2008: 159‐160). Bugünün  İstanbul’una dönecek olursak Viron önceki gayri‐müslim kuşakların  ‘pasif’  tutumunu yer yer eleştirmekten çekinmedi. Gidişatı değiştirme konusundaki  iradesiyle kendi başına bir tür ahlaki ve ‘siyasî’ misyonu yerine getirmeye çalışıyordu: 

Ben iki toplumun (Türk‐Yunan) yakınlaştığını gördükçe çok mutlu olu‐yorum ve bu hedefe yaklaşmak için iki toplumu etkilemeyi kendime görev ediniyorum.  İstanbul’da  üniversiteden  tanıdığım  arkadaşlarımla  Atina’yı gezdik ve onların orada olmaktan mutlu olmaları beni  çok  iyi hissetirdi... İki ülkenin 2008 Avrupa Şampiyona’sını organize etmelerini gerçekten çok istiyordum ve organizasyonda görev almayı çok isterdim, maalesef olmadı (Viron). 

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

201

Hiç şüphesiz korkular, bastırılanlar, çekinceler ve suskunluklar Rum kimliğinin  ‘hayalet’  olarak  kalmasına  katkıda  bulunuyor.  Türkiye  top‐lumunda  derin  bir  yüzleşme  gerçekleşmeden  geçmişin  ağır  yükünden kurtulmak  kolay  gözükmüyor.  Cumhuriyet  tarihinin  acı  deneyimleri yüzünden, geçmişle  ilgili hatıralar gayri‐müslimlerin kimlik oluşumuna yol açan süreci hâlâ etkiliyor. Fakat geçmişin belirleyici olamadığı alan‐lar da var. Yeni kuşak azınlık mensupları, Osmanlı cemaati ile cumhuri‐yet vatandaşı arasındaki eski kimlik paradoksunu cemaatle aralarına bir mesafe koyarak,  fakat bir yandan da  ‘eşit yurttaşlık potası’nda  asimile olmaksızın aşma potansiyeli taşıyor. Viron ile arkadaşı Stefanos benimle bir  ‘fantezi’lerini paylaştı: Rum Ortodoks Kilisesi’nde bir ayin sırasında okunan ilahiyi müziğin ritmine sadık kalarak hareketli bir Ankara oyun havasına çevirip dans etmeye başlıyorlar. Viron  ile Stefanos zaman za‐man  dini  faaliyetlere  katılsalar  da,  dini  otoriteye mesafeli  duruyorlar. Genç kuşak, ‘azınlık zekası’nı kullanmayı ebeveynlerinden daha iyi bili‐yor,  ‘sorunlar’la daha kolay başa çıkıyor,  farklılıklarını ortaya koyuyor, ironi ve mizah duygusu  sayesinde de zaman zaman ulusal klişeleri ve önyargıları kırıyorlar. Viron ve Stefanos iki dili de çok iyi konuşabilme‐lerinin  verdiği  ve  artık doğallaştırdıkları  bir nevi  iki‐yönlülükle  iki  ta‐rafla da dalga geçebiliyorlar, istedikleri rolü ‘oynayıp’ zaman zaman ta‐raf değiştirebiliyorlar.  İronilerinin hedefi ulusal  tahayyül sınırları dışın‐dan bakamayan bir Türk, bir Yunanlı veya yerine göre bir İngiliz olabili‐yor. Gündelik hayatta karşılaştıkları ayrımcılıkla başa çıkmak için mikro stratejiler geliştiriyorlar ve kent bağlamında  ‘farklılıkları’nı ortaya koy‐mak  için doğru  söylemsel anı bulabiliyorlar, bunu yaparken de  ‘ulusal tahayyül’  paradigmasının  kırılmasına  ve  gayri‐millileşmesine  katkıda bulunuyorlar.  

Küreselleşmeyle  beraber  özellikle  metropollerde  ulusal  kimliklerin eski kısıtlayıcılığından bir ölçüde sıyrılabilmek mümkün olabiliyor. Ulu‐sal gündemler farklılığa vurgu yapan, öteki ile diyalogtan bahseden, ay‐rımcılığa  ve  ırkçılığa  giderek  daha  tahammülsüz  yaklaşan  ve çokkültürlülüğü  öne  çıkartan  küresel  bir meşruiyet  zemini  tarafından aşındırılıyor.  Karışık  evlilikler,  çifte‐vatandaşlık  ve  göç  gibi  olguların yaygınlık kazanmasıyla ulusal gözlüklerle azınlık meselesine bakmanın ötesinde bir çaba gerekiyor. Geçmişin ağır yükü, yaşanan acıların devam eden etkisi ve yarattığı yoğun melankoli hissiyatından arda kalanlar da herşeye rağmen önem  taşıyor.  İstanbul Rumları’nın artık yok oldukları, 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

202

derin milliyetçi politikalar  sonucu ortadan kayboldukları,  şehrin o eski çokkültürlü dokusunu yitirdiği gerçeği bir hayli trajik ve bunu tespit et‐mek  önemli.  Fakat  sürece  ‘bitti’  gözüyle,  ‘Türkiye Cumhuriyeti  vatan‐daşı Rumlar’ın durumu’, ya da  ‘Patrikhane’ye kayıtlı Rum cemaati’ açı‐sından bir siyaset bilimi sorunsalının parçası olarak bakmanın ve bu an‐lamda meseleye  ‘son noktayı’ koymanın ötesinde geride kalanları din‐lemek daha ufuk açıcı olabilir ve belki de geçmişimiz  ile hafıza yoluyla ahlaki sorumluluklar üzerinden bir bağ kurma imkânı bulabiliriz.  

Selanik’te oturup tatilleri İstanbul’a gelen, ailesi İstanbul’da kalan ve kendisi de Atina, Berlin ve  İstanbul arasında mekik dokuyan veya Yu‐nanistan vatandaşı olup yılın büyük kısmını Atina ve İstanbul’da geçiren Rumlar da var. Çift‐kültürlü kimlik kavramı, gayri‐müslim azınlıkların, ulusun metropol üzerinde  hâlâ devam  eden,  fakat  büyük  ölçüde  inişe geçmiş  üstünlüğüne  direnmek  için  benimsediği  etkili  bir  araçmış  gibi duruyor. Projektörleri  sesi duyulmayana, marjinal olana veya nasıl an‐lamlandıracağımızı bilemeyeceğimiz tarafa çevirmek aslında başlı başına ‘siyasî’ bir boyut da içeriyor. Böylelikle araştırmacı da araştırmanın nes‐nel gözlemcisi olmaktan kurtulup aktif bir parçası oluyor. Mülakat yap‐tığım Rum  gençlerinin hemen hepsi  konuşmaya,  böyle  bir  şey  için  bir araya  gelmeye  ve  kendilerinden  bahsetmeye  hevesliydiler.  Belki  de Campbell’in  söylediği  gibi  ikinci  sesi  olabildiğince  klişelerin,  tarihin ‘nesnelliğinin’,  ve  kollektif  hafızanın  aynılaştırıcı  gürültüsünden  uzak‐laştırmak gerekiyor (2008: 45). 

Aslında hiçbirşeye benzemeyen bu gayri‐milli kimlikler, genç azınlık mensuplarına dünyaya dair yeni şeyler öğretmek ve hayat tecrübesi ka‐zandırmanın yanı  sıra,  tarihi  edilgen olarak kabul  edecek kişiler olma‐dıklarını, onu eleştirel bir tavırla değiştirmeye hazır etkin gönüllüler ol‐duklarını da hatırlatmaktadır. Metropol bağlamı, potansiyel olarak, hem girift  sosyal yapısıyla, hem  sürekli değişime ve hareketliliğe  izin veren görece özgür atmosferiyle hem de kendi dışındaki küresel veya bölgesel bağlamlara  olan  açıklığıyla  azınlık  gençlerinin  kimliklerini  kendi  ‘kar‐maşıklıkları  içinde’  formüle  etmesini  sağlamakta,  onlara  ulusal  tahay‐yülün hegemonyasıyla başa çıkma konusunda somut bir ‘mücadele ala‐nı’ kazandırmaktadır. Bu anlamda kimlik hayaleti  ile yüzleşmek sadece geçmiş  ile  hesaplaşmak  ve  defteri  kapatmak  değil,  hafıza  ile  kurdu‐ğumuz sorumluluk bağı üzerinden belki de ikinci seslere odaklanmak ve dinlemektir. ∇ 

 K. Karaosmanoğlu: Kimlik Hayaleti: İstanbul Rumlarını Ararken 

203

KAYNAKLAR Akçam, Taner (2004). From Empire To Republic: Turkish Nationalism and the Armenian 

Genocide,  Londra: Zed. 

Bali, Rıfat N. (2002). Tarz‐ı Hayattan Life Style’a: Yeni Seçkinler, Yeni Mekanlar, Yeni Yaşamlar, İstanbul: İletişim. 

________, (2000).  “Rıfat Bali ile Söyleşi:  İyi Değildik, İyi Değiliz, İyi Olabilecek miyiz?”, ROLL, Eylül‐Ekim, Sayı 9: 45‐47. 

Campbell, Sue (2008). “The Second Voice”, Memory Studies, Vol 1(1): 41‐48. 

Chambers, Iain (2005). Göç, Kültür, Kimlik, İstanbul: Ayrıntı. 

Cohen, Anthony P. (1994). Self Conscoiusness: An Alternative Anthropology of Identity, London: Routledge. 

Connerton, Paul (2008). “Seven Types of Forgetting”, Memory Studies, Vol 1(1): 59‐71. 

Dink, Hrant (2002). “Şapparigce”, AGOS, Sayı 317, 26 Nisan: 12. 

Güler, Ali (2001). Rakamlarla Türkiye’de Azınlıklar, Ankara: Berikan. 

Hoffmann, Tessie (2002). “Armenians in Turkey”, The EU Office of Armenian Associations of Europe, Brussels: 1‐46. 

Istanbul Life (2002). Nisan. 

Istanbul Life (2000). Kasım. 

Hirsch, Marianne (1997). Family Frames: Photography, Narrative and Postmemory. Cambridge, MA: Harvard University Press.   

Karaosmanoğlu, Kerem (2008).  “Türkiye’de Azınlıklar ve Komplo Zihniyeti”, Libe‐ral Düşünce, Yıl. 13, Sayı. 50: 139‐158. 

Karpat, Kemal (2003). Osmanlı Nüfusu (1830‐1914): Demografik ve Sosyal Özellikleri, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 

Keyder, Çağlar (1999). “The Setting”, Keyder (ed.), Istanbul: Between the Local and the Global içinde, Lanham: Rowman & Littlefield, 3‐30. 

Kırca, Ali (2000). Azınlıklar Kaybolan Renkler, İstanbul: Sabah Yayınları. 

Kırıkkanat, Mine G. (1996). “Rebetiko”, Radikal, 10 Kasım. 

Kitsikis, Dimitri (1996). Türk‐Yunan İmparatorluğu.  İstanbul: İletişim. 

Koçoğlu, Yahya (2003). Hatırlıyorum: Türkiye’de Gayrimüslim Hayatlar, İstanbul: Me‐tis. 

________, (2001). Azınlık Gençleri Anlatıyor, İstanbul: Metis. 

Levi, Avner (1998). Türkiye Cumhuriyet’inde Yahudiler, İstanbul: İletişim. 

Maalouf, Amin (2000). On Identity, London: The Harvill Press. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

204

Mahçupyan, Etyen (2005). İçimizdeki Öteki, İstanbul: İletişim. 

Mansel, Philip (2008). Konstantiniyye: Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453‐1924, İstanbul: Everest. 

Mazower, Mark (2000). The Balkans: From the End of Byzantium to the Present Day, Londra: Phoenix. 

Millas, Herkül (2005). Türk ve Yunan Romanlarında “Öteki” ve Kimlik, İstanbul: İleti‐şim. 

________, (2002). “Türk Kahvesi”, Radikal 2, 11 Kasım. 

Morley, David ve Robins, Kevin (1997). Kimlik Mekanları: Küresel Medya, Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar, İstanbul: Ayrıntı. 

Neyzi, Leyla (2004). “Ben Kimim”: Türkiye’de Sözlü Tarih, Kimlik ve Öznellik, İstanbul: İletişim. 

Neyzi, Leyla (2002). “Remembering to Forget: Sabbateanism, National Identity and Subjectivity in Turkey”, Comparative Study in Society and History, 44 (1), Ocak: 137‐158. 

Pamuk, Orhan (2004). İstanbul: Hatıralar ve Şehir, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 

Poole, Ross (2008). “Memory, History and the Claims of the Past”, Memory Studies, Vol 1(2): 149‐166. 

Sen, Amartya (2006). Identity and Violence: The Illusion of Destiny, London: Penguin‐Allen Lane. 

Sturken, Marita (2008). “Memory, Consumerism and Media: Reflections on the Emergence of the Field”, Memory Studies, Vol 1(1): 73‐78. 

Todorova, Maria (2004). “Introduction: Learning Memory, Remembering Identity”, Todorova (ed.), Balkan Identities: Nation and Memory içinde, New York City: New York University Press: 1‐24. 

Özyürek, Esra (2001a) “Giriş”, Özyürek (ed.), Türkiye’nin Toplumsal Hafızası: Hatır‐ladıklarıyla ve Unuttuklarıyla içinde, İstanbul: İletişim: 7‐15. 

________, (2001b), “Renkli, Beyaz ve Siyah Vatandaşlar Üzerine”, Birikim, Sayı 141, Ocak: 100‐104. 

ROLL (2002), Özel Sayı, No. 4, Nisan. 

Yaykın, Murat (2005). Imbros: Burada Yalnız Ölüm Var, İstanbul: Bileşim. 

Zürcher, Eric J. (1997). Turkey: A Modern History, Londra: I.B.Tauris. 

 

 

 

      

TÜRKİYE’NİN İLK SOSYOLOJİ DERGİSİ: ULÛM‐I İKTİSÂDİYYE ve 

İCTİMÂİYYE MECMÛASI ve ‘MUKADDİME VE PROGRAMI’ 

Adem EFE∗

ÖZET 

15 Kanûnu Evvel 1324/28 Aralık 1908’de  ilk  sayısını yayımlayarak neşir ha‐yatına başlayan Ulûm‐ı İctimâiyye ve İktisâdiyye Mecmuası, 1 Nisan 1327/1911’de 27.  sayısıyla  okuyucularına  veda  etmiştir.  İki  küsur  yıllık  yayım  hayatıyla Türk sosyoloji ve iktisat tarihinde yeri doldurul(a)maz bir yer tutan dergi, ül‐kemizin ilk sosyoloji dergilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu çalışma‐da mecmuanın kısa bir tanıtımı yapıldıktan sonra dergiler için önemli bir yer tutan  yayım  politikaları  bağlamında  mevkutenin  ‘Mukaddime  ve  Progra‐mı’nın günümüz sosyologlarının istifadesine sunulması uygun görülmüştür. 

Anahtar Kelimeler;  II. Meşrûtiyet, Basım‐Yayım, Dergi, Ulûm‐I  İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası, Ahmed Şuayb, Câvid Bey, Rıza Tevfik. 

GİRİŞ Gazete  ve  dergiler  üzerinde  yapılacak  sistemli  araştırmalar,  basın  tari‐himiz  için olduğu kadar,  toplumsal ve kültürel  tarihimiz ve  toplumsal  ∗ Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi ABD. 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

206

hafızamız için de büyük önem taşımaktadır. Gazete ve özellikle dergiler, belli bir çevrede ve zamanda geçen çeşitli olayların, duyguların ve dü‐şüncelerin  tespitini  sağlayan  kaynaklar  olarak  toplumsal  hayatın,  top‐lumsal  hafızanın  önemli  bir  kesiti  değerindedirler. Dergiler  toplumsal hafızanın birikim yeridirler. Bu bakımdan, ilkin kültür tarihçileri ve sos‐yologlar ve diğer bilim  insanları yeri geldikçe  toplumsal hafızanın biri‐kim yerleri olan bu kaynaklara başvurarak günümüzdeki bazı problem‐lerin açıklanmasına ışık tutabilirler (Tütengil, 1960:23‐24). 

Burada ele aldığımız, dergi,  II. Meşrûtiyet’in  ilânından  (23 Temmuz 1908/10  Temmuz  1324),  5‐6  ay  sonra  yayın  hayatına  girmiştir.  “Hürri‐yet’in  İlânı” veya “Temmuz  İnkılâbı” olarak da anılan II. Meşrûtiyet’in, ilk yılları, birçok alanda hürriyetlerin  ilân edildiği dönem olarak kabul edilir. Bu sebeple herkes, dinî ve dünyevî düşüncelerini çekinmeden ko‐nuşup yazabileceğine inanmaktadır (Ömer Fevzi, 1326:373). İslamcı Sırat‐ı Müstakim  ve  Sebilürreşad  dergilerinin  kurucularından  Eşref  Edib,  “10 Temmuz 1324/1908’de memleket yerinden oynadı. Sanki kıyamet koptu. Eli kalem tutan ortaya atıldı. Gazeteler, mecmualar Bâb‐ı Âli’yi doldurdu. Biz de tasavvur ettiğimiz muhayyel mecmuamızı neşretmek hevesine düş‐tük.” (Eşref Edib, 1956:199‐200) diyerek ülkedeki o zamanki sevinç gösteri‐lerini  ve  basım  yayın  hayatındaki  gelişmeleri  anlatmaktadır.  Esasında 1876‐1908 yılları arasında uygulanan sansüre rağmen basın hayatında ge‐lişmeler kaydedilmiştir. Matbaa sayısı artmış, kitap basımına hız verilmiş ve tercüme yayınlar çoğalmıştır. Ancak bu dönemde siyasi konularda gö‐rüş açıklanamaması edebi, ilmî ve fennî içerikli yayınların çoğalmasına se‐bep olmuştur (Gürsoy, 2008:207‐221). Hürriyet’in İlânı ile birlikte sansürün kaldırılıp  fikirlerin  serbestçe  söylenmeye  başlamasıyla  birlikte  basım‐yayım dünyasında büyük bir artış gözlenir. Öyle ki 1908’in ilk altı ayında süreli yayım çıkarmak amacıyla alınan ruhsatların sayısı 200’ün üzerinde‐dir.  Bu  sayı  1909’da  353’e  çıkmış,  fakat  1910’da  130’a,  1911’de  124’e  ve 1912’de 45’e düşmüştür (Varlık, 1985:125). Cemiyetlerin, partilerin birbir‐leriyle  yarıştığı,  her  türlü  fikrin  serbestçe  ifade  edilebildiği  II. Meşrûti‐yet’in ilk yıllarında çoğulcu bir fikir ortamı egemendir (Toprak, 1985:126).  

Böyle bir ortamda kökleri Tanzimat’a kadar uzanan  fikir hareketleri serbestçe çalışma ve fikirlerini yayma imkânı bulmuşlardır. 1856 tarihle‐rinden  itibaren Tanzimat aydınları, ülkenin  siyasi ve  sosyal problemle‐rine kendi  içinde bulundukları dünya görüşüne göre  farklı bakış açıla‐rıyla değerlendirmişler ve buna göre çözüm üretme yoluna gitmişlerdir. 

 A. Efe: Türkiye’nin İlk Sosyoloji Dergisi: Ulûm‐I İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası 

207

Her birinin amacı Türkiye Nasıl Kurtarılabilir? gibi büyük bir soruya ce‐vap  vermektir.  Osmanlıcılık,  Batıcılık,  İslamcılık,  Türkçülük  gibi  ana akımlar ve diğer bazı akımlar etrafında toplanan aydın ve devlet adam‐ları ülkenin  içinde  bulunduğu  kötü  gidişe  son  vermek  için  görüşlerini parti  programlarında  ve  gazete  ve  dergi  gibi  yayım  organlarında  neş‐retmeye  başlamışlardır. Batıcılık  akımına mensup  sayabileceğimiz  ikti‐satçı ve maliyeci Câvid Bey ve arkadaşları da bu okulun toplumbilim ve ekonomi  dergisi  olarak  Ulûm‐ı  İktisâdiyye  ve  İctimâiyye  Mecmûası (UİİM)’nın etrafında toplanarak Türkiye Nasıl Kurtarılabilir? sorusuna ce‐vap arıyorlardı. Dergi yazarlarına göre ülkenin içinde bulunduğu sıkın‐tıdan kurtulup kalkınması  için dış yardımdan  (istikrâz) başka dayanak yoktur. Küçük girişimler için ülkenin yetebilecek kaynakları vardır. An‐cak burada bile rasyonel iş metotlarını öğrenmek için Avrupalılara muh‐taç  idik  (Berkes,  2002:486). Dergi  çevresi  de  devletin  ve milletin  yani Türkiye’nin kurtulması, modernleşmesi için Avrupa sermayesi ve rasyo‐nel  iş metotlarını alarak uygulamak gerektiğini  söylemektedir. Bu bağ‐lamda dergi çevresi, özellikle Rıza Tevfik, Batıcı akımın başat  tezi olan modernleşmek, kalkınmak  için Batılı kurum ve değerlerin aynıyla alın‐ması  gerekir  iddiasını  savunmaktadır. Ancak  “din  ve  gelenek”lerimiz bunu engellemektedir. Bu engeli ortadan kaldırmak için din ve gelenek‐leri ikinci plana atmak veyahut onu hayatın dışına çıkarmak gerekir, dü‐şüncesindeydiler.1 Ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtul‐ması  için  bir  de  Türk  toplumunda  özel  girişimcilik  ruhunun  hemen uyandırılarak harekete geçirilmesini iddia ediyorlardı (Efe, 2002:82‐84). 

Dergi  çevresi  aynı  zamanda pozitivist  bir  görüşe  sahiptir. Özellikle Ahmed  Şuayb,  pozitivizme  dayanarak  sosyolojiye  girmekte  ve  yeni 

1 Mehmet Âkif bu hususu şöyle dile getirmektedir: 

“Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın: Medeniyyette teâlisi umûmen Şark’ın Yalnız bir yolu tâkib ederek kâbildir; Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir. Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,  Aynı izden sağa, yahut sola hiç sapmamak. Garb’ın efkârını mâl etmeli Şark’ın beyni; Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan, yâni. İçtimâî, edebî, hâsılı her mes’elede, Garb’ı taklid edemezsek, ne desek beyhûde. Bir de din kaydını kaldırmalı, zira, o belâ, Bütün esbâb‐ı terakkimize engel hâlâ.” Bkz. Ersoy 2008:210. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

208

akımlardan biyolojik sosyoloji diye tanınan yayınlardan faydalanmakta‐dır. UİİM, 1. sayıda (ss. 54‐71) yayımlanan “Devlet ve Cemiyet” adlı ma‐kalesinde bunu açıkça göstermektedir. Fındıkoğlu bu bağlamda  şunları ifade etmektedir: “pozitivizm ve pozitivist metodoloji  ile Türk düşünce tarihinin ilişkisinin izleri arasında belki de en kuvvetlisi, hatta sosyolojik düşünce bakımından Auguste Comte‐Ahmet Rıza münasebetinden daha anlamlı olanı”, UİİM yazı ailesi içindedir (Fındıkoğlu, 1962:14‐15). 

Anlaşıldığına göre Türkiye’de pozitivizmin felsefî boyutları ilk kez bu dergide ortaya konup, işlenir. Evrimcilik veya tekâmül derginin temel il‐kesidir. Spencer’in etkisi altında kalan derginin yazarları evrim ve orga‐nik toplum görüşünde toplanırlar. Pozitivizmin felsefe boyutları  ilk kez UİİM’nda işlenir (Akca, 1997:56). 

Dergi çevresi ülkenin kalkınması  için ekonomik ve  toplumsal bir re‐form yapılması düşüncesindedir. ‘Mukaddime ve Program’ kısmında bu düşüncelerini vurgulamaktadırlar. Ülken bu konuda özetle  şunları söy‐lemektedir: Fikirden siyâsete ve siyâsetten fikre süratle geçmekte olan ve en yakın gaye olarak ictimâi reform fikrinde toplanan bu hareketler sıra‐sında fikre ancak siyâsetten ve aksiyondan uzak olarak berraklığı ve ay‐dınlığı  kazandırabilmek  mümkün  olabileceğine  inanan  bir  düşünür zümresi doğmaya başladı. Bu zümre  içinde  içinden de bir kısmı sonra‐dan  kendilerini  günlük  politikadan  kurtaramadılar.  Fakat  hiç  değilse başlangıçta felsefî düşüncenin istediği yukarıdan bakış ihtiyacı hepsinde duyulmakta idi. İşte bu hareket Ulum‐ı İktisadiyye ve İctimaiyye dergi‐sini meydana getirdi (Ülken, 1992:159‐179). 

Bir  de  derginin  adındaki  “Ulûm”  kelimesi  üzerinde  duralım.  Tem‐muz  İnkılâbından  hemen  sonra  neşre  başlayan  dergi  adlarına  bakıldı‐ğında  birçoğunun  logosunda  “ulûm”  kelimesinin  olduğu  görülür. Ka‐ra’ya göre süreli yayınlardaki bu “ulûm” kelimesi daha ziyade modern bilimleri ve  bunların Osmanlı  İslam dünyasına  transferi  ile  ilgili prob‐lemleri ifade etmektedir (Kara, 2003:139). UİİM’nda da bu gerçekliği gö‐rebildiğimizi söyleyebiliriz. 

1.DERGİNİN KİMLİK BİLGİLERİ 16x25,5 cm ebadında ve tek sütuna dayalı olan dergide gözü yormayan, okunaklı bir yazı tercih edilmiş olup, dizgi hatası ise asgari seviyededir. Bu  durum,  dergiyi  yayımlayanların mizanpaj  esnasında  ne  kadar  titiz 

 A. Efe: Türkiye’nin İlk Sosyoloji Dergisi: Ulûm‐I İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası 

209

davrandıklarını işaret etmesi bakımından kayda değerdir. Mecmûanın her sayısı 145 sayfadan; her cildi 570 sayfadan müteşekkildir. Kufi yazıyla di‐zilmiş  olan  derginin  logosunun  altında  iki  çizgi  arasında  “Her  ayın  15. günü neşr olunur” ibaresi yazılıdır. 4. sayıya kadar ayın 15’inde yayımla‐nırken bundan sonra her ayın 1’inde çıkmaya başlamıştır. Düzenli olarak yayımlanan derginin neşir hayatında 31 Mart Vakası (31 Mart 1325/13 Ni‐san 1909) sebebiyle sadece bir sayılık bir gecikme yaşanmıştır. İlk sayısı 28 Aralık  1324/1908’de  son  sayısı  1 Nisan  1327/1911’de  çıkan dergi  27  sayı olarak yayımlanmıştır. Ancak mecmuanın 18, 19, 20. ve 21.  sayıları aynı nüshada 18‐21 olarak yayınlandığı için (Davud, 1994:3‐4), bazı kaynaklar, dergiyi 24 sayı olarak vermektedir (Uçman, 1989:138). 

Cilt sıralaması sayılar itibarıyla şöyledir: 

1., 2., 3., 4., sayılar 1. Cilt; 

5., 6., 7., 8., sayılar 2. Cilt; 

9., 10., 11., 12., sayılar 3. Cilt; 

13., 14., 15., 16., 17., sayılar 2. Yıl 1. Cilt; 

18‐21., 22. sayılar 2. Yıl, 2. Cilt 

23., 24., 25., 26., 27., sayılar 2. Yıl, 3. Cilt olmak üzere toplam 6 ciltte bir araya getirilmiş olan dergi 3300 sayfadan müteşekkildir (Davud, 1994:70). 

Derginin  ön  kapağında  kurucuları  olarak  Ahmed  Şuayb, Mehmed Câvid (Maliyeci Câvid) ve Rıza Tevfik Beyler; müdürü ve imtiyaz sahibi olarak ise Câvid Bey gözükmektedir. Nüshası10 kuruş olarak belirlenen derginin,  İstanbul’da,  Bâb‐ı  Âli  Caddesi,  66  numarada  bulunan  Hilal Matbaası’nda basıldığı anlaşılmaktadır. Derginin 1.‐6. sayıları Hilal Mat‐baası’nda;  7.‐24.  sayıları  ise  Tanin  Matbaası’nda  basılmıştır  (Akca, 1997:58). 

Derginin arka kapağında da 1. sayının başında  (s. 1‐10)’da “Mukad‐dime ve Program” alt başlığı ile sunulan makalenin kısa bir özeti mahi‐yetinde iki paragraflık bir yazıdan başka, mecmuanın, memlekette iktisat ve ictimâiyât (toplumbilim) ile meşgul olan bütün yazarlara açık olduğu belirtilmektedir. Bunun yanı sıra derginin sarrafiye, mâliye ve ticârete ait reklam alacağı ifade edilmektedir. Ayrıca yıllık abonesinin 1 Osmanlı li‐rası olduğu,  İstanbul’da abone olanların evlerine kadar gönderildiği ve abone yapılan yerlerin adresleri açıklanmaktadır. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

210

2. DERGİNİN YAZAR KADROSU Dergide,  imzasız  yazılarla  birlikte,  çok  sayıda  isim  kalem  oynatmıştır. Bunlardan Ahmed Şuayb (38 adet); (Maliyeci) Mehmed Câvid (20 adet), (Feylosof) Rıza Tevfik (17 adet), Sosyolog Bedî Nuri (14 adet) makale ile önde gelmektedir. 21 adet de imzasız yazı vardır. Diğer yazarlar ise Asaf Nef’i,  (Eğitimci) Satı Bey, Halide Salih  (Halide Edib Adıvar),  (Matema‐tikçi) Salih Zeki, (Durkheimci) Ali Kâmî, Ali Said, Faik Nüzhet, Ahmed Muhtar, Dr. Edhem, Fazıl Ahmed, Hasan Tahsin, Darülfunûn Muallim‐lerinden Zühdü  ile Mekteb‐i Huleyle Muallimlerinden Zühdü  (aynı  şa‐hıslar olabilir),  İbnu’l‐Hakkı Lütfi, Orman ve Maden ve Zirâat Müdürü Cemal Bey, Ahmed Muvaffak, Maliye Müfettişlerinden Nazım, Mehmed Turhan, Nazım Ragıb, M., Sakızlı Ermenak gibi çeşitli meslek gruplarına mensup, önemli şahıslardır.  

Yukarıda adı geçen yazarlar başta  iktisat,  felsefe ve  sosyoloji olmak üzere psikoloji,  tarih,  fikir akımları, gezi yazıları, biyografiler,  istatistik, siyâset ve eğitimle  ilgili çok sayıda makale yayımlamışlardır.2 Sosyoloji ile  ilgili  yazılar  başta  Sosyolog  Bedî Nuri  olmak  üzere  Satı  Bey, Asaf Nef’i, Dr. Ethem ve Faik Nüzhet tarafından kaleme alınmıştır.  

Derginin  fikir gücünü oluşturan ve  ‘Mukaddime ve Program’ın ya‐zarları Sosyolog Ahmed Şuayb, İktisatçı/Maliyeci Mehmed Câvid ve Fel‐sefeci Rıza Tevfik hakkında kısaca bilgi verelim:  

2.1. Ahmed Şuayb: 1876 İstanbul’da doğmuş, 1910 yılında 34 yaşın‐da İstanbul’da vefat etmiştir. Fatih Rüşdiyesi ile Vefa Lisesi’nde ortaöğ‐renimini  tamamladıktan  sonra  İstanbul Hukuk Mektebi’ne kaydolmuş‐tur. Mezuniyetinden sonra Hakkı Paşa’nın yardımcısı olarak aynı okulda İdare Hukuku derslerini okutmaya başlamış, ardından çeşitli üst düzey görevler yapmıştır.  

Yazı hayatına Servet‐i Fünûn dergisinde başlayan  edebi  eserlerin bi‐limsel metotlarla ve sağlam bir kültüre dayanarak ele alınması gerekti‐ğine inanan ve bu konuda psikoloji ve sosyolojiden de faydalanılmasını savunan A. Şuayb, kısa süren yazarlık hayatı boyunca Batılı eleştiri anla‐yışını  ülkemize  getirmeye  çalışmıştır.  Fransız  düşünür  Hippolyte Taine’den çok etkilenen A. Şuayb, Taine’ın  toplumu edebiyat aracılığıyla incelemeye tabi tutma yöntemini Edebiyat‐ı Cedide çevresinde uygulama 

2 Bizim tespitlerimize göre dergide 152 adet makale yayımlanmıştır. 

 A. Efe: Türkiye’nin İlk Sosyoloji Dergisi: Ulûm‐I İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası 

211

imkânı bulmuştur. Yazı hayatına edebi eserlerle başlayan Şuayb’ın hukûk ve  sosyoloji  alanında UİİM’nda  “Fransa  İnkılâbı”  ve  “Rusya  Tarihi”  ve “Avâmil‐i İctimâiyye” gibi dikkate değer makaleleri yayımlamıştır.  

2.1.2.Eserleri: Hayat ve Kitaplar, İstanbul 1317, Hukûk‐ı İdari I‐II, İstan‐bul 1326‐1329; Hukûk‐ı  İdare  II. Sınıf,  İstanbul 1327; Hukûk‐ı Umûmiyye‐i Düvel, İstanbul 1328 (Uçman, 1989:138; Davud, 1994:2; Akca, 1997:46‐48). 

A. Şuayb Türkiye’ye organist ekolü getiren ve savunan ilk sosyologla‐rımız biri olarak kabul edilmektedir (İlyasoğlu, 1985:2166). 

2.2.Mehmed Câvid: Derginin iktisat politikalarını belirleyen M. Câvid Bey, 1875 yılında Selanikli bir dönmenin oğlu olarak doğmuştur. 1896 yı‐lında Mekteb‐i Mülkiye’yi  bitirmiştir. Ardından Ziraat  Bankası’nda  ve Maarif Vekâleti’nde  öğretmen  olarak  görev  yapan  yazar,  1902  yılında devlet memurluğundan ayrılarak Selanik’e gitmiş ve orada  İttihat ve Te‐rakki ile birleşen Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin ilk üyelerinden olmuştur. Burada özel bir okulun  (Mekteb‐i Tefeyyüz) müdürlüğünü de yapmıştır (Tunaya, 1989:331). II. Meşrûtiyetin ilânından sonra politikaya atılarak İt‐tihat ve Terakki hükümetlerinde Selanik ve Biga Mebusu olarak birçok kez Maliye ve bir kez de Nafia (Bayındırlık) bakanlığı yapmış, bir yandan da Mülkiye’de dersler vermiştir. Bu arada Ekonomi‐Politik hocalığı yapmış bu alanda İlm‐i İktisad adlı bir ders kitabı da yazmıştır (Ahmad, 1986:273). 

1918’den sonra İttihat ve Terakki’nin dağılmasıyla beraber siyasetten çekilmiş, diğer bazı  ittihatçılar gibi Divan‐ı Harb’ta yargılanmış, ardın‐dan 100 gün kadar İstanbul’da Hürriyet ve İtilaf Fırkası Reisi Nuri Bey’in evinde saklandıktan sonra 1919’da Avrupa’ya kaçmış uzun süre Fransa ve  İsviçre’de  yaşamıştır  (Tunaya,  1989:567).  İstiklal  Savaşı’nın  kazanıl‐masından sonra Türkiye’ye dönen Câvid Bey,  İttihat ve Terakki’yi can‐landırmak için girişimlerde bulunmuş (Zürcher, 1996:501), ardından Du‐yûn‐ı Umûmiye’ye Dâyinler Vekili seçilmiştir (Tunaya, 1989:591. 26 Ha‐ziran  1926  yılında  İzmir’de Mustafa Kemal Atatürk’e  karşı  tertiplenen bir suikast ortaya çıkarılmış ve bu girişimde Câvid Bey’in evindeki top‐lantılar  ilk  adım  sayılmıştır. Afyon Mebusu Ali Bey’in başkanlığındaki İstiklal Mahkemeleri derhal İzmir’e gelmiştir. Mahkeme bu eylemde Dr. Nazım, Hilmi, Nail ve Câvid Bey’leri birinci derecede sorumlu bularak idama mahkûm  etmiştir. Cezalar,  kararların  verildiği  26 Ağustos  1926 Perşembe günü saat 23.00’da infaz edilmiştir (Tunaya, 1989:593‐602; Şerif Paşa, 1990:114). 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

212

Kültürü bakımından Fransa hayranı, tam bir liberal, Avrupa piyasala‐rının  ünlü  borç  arayıcılarından  olan  (II. Meşrûtiyet  döneminde  dokuz defa dış borç alınmıştır) Câvid Bey, bir ülkede siyasi bağımsızlık (istiklâl‐i siyâsî) kadar mali bağımsızlığın  (istiklâl‐i mâli) da var olduğunu vur‐gulamıştır.  Osmanlı  Bankası’nı  “memleketin  ailesi  efradından”  kabul eden, vergilerin eşitlik esasına göre hesaplanmasından yana olan Cavid Bey,  İ’tibar‐ı Milli  Bankası’nın  da  kurucusudur.(Tunaya,  1989:331‐333; Lewis, 1996:453‐454). 

Maliyeci olması münasebetiyle, söz konusu dergide, devletin geçmiş yıllarına ait istikrâzat raporlarının yayımlanmasını sağlamıştır.  

2.3.Rıza Tevfik: UİİM’nda felsefe ağırlıklı makalelerin sahibi, filozof lakaplı, şair Rıza Tevfik, 1868’de Rumeli’nde Cesir‐Mustafapaşa kasaba‐sında doğmuştur. Babası mülkiye kaymakamlarından Hoca Mehmet Tev‐fik’tir.  Emekli  olunca  İstanbul’da  Alliance  Israelite  Okulu’nda  hocalık yapmış, oğlunun da bu okulda okumasına imkân sağlamıştır. Rıza Tevfik bu okulda Fransızca ve İspanyolca öğrendikten sonra, lisenin son sınıfları‐nı Galatasaray Lisesi’nde bitirmiştir. Yüksek öğrenimi için Mekteb‐i Mül‐kiye’ye kaydolmuş, burada bir dergi çıkarmaya kalkması yüzünden okul‐dan atılmıştır. Daha sonra Mekteb‐i Tıbbiye’ye kaydolmuş ve oradan dip‐loma almaya hak kazanmıştır. Buradaki öğrenciliği sırasında birçok Tıbbi‐ye  öğrencisi  gibi  İttihat  ve  Terakki  Cemiyeti’nin  çalışmalarına  katılmış; Gümrükte  hekimlik  ve  Cemiyet‐i  Tıbbiye’de  üyelik  yapmıştır.  1908’de Meşrûtiyet  hareketlerine  karışmış,  daha  sonra  siyâsete  girmiş  ve  Edir‐ne’den mebus seçilmiştir. Meşrûtiyet’ten önce  ilk yazılarını Malumât der‐gisinde yayımlamış; kısa bir süre Servet‐i Fünuncuların arasında kalmıştır. Daha sonra bu gruptan ayrılarak Ahmed Şuayb ve Mehmed Câvid ile bir‐likte UİİM’nı çıkarmaya başlamıştır. 1913‐1915 yılları arasında İctihad der‐gisinde devamlı, yazılar yazmış; 1915  ila 1918 yılları arasında Celal Nuri tarafından yayımlanan Edebiyât‐ı Umûmi dergisinde ve aynı yıllarda Satı Bey’in çıkardığı Düşünce ve 1916‐1917 yıllarında Bilgi dergilerinde de be‐lirli aralıklarla yazılar yayımlamıştır (Ülken, 1992:257).  

Mekteb‐i Tıbbiye’nin özellikle  son dönemlerde gösterdiği bozulmalar sayesinde, dini,  toplumsal gelişmenin önünde bir  engel olarak gören ve bundan dolayı da ilerici olduğunu belirterek toplum değerlerine karşı çı‐kan bir aydın tipi yetiştirmekte önemli bir toplumsallaştırma işlevi gördü‐ğü gerçekliğinden hareketle Rıza Tevfik’in de Beşir Fuad, Adbullah Cev‐det gibi aşırı dindar  iken kısa bir eğitim süresinin sonunda biyolojik ma‐

 A. Efe: Türkiye’nin İlk Sosyoloji Dergisi: Ulûm‐I İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası 

213

teryalizmin  savunucuları  arasında  yer  aldığını  görüyoruz.(Hanioğlu 1981:9‐10). R. Tevfik dine ve manevi değerlere karşı olumsuz görüş ve ta‐vır  içindedir. Bu konuda daha da  ileri giderek manevi  ilimlere3 de aynı olumsuz  tavır  içinde  olduğunu  söyleyebiliriz:  “…Sosyolociya  gibi, psikolociya  gibi,  ahlak  gibi ma’neviyata dair olan hususiyât‐ı  beşeriyeyi mütalaa etmek vazifesini deruhde eden ilimlere kat’i bir fen demek şöyle dursun  ilim  bile  diyemeyiz.  Hele  fünûn‐ı  kat’iyyeden  hiç  addedeme‐yiz.”(Rıza Tevfik, 1313:275) ifadesi bunun bir göstergesi kabul edilebilir. 

Özel bir lisede Türkiye’de ilk defa felsefe dersleri veren Rıza Tevfik’in ders  notları  Felsefe Dersleri‐Birinci Kısım  adıyla  kitaplaştırılmıştır. Daha sonra  Istılâhât‐ı Felsefe Lugatı’nı yayımlayan bir ekibe katılmış, ardından Darulfünûn’da  felsefe  müderrisliği  yapmıştır.  R.  Tevfik’in  en  büyük özelliği Türkiye’de felsefeyi öğretim haline koyan, Bergson’u ülkemizde tanıtan ilk kişi olmasıdır (Ülken, 1992:259). 

Kısa  bir  siyasi  hayatından  sonra  Büyük  Felsefe  Kamusu’unun  birinci cildini yazmış ancak bitirememiştir (Akca 1997:49). Siyasi hayatında önce İttihatçılarla aynı safta olan R. Tevfik, İttihatçıları hürriyet fikrine ihanet etmek ve yeni bir buyurganlık devri hazırlamakta olduklarını iddia ede‐rek görüş ayrılığına düşmüştür. Bu ayrılık onun Hürriyet ve itilaf parti‐sine girmesine sebep olmuştur. Mütareke döneminde bu partide aktif rol almıştır. Bu siyasi  tavrı onu Sevr Antlaşması’nda bulunmaya ve Kurtu‐luş Savaşı’na ilgisiz kalmaya zorlamıştır. Bu tavrı sebebiyle “Yüz ellilik‐ler” listesine dâhil edilmiş ve bu münasebetle yurt dışında yaşamak zo‐runda kalmış, ancak 1943 yılında Türkiye’ye gelebilmiştir. Ülkeye dönü‐şünden sonra Yeni Sabah gazetesinde yazmaya başlamıştır. 1951 yılında İstanbul’da vefat etmiştir (Ülken, 1992:257‐258). 

Eserleri: Feylesof ve Doktor  imzalarıyla makaleler yayımlayan R. Tev‐fik’in  tespit  edilen  eserleri  şunlardır. Estetik; Ma  ba’de’t‐tabiat DerslerineAit Vesâik‐Ontoloji Mebâhisi; Mufassal Kamus‐ı Felsefe; Rubâiyyât‐ı Ömer Hayyâm; Serâb‐ı Ömrüm; Textes Hourufous ve Tevfik Fikret (Ahmed Hilmi 1991:105). 

3. DERGİNİN YAYIN POLİTİKASI VEYA SAVUNDUĞU FİKİRLER Dergide adından anlaşılacağı üzere  iktisat, sosyoloji ve diğer sosyal bi‐limlerle  ilgili makalelere rastlanmaktadır. Derginin ekonomik yaklaşımı liberal, sosyolojik ve felsefî yaklaşımı organist, pozitivist ve evrimcidir.  

3 Burada Dilthey’yen bir nitelendirmeyi kastediyoruz. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

214

Ek  kısmında  yayıma  hazırladığımız  derginin  kurucuları  tarafından hazırlanan ‘Mukaddime ve Programı’nda söz konusu mecmuanın bir ik‐tisâdi  bilimler  ve  sosyal  bilimler  dergisi  olduğu  belirtilse  de Mehmed Câvid Bey’in etkisiyle olmalı ki daha ziyade iktisatla ilgili makalelerden, onların  içeriğinin  nasıl  olacağından  bahsedilmektedir.  10  sayfalık mu‐kaddimenin yalnızca son 1 sayfalık kısmında sosyal bilimler alanındaki makalelerin muhtevasının nasıl olacağı ifade edilmektedir. 

Derginin ‘Mukaddime ve Program’ adlı 10 sayfalık önsözüne bakıldı‐ğında yayın politikası anlaşılabilir. Derginin yayın politikasını veya sa‐vunduğu  fikirleri  burada  ifade  edilen  görüşlerden  çıkarsamak  müm‐kündür. Buna göre: 

1. Milletin  ekonomik ve  toplumsal  eğitimine hizmet vermek  suretiyle ilerlemeyi sağlamak. 

2. Bazı Avrupa ülkeleriyle Amerika gibi ekonomik olarak ilerlemiş, sa‐nayileşmiş büyük devletlerin ekonomik kalkınmaları model alınarak bu alandaki başarılarının sebeplerini araştırmak.  

3. Osmanlı Devleti’nin bir  tarım ülkesi olmakla birlikte aynı zamanda zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahiptir. Bu münasebetle öz kaynaklarımıza dayalı bir kalkınma modeli belirlemek. Bu bağlamda tarım  ekonomisine dâir  bilgiler  vermek  ve  tarım  istatistiklerini  yo‐rumlayarak okuyucularını bilgi sahibi yapmak. 

4. Osmanlı  ekonomisinin  altından  kalkamayacağı  kadar  büyük  ser‐maye ve uzun zaman gerektiren sanayi yatırımlarının tesisine engel olmaya çalışmak. 

5. Osmanlı Devleti’nde  serbest piyasa  ekonomisinin  (serbesti‐i mübâ‐dele) işlemesine olanak sağlamak. 

6. Yeni ticâret yolları vücuda gelmesinin sebeplerini araştırmak, ticâret öğretimi ve  teşkilatı hakkında bilgi vermek, gençlere  ticârete hazır‐lamak. 

7. Bayındırlık  işleri ve bayındırlık müesseselerinin  tarihçeleri ve yıllık işlem hacimleri hakkında bilgiler vermek. 

8. Meclis‐i Mebusân’da ve Meclis‐i Âyân’da  iktisada dâir yapılan gö‐rüşme ve müzakereler ile sanayi, ticâret ve zirâat odalarının kararla‐rını yayımlamak. 

 A. Efe: Türkiye’nin İlk Sosyoloji Dergisi: Ulûm‐I İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası 

215

9. Bütçe, maliye, vergi ve borçlar konusunda bilgi vermek, bu alandaki aksama ve noksanlıkları  tespit  ederek  yayımlamak ve  birtakım  çö‐züm yolları önermek. 

10. Anonim şirketler, borsa ve dış piyasalar hakkında bilgi vermek. 

11. İdarî ve malî istatistikler yapmak. 

12. İctimâiyyat  (Toplumbilimleri) bu bilimlerin en büyük uzmanlarının feyizli yazılarını esas alarak bu ilimlerin bütün kolları hakkında bilgi vermek.  

13. Devlet düzeninin, imar ve ıslahının sosyal bilimler tarafından sağla‐nacağı,  bu  yüzden  devleti  adamalarının  sosyal  bilimlerle  ilgi‐lenmelerini sağlamak. 

14. Bilimsel gerçeklerin her şeyin üstünde olduğunu kabul ettikten sonra çevrenin  övmesine  veya  yermesine  bakmadan  bilimde  “devamlılık ve kararlılık” düşüncesini rehber edinmek. 

Mukaddime ve Program dikkate alındığında derginin daha ziyade ik‐tisat dergisi olduğu  söylenebilir. Bunun karşısında  sosyolojik ve  felsefî yazıların  ağırlığı  göz  önünde  bulundurulduğunda  ise  onun  sosyolojik kısmının ağır bastığı görülür (Davud 1997:5). 

Sonuç olarak UİİM’nın yurdumuzda yayımlanan ilk bilimsel, ciddî ve sürekli  bir  sosyoloji  dergisi  olduğu  söylenebilir  (Krş.  Sezer,  1989:40; Erkul, 1990:135‐156). ∇ 

KAYNAKLAR Ahmad, Feroz, (1986), 1908‐1914 İttihat ve Terakki, Çev.:Nuran Yavuz, Kaynak Yay., 

İstanbul. 

Ahmet Hilmi, (1991), Muhalefetin  İflası  İtilaf ve Hürriyet Fırkası, Nehir Yay.,  İstanbul 1991. 

Akca, Ümit, (1997), Ulûm‐ı İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası’nın Türk Sosyoloji‐sindeki Yeri, Hacettepe Üniversitesi SBE., Ankara, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). 

Berkes, Niyazi,  (2002), Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yay. Haz.:Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yay., İstanbul. 

Davud,  Yıldız  Akpolat,  (1994),  Ulûm‐ı  İktisâdiyye  ve  İçtimâiyye  Mecmûası’nda Ahmed  Şuayıb’ın  Sosyoloji  Görüşü,  Atatürk  Üniversitesi  SBE.  Sosyoloji Anabilim Dalı, Erzurum, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi). 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

216

Efe,  Adem,  (2002),  Meşrûtiyet’ten  Cumhuriyet’e  İslamcılar  ve  Modernleşme (1908’den 1924’e), Uludağ Üniversitesi SBE., Bursa. 

Erkul, Ali, (1990), “Ulûm‐ı İktisâdiye ve İçtimaiye Mecmuası”, Cumhuriyet Üniversi‐tesi Fen‐Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 13, Sivas. 

Ersoy, Mehmet Âkif,  (2008), Safahat, Yay. Haz.:Yakup Çelik, 5. Baskı, Akçağ Yay., Ankara. 

Eşref Edib,  (1956)  “Ebu’l‐Ula Beyle Nasıl Çalıştık? Sırat‐ı Müstakim’i Nasıl Çıkar‐dık”, Yeni Sebilürreşad, C. 10, S. 238. 

Fındıkoğlu, Ziyaeddin Fahri, (1962), Comte ve Ahmet Rıza, İstanbul Üniversitesi Ede‐biyat Fakültesi Yay., İstanbul. 

Gürsoy, Ülkü, (2008) “II. Meşrûtiyet Dönemi Dergileri üzerine Bir Değerlendirme”, Doğu Batı, Yıl:11, S: 46, Ağustos, Eylül, Ekim 2008. 

Hanioğlu, M. Şükrü, (1981), Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dö‐nemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1981. 

İlyasoğlu, Aynur,  (1985),  “Türkiye’de  Sosyolojinin Gelişmesi  ve  Sosyoloji Araştır‐maları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8,  İletişim Yay.,  İstan‐bul. 

Kara, İsmail, (2003), Din İle Modernleşme Arasında, Dergâh Yay., İstanbul. 

Lewis, Bernard,  (1996), Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev.:Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara. 

Ömer Fevzi, (1326), “Nida‐yı Ehl‐i İslam”, Beyanu’l‐Hakk, C. 1, Aded: 17, 2 Muharrem 1326. 

Rıza Tevfik, (1313), “İbn Haldun’dan 3”, Maarif, No: 118, 22 Haziran 1311/11 Muharrem 1313. 

Sezer, Baykan, (1989), “Türk Sosyologları ve Eserleri 1”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 1. Sayı, İstanbul. 

Şerif Paşa, (1990), Bir Muhalifin Hatıraları İttihat ve Terakki’ye Muhalefet, Nehir Yay., İstanbul. 

Toprak, Zafer, (1985), “II. Meşrûtiyet’te Fikir Dergileri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 1, İletişim Yay., İstanbul. 

Tunaya, Tarık Zafer, (1989), Türkiye’de Siyasal Partiler, C. III, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul. 

Tütengil, Cavit Orhan, (1960), “Gazete ve Dergileri İnceleme Metodu”, İÜ. İktisat Fa‐kültesi Gazetecilik Enstitüsü Dergisi, S. 1, İstanbul. 

Uçman,  Abdullah,  (1989),  “Ahmed  Şuayb”,  TDV.  İslam  Ansiklopedisi,  C.  2,  İsam Yay.,İstanbul. 

Varlık, Bülent, (1985), “Tanzimat ve Meşrûtiyet Dergileri”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., İstanbul. 

Yahya Kemal, (1971), Edebiyata Dâir, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., İstanbul. 

Zürcher, Eric Jan, (1996), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yay., 2. Baskı, İstanbul. 

 

 

      

ULÛM‐I İKTİSÂDİYYE VE İCTİMÂİYYE MECMÛASI’NIN ‘MUKADDİME VE PROGRAM’I∗

Ahmed ŞUAYB-Mehmed CÂVİD Rıza TEVFİK

Yayıma Haz.: Adem EFE

Memleketimizin ciddî bir ihtiyâcına tekâbül etdiğini zann eylediğimiz bu mecmûayı‐beş aydan beri ma’rûz olduğumuz büyük bir gazete ve mec‐mûa hücumuna rağmen‐te’sîs ediyoruz. Bizim içün eski, pek eski bir eme‐lin  sahne‐i hakîkatde  tecellisinden  ibâret olan bu mecmûayı milletin  ter‐biye‐i  iktisâdiyye  ve  ictimâiyyesine  ciddî  sûretde  hizmet  edebilecek  bir mertebeye  is’âd  eylemeğe  bütün  kuvvetimizle  çalışacağız.  Bu mesâimiz yalnız kendi mecmûamız olduğu içün buna karşı hissetmekliğimiz pek ta‐biî olan bir merbûtiyyetden dolayı değil, Osmanlı milletinin bugün mesâil‐i iktisadiye ve ictimâiyeye her şeyden ziyâde alaka‐dâr olmak mecbûriyet‐i kat’iyyesinde bulunmasından nâşi olacakdır. Mine’l‐kadîm aldığımız çü‐rük terbiye ve buna inzimâm eden son otuz üç senelik seyyiât‐ı idareye bi‐

∗ Ulûm‐I  İktisâdiyye  ve  İctimâiyye Mecmûası, Numara  1,  15 Kanûnu Evvel  1324/28 Aralık 1908, C. 1, s. 1‐10. 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

218

zi  gerek  kendimizin,  gerek  etrafımızı  muhît  olan  küçük  büyük  hükü‐metlerin  hayat‐ı  iktisâdiyye  ve  ictimâilerinde  zuhûr  eden  inkılâbât‐ı mühimmeye kesb‐i vukûf eylemekden şiddetle men’ ve mahrûm etmişdir. 

Biz efrâdın kîselerini  soymak, vergilerini yüksek bir  tabakanın âlem‐i zevk  u  sefâhatı  içün,  hayât‐ı  isrâfkâranesi  için mahv  u  hebâ  eylemek; san’at,  zirâat  ve  ticâretin  te’mîn‐i  terakkiyâtı  namına  bir  şey,  hiçbir  şey yapmadıkdan başka bunları ezüb bitirecek  icrâât‐ı  istibdâda geniş bir sa‐hâ‐i cevelân vermek ile meşgûl olurken medenî Avrupa memleketleri mil‐letlerinin  tezâyüd‐i  servetleri  esbâbını  ince  ince  tedkîk  ediyorlar,  halkın semerât‐ı  mesâi‐yi  seneviyesinden  vergi  namıyla  alınan  pâreların  mâ vudia lehine yani masârif‐i meşrûa’‐ı devlete tahsîs olunması içün mecâlis‐i milliyelerinde,  kitablarında,  gazetelerinde,  darulfünûnlarında,  cemiât‐ı ilmiyelerinde münâkaşât ile uğraşıyorlar, bir devletin siyâseten teâlî ve te‐rakkisi  iktisâden terakki ve teâlîsine vâ‐beste bulunduğunu anlayarak bu gaye‐yi mühimmeyi  te’mîn  içün  her  şeye  tevessül  ediyorlardı. Tevessül ediyorlar ve aldanmıyorlardı. Son kırk elli senelik tarih ilmi, tarih‐i mede‐niyeti tedkîk edecek olursak cidâl‐i siyâset, vegâ‐yı arazi yerine bir mübâ‐reze‐i  şedîde‐i  iktisâdiyye hüküm‐fermâ olduğunu ve devletlerin  sırf bu nokta‐i  nazardan  birbirlerine  dost  veya  düşman  kesildiklerini  görürüz. Avrupa, Amerika bugün anladı ki mevcûd topraklara zamm edilecek, bin‐lerce evlâd‐ı vatanın kanları bahasına olarak zamm edilecek  fazla birkaç karışın  tevlîd  edeceği  refâhat,  tedârik  olunacak  yeni  mahâric‐i ticâriyyenin,  zabt  edilecek  yeni müşterilerin,  açılacak  yeni  cereyânların te’mîn eyleyecekleri  saâdet‐i hakîkîyyeye nazaran pek  sönük, pek yavan kalır.  İşte bunun  içün  tâcir ve  san’atkâr memleketler henüz  iktisâden  te‐rakki etmeyen, hâlâ bir rehâvet ve atâlet asr‐ı dîdenin mahkûmu olan ve yahud sahne‐i medeniyyete pek geç girmiş olan Şark ve Aksa‐yı Şark ve Amerika‐yı Cenûbî memleketleriyle  te’sîs‐i münâsebât  içün mu’tena  ted‐bîrler, nâfiz vasıtalar îcâd etdiler. Bu sahada en büyük muvaffakiyeti gös‐teren, ticâretin dustûrlarını, nazariyelerini bihakkın tatbîk ve ta’kîb edebi‐lecek Almanya’nın mesâi‐yi masrûfesi kendisini birinci derecede tâcir mil‐letler  sırasına  çıkarmış,  71 muhaârebesinden  evvel nâmı pek  az  işidilen Prusya bu muzafferiyet‐i askeriyesini müteakiben yarım asırdan dûn bir müddet  zarfında  dünyayı  vâle  ve  hayrân  edecek  bir muvaffakiyyet  ve gâlibiyyet‐i  iktisâdiyyeye  nâil  olmuşdur.  İngiltere  gibi  fıtraten, mevkian tâcir bir milleti bile düşündürecek kadar mühim olan muvaffakiyeti teşrîh etmek, esbâbını öğrenib mütenebbih olmak bizim içün esaslı bir vazifedir. 

 A. Şuayb‐M.Câvid‐R.Tevfik: Ulûm‐I İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası 

219

İşte  bunun  içün  Ulûm‐ı  İktisadiyye  ve  ve  İctimaiyye  Mecmûası  aksâm‐ı iktisâdiyyesinde düvel‐i muazzamanın  teâlî ve  inhitât‐ı  iktisâdîleri  esbâ‐bını, hem civar küçük devletlerin ahvâl‐i iktisâdiyyesini, sırası düşdükce, îzâh ve tafsîl edeceğiz. 

Memleketimiz her şeyden evvel unutmamalıyız ki, bir zirâat memleke‐tidir.  Biz  de  sanâyi’in  terakkisini  arzu  etmek  büyük  emel‐i  vatan‐perverânedir  ki  hiç  şâyân‐ı muâheze  değildir.  Fakat  bütün muâmelât‐i beşeriyyeyi idâre eden bir kanûn‐ı azîm, sa’y‐i akıl kanûnu, vardır ki bu‐nun tatbikâtı bizi ihtiyât ve tedbîr ile harekete sevk ve mecbûr eder. Efrâdı gibi milletlerin de gâye‐i âmâli az sa’y ile çok netice iktisâbına masrûf ol‐mak lâzımdır. İhtirâât ve keşfiyâtdan, ıslâhât‐ı sanâiyyeden, vesâit‐i nakli‐yeden, hulâsa bütün mahsûsât‐ı medeniyyeden maksad budur.  Şuubât‐ı iktisâdiyyemizi tedkîk daha doğrusu “san’at mı zirâat mı?” suâlini hall ey‐lemek istediğimiz vakt yine bu kanûnun rehberliğini terk etmemeliyiz. Bi‐zim henüz işlenmemiş bâkir ormanlarımız, zîr–i arzda medfûn kıymet‐dâr madenlerimiz, vaktiyle en büyük medeniyetlere cilve‐gâh olan en kesretli mahsûlât  yetişdiren  zengin  topraklarımız var. Bunları  yalnız  bunları  on dokuzuncu  asrın  bedâyi’  ve mehâsin  ihtirâiyyesiyle  işletmeğe  çalışır  ve buna muvaffak olursak memleketin istikbâl‐i iktisâdîsine doğru pek geniş bir adım atmış oluruz. Böyle menâbia mâlik olan, nüfus‐ı umûmiyyesinin ekseriyyet‐i azîmesi zirâatla  iştigâl eden ve belki daha bir asır, nisbet az olmakla beraber, bu ekseriyyeti muhâfaza eyleyecek olan bir memleketin işte  e  ziyade  atf‐ı  ehemmiyet  ve  i’tinâ  eyleyeceği  nokta  budur.  Ulûm‐ı İktisadiyye ve ve İctimaiyye Mecmûası bu ciheti nazar‐ı dikkatden dûr tutma‐yarak dâimâ iktisâd‐ı zirâî mesâilini, zirâat istatistiklerini kârilerine arz ve teşrîh edecekdir. 

Sanâyi’e gelince: Memleketimizin bu mühim kuvvetden mahrûmiyye‐tine  râzı  olmayacağımız  pek  tabîîdir.  Fakat  bu meslek‐i mufarrit  ta’kîb ederek hayâl arkasından koşmayacağız; hakîkat yalnız hakîkat olan şeyleri ta’kîb ve onları istihsâl eylemeğe çalışacağız. Mevâdd‐ı ibtidâiyyesi mem‐leketimizde  yetişen,  mevâdd‐i  ma’mûlesini  istihsâl  eylemekde  hiçbir müşkil  ve mahzur mevcûd  olmayan  eşya  içün  fabrikalar  küşâdını  arzu ederiz. Bu gibi sanâyi’in bizde komşularımızdaki hal u mevki’ini gösteren makaleleri mecmûamız sinesine alacakdır. Fakat uzun, pek uzun bir müd‐detde bile bu topraklarda neşv ü‐nemâ bulmayacak bazı sanâyi’ tohumla‐rını bî‐hûde yere ekmekden ve halkımızı da hazinemizi de bî‐hûde mas‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

220

raflara sokmaktan  ihtirâz ve  ictinâb edeceğimiz  için bu gibi  teşebbüsâtın bi‐t‐tab’ aleyh‐dârı olacağız. 

Ticâretin, Bahr‐i Ahmer’den Adriyatik Denizi’ne kadar uzayan sevâhil‐i medîdenin sahib ve hâkimi olan bir millet için ne kadar mühim bir unsur olduğunu  söylemeğe  lüzûm  yokdur.  Ticâretimizin  şerâit‐i  tevessü’ünü, yeni mecâri‐yi ticâriyye vücûda gelmesi esbâbını tedkîk eylemek, tedrisât ve teşkilât‐ı ticâriyye hakkında malûmât vermek, genç dimağları meslek‐i ticârete  ihzâr  etmek  içün  önlerine  muhassenât‐ı  ticâreti  nâkil‐i  vesâik koymak mecmûamızca ihmâl edilemeyecek mevâdd olacakdır. 

Ticâret hususunda mesleğimiz, her türlü i’tirâza rağmen i’tirâfa, alenen ve  sarâhaten  i’itirâfa mecbûruz  ki  serbesti‐i mubâdele  siyâset‐i  ilmiyesi olacakdır. Serbest‐i mubâdele, beyn‐el‐milel ticâretin havâil ve mevâni’den âzâde olarak icrâsı, bizce bu kâide esâsiyye‐i  iktisâdiyyedir, âdetâ bir ka‐nûndur.  Bu  kanûnu  müdâfaa’  edeceğiz.  Bazı  ahvâl  fevk‐al‐âde  ve istisnâiyyede bunun hâricine çıkmayı iltizâm edecek olsak bile bu tecavü‐zün ileride telâfisi muhakkak addedilen bir muvakkit zararı müedddî ola‐cağını bilerek iltizâm edeceğiz. 

Bu şuubât‐ı esâsiye‐i iktisâdiyyenin terakkisi umûru‐ı nâfia’nın mevcû‐diyyetine  vâ‐bestedir.  Memleketimizin  muhtac  olduğu  yollar,  tarik‐i nehriyye,  kanallar,  şimendiferler  hakkındaki makâlâta  sahifelerimiz  kü‐şâde olacağı gibi bütün müessesât‐ı nâfia’mızın mufassal birer makale ha‐linde tarihçelerini derc eyleyeceğiz ve malûmât‐ı seneviyyelerinin mikdarı hakkında malûmât‐ı kâfiye vereceğiz. 

İ’tâ olunacak bil‐umûm umûmî veya  şehrî  imtiyâzâta, yapılacak  ikti‐sâdî kanûnlara dâir mütâlaâtı muhtevî makalelerimiz olacakdır. 

Müessesât‐ı mühimme‐i  i’tibâriyye ve ticâriyyemizin, anonim şirketle‐rimizin  ahvâli  de  nazar‐ı  dikkatden  uzak  kalmayacakdır.  Mesâil‐i iktisâdiyye hakkında Meclis‐i Âyân ve Meb’ûsanda cereyân edecek müzâ‐kerâtın,  ta’kîb olunacak mesleğin zübdesi,  tenkîdâtıyla birlikde,  îzâh olu‐nacak, vilâyât mecâlis‐i umûmiyyesinin,  ticâret, sanâyi’ ve zirâat odaları‐nın mukarrarâtı meskût kalmayacakdır. 

Mesâil‐i  iktisâdiyyenin  tatbîkât‐ı ve ameliyyâta müteallik aksamından mâadâ sırf ilmî, sırf nazarî aksâmı hakkında da gerek iktisâd ile mütevag‐gil olanlara gerek mülkiye, hukuk, darulmuallimîn, darulfünûn müdâvim‐lerine mürâcaat‐gâh olunacak makaleler neşr edilecekdir. 

 A. Şuayb‐M.Câvid‐R.Tevfik: Ulûm‐I İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası 

221

Ulûm‐ı İktisâdiyye Mecmûası aynı zamanda ulûm‐ı mâliye mecmûası da olacakdır. Mesâil‐i mâliye bizim mesâil‐i hayâtiyyemizdendir. Bütün dev‐letlerin, bütün  iş adamlarının nazarları bizim büdcemize ma’tûf bulunu‐yor. Mâliye nâzırının milletin meb’ûsları önüne koyacağı kanûn  lâyihası bizim vâridât ve masârif‐i devletde nasıl bir tarz‐ı hareket ta’kîb etdiğimizi veya  edeceğimizi  gösterek  hakkımızda  ya  teveccüh  ve  muhabbet, emniyyet ve i’timâd celb edecek ve yâhûd bizim an’anât‐ı sâbıkada musırr ve  sâbit  olduğumuz  görülerek  herkesde  bir  şekk  ve  tereddüd, emniyyetsizlikle memzûc bir intizâr tevlîd eyleyecekdir. 

Otuz  seneden  beri  i’mâr  ve  umûr‐u medeniyye  nâmına  pek  az  şey yapmış olan memleketimiz, hatta muhâfaza‐i vatan esbâb u vesâitini bile tehyiede azîm kusurları görülen hükümetimiz, bugün kitle‐i metâlib kar‐şısında bulunacakdır. Büdcenin nasıl bir  şekilde ne gibi erkâmı muhtevî olarak, nuzzârın metâlibâtını ne derecede kabul etmiş bulunarak tertîb ey‐lediğini  bilmiyoruz.  Fakat  hiç  şübhe  etmiyoruz  ki  nâfia’, maârif,  zirâat, harbiye,  bahriye,  nezâretlerinin metâlibât‐ı  nakdiyyesi  sinîn‐i  sâbıkanın‐kinden çok fazla olacakdır. Hakîkati i’tirâf etmek lâzım gelirse bazı nezâ‐retlerin  arayacakları mikdârda  değil  onun  kat  kat  fazlasına  ihtiyâcımız der‐kâr olmakla beraber vâridâtımızın derece‐i vüs’at ve müsâadesi nazar‐ı dikkatden dûr  tutulmamak,  istikrâza mürâcaat mecbûriyyet‐i kat’iyyesi mevcûd olmakla beraber mebâliği‐i müstekrezenin  te’hîri kâbil olmayan husûsâta masrûf olacağını âleme göstermek, yapacağımız memûrîn tensî‐kâtıyla, vereceğimiz maâşât  ile selâmet‐i vataniyyeden başka hiçbir  te’sîr altında bulunmayacağımızı  izhâr  ederek  emniyet‐i hâriciyyeyi  celb  eyle‐meğe çalışmak lâzımdır. 

Mufarrit  bir  politika  ta’kîb  eylemek  istersek,  her  şeyi  aynı  zamanda yapmağa  kalkışırsak  i’tibârımızın meşkûkiyeti  daha  doğrusu mefkûdiy‐yeti  bizi  büyük  bir  nevmîdiye  sevk  edebilir.  Onun  içün  adımlarımızı mu’tedilâne,  ihtiyât‐karâne atmak zarûretini gözümüz önünden kaçırma‐malıyız. Büyük projeler, vâsi’ tasavvurlar bugünün kârı değildir. Sekiz on sene mu’tedil bir siyâset‐i mâliye,  isrâfdan mütevakki’ ve masârif‐i âdiye içün mütevâzın  yâhûd  tevâzuna  yakın  bir  büdce  sonra  bütün  o  bugün meskût bıraktığımız projeleri meydana çıkarabiliriz. 

Büdce mes’elesi içün tekrar ederim ki hayat mes’elesidir. Binâen‐aleyh bizce, bir mes’ele‐i hayâtiyye ehemmiyetle takdîr olunarak tenkîd edilecek ve  gerek  nazariyâtından  gerek  ameliyât‐ı  tatbîkâtından  ve Avrupa’daki tarz‐ı  cereyânından  bahs  olunacakdır.  Biz  şimdiye  kadar  mechûliyyet 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

222

içinde yesâr bir memleketdik. Bir milletin en büyük hakkı olan vergilerin mahall‐i  sarfını  bilmek  kâidesini  meydandan  kaldırmışlardı.  Biz  sağıl‐maya me’mûr idik, onlar da sarf eylemeğe. Bu takdîrde tabîî ne suâl îrâd edilirdi, ne cevab alınırdı. 

Bugün  ise  vereceğimiz  vergilerin memleketin  ahvâl‐i  iktisâdiyyesine, adâlet ve hakkâniyetine derece‐i muvâffakiyetini aramak, müsâvâtı te’mîn etmek, sonra da mükellefînden ahz u istîfâ olunan pârelerin mahall‐i sar‐fını bir habbesine varıncaya kadar tetkîk eylemek bizim hakkımız oluyor. Bu hakkımızı hüsnü isti’mâl etmeğe çalışacağız ve bu mesâimizden birçok mesâil  tahaddüs edecekdir: Amelî ve nazarî mesâil. Mebnâ‐yı mâliyemiz damından temeline kadar çürükdür. İçinde sağlam, bir hücûma mukâve‐met  edebilir hemen hiçbir  şey  yokdur. Vergilerimizin  çoğunu  alıb  tahlîl edecek olsak, içinde dört beş asrın köhne bakâyâsını görürüz ve hükmede‐riz ki bunları yenilemek lâzım. Bir kısmı daha yeni bir zamanın mahsûlü olmakla beraber yine hatadan, nakîsadan muarrâ değildir. Bu hataları tas‐hîh etmek, çürüklerini ayıklamak: Ulûm‐ı mâliyede en müşkil olan nok‐talar bunlardır. Bir milletin birkaç yüz seneden beri ma’lûf olduğu vergi‐leri bir anda değişdirmek: Bu her dürlü iktidârın fevkinde bir şey olur. Bu hususda da vâsi’ projelere kapılmamak, hazinemizi mühim, esas menâbi‐i vâridât‐ı hakîkiyesinden mahcûr etmemek tarîkini iltizâm eyleyeceğiz.  

Maa‐mâ‐fih nakîsaları ta’dâtdan kâbil‐i icrâ olan ıslâhâtı göstermekden geri kalmayacağız. 

Büdce, vergi mesâilinden sonra mâliye nokta‐i nazarından tetkîk edile‐cek  istikrâzât mes’ele‐i mühimmesi  gelir. Mazide  akd  eylediğimiz  istik‐râzlardaki  zararlarımızdan,  bu  istikrâzların  sûret‐i  te’diyesinden,  iflâsı‐mızdan,  kavâim‐i nakdiyye usûlümüzden, duyûn‐ı umûmiyyemizin  sû‐ret‐i teşekkülünden ve bugüne kadar vukû’ bulan icrââtının mâhiyet u de‐recesinden, vâridât‐ı hamsede ne nisbetde bir  tezâyüd vukû’ bulduğun‐dan bahs  edeceğiz. Hulâsa duyûn‐ı umûmiyyemizin muntazam bir  tari‐hini, muhtelif makalelerle derc eyleyeceğimiz gibi akdine lüzûm görülecek istikrâzât  hakkındaki  fikrimizi  beyân  edeceğiz.  İ’tibârımızın  ihtizâzâtını gösteren  borsa  ahvâli  hakkında‐gerek  dâhili  borsada  gerek  büyük piyaslarımızda  fondolarımızın?  harekâtını  ta’kîb  etdirerek‐malûmât  ver‐meğe çalışacağız. 

Büdce  mesâilinde  olduğu  gibi  vergi  ve  istikrâz  mesâilinde  de  Av‐rupa’yı, Amerika’yı unutmayarak bütün düvel‐i mütemeddinenin usûl‐i 

 A. Şuayb‐M.Câvid‐R.Tevfik: Ulûm‐I İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası 

223

tekâlifine,  duyûn‐ı  umûmiyyesine  müteallik  makâlât  derc  eyleyeceğiz. Mecmûamız aynı zamanda bir de mecmûa‐i ihsâiyye olacakdır. İhsâiyyât nazariyâtına  dâir  makaleler  ve  Avrupa  ile  memleketimizin  muhtelif şuubât‐ı idâriyesine müteallik istatistikler neşr edileceği gibi bu bâbda idâ‐re nokta‐i nazarından hiss eylemekde olduğumuz ihtiyâcât da mevzı bahs edilecekdir. 

Ulûm‐ı ictimâiyyeye gelince:  

Ogüst Kont’un  (Auguste Comte)  “Hikmet‐i  İctimâiyye”  ve Löpley’in (Le Play) “İlm‐i Cemiyet”e dâir açdıkları mesâlik son zamanlarda o derece tekemmül etdi, o kadar  şâyân‐ı hayret bir  faaliyet göstermeye başladı ki şimdi hemen her mevzûa’ her mesâile  tarassudât‐ı mû‐şikâf‐âne  ile mü‐dâhale  eylemekdedir.  Bugün  felsefe,  tarih,  hukuk,  ahlâk,  terbiye,  san’at hakkındaki malûmât‐ı  beşeriyye  kâmilen  değişerek  büsbütün  başka  bir ufk‐ı  vesî’‐i  tefekkürât  küşâd  eylemişdir.  Bu  tebeddülâtı  yapan,  sâmia‐ı beşere ulvî hakîkatler telkin eden ilimdir. 

Hayât‐ı  irfân‐i milelde  ulûm‐ı  ictimâiyyenin  bu  derece  bir mertebe‐i refîaya irtika edeceğini ihtimal ki vâzı’ları bile ümîd etmemişlerdi. Ricâl‐i devletin  mesâi‐i  tecdîdiye  ve  ıslâhiyelerinde  müşâvir  harekât‐ı  ulûm‐ı ictimâiyye  olmazsa,  bi‐hakkın  ta’yîn‐i  güzer‐gâh‐ı  selâmet  edilemeyece‐ğini,  i’mâr  ve  ıslâh‐ı memleket  kâbil  olamayacağını mütefekkirîn  i’tirâf ediyor.  İşte bunun  içün mecmûamız esâtize‐i ulûm‐ı  ictimâiyyenin neşri‐yât‐ı  feyezânelerini esâs  ittihâz ederek bu  ilimlerin kâffe‐i  şuubâtına dâir hakkında mufassal makaleleri muhtevî olacakdır. 

Mecmûamız  bu  husûsda  da  âfet‐engiz  netâyice  bâis  olan  fikr‐i  ifrât‐perestînin hiçbir zaman mürevvici olmayacakdır. Hikmet u ihtiyât, vazîfe ve hakkın sadâ‐yı irşâdı dâimâ rehberimiz olacakdır. 

Mecmûada bayağı hitâbetler mutantan ve lâkin boş cümleler görülme‐yecek  o  yalnız  sevgili memleketini,  ilmi düşünecek. Hakîkat‐i  ilmiyenin keder‐nâk ve  şâtır olmasına bakmayacak; etrâfın hata‐âlûd  takdirâtı onu îfâ‐yı vazîfeden hiçbir vakt men’ edemeyecek, fikr‐i devam ve ikdâm reh‐ber‐i icrâât ittihâz olunacakdır. ∇ 

Lügatçe 

ahz u istîfâ: alma ve ödetilme. 

cidâl‐i siyâset: siyâset kavgaları. 

mufarrit: eksik işleyen. 

muhît: çevreleyen. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

224

der‐kâr: belli. 

dûn: aşağı, az. 

dûr: uzak. 

erkâm: rakamlar. 

ihsâiyye istatistik. 

ihtirâât:  yoktan meydana  getirilen  şey‐

ler; patent. 

ihtizâzât: sallanmalar. 

ikdâm: devamlı çalışma. 

inzimâm: ekleme. 

irtika’: yükselme. 

is’âd: yükseltme. 

istikrâz: ödünç para alma. 

kâffe: hepsi, bütün. 

keder‐nâk: gamlı, kederli. 

mahcûr: haczolunmuş. 

mâ‐vudia: niye vaz edildiyse ona. 

mefkûdiyyet: yokluk. 

meskût: söylenmemiş. 

mevâdd‐ı ibtidâiyye: ham maddeler. 

mevâdd‐i ma’mûle: işlenmiş maddeler. 

muarrâ: çıplak. 

muâheze: tenkit, itiraz. 

musırr: ısrarcı. 

mû‐şikâf‐âne: kılı kırk yararcasına. 

müedddî: eda eden; meydana getiren. 

mürevvic: propagandasını yapan. 

mütenebbih: uyanık. 

mütevaggil: meşgul olan. 

mütevakki’: çekinen, korunan. 

mütevâzın: denk. 

nâfia: bayındırlık. 

neşv ü‐nemâ: yetişip büyüme. 

nevmîdi: ümitsizlik. 

nuzzâr: bakanlar. 

sevâhil‐i medîde: uzun sahiller. 

şâtır: sevinçli, şen. 

tarassudât: gözetleme. 

tehyie: hazırlama. 

tevâzun: denk olma. 

vâ‐beste: …e bağlı. 

vegâ: kavga. 

yesâr: zenginlik. 

zîr–i arz: yer altında. 

zübde: özet. 

vesî’: geniş, bol. 

 

 

 

 

      

DAVID HUME:                            BEŞERİ BİR ÜRÜN OLARAK 

ADALET∗

Cennet USLU∗∗

 

ÖZET Hume  yönelttiği  eleştiriler  ile  rasyonalizme  ciddi  bir  darbe  vurmuştur. Hume’un eleştirilerinin sonuçlarından biri ahlakın beşerî yapılara öncel, in‐san doğasına  içsel, akıl  ile keşfedilebilen, evrensel, objektif ve mutlak  ilke‐lerden  oluşmadığı  fikridir.  Bununla  birlikte,  varolan  hatalı  imajın  aksine Hume’un ahlak ve bilhassa adalet anlayışı sübjektivist veya rölativist değil‐dir. Bu hatalı imajın nedenlerinden biri Hume’un adalet teorisinin yeterince bilinmemesidir. Bu  sebeple bu makalede Hume’un adalet  teorisi  ele alına‐rak, Hume’un adalet anlayışı sergilenmeye çalışılmıştır. Bu amaçla iki temel soru üzerinden hareket edilmiştir. İlki, adaletin insan toplumlarında ilk ola‐rak nasıl ortaya  çıktığı  sorusudur.  İkincisi  ise,  adaletin  ahlak  alanına nasıl girdiği yani niye adil davranışları ahlaken tasvip ederken gayri adil davra‐nışları ahlaken kınadığımız sorusudur. 

∗ Bu makale TUBİTAK’ın Yurtdışı Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Buckingham Üni‐versitesi’nde yürütülen araştırma kapsamında yazılmıştır. ∗∗ Yard.Doç.Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi,  İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı. 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

226

Adalet insan için gerekli olan toplumun ayakta kalabilmesi için insanlar ta‐rafından bir konvansiyon olarak icat edilmiştir. Adaletin ahlakın konusu ha‐line gelmesi  ise adalet  için doğal motivasyonu sağlayan kişisel çıkar  ile ka‐mu çıkarına yönelik sempati vasıtasıyla olmaktadır. Adalet insan doğasının özellikleri  ile  insanın  yeryüzünde  içinde  bulunduğu  durumun  bir  sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden adalet yer ve zaman fark etmeksizin tüm insan toplumlarında aynı ilkelerin bulunması anlamında “evrensel” ve keyfi ve rast gele olmaması bakımından “objektiftir.  

Anahtar Kelimeler: Ahlâk, Adalet, Konvansiyon, Yapay Erdem, İcat 

I. GİRİŞ Hume bir skeptik olarak ünü ve  rasyonalizme yönelttiği keskin eleşti‐riler  nedeniyle  hatalı  bir  şekilde  sübjektivist  veya  rölativist  zannedilir. Bu hatalı imajın sebeplerinden biri Hume’un ahlâk ve bilhassa adalet te‐orisinin yeterince bilinmemesidir. Bu makalede Hume’un ahlâk  teorisi‐nin en önemli kısmını teşkil eden adalet teorisi ele alınmıştır. Makalenin öncelikli  ilgisi Hume’un  bir  olgu  olarak  ele  alıp  esaslarını  ortaya  koy‐maya  çalıştığı  adalete dair  görüş  ve  argümanlarının  genel  bir profilini vermektir. Böylece Hume’un adalet anlayışının temelleri, içeriği ve nite‐liği konusunda genel bir perspektif sunmak ve nihayetinde bir değerlen‐dirmeye ulaşmak mümkün olacaktır.  

Hume’un adalete ilişkin peşine düştüğü soruları iki ana grupta topla‐yabiliriz.(Ponko  1983:46‐47)  İlk  olarak Hume  adaletin  insan  toplumla‐rında  ilk nasıl ortaya  çıkmış olduğu  sorusunu  cevaplandırmaya  çalışır. Bu, daha çok adaletin tarihi bir süreç içinde değerlendirildiği ve adaletin insanların  becerileri  yoluyla  ilk  olarak  nasıl  ve  neden  kurulmuş  oldu‐ğunu  soruşturmaya  yöneliktir.  İkinci  soru  ise  adaletin  ahlâkın  alanına nasıl girdiği, yani niye adil davranışları ahlâken tasvip ettiğimiz ve adil olmayan  davranışları  ahlâken  kınadığımız  meselesiyle  ilgilidir.(Hume Treatise:  III.2.2,484)1 Bu  iki soruşturma elbette birbirinden  tamamen ba‐ğımsız değildir. Hume’un yazıları ve konuyu ele alışından sık sık  iç  içe geçmiş durumdadır. Bununla birlikte böyle bir ayrım konuyu ele alırken sadelik ve kolay  ilerleme açısından epey avantaj sağlamaktadır. Bu ma‐kalede bu  iki soruya Hume’un verdiği cevapları sırasıyla “Adaletin Or‐

1 Hume’un A Treatise of Human Nature eserine burada ve bundan sonra verilen atıflarda, eser (T) olarak gösterilecek ve sırasıyla kitap, bölüm, kesim ve sayfa numaraları verilecektir. 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

227

taya Çıkması” ve “Adaletin Doğası” başlıkları ile ele almayı tercih ettik. Bunların ardından gelen “Adalet Ödevi” başlığı altında Hume’un kendi teorisi bağlamında adaleti insan becerisinin bir ürünü olan yapay bir er‐dem olarak temellendirmesi ile ilgili eleştiri ve değerlendirmeleri ele al‐dık. Nihayetinde ise Hume’un adalet anlayışının sergilenmesi ile ortaya çıkan sonuç üzerinden genel bir değerlendirmede bulunduk.  

II. ADALETİN ORTAYA ÇIKMASI Hume’a  göre  insanın  toplum  halinde  yaşaması  bir  tür  doğal  zorunlu‐luktur.  Toplum  halinde  yaşamak  çok  sayıda  insanın  karşılıklı  girdiği ilişki ve işbirliğinin koordine edilmesini zorunlu kılar. Bu koordinasyon zaman  içinde  insanlar arasında kurulan konvansiyonlar vasıtasıyla sağ‐lanır. Bu konvansiyonlar arasında en önemlisi ve  toplumu ayakta  tuta‐cak olanı adalet üzerine yapılan konvansiyondur. Hume’da adalet kon‐vansiyonu, mülkiyet ile ilgili davranış kurallarının ne olduğunu gösteren bir reçetedir. Hume adalet meselesini mülkiyetin düzenlenmesi ile ilişkili olarak algılar. Hume’un adalet algısı kolektif olan yerine özel mülkiyeti, dağıtıcı  adalet  yerine  prosedürel  adaleti  içerir.(Barry  1986:6)  Ancak Hume’un adalet teorisini ele alırken akıldan çıkarılmaması gereken nok‐ta, Hume’un  adaletin  normatif  bir  teorisini  kurmaya  girişmediği,  yani adaletin ne olması gerektiğine ilişkin kurallar ve ilkelerin peşine düşme‐diğidir. Böyle bir şey Hume’un temel felsefesine tamamen aykırı olurdu. Hume adaletin tavsiye edici (prescriptive) değil tasvir edici (descriptive) bir teorisini sunmaya girişmektedir. Hume için adalet insanın doğası ve dünyadaki durumunun bir ürünü veya sonucu olarak ortaya çıkmış bir olgudur.(Rawls 2000:65)  

a) Toplum  Hume  adaletin  kökeni  konusuna  toplum  halinde  yaşamanın  insan 

için gerekli, hatta bir  tür doğal  zorunluluk olduğunu belirterek başlar. Birey, toplum ve adalet arasındaki ilişki kabaca şöyledir: Toplum halinde yaşamak insan için faydalı ve gereklidir, toplumun ayakta kalabilmesi ve varlığını devam  ettirebilmesi  içinse adalet  şarttır. Adaletin hem kökeni hem  de  değerinin  yegâne  temeli  bu  erdemin  toplum  için  sağlamış  ol‐duğu faydalı sonuçlarda bulunmaktadır.(E:II.3.1,183)2  

2 Hume’un Enquiries Concerning The Human Understanding and Concerning The Principles of Morals (İnsan Anlığı Üzerine ve Ahlâkın İlkeleri Üzerine İncelemeler) adlı eserine burada 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

228

Hume’a göre diğer hayvanlarla kıyaslandığında doğanın  insana pek fazla avantaj sağlamamış olduğu görülür. İnsanın tek başına gücü azdır, geçimi  için gerekli her  şeyi  tek başına yerine getirmesi gerektiği zaman her konuda yeterince yeteneğe ulaşamaz ve herhangi bir konudaki kü‐çük  bir  başarısızlık veya  talihsizlik  yıkımına  sebep  olabilir.  İnsanın  bu zayıflıklarının çaresi biraraya gelerek toplumu oluşturmakta yatar. Top‐lum halinde yaşamak insanın tek başına hayatını sürdürmesinde ortaya çıkan üç uygunsuzluğa çare üretir: “Kuvvetleri  birleştirmek yoluyla gücü‐müz artar, işbölümü yapmak suretiyle kabiliyetlerimiz genişler ve karşılıklı yar‐dımlaşarak talih ve kazalara daha az açık hale geliriz.” Toplum sağladığı “bu ilave  güç,  kabiliyet  ve  güvenlik  nedeniyle”  insan  için  avantajlı olur.(T:III.2.2,485)  

Toplum avantajlıdır ancak insanlar bu eğitimsiz durumda ve sırf akıl‐larıyla  onun  avantajlarını  fark  edip  toplum  haline  geçmiş  olamazlar. Hume’un anlayışına uygun olarak  insanları  toplum halinde birleşmeye yönelten yani toplumun kökeni olan bir doğal güdü veya eğilim gerekli‐dir. Hume bu güdüyü erkek ve kadın cinsleri arasındaki birbirlerine yö‐nelik doğal şehvet olarak görür. “Toplumun ilk ve kökensel ilkesi cinsler ara‐sındaki bu doğal  çekim” olmalıdır.(T:III.2.2,486) Çiftler ortak  çocuklarının yetiştirilmesi ve bakımına yönelik ilgi ile aile içinde bir birlik ve bağ ku‐rarlar. Ailelerin biraraya gelmesiyle de giderek  topluluk büyür ve  top‐lum haline gelir. Aile  içinde ve giderek diğer ailelerle  ilişkilerde gelişti‐rilen bu işbirliği ve dayanışmanın avantajlarının deneyimlenmesi insan‐lara  toplumun  avantajlarını  gösteriyor  olmalıdır.  Çocukların  yetişmesi esnasında bu  ilişki ve bağlar onlara aktarılır ve zaman  içinde  toplumu oluşturan bağlar ve ilişkiler geliştirilir.(T:III.2.2,486; E:II.3.1,192) 

Hume,  tek  başına  yaşamanın  dezavantajları  ve  cinsler  arasındaki (üremeye  yönelik)  seksüel  çekimin  insanları  toplum halinde yaşamaya zorlamasına karşın  insan doğasında ve  insanın dışsal  koşullarında  bu‐nun tam tersi bir etki yaratan unsurların bulunduğunu düşünür. Bu un‐surlar  toplum halinde yaşamaya uygun düşmezler, onu çökertmeye ve varlığına son vermeye yönelik bir etki yaratırlar. Bu unsurlar  iki başlık altında  toplanmış  olmakla  birlikte  onların  yıkıcı  ve  tahrip  edici  etkisi birbirlerine denk düşmüş olmalarıyla ortaya  çıkar.  İlk unsur  (ya da  en 

ve  bundan  sonra  verilen  atıflarda,  eser  (E)  ile  ve  İkinci  Enquiry  (İnceleme)  olan  The Princıples of Morals (II) ile gösterilecektir. Ardından kısım, bölüm ve sayfa numarası verile‐cektir.  

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

229

dikkate değer olanı) insanın doğasında bulunan bencilliktir. Bencillik in‐sanın  “kendisini  herhangi  tekil  bir  kişiden  daha  fazla  sevmesi”  ve  diğerleri karşısında kendini kayırması anlamına gelir.  İkinci unsur  insanın dışsal mülkiyetlerine  ilişkin  istikrarsızlık ve bunların kıtlığıdır. Hume  insanın “zihnin içsel tatmini”, “bedenin dışsal üstünlükleri” ve “çalışması ve talihi ile elde  ettiği mallar” olmak üzere  sahip olduğu üç  tür mülkiyet olduğunu belirtir.  Bunlardan  ilkinden  yaralanmak  tam  anlamıyla  güvencededir, ikincisi  ise  ona  sahip  olandan  alınabilir  ancak  alana  fayda  sağlamaz. Üçüncü grup sahiplik yani  insanın “çalışması ve talihi yoluyla edindikleri” ise diğerlerinin saldırısına açıktır, bu sahiplikler herhangi bir zarar gör‐meden  insandan alınabilirler ve alan kişiler  tarafından kullanılabilirler. Buna  ilave olarak bu mallar kıttır ve herkesin  ihtiyaç ve arzularına kar‐şılamaya yetecek miktarda değillerdir.(Treatise:III‐2‐2,486‐488)  

Öyleyse, bir yandan  toplum halinde yaşamanın sağlayacağı avantaj‐lar, diğer yandan dışsal sahipliklerin güvencesinin yokluğu ve kıtlık ko‐şulları  ile  insan bencilliğinin biaradalığı  toplumun varlığı  için birbiriyle çelişen  etkiler oluştururlar. Bu  çelişki ve  çatışmanın giderilmesinin uy‐gun bir yöntemini bulmaya yöneldiğinde insan adaleti de üretmeye baş‐lamış  demektir.  Bu  çelişkiye  çözüm  insanlar  tarafından  adaletin  ku‐rallarının icat edilmesiyle sağlanır. 

İnsan kendisine sağladığı yüksek  fayda ve avantajlardan dolayı  top‐lum halinde yaşamaya zorlanır. Toplum halinde yaşamak  şahsi  ilişkile‐rin ötesine uzanır ve “yabancılarla”  işbirliği yapmayı gerektirir. Toplu‐mun ayakta kalabilmesi ve  işbirliğini sürdürebilmek  için  işbirliği kural‐larının  (erdemlerin)  tarafsızlık  içermesi  gerekir.  İnsan  yakınlarıyla  ve sevdikleriyle ilişki ve işbirliğinde ciddi bir sıkıntı çekmez. Çünkü haliha‐zırda sahip olduğu doğal tutku ve güdüleri bunu kolaylaştıran bir fonk‐siyona sahiptir. Durum şahsi ilişkileri aşan bir boyuta ulaştığında sıkıntı başlar ve  insanın  tarafgirliği  toplumdaki gayri  şahsi  ilişkileri ve  işbirli‐ğini  sürdürmeye  engeldir.(Cohon  2008:164) Ancak,  insanlar  toplumun sağlayacağı  yüksek  avantajlar  uğruna  bu  işbirliğini  temin  etmenin  ve toplumu  ayakta  tutmanın  bir  yolunu  bulurlar.  Adalet  kuralla‐rını/erdemlerini  icat ederler. Adalet erdemi/kuralları bir arada yaşamak uğruna  insanın  doğal  tarafgirliğine  bulunmuş  bir  çaredir.  Adalet  bir arada yaşamı ve işbirliğini mümkün kılmak için insanlar tarafından icat edilmiş bir araç ve üretilmiş bir konvansiyondur.(T:III.2.2,488,496) 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

230

“O zaman çare doğadan değil ama beceriden türer. Daha uygun bir ifa‐deyle söylersek, doğa duygularda (affection) düzensiz ve elverişsiz olan şey için yargıda ve  anlıkta  (understanding) bir  çare  temin  eder.  İnsanlar  top‐lumda  erken  eğitimleri  ile  toplumun muazzam  avantajlarına duyarlı hale gelirler ve bunun yanısıra birliktelik (company) ve muhabbet (conversation) için yeni bir duygu edinirler. İnsanlar toplumdaki başlıca rahatsızlığın dış‐sal mallar dediğimiz bu mallardan ve onların kolayca kaybedilmesi ve bir kişiden diğerine kolayca  transferinden ortaya  çıktığını gözlemledikleri za‐man, bu malları da mümkün olduğunca zihnin ve bedenin sabit ve değiş‐mez avantajlarıyla aynı düzleme getirmek suretiyle bir çare aramak zorun‐dalar.”(T:III.2.2,489) 

b) Konvansiyonlar  Hume’da toplum haline gelmek ile adaletin kurallarını icat etmek ay‐

nı zamana denk gelen oluşumlardır. Zira adalet olmaksızın toplum yani çok sayıda insanın koordinasyon ve işbirliği mümkün değildir. Öyleyse insanlar toplumun kendilerine sağlayacağı avantajlar ve faydalar hatırı‐na, doğalarında ve dış koşullarında bulunan olumsuzluklara rağmen ve‐ya bunlara çare olarak adalet konvansiyonunu üretmeye yönelmişlerdir. Hume’da konvansiyonlar yapay erdemlerin tümünde ve adalette merke‐zi bir role sahip olmakla birlikte, pek çok diğer beşerî kurum ve pratiğe de temel sağlayan bir kavramdır3. Hume’a göre bir konvansiyon bireyler arasında ortak davranışları düzenleyen bir tür anlaşmadır. Böyle bir an‐laşmayla her biri yalnız ve aktivitelerin koordine edilmediği duruma gö‐re daha yüksek fayda elde eder.(Schmidt 2003:257) Toplum  içindeki or‐tak davranışlarımızı koordine etmemize  imkân veren konvansiyonların kurulması “diğerlerinin eylemlerini  tahmin etmek ve motivasyonlarını algıla‐mamıza  izin  veren  sempati  ve muhakeme”  vasıtasıyla  gerçekleşir.(Schmidt 2003:  258)  Bir  konvansiyonu  ortaya  çıkaran  şey  genel  bir  ortak  çıkar 

3 Hume’da konvansiyonlar insanların ortak aktivitede bulunduğu ve davranışlarını koor‐dine etmelerini gerektiren neredeyse her alanda geçerli olan oldukça geniş bir anlama sa‐hip. Bu konuda Claudia M. Schmidt  şu değerlendirmeyi yapıyor: “Özetle, Hume  iki veya daha fazla kişi arasındaki bütün koordine edilmiş aktivitelerde konvansiyonların ‐yani bir kuralı iz‐lemek konusunda açık yada gizli bir anlaşmanın‐  izini buluyor. Konvansiyonlar güçlerine ve sü‐rekliliklerine göre geçici düzenlemelerden başlayıp, geleneklere, bir sosyal kurumun kurallarına ve son olarak devlet otoritesi tarafından kurulan ve uygulanan yasalara kadar uzanan bir dizi halinde sıralanıyorlar. Biz; ortak projelerde, sembollerin ortak kullanımında, görgü kurallarında, mülkiyet ve  sözleşmeleri  düzenleyen  kurallarda,  hükümetin  ortaya  çıkışında,  egemenliğin  devri  ve  kabu‐lünde, dini cemaatlerin ayin pratiklerinde ve hatta oyunlarda bile konvansiyon örneklerini buluyo‐ruz.”(Schmidt 2003:259)  

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

231

(common  interest) duygusudur. Adalet konvansiyonunda bu ortak çıkar adalet olmadığında toplum çökeceği ve dağılacağı için herkesin büyük bir kayba uğrayacağı gerçeğinde yatar. İnsanlar bu “ortak çıkar” duygusu ile diğerlerinin de aynı şekilde davranacağı varsayımı/beklentisi ile davranış‐larında bu kurallara uyma konusunda genel bir mutabakata varırlar. 

“Toplumun her bir üyesi bu çıkara duyarlıdır: Her biri, diğerlerinin de aynı  şeyi yapması  şartıyla  eylemlerini ona uygun hale getirdiği kararı  ile birlikte hemcinslerine  (fellow) bu duyguyu  ifade eder. Onlardan herhangi birini adil bir eylem sergilemeye ikna etmek için daha fazla bir şeye ihtiyaç yoktur. Bu diğerlerine  örnek  olur. Ve  böylece  adalet  bir  tür  konvansiyon veya anlaşma yoluyla kendisini tesis eder…” (T:III.2.2,498) 

“Ama  konvansiyon;  her  bir  insanın  kendi  yüreğinde  hissettiği,  hem‐cinslerinde de gördüğü ve diğerleriyle birlikte onu da, kamu faydasına yol açan genel bir plan veya eylemler  sistemi  içine çeken bir ortak çıkar duy‐gusu anlamına geliyorsa, bu tam da konvansiyon olmalı…”(E:II.App.3,306) 

Konvansiyonlar  adalet  de  dâhil  tüm  yapay  erdemleri  icat  etmenin yöntemidir. Konvansiyonlar olmadan insan doğal tutku ve güdüleri yo‐luyla  yapay  erdemlerin  gerektirdiği  şekilde  davranmaya  yönlendirile‐mezdi. “Buluşçu bir  tür  olarak”  insan o konuda konvansiyonlar kurmak suretiyle ortak  çıkara hizmet  edecek kişisel özellikleri birer  erdem  (ya‐pay) olarak üretir.(T:III.2.1,484) Bu kişisel özellikler  insanları konvansi‐yonlarla  inşa  edilen kurallara uygun davranmaya yönlendirir.(Schmidt 2003:233) Konvansiyonlar  olmadan  insanlar  toplum  içinde  birbirleriyle olan aktivitelerini ortak bir  şema  içinde koordine etmeyi başaramazlar. Adalet yalnızca böyle bir konvansiyonun varlığı ile faydalı hale gelir ve insanlar ona uygun davranmaya yönlendirilirler.(T:III.2.2,490,498) 

Hume konvansiyonun ne olduğunu daha iyi anlatabilmek için çeşitli örnekler verir.  İnsanların kurduğu diğer konvansiyonlara örnek olarak lisanı  ve  altın  ve  gümüşün mübadelenin  ortak  ölçüsü  olmasını  örnek gösterir.  Bir  lisan  da  insanlar  arasında  iletişim  kurmak  amacıyla  her‐hangi bir verilmiş söz olmaksızın zaman içinde aşamalı olarak kurulmuş bir konvansiyona dayanır. Yine Hume iki kişinin bir teknede kürek çek‐mesi örneğini verir. Bu iki kişi aralarındaki bir uzlaşı üzerine birlikte kü‐rek çekerler. Teknenin hareket etmesi ve gideceği yere ulaşması bu  sa‐yede  mümkündür.  Bu  işbirliğinde  her  ikisinin  de  çıkarı  ortak‐tır.(T:III.2.2,490;E:II.3.8,306)  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

232

Hume’a göre bir konvansiyon insanların biraraya gelerek birbirlerine açıkça söz vermeleri ya da yazılı veya sözlü bir anlaşma yapmaları biçi‐minde  kurulmaz. Adalet  konvansiyonu  bir  anlamda  kendiliğinden  ve zaman  içinde kurulur. Her biri kişinin öyle bir konvansiyona gidilme‐sinde  yatan  ortak  çıkarı  algılaması  ve  diğerlerinin  de  aynı  ortak  çıkar duygusunu  algıladıklarının varsayılması üzerine,  ona uygun davranış‐larda bulunmakla, zaman içinde kurulur. Hume’un adalet konusundaki konvansiyon açıklamasını daha iyi anlayabilmek için Adam Smith’in gö‐rünmez el (invisible hand) ve Friedrich August von Hayek’in kendiliğinden doğan  düzen  (spontaneous  order)  kavramları  işe  yarayabilir. Hume’da adalete ilişkin konvansiyonlar görünmez el ve kendiliğinden doğan dü‐zen  kavramlarıyla  bir  takım  benzerlikler  taşımaktadır. Hume’un  kon‐vansiyonları da kendiliğinden düzende olduğu gibi önceden tasarlanıp, planlanmadan  insanların o yöndeki davranışları  ile ortaya çıkar. Adeta görünmez bir elin işlemesiyle adaletin kuralları insanlar arasında geçerli hale gelir. 

Öyleyse  bir  konvansiyon,  bizim  örneğimizde  adalet  konvansiyonu; bir  söz  verme  eylemi  değildir,  ortak  davranışlara  –  adalet  örneğinde mülkiyetle  ilgili ve  ilişkili davranışlara‐  rehber olan kuralları  içerir, ko‐şulludur ki diğerlerinin de öyle davranması koşuluyla biz de davranışla‐rımızda o kuralı izleriz, karşılıklı beklenti içerir ki herkesin ya da en azın‐dan çoğunluğun o kurallara uyacağı beklentisi ile davranışlarımızı kural‐lara  uydururuz,  bir  ortak  çıkar  duygusunun  algılanmasını  gerektirir  ki herkes bu çıkarı algılar ve hemcinslerine ifade eder.(Rawls 2000:60‐61)  

c) Adaletin Kuralları Adalet konvansiyonlar arasında en önemlisidir ve toplumu ayakta tu‐

tan bir omurga veya  iskelete benzer. Adalet toplumun varlığı için o ka‐dar önemlidir ki,  insanlar devlet/hükümet olmadan  toplum halinde (bu ancak eğitimsiz ve nüfus  itibariyle küçük  toplumlar  için mümkün olsa da)  yaşayabilirler,  ancak  adalet  olmadan  toplumun  ayakta  kalması  ve sürdürülmesi mümkün  değildir.(T:III.8.2,539‐40)  Adaletin  yasaları  hü‐kümete  ve  ona  itaate  önceldir.(T:III.8.2,541) Hume  çağına  hâkim  olan doğal durum tasarımına karşın, insanlığın toplumu önceleyen yabanıl ve yalnız durumda dikkate değer bir süre kalmasının bütünüyle  imkânsız olduğunu, dolayısıyla  ilk durumun  toplumsal olarak addedilebileceğini belirtir.(T:III.2.2,493) Öyleyse insan, neredeyse yeryüzünde var olmasıyla birlikte  toplum haline gelirken adaletin kurallarını da üretmeye başlar. 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

233

Bu durumda, insan için bu kadar hayatî ve temel bir konu olan adaletin kurallarının ya da adalet üzerine kurulan konvansiyonların neler oldu‐ğuna bakmak gerekir.  

Hume’un teorisine göre adalet temelde mülkiyet meselesiyle ilgilidir, zira toplumu tehdit eden ve onun için yıkıcı bir potansiyel taşıyan unsur insanların mülkiyetlerinin istikrarsızlığı ve saldırıya açıklığıdır. O halde adalet mülkiyete istikrar, güvence ve belirlilik sağlayan kurallardan olu‐şur ya da daha doğru bir  ifadeyle mülkiyet meseleleriyle  ilgili çekişme‐leri giderecek ve insanların üzerinde uzlaştıkları bazı kurallardan oluşur. Hume’a göre;  

“Tüm dışsal malların  sahipliği değişebilir ve belirsizdir;  toplumun ku‐ruluşuna en büyük engellerden birini oluşturan bu durum,  insanların açık ya da zımni evrensel bir anlaşmayla, bizim şimdi adalet ve hakkaniyet ku‐ralları  dediğimiz  şey  ile  kendi  kendilerini  kısıtlamalarının  sebebi‐dir.”(T:III.2.3,505) 

Bu bağlamda adaletin üç ana çatısı vardır:  İlki, her bir kişinin sahip olduklarının/mülkiyetinin  tanınması  ve  güvenceye  alınması  (bir  tür mülkiyetin  ilk  edinimi);  ikincisi  mülkiyetin  rızayla  devri  (mülkiyetin transferi) ve üçüncüsü sözleşmeler ve sözlerin yerine getirilmesidir (ah‐de  vefa  ilkesi).(T:III.2.3,III.2.4,III.2.5;501‐525)  Bu  üç  temel  kural  aslında adaletin,  özel  mülkiyet  sisteminin  tanınması  ve  onun  işleyiş  kural‐larından oluşan bir şema olarak tanınması anlamına gelmektedir4.  

İlk kuralla ilgili olarak, Hume toplumun (dolayısıyla adaletin) ilk ku‐ruluşunda kimin neye  sahip olduğunun/olacağının  istikrara ve kararlı‐lığa  kavuşturulması  hususunda  insanların  hangi  ilke  veya  yöntem  üze‐rinde anlaşacakları/anlaştıkları konusunu irdeler. Bu soruya kurgusal bir sözleşme  tasarımı5  yoluyla verdiği  yanıt;  “en  elverişli  çare  olan,  herkesin hâlihazırda sahip olduklarından yararlanmaya devam etmesini insanlar kolayca 

4 Hume adaletin kuralları olarak özel mülkiyet dışında başka mülkiyet  sistemlerini dik‐kate almamış olması eleştirilmiştir. Bkz. Mackie 1980:93. 5 Hume sivil toplumun kuruluşunun ve temelinin kurgusal bir sözleşme teorisinin bir ol‐guyu ve  tarihte yaşanan bir durumu anlatmak veya açıklamak  için uygunsuz olduğunu belirtir. Böyle bir sözleşmenin gerçekten yapıldığını  ileri sürmedikçe filozofların bu yön‐teme başvurmalarında bir sakınca olmadığını söyler. Burada Hume gerçekte aşamalı ola‐rak ortaya  çıkan ve akılla keşfetme yöntemiyle değil deneyimle algılanan  fikirlerin  söz‐leşme metaforuna başvurularak gösterilmesiyle ilgilenmektedir. (T:III.2.2,493;T:III.2.3,502‐3) 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

234

kabul  edeceklerdir”  şeklindedir.(T:III.2.3,503‐4)  Bunun  anlamı,  başlangıç noktası olarak herkesin halihazırda bir şekilde sahip oldukları ve zilyet‐lerinde bulunanlar üzerinde mülkiyet haklarının kurulmasını  almaktır. Aslında bu basit kural Hume’un  adalet/mülkiyet  teorisinin bir  tür  “ilk edinim” (acquisition) kuralıdır ki, toplumun ilk kuruluşundaki “ilk edi‐nimi” açıklar. Ancak, bu  ilke  toplumun  ilk kuruluş  aşamasının ötesine taşınamaz, çünkü herkesin elinde bulundurduğu üzerinde mülkiyet hak‐kını her zaman tanımak hırsızlık, gasp veya sadece elinden alma ile mül‐kiyetin oluştuğunu kabul  etmek  anlamına gelir ki, ne  faydalıdır ne de mülkiyetin  istikrarsızlığı  ile  ilgili  başlangıçtaki  soruna  tatmin  edici  bir çözüm sunar. Bu  ilkeyi sürekli olarak uygulamak “haksızlığa müsaade et‐mek ve onu ödüllendirmek” anlamına gelecektir.(T:III.2.3,505)  

Hume  toplumun  ilk oluşumundan sonrası  için geçerli olan mülkiyet edinimine ilişkin ilkeleri soruşturur ve bunlar arasında “dikkate değer dört tanesini” inceler. Bu dört ilke; “işgal, zamanaşımı, artış (accession) ve vera‐set”tir.(T:III.2.3,505)  İnsanlar arasında  işgal yoluyla  (bir dışsal malın  ilk sahipliği) edinilenlerin mülkiyet yarattığı konusunda uzlaşı olmakla bir‐likte, pek çok durumda bir şeyin kime ait olduğu konusunda çekişmeler bulunabilir. Hume’a göre bu tür tartışmaların pek çoğunda net ve kesin bir karara ulaşmak için sağlam bir standart bulmak pek mümkün değil‐dir. Bununla birlikte insanlar tabiri caizse pratik içinde “şu ya da bu yol‐da” bu tartışmaları ve çekişmeleri giderirler.(T:III.2.3,506‐7;T:2.3.dipnot1, 506‐8) Dışsal şeylerin sahipliğinin istikrarsızlığı öyle rahatsız edicidir ki, “[i]nsanlar çok kısa bir süre için bile mülkiyeti askıda bırakmayı veya şiddet ve karışıklığa en ufak bir açık kapı bırakmayı istemezler.”(T:III.2.3,505) Mülkiyet edinmeyle ilgili Hume’un ele aldığı ikinci durum olan artış yoluyla edi‐nim,  sahip olunan malların  semereleri üzerindeki mülkiyeti  ifade eder. Hume, ağaçların meyveleri, hayvanlardan elde edilen ürünler vs. gibi sa‐hipliklerde  insanların o  semereyle onu üreten  asıl mallar  arasında haklı olarak bağlantı kurduklarını belirtir. Öyleyse malların semereleri de o mal‐lara  sahip  olanlara  ait  olarak  kararlaştırılır.(T:III.2.3,509) Üçüncü  durum zaman  aşımıdır  ve  burada  zilyetlik  durumunun mülkiyet  hakkına  dö‐nüşmesi söz konusudur. İlk malikliğin belirsizleştiği ve bulanıklaştığı du‐rumlarda belli bir süre onu elinde bulunduranın o mal üzerinde mülkiyet hakkı  olduğu  kabul  edilir.  (T:III.2.3,507‐8)  Son  durum,  veraset  yoluyla mülkiyet edinimidir, ki bu edinim  insanlar öldüklerinde sahip oldukları‐nın mülkiyetinin ne olacağı sorusuna bulunan bir çözümdür. Hume’a göre 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

235

ebeveynler ve yakın akrabaların mallarının, onlar öldükten sonra en değer verdikleri kişilere ve yakınlarına geçmesini olağan karşılarız. Özellikle ço‐cuklar ilk akla gelenlerdir, çünkü ebeveynlerle çocuklar arasındaki ilişkiyi onların mallarına da yükleriz. Üstelik mallarının çocuklarına ve sevdikle‐rine geçeceğini düşünmek insanları daha çalışkan ve tutumlu olmaya yön‐lendirir, ki bu da insanlığın genel çıkarına uygundur.(T:III.2.3,510‐3)  

Buraya kadar belirtilen kurallar  insanların adalet üzerine kurdukları birinci  konvansiyon  olan  ve mülkiyetin  istikrarı  veya  sabitliğini  temin etmeye yönelik olan mülkiyetin (ilk) edinimiyle ilgilidir. Adalet üzerine kurulan ikinci temel konvansiyon mülkiyetin transferi meselesiyle ilgilidir. Mülkiyetin istikrara kavuşturulması, yani kimin neye sahip olduğu veya neyin üzerinde mülkiyet hakkı olduğunun olabildiğince kesin ve açık bi‐çimde belirlenmesi  toplumun ayakta kalabilmesi  için en önemli mesele olmakla  birlikte,  sorunların  tümünü  çözmek  için  yeterli  değildir. Kişi‐lerle  malların  birbirine  sürekli  “sabitlenmesi”  çeşitli  sıkıntılar  yaratır. Hâlihazırda ellerinde bulunan mallar  insanların arzu ve  isteklerini kar‐şılamakta yetersiz kalabilir. Bazı kişiler kendileri için elverişsiz veya uy‐gun  olmayan mallara  sahipken,  bunlar  başkalarına  uygun  olabilir.  İn‐sanlar farklı doğal yeteneklerinden dolayı veya uzmanlaşma yoluyla ba‐zı malları üretme  veya  onları değerlendirme  konusunda diğerlerinden daha iyidirler. Aynı şekilde dünyanın farklı yerlerinde farklı mallar üre‐tilir. Sürekli sabitliğin sıkıntılarını gidermek için malların el değiştirebilir olduğunun  veya  devredilebilir  olduğunun  tanınması  gerekir.  Ancak yöntem  insanların kendilerine uygun bulduklarını zorla ele geçirmeleri olamaz, çünkü bu başlanılan noktaya geri dönmek anlamına gelir ki, in‐sanları  adaleti  icat  etmeye  zorlayan  şey  sahipliklerdeki  istikrarsızlıktı. Hume’a göre malların sahipliğinde katı bir sabitlik ile belirsizlik ve deği‐şebilirlik  arasında orta noktayı bulan bir uzlaşı olarak, mülkiyetin ona sahip olanların rızalarıyla devredilebileceğinin kabul edilmesi kuralı ortaya çıkar.(T:III.2.4,514‐6) Bu kural veya uzlaşı hem mülkiyette istikrara hem de onların dolaşımına ve değişimine imkân veren en uygun yoldur. 

Yukarıdaki  iki kural  ile  adalet büyük ölçüde ortaya  çıkmış olmakla birlikte  bunlara  bir  son  kural  eklenmeden  bütünüyle  tamamlanmaz. Adaletteki bu üçüncü sütun verilen sözlerin yerine getirilmesidir.6 Adaletin 

6 Hume’da  sözleri yerine getirme yükümlülüğünün nerden geldiğine dair bir değerlen‐dirme için bkz: William Vitek (1986) 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

236

diğer kurallarında olduğu gibi sözleri yerine getirmeye ilişkin olarak da insanın doğal bir eğilimi veya güdüsü yoktur. Dolayısıyla insanların söz‐lerini  yerine  getirmeleri  yönünde  sahip  oldukları  doğal  bir  yüküm‐lülükleri de yoktur. Toplum halinde yaşamanın ve işbirliğinin avantajla‐rından insanların tam olarak yararlanabilmeleri söz verme ve yerine ge‐tirmenin bir konvansiyon olarak icat edilmesini gerektirir. Söz vermeden kaynaklanan yükümlülük her ne kadar doğal bir ödev değilse de, sözle‐rini yerine getirmenin sağlayacağı karşılıklı ve ortak avantajları toplum‐sal deneyim  içinde  fark  etmeleri yoluyla  söz vermeyi ve  sözleri yerine getirmeyi bir kural olarak icat ederler ve üretirler.(T:III.2.5) Söz verme ve sözleri yerine getirmenin  icadı  insanların diğerleriyle ortaklık ve  işbirli‐ğine girmeleri ve bu yolla daha verimli ve kazançlı  sonuçlar  elde  ede‐bilmeleri için bir tür karşılıklı güven zemini sağlar.  

III. ADALETİN DOĞASI Hume ahlakı normlar üzerinden değil erdemler üzerinden ele alır. Yani ahlâkı  belli  davranışların  yapılmasını  ve  yapılmamasını  buyuran  bir normlar sistemi olarak düşünmez. Ahlâk karakter veya kişilikte bulunan olumlu veya olumsuz özellikler olarak erdem ve erdemsizliklerden olu‐şur.  Eylemler  karakterdeki  bu  özelliklerin  işaretleri  olarak  kabul  edi‐lir.(T:III.2.1,477‐8) Belli bir erdem veya erdemsizlik insanları belli bir şe‐kilde davranmaya veya davranmamaya götürür. Bir eylemi ahlâken tas‐vip ettiğimizde aslında o eylemi üreten karakter özelliğini tasvip ederiz. Bu yüzden Hume adaleti olumlu bir karakter özelliği, bir erdem olarak tanımlar. Hume’un zaman zaman dürüstlük, doğruluk, hakkaniyet ola‐rak da adlandırdığı adalet erdemi  insanları adil davranmaya yönlendi‐ren ve  adaletsiz davranmaktan onları  alıkoyan bir karakter özelliğidir. Ancak  sıradan  bir  erdem  değildir.  İnsan  ve  toplum  için  hayatî  önemi olan, buna karşın doğal değil yapay olan bir erdemdir. 

Bilindiği üzere Hume’da  ahlâk  akıl üzerine değil,  algılar ve dolayı‐sıyla  duygular  üzerine  temellenir.(T:III.1.1,455‐70)  Hume’a  göre  ahlâk doğru  anlamda  yargılanmaktan  çok duyumsanır.  İnsanların  ahlâkî  ay‐rımlarını ortaya çıkaran ve üreten kaynak duygulardır. Ahlâkî ayrımları yani  iyi  ile kötü olan veya erdemli  ile erdemsiz olan arasındaki değer‐lendirmemizi aklımız ile değil duygularımız vasıtasıyla yaparız. Ahlâkla ilgili olarak bir karakter özelliği veya bir eylemi gördüğümüz veya onun üzerine düşündüğümüzde bizde bir izlemin (impression) ortaya çıkar ve 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

237

bu izlemin o şeye ilişkin algımızı oluşturur. Bu izlenimlerin bizde yarat‐tığı duygular vasıtasıyla ancak ahlâkî ayrımları yapabiliriz. Bu anlamda duygular haz ve acı olmak üzere iki ana gruba ayrılır. İlk gruptaki duy‐gular bir kişilik özelliğini veya bir  eylemi  ahlâken doğru ve  iyi olarak yargılamamıza,  ikinci gruptaki duygular bir kişilik özelliği veya bir ey‐lemi ahlâken yanlış ve kötü olarak değerlendirmemize sebep olurlar. Bir kişisel özellik veya eylem erdemli olduğu için bize haz vermez, bize haz verdiği için onları erdemli olarak kabul ederiz. Bir kişilik özelliği örneğin cömertlik  üzerine  düşündüğümüzde  bizde  haz  üretiyor  ve  hoşumuza gidiyorsa o özelliği erdem olarak, benzer şekilde örneğin pintilik üzerine düşündüğümüzde  bizde  acı  ve  hoşnutsuzluk  üretiyorsa  o  özelliği  er‐demsizlik olarak yargılarız.(T:III.1.2,470‐6) 

“Şimdi, ahlâkî iyiyi ve kötüyü bilinir kılan ayırt edici izlenimler belli acı‐lar (pain) veya hazlardan (pleasure) başka bir şey olmadığından; bu ahlâkî ayrımlarla ilgili bütün incelemelerde, bir karakterin niye övgüye değer veya kınanabilir olduğuna  tatmin edici bir  cevap vermek  için, herhangi bir ka‐rakterin  gözlenmesinin  bizde  bir  tatmin  veya  rahatsızlık  (uneasiness)  ya‐ratan ilkelerini göstermek kâfi olacaktır. Bir eylem, duygu veya karakter ni‐ye erdemli veya erdemsizdir? Çünkü onun görünmesi belli bir tür acı veya hazza  sebep  olur.  O  halde  haz  veya  hoşnutsuzluk  için  bir  gerekçe  ver‐diğimizde, erdem veya erdemsizliği kâfi derecede açıklarız. Erdem duygu‐suna sahip olmak bir karakterin düşünülmesinden belli  tür bir  tatmin his‐setmekten başka bir şey değildir. Hisler övgü veya takdirimizi tesis ederler. Ne daha ileriye gideriz ne de tatminin sebebini inceleriz.”(T:III.1.2,471) 

Öyleyse insanda bir haz veya tatmin uyandıran bir karakter özelliğini veya  eylemi  ahlâken  tasvip  ederken  (approval), acı veya hoşnutsuzluk yaratan bir karakter özelliği veya eylemi ahlâken kınarız. Hume ahlâkla ilgili hazzın ve acının dört  farklı kaynaktan/gerekçeden ortaya çıkabile‐ceğini belirtir: Kişinin kendisine faydalı olan, diğerlerine faydalı olan, ki‐şinin kendisine doğrudan hoş gelen (agreeable) ve diğerlerine doğrudan hoş gelen. Hume’a göre ahlâken tasvip ettiğimiz karakter özellikleri yani erdemler bu dört ana kategoriden en az birine veya birkaçına dâhildir. Bir karakter özelliği ona sahip olan kişinin kendisine faydalı veya diğer‐lerine  faydalı  olduğunda,  kişinin  kendisine  veya diğerlerine doğrudan hoş  geldiğinde  bir  gözlemcide  (spectator)  haz  ve  hoşnutluk  duygusu üretir. Bu haz o karakter özelliğinin ahlâken tasvip edilmesine ve bir er‐dem olarak kabul edilmesin yol açar. Bu dört durumunun negatif versi‐yonu  ise acı ve rahatsızlık yaratır ve o kişilik özelliğini erdemsizlik ola‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

238

rak  kabul  edilerek  ahlâken  kınanmasına  yol  açar.(T:III.3.1,590‐1,Sayre‐McCord 2006: xx‐xxi) 

Bu açıklama Hume’un erdemlere ilişkin yaptığı genel açıklamadır. Söz adalet erdemine geldiğinde ilave açıklamalar gereklidir. Adaletin bu dört kategoriden biri veya birkaçına dâhil olduğunu, dolayısıyla bizde yarattığı haz veya tatmin ile onu erdem olarak kabul ettiğimizi basitçe söyleyeme‐yiz. Adalet ayrı bir açıklamayı gerektirir, ne var ki bu açıklama basit ve ko‐lay anlaşılır olmadığı gibi pek çok soru ve tartışmaya da açıktır. 

a) Yapay Bir Erdem Hume ahlâkı oluşturan erdemleri doğal erdemler ve yapay erdemler ola‐

rak ikiye ayırır7. Çok sayıda olduğunu düşündüğü doğal erdemler8 ara‐sında  iyilikseverlik, cömertlik, merhamet, hayırseverlik,  ılımlılık, yaşam sevgisi,  çocuklara  yönelik  sevecenlik  gibi  özellikleri  saymıştır.(Rawls 2000:54;T:417,578) Yapay  erdemler  arasında  adalet, devlete veya hükü‐mete  bağlılık,  evlilik dışı ve  sadakatsizlik  içeren  cinsel  ilişkiden  kaçın‐mak anlamında  iffet‐namus, görgülü olmak ve  tevazu gibi kişisel özel‐likleri sayar.(Cohon 2008:128;T:III.2.1,477‐84;T.III.2.8,539‐49;T:III.2.12,570‐3) Burada Hume’un erdemleri yapay olarak adlandırırken bunları doğal olanlardan daha az “erdemli” olarak gördüğü veya bunları  sahte veya hakiki  görmediği  gibi  bir  imasının  bulunmadığı  belirtmek  gere‐kir.(Baillie 2000:142;Rawls 2000: 52) 

Hume’un yapay ve doğal erdemler arasındaki ayrımı neye dayandır‐dığı  konusunda  farklı  görüşler  vardır.  Yaygın  olan  bir  yaklaşım Hume’un doğal ve yapay erdemler arasındaki ayrımını çıkar kavramını merkeze  alarak  açıklar9.  Buna  göre  doğal  erdemler  “yakın  çıkarları‐

7 Bir değerlendirmeye göre Hume ahlâkı tamamen yapay kabul edenlerle, tamamen doğal kabul edenler arasında orta yoldan giderek ahlâkı ne tamamen doğal ne de tamamen ya‐pay olarak görmüştür. Thomas Hobbes ve Mandeville ahlâkın tamamen yapay ya da bir uzlaşı olduğunu düşünürken, diğer  taraftan  John Locke ve Francis Hutcheson  ise  tama‐men doğal olduğunu ileri sürmüşlerdir.(Cohon 2008:163) 8 Hume çok sayıda olduğunu belirttiği doğal erdemleri üç ana grupta toplar: Zihin büyük‐lüğü ile ilgili erdemler, iyilik ve iyilikseverlik ile ilgili erdemler ve doğal yetenekler ile il‐gili erdemler.(T:III.3.2‐3‐4, 592‐614) 9  Bu  konudaki  çeşitli  görüşler  için  Ted  A.  Ponko  şu  kaynakları  işaret  ediyor:  “Barry Straud, Hume (London: Routledge and Kegan Paul, 1977), Bölüm IX; J.L. Mackie, Hume’s Moral Theory, London: Routledge and Kegan Paul, 1980), Bölüm VI, Kesimler 1‐3; Pall S. Ardal,  Passion  and Value  in Hume’s  Treatise,  (Edinburgh:  Edinburgh University  Pres, 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

239

mızla”  ilgiliyken,  yapay  erdemler  “uzun dönemli  aydınlanmış  çıkarla‐rımızla”  ilgilidir.(Ponko  1983:46)  Başka  bir  değerlendirmeye  göre Hume’un bu ayrımı neye dayanarak yaptığı konusunda değerlendirmeci yorum  ve motivasyon  yorumu  (evaluative  and motive  interpretations) olmak üzer iki farklı görüş vardır. Bunlardan ilkine göre doğal ve yapay erdemler  arasındaki  fark,  erdemlere  kaynaklık  eden  “duyguların  bize konvansiyon tarafından düzeltilmiş veya etkilenmiş sempati vasıtasıyla” gelip gelmediğinde yatar. Doğal erdemlerde  sempati üzerinde konvan‐siyonun bu tür bir etkisi yokken, yapay erdemlerde vardır. İkinci görüşe göre ise bu fark “eylem için sahip olduğumuz güdülerin kendilerinin bir konvansiyonun  sonucu  olup  olmadığında”  yatmaktadır.  Buna  göre “eğer güdüler bir uzlaşının neticesiyse, erdem yapaydır, eğer güdü bir uzlaşının  neticesi  değilse,  erdem  doğaldır.”  İlk  görüşe  göre,  adaletin duygusu  insan uzlaşıları  tarafından sempatinin düzeltilmesi ve etkilen‐mesi vasıtasıyla ortaya çıktığı  için adalet yapay bir erdemdir.  İkinci gö‐rüşe göre adalete kaynaklık eden duygunun güdüsü doğal değil yapay olduğu, yani bir uzlaşının neticesinde ortaya çıktığı için adalet yapay bir erdemdir.(O’Day 1994:129) Yine başka bir değerlendirmeye göre Hume doğrudan hoşa giden eylemler sergilemeye yönlendiren güdüleri doğal erdemler  olarak  adlandırırken,  toplumun  çıkarına  addedilen  kurumlar dâhilinde davranmaya yönelten güdüleri yapay erdemler olarak adlan‐dırmaktadır.(Ponko 1983:48) 

Hume’un yapay erdemleri arasında en önemlisi olan adalet diğerleri‐nin mallarından  uzak  durmak, mülkiyetin  rızayla  devrini  tanımak  ve ahde vefa gibi karakter özelliklerinden oluşur. Hume’a göre adalet doğal değil yapay bir erdemdir. 

“Erdem duygumuzun her türünün doğal olmadığını daha önce ima et‐miştim. Bazı erdemler vardır ki, insanlığın koşulları ve zorunluluklarından ortaya çıkan bir beceri veya icat vasıtasıyla haz ve tasvip üretirler. Adaletin bu türden (bir erdem)10 olduğunu iddia ediyorum…” (T:III.2.1,477). 

“Şimdi  adalet  ahlâkî  bir  erdemdir,  sırf  insanlığın  iyiliğine  yönelik  bir eğilime sahip olduğu için ve aslında o amaç için yapay bir icattan başka bir şey değildir.”(T:III.3.1,577)  

1966),  Bölüm  VIII;  ve  Duncan  Forbes,  Hume’s  Philosophical  Politics  (Cambridge: Cambridge University Pres, 1975), Bölüm II.” (Ponko 1983: 57)  10 Parantez bize aittir. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

240

Yapay bir erdem olarak adaleti doğal erdemlerden ayırt eden farklar nedir? Niye adalet doğal değil de yapay bir erdemdir? Hume’un  teori‐sinde  doğal  erdemlerle  yapay  erdemler  dolayısıyla  adalet  arasında  iki temel fark olduğu söylenebilir. İlk fark doğal erdemlerde her tekil eylem bir iyilik veya fayda üretirken, adalet erdeminde her tekil eylem bir iyilik veya fayda üretmeyebilir. Hume bunu şöyle açıklar:  

“Doğal  erdemler  ve  adalet  arasındaki  tek  fark  şunda  yatar: Doğal  er‐demlerden ortaya çıkan sonuçlar her bir tekil eylemde iyilik üretir ve bunlar bazı  doğal  tutkuların  nesnesidirler.  Oysa  adalete  uygun  her  tekil  eylem kendi başına düşünüldüğünde sık sık kamu yararına aykırı olabilir ve sa‐dece insanlığın mutabık olduğu bir eylem sistemi veya genel bir şema için‐de avantajlıdır.”(T:III.3.1,579) 

Hume’a göre doğal erdemler her bir tekil eylemde taraflardan biri ve‐ya  toplumun geneli  için bir fayda üretirler. Hume adalet gibi yapay er‐demler söz konusu olduğunda bunun geçerli olmadığını belirtir. Tek ba‐şına düşünüldüğünde bazı adil eylemler ne kişinin kendisine ne de top‐luma bir fayda sağlarlar. Örneğin, borç alınan yüklü bir miktar para pinti veya müsrif bir kişiye geri ödediğinde, borcu ödeyen gerçi adil davran‐mış ve tasvibimizi almış olur ancak ne kendisi ne de toplum fayda elde etmiş olur. Borcu ödeyen dürüst adam ciddi bir miktar parayı vermekle zarardadır. Kamu da bu paranın müsrif veya pinti birine ödenmiş olma‐sından dolayı zarardadır.(T:III.2.2,497;T:III.3.1,579;E:II.App.3,306) Burada Hume paranın ödendiği kişinin karakter özelliklerinden dolayı bu kişi‐nin elde ettiği faydayı dikkate almıyor veya bunu bir fayda olarak kabul etmiyor görüntüsü çizmektedir. Bu oldukça problemli bir yaklaşımdır ve genişletildiğinde adaletin kurallarının kişisel nitelikleri veya  ihtiyacı re‐ferans alarak işlediği bir sonuç üretebilir. Ancak Hume böyle bir sonuca varmaz. Adil eylemler her tekil edimde fayda üretmese de, adil davranış kurallarını genel ve istisnasız kabul etmek zorundayız. Çünkü her bir te‐kil eylemde bir fayda ortaya çıkmasa da, adaletin kurallarına genel ola‐rak uymakla ortaya çıkan sonuçlar bireylerin ve toplumun faydasınadır. Eylemlerimizde adaleti gözetmekle ortaya çıkan genel plan veya şemada hem her bir üyenin hem de toplumun çıkarı vardır11.(T:III.2.2,497;III.3.3, 0502; T:III.3.1,579)  

11 Bu konu “Sempati ve Kamu Çıkarı” Başlığı altında daha ayrıntılı ele alınmıştır. 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

241

Doğal erdemler  ile yapay bir erdem olan adalet arasındaki  ikinci ve daha  temel  fark  şudur: Doğal  erdemler  insan doğasında  bulunan  bazı tutku veya güdülerden kaynaklanırlarken, adalet erdemi söz konusu ol‐duğunda doğamızda böyle bir tutku veya güdü yoktur. Buna göre, adil olmak doğamızda yerleşik bulunan bir  sebepten ötürü meydana gelen bir karakter özelliği değil,  sosyal kurumların bizim üzerimizdeki etkisi nedeniyle  edindiğimiz  bir  karakter  halidir.(Panelhum  1999:135)  İnsan doğasına  yerleşik değildirler,  zaman  içinde  yavaş  yavaş  evrilerek  geli‐şirler.(Norton 1999:165) Yani adalete  ilişkin ahlâkî duygumuz doğal bir duygu  değil,  sosyal  beceriyle  üretilmiş  protez  bir  duygudur.(Cohon 2008:233‐4)  Adalete  ilişkin  erdemler,  örneğin  başkasının  mülkiyetine saygı duyma gibi bir karakter özelliği, bir sosyal düzenin bağlamı içinde insanlar arasındaki konvansiyonların bir sonucu olarak ahlâkî değerlen‐dirmemizin nesnesi haline gelirler.(Schmidt 2003:236)  İnsanlar arasında bu  yönde  bir  konvansiyon  icat  edildiği  için  başkalarının mülkiyetine saygı duymayı erdemli olarak kabul ederiz. Doğal erdemler durumunda ise erdeme kaynaklık eden bir konvansiyon değil insan doğasında bulu‐nan “doğal” bir güdü veya tutkudur. Doğal erdemler insan türüne ortak olan birtakım  tutku ve güdülerin doğrudan  sonuçları olarak ortaya  çı‐karlar.  Doğal  erdemler  insan  doğasının  bir  parçası  olan  duygularının daha  incelmiş  ve  eksiksiz  halleridir.(Cohon  2008:164) Hume’un  doğal erdemlere ve doğal ödeve verdiği örneklerden biri ebeveynlerin çocukla‐rına yönelik  ilgi ve bakımıdır. Hume’a göre  çocuklarına bakmayan bir babayı, her ebeveynde olan çocuklarına yönelik doğal bir  ilgiyi  taşıma‐dığı, dolayısıyla bu  ilginin gereği olan  çocuklara bakım ödevini yerine getirmediği için kınarız. Bu ahlâkî değerlendirmede bakım ödevine öncel olan  doğal  bir  güdü,  doğal  bir  eğilim  vardır.(Treatise:III‐2‐1,478;III‐2‐5,518‐19) Hume  insan doğasında bu  tür doğal güdülerden veya  tutku‐lardan  doğrudan  kaynaklanan  erdemleri  doğal  erdemler  olarak  kabul ediyor görünmektedir. Adaleti yapay bir erdem olarak tanımlaması böy‐le  doğal  bir  güdüden  doğrudan  kaynaklanmadığını  düşünmesin‐dendir.(Mounce 1999: 92) 

Hume’a göre adaletin de doğal bir  erdem olarak kabul  edilebilmesi için,  böyle  bir  erdemli  doğal  güdüden  kaynaklanıyor  olması  gerekir. Hume adalete kaynaklık edebilecek olası doğal güdüleri ele alarak bun‐lardan hiçbirinin adalete ilişkin erdemlerin doğrudan kaynağı olamaya‐cağı  ve  dolayısıyla  adaletin  doğal  bir  erdem  olmadığı  sonucuna  varır. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

242

Adalet erdemi  için böyle bir güdü veya  tutku aradığımızda bunu bula‐mayız. Hume kişisel  çıkar veya benlik‐sevgisini  (self‐love), kamu  çıka‐rına  saygıyı,  insanlık  sevgisini  ve  kişisel  iyilikseverliği  (private benevolence) ele alarak bunların adalet veya dürüstlük erdemlerinin ilk güdüsü olmaya elverişli olmadığını savunur. Kişisel çıkar adil eylemlere yönlendirmek yerine, serbestçe harekete geçmesine izin verildiğinde tam aksine  adaletsiz  eylemlerin  müsebbibi  olarak  karşımıza  çı‐kar.(T:III.2.1,480)  Sözümüzde  durmak  veya  başkalarının mülklerinden uzak durmak her bir  tek  eylemde kişisel  çıkarımıza  aykırıdır.  İnsanlar adaletin kurallarını icat ederek ve onun üzerinde uzlaşı geliştirerek ben‐lik‐sevgisini  topluma  zararlı  hale  gelmekten  çıkarırlar. Öyleyse  kişisel çıkar12 adil  eylemleri üreten  temel güdü değil, adalet  ile kontrol altına alınan bir güdüdür. Hume adil eylemlere yönlendiren güdünün kamusal çıkara  saygı da  olamayacağını  belirtir. Kamusal  çıkar  adaletin  kuralla‐rına uyulmasıyla doğrudan bağlantılı değildir, sadece yapay bir anlaşma ile adaletin kuralları tesis edildikten sonra bağlantılı hale gelir. Kamu çı‐karı ya da kamusal iyilikseverlik insanlığın genelini etkilemeyecek denli çok  ince  ve  uzak  bir  güdüdür. Hume  genel  bir  insanlık  sevgisinin  de adalet erdemini doğrudan ortaya çıkaran bir güdü olamayacağını, çünkü insanda kişisel niteliklerden, hizmetlerden veya kendimizle olan  ilişki‐den bağlantısız salt olarak insanlık sevgisi diye bir tutkunun olmadığını belirtir. Kişisel iyilikseverlik de adalet erdeminin güdüsü olamaz, çünkü öyle  olsaydı  insanlar  iyilikseverlik  gereği  diğerlerine  vermek  zorunda olduklarından  daha  fazlasını  insanlara  vermekle  yükümlü  olamaz‐lardı.(T:III.2.1,480‐83) 

Hume adaletin yapay bir erdem ve  insan uzlaşılarıyla kurulduğunu kanıtlamak için adaletin üretilmesine gerek olmayacak ve onu ortaya çı‐karmayacak çeşitli farklı koşullar üzerine akıl yürütür. Hume, koşullarda bir değişme olsaydı, adaletin insanlar tarafından üretilmeyeceğini, hatta insanların  adaleti hayali  olarak  bile  tasavvur  edemeyeceklerini  belirtir. Koşullar farklı olsaydı; örneğin insanların iyilikseverliği veya cömertliği sınırlı olmasaydı ya da doğa insanların tüm istek ve arzularını fazlasıyla karşılamış olsaydı, yani geniş bir bolluk olsaydı, adalete ve onun mülki‐yetle ilgili kurallarına gerek kalmazdı. Bu tür koşullarda insanların mal‐lar ve mülkiyetler üzerinde benim senin ayrımı yapmalarına, onları di‐

12 Kişisel çıkarın adaletin inşasında önemli bir yere sahiptir. Bu konu “Kişisel Çıkar” Baş‐lığı altında daha ayrıntılı ele alınmıştır. 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

243

ğerlerine karşı sakınmalarına ve dolayısıyla adalete gerek kalmazdı.  İn‐sanları adaleti üretmeye ve icat etmeye yöneltecek herhangi bir motivas‐yon olmazdı.(Treatise:III‐2‐2,494‐495) Hatta, halihazırda olan ve adaletin işlemesini mümkün kılan “ılımlı kıtlık” yerine, aşırı bir kıtlık olsaydı bu durumda da muhtemelen adalet üzerinde uzlaşılamazdı veya adalet  iş‐lemezdi, çünkü bu kurallara uymak faydalı olmazdı.(Kuflik 1998:53)  

Hume adil davranışa yönlendiren kişisel özellikleri yapay olsa da bir erdem  olarak  tanımlar. Adalet  bir  erdemse  ve  aynı  zamanda  adil  dav‐ranmak  için doğal bir erdem güdümüz veya  tutkumuz yoksa o zaman adalet  erdeminin nerden  ve nasıl  kaynaklandığının  açıklanması  gerek‐mektedir. Hume’un buna verdiği cevap “adalet ve adaletsizlik duygusunun doğadan türemediğini, ama eğitimden ve insan konvansiyonlarından yapay ola‐rak, ama zorunluluk gereği ortaya çıktığını kabul etmek zorundayız” şeklinde‐dir.(T:III.2.1,483)  

b) Kişisel Çıkar Buraya kadar Hume’un görüşleri  çerçevesinde, adaletin doğal değil 

yapay bir erdem olduğunu, insan doğasında bulunan doğal bir güdü ve‐ya  tutkunun doğrudan  bir  sonucu  olmadığını,  bunun  yerine  insan  be‐cerisinin bir sonucu olarak  icat edildiğini ve bir konvansiyon olarak  in‐sanlar arasında geçerli hale geldiğinden bahsettik. Bu noktada ortaya çı‐kan  sorular  şunlardır:  İnsan  doğası  adalet  için  bu  kadar  uygunsuzluk hatta karşıtlık taşırken nasıl olup da adalet üzerinde bir uzlaşıya varabi‐liyor?  İnsan doğasında doğrudan bir güdü veya  tutku olmadığı halde, adil  davranışları  (adil  davranışa  yönlendiren  kişisel  nitelikleri)  ahlâkî olarak  tasvip edip, gayri adil davranışları ahlâkî olarak  tasvip etmeme‐mize yol açan duygular nereden geliyor? Hume’a göre adalet de dâhil bütün ahlâk duygulardan oluştuğuna yani sırf akıl yoluyla keşfi ve ka‐nıtlanması mümkün  olmadığına  göre,  adalet  için de  tasvip  veya  kına‐mamıza sebep olan duyguların gösterilmesi gerekmektedir. İtiraf etmek gerekir ki Hume’un yazıları bu noktada oldukça belirsiz ve  tartışmaya açık hale gelmektedir. Hatta bazı görüşlere göre Hume’un teorisi bu açı‐dan tutarsız ve çelişkilidir. 

Hume  adaletin üretilebilmesi  için  anahtar  kavramı  insan doğasında adalete en büyük karşıtlığı taşıyan doğal bir güdüde, kişisel çıkarda veya benlik  sevgisinde  bulmaktadır. Diğer  doğal  güdülerimizden  adil  dav‐ranmaya yönlendirme olasılığı olan iyilikseverlik duygumuz sınırlıdır ve 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

244

benlik sevgisiyle rekabet edebilecek veya onu durdurabilecek güçte de‐ğildir.(T:III.2.2,483,485‐6,492) Kişisel çıkar ancak yine kendisiyle durdu‐rulabilir yada daha doğru bir ifadeyle denetim altına alınabilir. Bir nevi probleme  yol  açan  unsur  problemin  çözümünde  rol  oynayacaktır. Hume’a göre  insan doğasında çeşitli  tutkular bulunmakla birlikte, bun‐lar  arasında  kişisel  çıkar  başat  bir  tutku  olarak  kendisini  göste‐rir.(T:III.2.2,486‐7) “Onun tarafından (kişisel çıkar) harekete geçirilmeyen biri zor bulunur ve ilk ve en doğal devinimlerine yol verilip, herhangi bir sınırlama olmaksızın harekete geçtiğinde ondan korkmak için nedeni olmayan herhangi bi‐ri yoktur.”(T:III.2.2,492)  

Kişinin  kendine  yönelik  sevgisi  ile  ailesi,  yakınları  ve  tanıdıklarına yönelik sevgisi insanda bir tarafgirlik yaratır. Hume’un insan doğasının tarafgirliğine ilişkin fikirleri belki bir daire benzetmesiyle ifade edilebilir. Kişinin  ilk ve öncelikli  ilgisi ve  sevgisi kendine yöneliktir, “kişi  kendini herhangi bir  tekil kişiden daha çok  sever”. Dairenin merkez noktası kişinin kendisidir,  kendisinden  sonra  ailesi,  yakınları  ve  arkadaşları  vs.  gelir. Örneğin  tüm koşullar eşit olduğunda kişi kendi çocuklarını yeğenlerin‐den, yeğenlerini başkalarının çocuklarından daha fazla sever ve gözetir. Bu ilgi ve kayırma adeta kişinin ailesi, yakınları, yakın arkadaşları, tanı‐dıkları, belki memleketinin  insanları, yabancılar ve nihayetinde  tüm  in‐sanlığa uzanan (diğer canlılara da uzatılabilir)  içten dışa doğru ve mer‐kezde  kişinin  kendisinin  yer  aldığı  bir  daire  çizer.  Bu  dairenin  yapısı merkezde çok belirginken çevreye doğru uzandıkça gittikçe zayıflayan, solan ve etkisini hissettirmekte güçlük çeken bir hal alır.(T:III.2.2,487,488) 

Aslında bu tarafgirlik pek çok doğal erdeme eşlik eder, çünkü bu er‐demler  doğal  tutkularımız  veya  güdülerimizden  kaynaklanır. Örneğin bir baba yabancı birinin çocuğuna gösterdiği  ilgi ve bakımı kendi çocu‐ğuna göstermediğinde veya aynı derecede  ilgi ve bakım gösterdiğinde, bu özelliği ahlâkî olumlamamızı elde edemez. Yani bu kişiyi bir anlamda başkasının çocukları ve kendi çocukları arasında tarafgir davranış sergi‐lemediği için kınarız! (T:III.2.2,488;Cohon 2008:164) Hume’un perspekti‐finden bazı doğal erdemlerimiz veya “eğitilmemiş ahlâk düşüncemizin” ta‐raflı ve kişisel olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır. “Tüm bunlardan şunu çıkarırız; işlenmemiş (uncultivated) doğal ahlâk fikirlerimiz duygularımı‐zın tarafgirliğine bir çare sunmak yerine, kendilerini ona uydururlar ve ona ila‐ve bir güç ve etki verirler.”(T:III.2.2,488) 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

245

Adalet  ise Hume’a  göre  esas  itibariyle  gayri  şahsi  ilişkiler  alanında geçerlidir ki, bu da çok sayıda insanın biaradalığına ve işbirliğine imkân vermesi ve bu sayede  toplumu ayakta  tutma  fonksiyonunu yerine geti‐rebilmesi  için  adaletin  tarafsızlık  içermesini  zorunlu kılar.  Şimdi mesele kişisel çıkar güdüsü gibi alabildiğine taraflı ve kişinin kendini kayırmasına sebep olan bir tutkunun nasıl olup da tarafsız yani adil davranmaya yön‐lendirileceği ve  ikna edileceğidir. Hume’a göre insan doğasında veya ya‐pısında bulunan özellikler ve tutkular tam olarak değiştirilemez ve bastırı‐lamaz, bu özelliklerden ve yapımızdan kaynaklanan davranışlar da belli bir yöndeki niyetle ortadan kaldırılamaz ve engellenemezler. Öyleyse kişi‐sel çıkar güdüsünü bastırmaya veya bu yöndeki davranışları engellemeye çalışmak yerine  ‐ki Hume’a göre bu zaten  işe yaramaz‐ yönünü değiştir‐mek ve kontrolsüz olarak hareket etmesi yerine denetim altında hareket etmesine izin vermek gerekir.(T:III.2.2,491,492; T:III.2.5,521)  

“Öyleyse,  çıkar  sevgisini,  yine  bu  sevginin  yönünü  değiştirmek  sure‐tiyle, kendisiden başka kontrol altına alabilecek yetenekte bir tutku yoktur. Şimdi bu yön değişikliğinin kaçınılmaz olarak asgari bir düşünme üzerinde yer alması zorunludur; açıktır ki,  tutku özgür olduğu duruma göre  sınır‐landırıldığı durumda çok daha iyi tatmin edilir ve toplumu koruyarak mül‐kiyetlerin elde edilmesi konusunda, evrensel bir ahlâksızlık ve şiddeti takip edecek olan yalnız ve harap durumda olduğundan çok daha fazla ilerleme kaydederiz.”(T:III.2.2,492) 

Öyleyse Hume’a göre insanlar kişisel çıkarlarını kısıtlamaya ve sınır‐landırmaya adaletin olmadığı duruma göre daha iyi durumda olacakla‐rını veya olduklarını algılayarak razı olurlar. Bilindiği gibi adaletin ku‐ralları mülkiyetin düzenlenmesine ilişkin kurallardır. İnsanlar temel hu‐zursuzluk konusu olan dışsal şeylere sahipliğin istikrara kavuşturulması konusunda bir uzlaşıya varırlar. Hume‘a göre diğerleri de öyle davran‐dığı ‐bu konuda genel bir konvansiyon olduğu‐ veya en azından çoğun‐luğun  öyle  davranacağı  konusunda  bir  kanaate  sahip  olduğumuzda, başkalarının mallarından uzak durmayı kabul ederiz.(T:III.2.2,490) Böy‐lece bu konuda bir konvansiyon kurmadığımız durumdakine göre, hem sahip olduklarımıza daha yüksek bir güvenlik  sağlarız hem de  çok  sa‐yıda insanın işbirliğinin yaratacağı avantajları elde ederiz. 

“Bu yolla, herkes neye güvenle  sahip olabileceğini bilir ve  tutkular  ta‐raflı ve çelişkili devinimlerde kısıtlanır. Bu kısıtlama tutkulara aykırı bir kı‐sıtlama değildir, eğer öyle olsaydı, ne böyle bir konvansiyona girilebilirdi ne de bu konvansiyon sürdürülebilirdi. Bu kısıtlama sadece tutkuların per‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

246

vasız ve aceleci devinimlerine aykırıdır. Kendimizin ve en yakın dostları‐mızın çıkarından vazgeçmek yerine diğerlerinin mallarından uzak dururuz. Her iki çıkarı da gözetmenin böyle bir konvansiyondan daha iyi bir yolunu bulamayız. Çünkü, kendimizin olduğu kadar onların da iyiliği ve geçimle‐rini sağlamaları için zorunlu olan toplumu bu yolla koruruz.”(T:III.2.2,489)  

Hume  “adaleti  kurmak  için  kökensel  güdü”  olarak  “kişisel  çıkarı” gösterir; “Böylece kişisel çıkar adaletin kurulması  için kökensel (original) gü‐düdür...”(T:III.2.2,499) Bazı yerlerde Hume kişisel çıkarı adalet için doğal yükümlülük olarak  tanımlar.(T.III.2.2,498) Bu durum Hume’un adaletin niye  doğal  bir  erdem  olmadığın  dair  açıklamalarıyla  çelişiyor  görün‐mektedir. Zira Hume kişisel çıkar güdüsünü de ele alarak onun adaletin kökensel veya doğal güdüsü olamayacağını, tam aksine adaletsizliğe yö‐neltmek için uygun bir güdü olduğunu belirtir.(T:III.2.1,480) Bazı değer‐lendirmelere göre Hume bu noktada birbiriyle açıkça çelişen argümanlar ileri sürmektedir. Buna göre pek çok yerde adalet erdemi için doğal gü‐dümüz yok demesine  rağmen,  sonradan adalet  için doğal güdümüzün kişisel  çıkar  olduğunu  söylemektedir.(Gauthier  1992:404‐5)  İlk  olarak Hume’un bu kadar açık ve bariz bir çelişkiye düşebileceğini kabul etmek makul görünmüyor. Onun yerine, Hume’un adalete kökensel veya doğal yükümlük olarak kişisel çıkarı gösterdiği ifadelerinde “doğal” kelimesini yapay olanın karşıtı olarak değil, ahlaki olanın karşıtı (non‐moral) olarak kullandığını  kabul  etmek  akla  daha  uygundur.(Haakonssen  1978:14‐15;Gauthier 1992:405) Zira, burada bahsedilen “çıkar”  insanların beceri‐leri  ile yapay yoldan kurdukları konvansiyonlar vasıtasıyla ortaya  çık‐mıştır. İkinci olarak Hume kişisel çıkar ile adalet arasındaki ilişkiyi doğ‐rudan değil, dolayımlı bir yoldan kurmaktadır. Yani kişisel çıkarı doğ‐rudan değil, bir beceri ve konvansiyon vasıtasıyla  adalet  için kökensel güdü veya doğal yükümlülük olarak tanımlar. Hume’un adalet ve kişisel çıkar arasında kurduğu bu dolayımlı ilişkinin iki yönü vardır.  

İlk  olarak  kişisel  çıkar  tutkusu  insanlar  arasında  adaletin  kuralları üzerine tüm toplumda bir konvansiyon kurulmadığı sürece insanları adil davranmaya yönlendiremez. Ne zaman ki kişi diğerlerinin de benzer şe‐kilde davranacağına yönelik güçlü bir beklenti veya tahmine sahip olur, o  zaman  kişisel  çıkar  tutkusu  insanı  adil davranmaya  yöneltir. Çünkü herkesin  öyle davrandığı  ve  toplumun  varlığını  sürdürdüğü durumda kişisel  çıkarını  çok  daha  iyi  doyuracağını  deneyimler  ve  öğre‐nir.(T:III.2.2,490,491)  Adalet  doğrudan  kişisel  çıkar  tutkusundan  kay‐naklanmaz, bilakis adalet için kişisel çıkar güdüsünün sınırlandırılması, 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

247

uysallaştırılması  ve  terbiye  edilmesi  gerekir.  İnsan  bu  sınırlandırmaya adaletin  kurallarına  uyulmakla  ortaya  çıkacak  olan  daha  büyük  fayda uğruna razı olur. Adaletin kurallarının geçerli hale geldiği durumda, bü‐tününde ve uzun vadede kişisel çıkar çok daha  iyi tatmin edileceği  için insanlar bu konvansiyonlara girerler. Hume açısından bu yoldan kişisel çıkarın adaletin kökensel güdüsü olduğunu söylemek çelişki yaratmaz. 

“Diğerlerinin mallarından  uzak  durmayla  ilgili  bu  konvansiyona  gir‐dikten ve herkes mülkiyetlerinde bir istikrar elde ettikten sonradır ki, çabu‐cak adalet ve adaletsizlik  fikirleri ayrıca mülkiyet, hak ve yükümlülük or‐taya  çıkar.  İlk  olarak  birincisi  kavranılmadan  ikincilerin  hiçbiri  anlaşıla‐maz.”(T:III.2.2,491) 

“Böyle bir konvansiyon olmaksızın hiç kimse adalet diye böyle bir er‐demin var olduğunu hayal bile edemezdi ya da eylemlerini ona uygun hale getirmeye yönlendirilmezdi.”(T:III.2.2,498) 

Kişisel  çıkar  güdüsü  ile  adalet  arasındaki  dolayımlı  ilişkinin  ikinci yönü kısa vadeli çıkar ve uzun vadeli çıkar ayrımında yatmaktadır. İnsanlar genelde uzun dönemli çıkarları yerine kısa dönemli çıkarları tercih etme yönünde güçlü bir eğilime sahiptirler.  İnsanlara, yakında olan daha net ve parlak  ışıkta görünür ve onlarda daha  canlı bir  imgelem yaratırken uzakta  olan  solgun  ve  bulanık  görünür  ve  imgelemi  zayıftır.  İnsanlar üzerinde yakında olanın etkisi uzakta olanın etkisine göre yok daha güç‐lüdür.  Bu  etki  insanları  yakın  çıkarlarının  peşinde  gitmeye  yönlendi‐rir.(T:III.2.7,534‐5,537)  Yakın  çıkarları  izlemek  ise  adaletin  kurallarının çiğnemek anlamına gelir. Birinin kıymetli bir mücevherini çalmak yakın çıkarıma uygundur. Ancak uzun vadede herkesin böyle davranması ha‐linde kaybım  toplamda çok daha büyüktür. Adalete ayıkırı davranışlar insanların yakın çıkarlarına uygunken uzak çıkarlarına aykırıdır. Adalet insanların genelinin ‐en azından toplumu ayakta tutabilecek sayıda‐ ya‐kın çıkarları yerine uzak çıkarlarını dikkate almalarını veya yakın çıkarın baskısına  rağmen  kendilerini  adaletin  kurallarıyla  sınırlandırmalarını gerektirir. Bu ise zorlu bir meseledir. Hume’un ifadesiyle “doğamızda bu‐lunan  herhangi  yapısal  bir  şeyi  değiştirmek  veya  düzeltmek  imkânsız”  oldu‐ğundan “ancak koşullarımızı ve durumumuzu değiştirebiliriz.”(T:III.2.7,537) 

Hume  insanların  bu  eğilimine  rağmen  toplumda  adaletin  kuralları üzerine bir konvansiyona varılmış olmasını, adalete uygun davranmak uzak bir çıkar olmasına rağmen insanlar için sağladığı faydanın çok daha büyük olmasına bağlamaktadır. Hume yakın kişisel çıkar baskısına rağ‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

248

men insanların adaletin kurallarına duyarlı hale gelmelerini eğitim, kişi‐nin  sosyalleşmenin  getirdiği  itibarını  koruma  isteği,  kamu  çıkarı  için kaygının  güçlenerek  adalet  için  ahlâkî  bir  yükümlülük  yaratması  gibi unsurlara bağlıyor görünmektedir.(T:III.2.2,500‐1;T:III.2.7,537) Ancak ni‐haî  olarak  bunlar da  yetersizdir  ve  zorlamaya  başvurmak  yani devleti kurmak gerekmektedir.(T:III.2.7)  

Kişisel çıkarın adalete kökensel güdü olması bizi toplum halinde ya‐şamaya ve adaleti kurmaya  itmesinden kaynaklanır. Yoksa kişisel çıkar doğal ve rafine edilmemiş haliyle bizi adil davranmaya yönlendiremez. Kişisel  çıkarın adil davranmaya yönelmesi ancak konvansiyonların ku‐rulması ile ortaya çıkar. İnsanlar toplumu kurduktan sonra eğitim ve de‐neyim ile toplumun ve adaletin bir bütün olarak ve uzun vadede sağla‐dığı avantajlara daha fazla duyarlı hale gelirler.  

Bu yüzden kişisel  çıkar adalet  için kökensel güdüdür ve adalet  için “doğal yükümlülüğü” üretir ama bu yükümlülük henüz ahlâkî bir yü‐kümlülük  değildir  ve  bir  tür  basiretlilik  buyruğu/gereği  olarak  iş‐ler.(Krause  2004:639;T:III.2.2,498,499‐500)  Kişisel  çıkar  insanı  adaleti kurmaya yönlendirebilir ancak onu  tek başına  sürdürmeye yetecek ka‐dar güçlü değildir.(Ponko 1983:51‐52;T:III.2.2,499) Adil ve gayri adil dav‐ranışların  ahlâkî  tasvip veya kınamanın konusu haline gelmesi gerekir ki,  adaletin bir  erdem olarak üretimi  tamamlanabilsin. Adaletin bir  er‐dem  olarak  ortaya  çıkması  ve  adaletin  kurallarına  uymanın  ahlâkî  bir yükümlülük yaratması  için  ilave bir duyguya veya güdüye  ihtiyaç var‐dır:  “Kişisel  çıkar  adaleti  kurmak  için  kökensel  güdüdür,  ama  kamu  çıkarına yönelik  sempati  o  erdeme  eşlik  eden  ahlâkî  olumlamanın  kaynağı‐dır.”(T:III.2.2,499‐500) 

c) Sempati ve Kamu Çıkarı  Kişisel çıkar toplumun ilk kuruluşunda adaletin kurallarını kurmaya 

yöneltir ancak toplum sayıca genişlediği ve büyüdüğü zaman adaletten sağlanan fayda daha uzakta görünür. Küçük bir toplumda hem adaletsiz davranmanın  yol  açacağı  hasar  kolaylıkla  hissedilir  hem  de  gayri  adil davranışta bulunmak dar sosyal alan nedeniyle zorlaşır ve maliyeti yük‐sektir. Ancak sayıca büyük bir toplumda kişiler bu kuralların çiğnenmesi halinde  toplumda  “kargaşa  ve  karışıklık”  yaratacağını  kolayca  göre‐mezler.(T:III.2.2,499) Toplumun ve adaletin yüksek avantajları ve faydası sayıca büyük bir toplumda kişilere uzaklaştığı ve insan yakın çıkarı uzak 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

249

olana tercih etme konusunda bir doğal eğilim taşıdığı için adalete ilişkin konvansiyonları  sürdürmek  zorlaşır.  İnsanlar  bu  zorluğun  üstesinden sempati13 (duygudaşlık) vasıtasıyla gelir. 

Hume’a göre yakın çıkarı gözetme eğilimi nedeniyle kendi eylemle‐rimizde adalete uygun davranmanın önemini gözden kaçırsak da, hiçbir zaman diğerlerinin adaletsiz eylemlerinin doğrudan veya dolaylı olarak bize  verdiği  zararları  gözden  kaçırmayız. Diğerlerinin  adil  davranma‐sından elde ettiğimiz veya edeceğimiz avantajları fark ederiz. Hatta doğ‐rudan bizim çıkarımıza aykırı olmasa bile adaletsiz eylemlerden rahatsız oluruz.(T:III.2.2,499) 

“Adaletsizlik  çıkarımızı etkilemeyecek denli bizden uzakta olduğu za‐man bile hâlâ bizi rahatsız eder, çünkü onu insan toplumu için zararlı ola‐rak addederiz ve onunla suçlanan kişiye yaklaşan herkes için bunu tehlikeli olarak kabul ederiz. Sempati vasıtasıyla onların hoşnutsuzluğunu paylaşı‐rız:  İnsan eylemlerinde hoşnutsuzluk veren her şeye genel gözlem üzerine erdemsizlik dendiği, aynı şekilde hoşnutluk üreten her şey de erdem olarak adlandırıldığına göre, adalet ve adaletsizliği ahlâkî iyi ve kötü duygusunun izlemesinin sebebi budur. Bu duygu, şimdiki durumda sadece diğerlerinin eylemlerini düşünmekten türemiş olsa da, yine de onu kendi eylemlerimize dek  uzatmaktan  kaçınamayız.  Genel  kural  kendisinden  ortaya  çıkan  ör‐neklerin ötesine uzanır…”(T:III.2.2,499) 

Hume  sempatiyi  bir  duygu  veya  tutkuyu  adlandırmak  için  kullan‐maz. Sempati insanın doğasında bulunan bir nitelik veya kabiliyettir ve bir  tür mekanizmaya  benzer.  Bu mekanizma  diğerlerinin  duygusal  ve zihinsel durumlarını, deneyimlerini  kişiye  ileten  ve  onları  algılamasını ve  hissetmesini  sağlayan  bir  işleve  sahiptir.(Piston  1996:255;Schmidt 2003:177) Hume sempati kavramını bugün bizim daha çok empati olarak adlandırdığımız  şeyi  ifade  etmek  için  kullanmaktadır.(Glassford  2007: dipnot3,229)  Sempati  yoluyla  tanımadığımız  ve  uzakta  olan  insanlar üzerinde  eylemlerin  etkilerini  düşündüğümüz  zaman  hoşnutluk  veya hoşnutsuzluk hislerini duyumsarız.(Schmidt 2003:233)  

Hume  için sempati o kadar önemlidir ki “insan doğasında hem kendisi hem sonuçları  itibariyle sempati kadar olağanüstü bir niteliğin” daha bulun‐madığını belirtir.(T:II.1.11,316) Sempati Hume’un  ifadeleriyle; “kendimi‐

13 Bir görüşe göre Hume’un sempati kavramı insanlar arasında görülen kültürel ve tarihsel farklılıkların  ötesine  geçerek  tüm  insanlarda  ortak  olan  yapıyı  keşfetmeyi  ve  ortaya  çı‐karmayı mümkün hale getirmektedir.(Cohen 2000) 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

250

zinkilerden  farklı olmasına rağmen, hatta onlara karşı bile olsalar, diğerlerinin eğilim  ve  duygularını  iletim  yoluyla  almak  ve  onlarla  sempati  kurmak (sympathize) için sahip olduğumuz bir eğilim”dir.(T:II.1.11,316) 

Diğerlerinin  “duygularının  kendisini  doğrudan”  hissetmeyiz,  onların “neden ve  etkilerine”  (causes and  effects) duyarlıyızdır ve ancak bunlar‐dan tutkuyu çıkartırız. Bu da sempatimize yol açar ve böylece diğerleri‐nin duygu ve deneyimlerini hisseder ve paylaşırız.(T:III.3.1,576) Bu duy‐gu  paylaşımı  bizi  diğerlerinin  haz  ve  acılarına  duyarlı  hale  getirir. Hume’un ahlâk  teorisine göre haz ve acı veya hoşnutluk ve hoşnutsuz‐luk duygusu ahlâkî olumlamamızı veya ahlâkî kınamamızı ortaya çıka‐rır. Sempati diğerlerine yarar veya zarar verme  eğiliminde olan kişisel niteliklere  ilişkin  genel  bir  mütalaa  edindiğimiz  bir  perspektif  inşa eder.(Schmidt  2003:233)  Böylece  sempati  sayesinde  diğerlerine  acı  ve hoşnutsuzluk veren/verecek eylemleri (aslında bu eylemlere yol açan ki‐şisel nitelikleri) ahlâken tasvip etmez ve kınarken, haz ve hoşnutluk ve‐ren  eylemleri  ahlâken  tasvip  eder  ve  överiz.  İşte  Hume’a  göre  ada‐leti/adil davranmayı bir erdeme dönüştüren diğerlerinin  iyiliğine ve çı‐karına veya kamu çıkarı ve iyiliğine yönelik sempatinin ortaya çıkardığı bu ahlâkî duygudur. Bu ahlâkî duygu adil davranmaya yönelik ahlâkî ödevi  üretir.  Yapay  bir  erdem  olarak  adalete  gösterdiğimiz  saygının kaynağı sempatidir.(T:III.3.1,577)“[K]endimizin veya dostlarımızın çıkarıyla ilgili olmadığı yerde toplumun  iyiliği sadece sempati vasıtasıyla bize haz verir: Bunu şu izler ki, sempati bütün yapay erdemlere gösterdiğimiz saygının kayna‐ğıdır.”(T:III.3.1,577)  

Hume  sık  sık  adil  davranmaya  yönelik  ahlâkî  yükümlülüğü  veya ödev duygusunu ortaya çıkaran sempatiyi kamu çıkarı  (public  interest) ve toplumun iyiliği ve toplumun faydası gibi kavramlarla birlikte kullanır. Ancak Hume “kamu çıkarı ile kurulan sempati” ifadesini toplumdaki tek tek bireylerin çıkarı ve  iyiliğinin ötesinde bir anlamda kullanmaz. Kamu çıkarını  geliştirmek  istisnasız  toplumun  her  üyesinin  çıkarına  hizmet eder.(Macleod 1981:78‐9) İnsanın sempati özelliği hem türlerinin duygu ve durumları üzerine düşünmek suretiyle onların duygularını paylaşması ve hissetmesine  imkân  verir. Yoksa  kamu  veya  toplum  diye  bir  “varlığın” duygularını paylaşması ve hissetmesi mümkün değildir.  

Hume’un niye adaleti yapay bir erdem ve beşeriyetin bir icadı olarak gördüğünün  cevabı  sempati  kavramında  yatmaktadır. Doğal  tutku  ve güdülerimiz kendimiz, ailemiz ve yakınlarımızın çıkarı ve  iyiliğine yö‐

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

251

neliktir  ve  kendimizi  ve  bu  kişileri  kayırmaya  eğilimliyizdir.  Tanıma‐dıklarımız ve yabancılar söz konusu olduğunda doğal tutku ve güdüle‐rimiz onların çıkarı ve  iyiliğine yönelik yeterince güçlü değildir. Kamu çıkarına yani diğerlerinin  çıkarına yönelik duygumuz  sosyal konvansi‐yonları kurmaya yetecek güçte değildir. Kamu  çıkarına yönelik  ilgi bu konvansiyonlar bir kez ortaya çıktığında onları sürdürmek  için sempati vasıtasıyla14 bir motivasyon olarak ortaya  çıkar.(T:III.2.1, 480) Gerçi  in‐san doğal bir erdem olan iyilikseverliğe sahiptir, ne var ki bu iyiliksever‐lik güdüsü sınırlıdır ve kişisel çıkarı gözetme veya benlik sevgisi  ile re‐kabet  edecek  güçte değildir.  İnsan  adalete  ilişkin  konvansiyonları  kur‐mayı  becerir  ve  doğal  olarak  sahip  olduğu  başka  bir  niteliğinin  yani sempatinin yardımıyla adaleti yapay yoldan da olsa ahlâkî olumlamanın konusu haline getirir.  

Adaletin faydasıyla ilgili Hume’un altını çizdiği önemli bir nokta var‐dır. Adaletin kurallarına uymak her tekil eylemde ne kişisel çıkara ne de kamu  çıkarına  uygun  olmayabilir.(E:II.App.3,306)  Bu  husus  aynı  za‐manda Hume’un en çok eleştiri aldığı noktalardan biridir. Hume’un ada‐let  için  doğal  yükümlülüğü  kişisel  çıkarda  ve  ahlâkî  yükümlülüğü  de sempati  vasıtasıyla  kamu  çıkarında  gördüğü  hatırlandığında,  bazı  du‐rumlarda  tekil eylemlerin ne kişisel çıkara ne de kamu çıkarına hizmet etmiyor olmasının nasıl ciddi bir sorun ortaya çıkardığı daha net görüle‐bilir. Hume her bir adil eylemin kişisel çıkar veya kamu çıkarına hizmet etmeyebileceğini ifade ediyor. Örneğin pinti, müsrif veya fitneci bir bağ‐naza alınan büyük miktarlardaki bir borcun ödenmesi gibi adil bir eylem ne o borcu ödeyen kişinin çıkarınadır ne de kamunun çıkarınadır. 

“Adalete uygun tekil bir eylem sık sık kamu çıkarına aykırıdır; diğer ey‐lemlerce  izlenmedikçe  yalnız  başına  eylemin  kendisi  topluma  çok  zararlı olabilir. Yardımsever ve faziletli bir adam pinti ve fitneci bir bağnaza yüklü bir  serveti geri ödediğinde  adilce ve övgüye değer davranmış olur  ancak kamu  gerçek  bir  zarardadır. Ayrı  olarak düşünüldüğünde  adalete uygun her  tekil eylem kamu  çıkarından daha  fazla özel  çıkara da yol açmaz; bir adamın dürüstlüğünün kendisini nasıl yoksullaştıracağı ve adaletin kural‐larının evrende bir anlığına askıda kalmasını dilemek için bir gerekçeye sa‐hip olduğu kolayca kavranılır.”(T:III.2.2,497) 

14 Hume sempatinin  toplumsal  işbirliğini mümkün hale getirmesinden bahsetmekle bir‐likte gruplaşma ve düşmanlık üretebilme gücüne de dikkat çeker. İnsanlar kendine yakın ve benzer olanlarla diğerleri arasında gruplaşmayı ve düşmanlığı besleyen bir etkiye de sahiptir.(Mounce 1999: 93) 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

252

Hume’a göre bu tür eylemler tek başına ele alındığında iki amaca da hizmet etmiyor olmasına  rağmen yine de her bir eylemde adil davran‐mayı hiçbir  istisna ve  esnekliğe  izin vermeden genel ve  sabit bir kural olarak kabul etmek zorundayız.(T:III.2.2,497;III.3.3,502) Çünkü bazı tekil eylemlerde amaç gerçekleşmiyor görünse de, bu kurallara uymakla or‐taya çıkan bütün şema veya plan hem toplum için hem her bir üyesi için faydalıdır.(T:III.3.1,579) Öyleyse bu kuralların genel hale getirilmesi ve istisnasız her durumda uyulmasının gerekçesi toplum ve dolayısıyla her bir  üyesi  için  bütününde  ve  genelinde  yüksek  fayda  sağlıyor  olması‐dır.(T:III.2.2,497‐8;E:II.5.2, 231)  

“Adil  tekil  eylemler hem kamu hem özel  çıkara  aykırı olabilirler  ama buna rağmen kesindir ki bütün bir plan veya  şema hem  toplumun ayakta kalmasına hem de her bir bireyin refahına büyük ölçüde sebep olur, aslında bunun için mutlaka gereklidir.” (T:III.2.2,497)  

“Tekil bir durumda kamu zarara uğrasa bile bu anlık zarar, kurala dü‐zenli olarak uyulması ve toplumda kurulan barış ve düzen vasıtasıyla faz‐lasıyla  telafi edilir. Ve her bir kişi hesabın bakiyesine baktığında kendisini kazançlı  biri  olarak  bulmalıdır; değil mi  ki  adalet  olmaksızın  toplum  he‐mencecik dağılacak ve herkes o yabanıl ve yalnız duruma düşecektir, ki bu durum  toplum halinde  iken varsayılabilecek mümkün en kötü durumdan çok daha kötüdür. Öyleyse,  adalete uygun herhangi bir  tekil  eylemin  so‐nucu her ne olursa olsun, bütün bir toplum tarafından mutabık görülen bir eylemler sisteminin bütün ve her bir parçası için son derece avantajlı oldu‐ğunu  gözlemlemede  insanlar  yeterince  deneyime  sahip  oldukları  zaman, adaletin ve mülkiyetin yerini alması uzun sürmez.”(T:III.2.2,497‐8) 

Böylece  konvansiyonlar  öncesinde doğal  halleri  ile  adalet  erdemine temel  sağlayamayan  kişisel  çıkar  ve  kamu  çıkarına  yönelik  ilgi,  adalet konvansiyonun  kurulması  ile  birlikte  adalet  erdeminin  temeli  haline gelmiş olurlar. Sosyal evrim  içinde, kişisel çıkar kısa dönemli çıkar ye‐rine uzun dönemli çıkara duyarlı hale gelerek adalete yönelik doğal yü‐kümlülüğü oluştururken, sempati vasıtasıyla kamu çıkarına yönelik ilgi adalete  yönelik  ahlâkî  yükümlülüğü  oluşturur.  Böylece,  adaletin Hume’un  “kişinin  kendisine  ve diğerlerine doğrudan hoş  gelenler”  ve “kişiye  ve diğerlerine  faydalı  olanlar”  şeklinde  saydığı dört  tür  ahlâkî tasvipten hangisine dâhil olduğu epey dolambaçlı ve kolayca  izleneme‐yen bir yoldan ortaya çıkmış olur. Adil eylemler, bazı doğal erdemlerde olanın aksine kişiye ve diğerlerine doğrudan hoş gelmez. Adalete ilişkin ahlâkî tasvip “fayda/çıkar” ile ilişkilidir. Kişinin kendisine veya diğerle‐

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

253

rine yani, hem bütün olarak  topluma hem de her bir üyesine sağladığı fayda/çıkar nedeniyle bizde tatmin veya haz yaratır. Bu haz veya tatmin adil eylemleri ahlâken  tasvip etmemiz yol açar. Ancak adaletin ahlâken tasvibi doğal erdemlerden önemli ve kritik bir farkla ayrılır; öyle ki, her bir tekil adil eylem kişiye veya topluma fayda/çıkar sağladığı için değil, bütün bir şema veya sistem kişiye ve topluma fayda/çıkar sağladığı için adil davranışlar ahlâken tasvip edilir.  

Ancak öyle anlaşılıyor ki, insan doğasının doğrudan bir sonucu değil de beşeriyetin bir icadı veya ürünü olan bu yapay erdemin çözülmemesi için  sürekli  desteklenip  güçlendirilmesi  gerekiyor.  Hume’a  göre  top‐lumda  adil  davranışlara  ‐veya  onları  üreten  kişisel  niteliklere‐  yönelik ahlâkî olumlama ve gayri adil davranışlara yönelik ahlâkî kınama  top‐lumda  çeşitli  yollardan  pekiştirilip,  güçlendirilir.  Toplumda  adaletin sürdürülmesi ve toplumda barışın sağlanması dolayısıyla toplumun da‐ha kolay yönetilmesinde politikacıların yakın çıkarları olduğu için onlar adalete yönelik saygı ve adaletsizliğe yönelik kınama ve tiksinme yarat‐maya  çalışırlar.(T:III.2.2,500;T:III.2.7,537) Yine  ailelerin  çocuklarına  ver‐diği “özel eğitim ve öğretim” yoluyla adalet erdemi toplumda pekiştirilir. Ebeveynler  küçük  yaştan  başlamak üzere  çocuklarının  taze  zihinlerine adil davranışın onurlu, adaletsiz davranışın ise onursuz olduğunu işler‐ler. Bu yolla çocukların kişilikleri ve mizaçları öyle bir şekillendirilebilir ki doğamızın asıl özellikleri kadar sağlam hale gelebilirler.(T:III.2.2,500‐1) Adalet konvansiyonları bir kere kurulup  işlemeye başladıktan  sonra kişilerin  itibarını koruma  isteği de pekiştirmeye yardımcı olur.  İnsanlar adaletsiz  davranmanın  erdemsizlik  olarak  kabul  edildiği  yerde  bu  it‐hamla yüz yüze gelmekten kaçınırlar ve öyle tanınmak kişisel çıkarlarına da  aykırı  hale  gelir.(T:III.2.2,501)  Bütün  bu  yollarla  adalet  erdemi  top‐lumda gelenek ve alışkanlık haline gelerek pekişir ve güçlenir.  

IV. ADALET ÖDEVİ Hume’un en çok eleştiri aldığı noktalardan biri yapay erdemlerin ve do‐layısıyla adaletin temellendirilmesi meselesidir. Hume kendi genel ahlâk teorisi  bağlamında  yapay  erdemlerin  tutarlı  bir  temellendirmesini  ya‐pamamış  olmakla,  hatalı  bir  yapay  erdem  teorisine  sahip  olmakla  ve kendi  genel  ahlâk  teorisiyle  çelişmekle  suçlanmıştır.  Eleştirmenler Hume’un her bir adil davranışı ahlâken niye tasvip ettiğimizi ve dolayı‐sıyla adil davranmak  için ahlâkî ödev veya yükümlülüğümüzün  teme‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

254

lini net  ve  tutarlı  bir  şekilde  göstermekte  başarısız  olduğunu  iddia  et‐mektedirler.15 Buna göre genel ahlâk teorisinde tutku/güdü/duygu ile er‐dem/erdemli davranış arasında kurulan ve gösterilen bağlantı adalet gibi yapay erdemler söz konusu olduğunda açık ve sağlam olarak gösterile‐memiştir. Hume’a yönelik eleştirilerde referans gösterilen pasajlardan iki tanesine yer vererek bu eleştirileri ele almaya başlayabiliriz.  

“İnsan doğasında harekete geçiren bir tutku veya güdü yerleşmiş olma‐dıkça hiçbir eylem ödevimiz olarak bizden  istenemez. Bu güdü ödev duy‐gusu olamaz. Ödev duygusu ön bir yükümlülüğü varsayar: Ve bir eylemin herhangi bir doğal  tutku  tarafından  istenmediği yerde, o eylem doğal yü‐kümlülük tarafından isteniyor olamaz. Çünkü zihin veya mizaçta herhangi bir  kusur  veya  noksanlığın,  dolayısıyla  herhangi  bir  erdemsizliğin  kanıt‐lanması bulunmaksızın o eylem yapılmayabilir. Şimdi açıktır ki, ödev duy‐gusundan ayrı, sözleri yerine getirmek için bizi yönlendiren bir güdüye sa‐hip değiliz.”(T:III.2.5,518)  

“Sonrada bir ahlâk duygusu çıkar ile uyuşur ve insanlık üzerine yeni bir yükümlülük haline gelir. … Sözlerin ahlâkî bir yükümlülük taşıdığını var‐saymakta karşımıza çıkan güçlüklerin ya üstesinden geliriz  (surmount) ya da  bunlardan  kaçınırız. Örneğin;  genellikle,  bir  kararın  ifade  edilmesinin bağlayıcı (obligatory) olduğu varsayılmaz ve kelimelerin belli bir formunu kullanmanın nasıl maddi bir ayrıma/farklılığa yol açmaya muktedir oldu‐ğunu  kolayca  idrak  edemeyiz. Öyleyse  burada,  bir  yükümlülüğün  isten‐mesi olarak addettiğimiz, zihnin yeni bir edimi varmış gibi yaparız (feign) ve ahlâkın buna dayandığını farzederiz. Ama biz daha önce zihnin böyle bir edimi olmadığını ve dolayısıyla sözlerin doğal yükümlülük yüklemediğini kanıtlamıştık.”(T:III.2.5, 523)  

Hume bir davranışın erdemli olarak kabul edilmesi ve bizden ödevi‐miz olarak beklenebilmesi için ahlâkî olumlamanın veya ahlâkî yüküm‐lülük duygusunun  (ödev duygusu) kendisinden ayrı bir doğal  (ahlâkî‐olmayan)  güdünün  bulunmasını  şart  koşar. Ahlâkî  ödev  duygusunun aynı  zamanda  o  eyleme  yönlendiren  ‐o  erdeme  kaynaklık  eden‐  güdü olduğunu  söylemenin hatalı bir döngü  içinde akıl yürütmek olduğunu belirtip  buna  itiraz  eder.(T:III.2.1,477‐80)  Rachel  Cohon  Hume’un  bu döngüsel akıl yürütmeyi reddetmesine rağmen adalet erdemi örneğinde 

15 Knud Haakonssen Hume’da yapay erdemlerle  ilgili olarak güdü  ile ahlâkî ödev duy‐gusu arasında kopukluk varmış gibi görünmesine rağmen Hume’un bu noktada tamamen başarısız  sayılamayacağını belirtir. Haakonssen kendi adlandırması olan” muhayyel gü‐dü” (imagined motive) kavramı ile Hume’un teorisinin tutarlı bir açıklanmasını vermenin mümkün olduğunu belirtir.(Haakonssen 1978:12‐13)  

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

255

ortaya  çıkanın  tam da bu döngüsel  akıl yürütme olduğunu  ileri  sürer. Cohen Hume’un kendisinin kişiyi aldığı borcu ödemek veya diğerlerinin mallarını  çalmamak  gibi  adil  davranışlara  yönlendirecek  doğal  (ahlaki olmayan) bir güdüsünün bulunmadığını  söylediğini belirtiyor. Öyleyse geriye kalan alternatif, kişiyi adil eylemlere yönlendiren güdünün sadece ahlâkî ödev duygusu olduğudur. Cohon’in ifadesiyle buradaki döngüsel akıl yürütme “dürüst eylemin güdüsü dürüst eylemin tasvibidir, dönerek ey‐lemin tasvibi dürüst eylemin güdüsü tarafından üretilir” biçiminde ortaya çı‐kar. Cohon’a göre bu açıklama bize adil eylemlerin güdüsü ve adil eylem için faydasız bir tanım verir, faydasızdır ancak doğru görünen tek açık‐lamadır. Bu ise ciddi bir paradokstur ve Hume’un adaletin bir konvansi‐yon  ile  kurulduğunu  söylemesi  içine  düşülen  bu  paradoksu  çöze‐mez16.(Cohon 2008:170‐1)  

David Gauthier Hume’un  yukarıdaki  pasajları  ve  benzer  başka  pa‐sajlarından  yola  çıkarak,  adaletin  sözleri  yerine  getirme  kuralı  örneği üzerinden giderek Hume’un adalet erdemine  ilişkin argümanlarını ma‐saya yatırmaktadır. Gauthier haklı olarak sözleri yerine getirme ile ilgili akıl yürütmenin sonuçlarının adaletin diğer kurallarına ve diğer yapay erdemlere  uzatılabileceğini  belirtmektedir.(Gauthier  1992:402,403) Gauthier Hume’un adalet ile ilgili yönü değiştirilmiş veya uzun dönemli kişisel çıkar ve konvansiyonlarla ilgili argümanlarını başlangıçta kenara bırakarak, Hume’un argümanlarına başvurarak  teorideki hata görüntü‐sünü  şöyle  sergiliyor:  (1)  Bir  eylem  yalnızca,  o  eylemi  sergilemek  için ödev duygusundan ayrı bir güdü varsa bir ödev olabilir, (2) Sözleri tut‐ma eylemini sergilemek için ödev duygusundan ayrı bir güdü yoktur. (1) ve (2) bizi (3)’e götürür: (3) Sözleri tutma eylemi bir ödev olamaz. Ödev duygusu yalnızca o eylem bir ödev olarak kavranırsa bir eyleme yönlen‐dirdiğinden,  bu  durumda  (2)  ve  (3)’den  (4)’ü  çıkarabiliriz:  (4)  Sözleri tutma  eylemini  sergilemek  için,  o  eylemin  ödev  olduğuna  dair  hatalı kavrayışı içermeyen bir güdü yoktur.(Gauthier 1992:401) 

Gauthier’in hatalı kavrayış dediği durum, yukarıdaki  ikinci pasajda da yer alan Hume’un zihnin öyle bir edimi olmadığı halde sözleri yerine getirme yükümlüğünün istenmesi diye bir edimi varmış gibi yaparız de‐diği durumdur. Gauthier’a göre ortaya çıkan sonuç, sözleri yerine getir‐

16 Cohon Hume’un bu paradoksa düşmemesinin yolunu gösteren kendi yorumunu veri‐yor.(Cohon 2008:171‐89) 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

256

mek ve genelde adil davranmak için gerçek ve evrensel bir yükümlülük olmamasına rağmen, “mış” gibi yaptığımızdır (feign). Yani adalet bir er‐dem olmadığı ve adil davranmak  için ahlâkî bir ödevimiz olmamasına rağmen sadece “varmış” gibi yaparız. Gauthier adalet yükümlülüğünün böyle bir  “mış gibi yapma” üzerine nasıl  temellendirilebileceğini  soru‐yor. Ona  göre, Hume’un  yapay  erdemler  teorisi hatalı  bir  teori  olarak “görünmekte”dir ve bu hatanın nihaî iması adaletin ahlâkî bir temelinin bulunmadığına kadar uzanmaktadır.(Gauthier 1992:401‐3,422) 

Gauthier’a  göre,  bu  noktada  hatayı  yapan Hume  değildir17. Hume problemin farkındadır ve sadece insanların adalete ilişkin bu hatalı kav‐rayışını üstü  kapalı  bir  biçimde  ortaya  koymaktadır. Bu  iddiasını des‐teklemek için Hume şu sözlerini referans gösterir: “Sözlerin yükümlülüğü toplumun çıkarı için bir icat olduğu için, o çıkarın gerektirdiği pek çok farklı bi‐çimlere doğru  eğrilip bükülür  (warp), hatta nesnesinin görünüşünü yitirmek‐tense direkt tutarsızlıklarla bile yüz yüze kalır.”(T:III.2.5,524) Gauthier’a göre Hume bu hatayı açıkça deşifre etmekten bilerek sakınmaktadır. 

“Toplumun  çıkarı,  sözlerimizi  tutma  yükümlülüğünde  olduğumuza inanmamızı gerektirir ve o yüzden böyle bir inanca sahip olmaya ikna olu‐ruz. Ahlâkın bu kısmı  faydalı bir yanılgıdır; Hume bizde onun dayandığı temelin  altını  oymayı  istemez. Ve  o  yüzden  argümanlarında  saklı  duran imaları açık etmez. Ancak, adalet, doğruluk ve bağlılığın –ve hatta belki if‐fetin de‐ farzedilen ödevlerine sıkı şekilde bağlı olan günlük yaşamdaki et‐kileşim içinde onları kolayca unutsak bile, hatta bundan böyle o farzedilmiş erdemi  görmezden  gelecek  olsam  da,  yanılgılar  orada  durmaktadır  ve Hume’un yapay olarak tanımladığı erdemlerin temellerini  incelediğimizde yeterince açık olarak görülürler.”(Gauthier 1992:403) 

Cohon da Hume’un bu hata  ile  ilişkisi konusunda benzer bir değer‐lendirme yapmaktadır. Buna göre Hume kendisi hatalı döngü içine düş‐müyor,  insanların adalete  ilişkin kavrayışındaki döngüselliği  tespit edi‐yor.  İnsanlar, sağduyusal  türde bir erdem olan adaleti doğal bir erdem olarak ele aldıkları  için çelişki ve döngüsellik ortaya çıkıyor.  İnsanların adalete  ilişkin  motivasyon  ve  tepkileri  erdeme  ilişkin  genel  kav‐ramlaştırmalar  ‐doğal erdemlerle ve bu erdemlerin arkasında doğal bir güdünün  bulunduğuna  dair  kavramlaştırma‐  ile  birleştirmeleri  sonu‐cunda ortaya bu çelişki ve döngüsellik çıkıyor. Doğal erdemlere  ilişkin kavramlaştırma ona uygun düşmeyen olgulara ve duygulara yani ada‐

17 Benzer bir görüş için bkz. Marcia Baron (1982) 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

257

lete isteyerek aşılanıyor. Adaletle ilgili var olan bu “safsata” duygular ve kavramlar ağının altına gömülüyor. Bu durumda  insanın sosyal yaratı‐cılığı meselenin üstünü örtmek ve gizlemek için işliyor. Bu örtme ve giz‐leme işlemi iyi bir amaç için yani toplumun çıkarı için yapılıyor. Cohon’a göre Hume adaletle ilgili bu problem nedeniyle onu yapay olarak adlan‐dırıyor, ancak yapay olduğunu söylemekle söz konusu mantıkî problem ortadan kalkmıyor. Aktüel dünyada bu mantıkî problem veya “safsata” kendini göstermiyor, ancak bu Hume veya başka bir  filozofun durumu görmesine engel değil.(Cohon 2008:171‐2) 

Hume belirttiği hatalı döngüsel düşünceden kaçınmak için adalet er‐demi  için de ahlaki ödev duygusuna öncel bir güdü veya  tutku peşine düşer. Bu  tutku veya güdü bir önceki bölümde ele aldığımız yönlendi‐rilmiş kişisel çıkardır. Hume doğal haliyle kısa dönemli çıkarın peşinden gidecek, dolayısıyla adalete ve topluma zararlı olacak kişisel çıkar güdü‐sünün konvansiyonlar sayesinde uzun dönemli çıkara yönlenerek adalet için  kökensel  güdü  ve  yükümlülüğü  oluşturduğunu  ileri  sürer. Ancak kişisel  çıkar,  adalete  ilk  güdü  ve  yükümlülük  olmak  konusunda Hume’un kendisinin de belirttiği bir  takım  sıkıntılar  taşımaktadır. Bazı yazarlar bu sıkıntıları Hume’un  teorisini kusurlu hale getiren  temel bir problem olarak görmektedirler. Bu eleştiriler esas olarak yönlendirilmiş kişisel çıkarın her bir eylemde adil davranmak  için kâfi bir güdü olma‐dığı konusuna yoğunlaşmıştır.  

Bunlardan Barry Stroud, Hume’un adalet teorisindeki sıkıntısının adil davranışlara  ilişkin  ahlâkî onayımızın  temelini kişisel  çıkar motivasyo‐nuna başvurarak açıklamaya çalışması sebebiyle ortaya çıktığını ileri sü‐rer. Ona göre bu Hume’un  teorisinin zayıf noktasıdır. Bütün bir sistem faydalı olsa da, kişinin her bir adil eylemi kendisine  fayda  sağlamaya‐caktır,  dolayısıyla  adil  davranmamak  için  gerekçeye  sahip  olacaktır. Stroud Hume’un  teorisi bağlamında kişinin adaletsiz davranışın yanına kâr  kalacağını  ve  kazanç  elde  edeceğini düşündüğü  her  hangi  bir du‐rumda ona adil davranmayı tavsiye etmek için hiçbir sağlam gerekçenin bulunmadığını ifade etmektedir.(Stroud 1977:202‐14) 

Gauthier’da Hume’un  yönlendirilmiş  kişisel  çıkarı  devreye  sokma‐sına  rağmen  teorideki mevcut  hatanın  ortadan  kalkmadığını  ileri  sür‐mektedir.  Gauthier  bu  iddiasını  Hume’un  İkinci  Enquiry’de  ele  aldığı makul  hilekâr  (sensible  knave)  örneği  üzerinden  giderek  temellendir‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

258

mektedir.18(Gauthier  1992:416‐25) Hume’un makul  hilekâr  örneği  yön‐lendirilmiş kişisel çıkarın her durumda adil davranmak için yeterli moti‐vasyonu sağlayıp sağlayamadığına ilişkin bir incelemenin aktörü gibidir. Buna  göre, makul  hilekâr  adaletin  kurallarının  insan  ilişkilerini  yönet‐menin en uygun yolu olduğunu, adalete uygun davranışların hem  top‐luma hem de onun üyelerine  fayda sağladığını ve bu kurallar olmadan toplumun  ayakta  kalamayacağını  kabul  eder. Makul  hilekâra  göre  de adil davranmak genel kural olarak en iyi politikadır, ancak pek çok istis‐nası  da  mümkündür.  Makul  hilekâr  adil  davranışlarının  sonucunda kendisinin sık sık kayıpta olduğunu düşünebilir. Bu perspektiften bakan makul hilekâr belli vakalarda adalete aykırı eylemlerinin sosyal ittifakta ciddi bir tahribata yol açmaksızın kendisine kazanç getireceğini düşüne‐bilir. Sonuç olarak kendisini yönetmede en bilgece yöntemin “genel ku‐rala uy ve  tüm  istisnaların avantajını al” olduğunu düşünebilir. Hume makul hilekârın bu düşüncesine karşı onu  tatmin ve  ikna edecek bir ce‐vabın verilmesinde sıkıntı olduğunu  itiraf eder.(E:II.9.2,282‐3) Hume ma‐kul hilekâra  cevap  için  yönlendirilmiş  kişisel  çıkara,  yani uzun vadeli ve kurallara uymakla ortaya çıkan bütün şema veya planda yatan çıkara baş‐vurmak yerine, “iç huzur” ve kişinin kendi dürüstlüğünden alacağı ma‐nevi tatmine atıf yaparak bir anlamda ödev duygusuna başvurmaktadır. 

Gauthier bu cevaba eğer makul hilekâr haklıysa adil davranmak için yönlendirilmiş kişisel çıkara sahip değiliz, o zaman niye adil davranma‐yarak dürüstlük veya şerefimizi zedelediğimizi düşünelim diyerek itiraz eder.(Gauthier  1992:418) Gauthier’a göre makul hilekâr bu  soruyu  sor‐makta  haklıdır  ve  Hume  ona  tatminkâr  bir  cevap  verememektedir. Gauthier Hume’un makul hilekâra tatmin edici bir cevap verememesinin aslında yönlendirilmiş kişisel  çıkarın her  eylemde  adil davranmak  için yeterli bir güdü olmadığının kanıtı olarak görmektedir. Gauthier makul hilekâr örneğinde, yönlendirilmiş bile olsa kişisel çıkarın adil davranmak için yeterli bir güdü olarak ortaya konamadığını, adalet  için geriye  sa‐dece  adil davranmak  için ödev duygusunun veya  ahlaki olumlamanın kendisinin kaldığını  ifade eder. Bunun anlamı  ise Hume’un bizzat ken‐disinin hatalı döngüsel akıl yürütme ve safsata olarak adlandırdığı zih‐nin bir yükümlülüğün  istenmesi  edimi varmış gibi yapmaya geri dön‐mektir. Böylece Hume kendi teorisi bağlamında bizzat kendisinin belirt‐

18 Gauthier’in makul hilekâr üzerinden Hume’a getirdiği eleştirilere verilen bir cevap için bkz. Annette C. Baier (1992)  

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

259

tiği hataya düşmekte ve O’nun yapay erdemler ve adalet teorisi hatalı bir teori olarak kalmaktadır.(Gauthier 1992:419‐23) 

Hume’un  yapay  erdemler  ve  adalet  teorisinde  hata  veya  belirsizlik olduğunu düşünen yazarlar bu problemi ortadan kaldırmak  için  çeşitli öneriler sunmuşlardır. Bu önerilerden biri aslında çözümü Hume’un teo‐risi içerisinde çözmeye yönelik değil, onu değiştirmeye yöneliktir. Buna göre Hume’un adaleti yapay değil doğal bir erdem olarak kabul etmesi gerekirdi. Hume  adaleti  yapay  erdem  olarak  kabul  etmekte  hatalıdır. Hume da Francis Hutcheson gibi adaleti doğal bir erdem olarak kabul etmeliydi. Çünkü  insan doğasında adil davranmak  için doğal bir moti‐vasyon  vardır.  Çocuklarımıza  bakım  duygumuz  kadar  borçlarımızı ödeme veya  sözlerimizi  tutma duygumuz da doğaldır. Buna bakış açı‐sına göre Hume’un temellendirme probleminin bu “gerçeği” gözden ka‐çırması nedeniyle ortaya çıktığı söylenebilir.(Mounce 1999:96‐8) 

Mackie’den gelen başka bir öneri, adil davranmak için genel motivas‐yonun  ödev duygusu  (eylemin  erdemine duyulan  saygı)  olarak  göste‐rilmesi şeklindedir. Buna göre Adil davranmak için motivasyonun ödev duygusu olması aslında bir döngüsellik  içermez. Hume aslında  iki ayrı soruyu  tek bir  soru halinde  sorduğu ve  ikisini ayırt edip ayrı  cevaplar vermediği için bahsettiği döngüsel akıl yürütme ortaya çıkmaktadır. Ki‐şinin  borcu  olan  bir parayı  ödeme  edimi düşünüldüğünde, Hume  bu‐rada  ‘eylemi erdemli yapan nedir?’ diye sormaktadır. Cevap olarak ey‐lemin  dışsal  durumuna  değil,  doğru  bir  motivasyondan  kaynaklanıp kaynaklanmadığına  bakılması  gerektiğini  söylüyor.  Manckie’ye  göre Hume haklı ancak çözüm için aslında sorduğu sorunun iki ayrı soru ha‐linde formüle edilmesi gerekiyor: (1) Borçları geri ödemeyi erdemli veya iyi kılan şey nedir? (2) Belli bir eylemi (borç ödeme) şeklen değil gerçek‐ten erdemli yapan şey nedir? Manckie’e göre bu iki sorunun birleşik ce‐vabını  ödev duygusunda  aramak  hatalı. Hume  bu  iki  soruyu  ayırt  et‐mekte başarılı olsaydı, ödev duygusunu adil davranmak  için genel mo‐tivasyon olması döngüsel bir akıl yürütme durumuna düşmezdi. Buna göre ilk soruya “genel mutluluğu geliştiren genel bir davranış şemasının temel bir parçası” olmak, ikinci soruya ise yani “kişinin, her zaman dü‐rüst olması gerektiğine inancı ile birlikte, yapması gereken her neyse onu yapma arzusu”na sahip olmak yani ödev duygusundan dolayı yapılmış olmak  şeklinde  cevap  verildiğinde  problem  ortadan  kalkar.(Manckie 1980:78‐79) 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

260

Başka  bir  öneri  Hume  bir  sözleşmeci  olarak  okuyan  Gauthier’dan gelmektedir. Gauthier Hume’un ahlâk teorisi ile adalet teorisini birbirin‐den ayırıp, ahlâk teorisini adalet teorisinin altında  ikinci sıraya yerleşti‐rir. Hume’un ahlâk teorisinin sözleşmeci olmadığını, buna karşın adalet teorisinin  sözleşmeci  olduğunu  ileri  sürer. Gauthier Hme’un  sözleşme teorilerine yönelik kayıtlarını dikkate alan ve onun genel felsefesiyle çe‐lişmeyen bir sözleşmeci Hume okuması yaptığını iddia eder. Bu okuma‐nın  söz  konusu  çelişki  ve  problemleri  de  ortadan  kaldırdığını  ifade eder.(Gauthier 2005)  

Elbette Hume’a yönelik eleştiri ve bu eleştiriler bağlamında getirilen öneriler bir  takım  itiraz, eleştiri ve değerlendirmelerden azade değildir, ancak bu husus bu makalenin sınırları ve hacminin ötesine uzanmakta‐dır. Hume’un adaleti  temellendirmesine  ilişkin çok sayıda eleştirel yazı olmakla  birlikte,  ilginç  olan  nokta  eleştirilerin  genelde  yine Hume’un kendisinin belirttiği ve tespit ettiği kanal üzerinden gitmiş olmasıdır. 

V. SONUÇ David Hume’un skeptik felsefesinin çarpıcı ve sarsıcı sonuçlarından biri ahlâkın akıl ile keşfedilebilir olan evrensel, objektif ve mutlak bir temeli‐nin  bulunmadığı  iddiasıdır. Hume’un meşhur  “akıl  tutkuların  kölesidir” sözünün  iması  filozofların  insanların davranışlarına  referans olabilecek tek sağlam ve sarsılmaz  temel olarak görüp sarıldıkları “akıl”ın ellerin‐den alınmaya kalkışılmasıdır. Elbette bu  tür  iddialarda bulunan  ilk kişi Hume değildir, ne var ki Hume diğerleriyle kıyaslanamayacak denli sar‐sıcı bir etki yaratmış ve  fikir  tarihinde bir kırılma, bir dönemeç noktası haline gelmiştir. Hume’un  felsefesinin gücü derin bir kavrayış ve dâhi‐yane  saptamalar  içermesinin yanında,  iddialarına karşı  ileri  sürülebile‐cek olası argümanlara karşı kolayca çürütülemeyecek cevapları da ver‐miş  olmasındandır. Hume’un  fikir dünyası üzerindeki  bu  kapsamlı ve sarsıcı etkisi zaman zaman onun ahlâk ve adalet  teorisini olduğu yerin çok ötesine  taşıyan hatalı bir algılayışa yol açmıştır. Hume’un teleolojik ve  teolojik  temelli  insan  doğası  ve  rasyonalist  akıl  anlayışına  yönelik eleştirileri, Hume’un yıktığı görüşler yerine alternatif olarak aşırı bir süb‐

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

261

jektivizmi veya ahlaki  rölativizmi önermiş olduğu yolundaki hatalı bir imajın inşasına da hizmet etmiştir.19  

Açıktır ki bu  imaj hatalıdır. Naturalistik Hume ahlâkı doğal bir olgu olarak ele alır ve bu doğal olguyu insan doğasını merkeze alan bir bilim‐sel  inceleme ve gözlem yoluyla analiz etmenin gerekli olduğunu düşü‐nür. Hume açısından sadece doğal erdemler değil adalet gibi yapay er‐demler de doğal bir olgudur.(Rawls 2000:51,53) Hume insan türünde ey‐lem, düşünme, algılama ve hissetmeye  ilişkin gerçekleşmekte olanların niye bu şekilde olduğunun açıklamasını sağlayacak insan doğasının ge‐nel bir  teorisini kurmaya çalışır.  İnsan doğasını  teleolojik,  teolojik veya rasyonalist  bir  perspektiften  ele  almanın  hatalı  olduğunu  düşünen Hume,  insan  doğasını  bilimsel  bir  incelemenin  nesnesi  olarak  kabul eder.(Stroud 1977:3) 

Hume incelemesi sonucunda bize ahlâkın yani iyi ve kötü arasındaki farkın kişiden kişiye veya toplumdan topluma değişebilen tamamen gö‐reli bir olgu olduğunu söylemez. Hume için ahlâk bir arada yaşayan ve karşılıklı etkileşim  içinde olan  insanların ortak  referanslarından oluşur. Ahlâk  insan doğasının  bazı  özellikleri üzerine dayanarak  yükselen  bir değerler  sistemidir  ve  insanlar  için  toplum  halindeki  yaşam  pratikle‐rinde ortak bir  referans olarak hizmet  eder. Gerçi  zaman  içinde  toplu‐mun gelişmesiyle evrilirler ve  çeşitli  revizyonlardan geçerler, ancak bu durum ahlâkın bambaşka hallere büründüğü veya bir  toplumdan diğer topluma  tamamen  farklılaştığı anlamına gelmez.  İnsan doğasındaki or‐taklıklar ahlâkın da ortaklığını/benzerliğini temin ederler. Hume için ah‐lâk yüksek bir yerde sabit ve keşfedilmeyi bekleyen kıymetli bir hazine değil,  insanların  ortaklaşa peyderpey ürettikleri  ve  inşa  ettikleri  ve  bu üretimin her gün devam ettiği kıymetli bir hazinedir. Bununla birlikte bu keyfi ve rastgele bir üretim değildir. İnsan doğasının ve onun işleyiş ilke‐leri ile insanlığın koşullarının karşılıklı etkileşiminin bir ürünüdür.  

Hume  için adalet: Teolojik bir zemine dayanmaz ve Tanrı’nın ebedi kanunlarının insan üzerine yükümlü kılınan kısmı olarak anlaşılmaz; te‐leolojik insan doğası anlayışına uygun olarak, insanın mükemmelliği ve gayesi  ile uyumlu ve  insanın doğasına/özüne  içsel olarak yerleştirilmiş 

19 Bu konuya ilişkin Hume ile post‐modernizmin ve rasyonalizmin ilişkisini ele alan iki ça‐lışma, Scott Yenor’ın (2002) ve Zuzana Parusnikova’nın (1993) makaleleri bu konuda ufuk açıcı olabilir. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

262

ve akılla keşfedilen kurallar olarak görülmez; Aklın duygu ve  tutkular karşısında tarafsız kalarak yalnız başına kendi işleyiş süreci içinde iyi ve kötü olanı, adil ve gayri adil olanı keşfettiği bir ilkeler bütünü olarak ele alınmaz.  

Hume  için  adalet  alabildiğine  beşerî  alabildiğine  ampiriktir. Adalet topluma ve üyelerine sağladığı  fayda uğruna  insanın sosyal becerisi  ile ürettiği bir kurumdur. Toplumun  ayakta kalması  için  zorunlu,  insanın daha yüksek fayda ve refah elde etmesi için gereklidir. İnsan adaleti top‐lumun  ayakta  kalmasına  karşı  doğasının  ve  dışsal  koşullarının  bir‐likteliğinden kaynaklanan yıkıcı etkiye deva olmak üzere üretmiştir. İn‐sanlar  yine  doğalarındaki  ortaklıklar  sayesinde  birbirlerinin  duygu  ve motivasyonlarını algılamak suretiyle karşılıklı  iletişim ve etkileşim  için‐de adaletin kuralları üzerine konvansiyonları kurarlar. Öyle görünüyor ki  insanın adalet konusundaki becerisi  sadece  faydalı olduğu  için kon‐vansiyonları kurmaktan ibaret değildir. Ayrıca o konvansiyonlara uygun davranışları ahlâkî tasvibin ve uygun olmayanları ahlâkî kınamanın ko‐nusu haline getirmekte de bu beceri devreye giriyor. Bu beceri, kişisel çı‐kar  güdüsünü  yakın  çıkar  yerine  uzak  ve  şemanın  genelindeki  çıkara yönlendirmek  ve  eğitim,  alışkanlık  ve  yasalar  yoluyla  adaletin  ku‐rallarına uymaktaki ahlâkî ödev duygusunu pekiştirmekte rol oynuyor. İnsanın sosyal becerisi kendisi  için zaruri olan ancak doğal bir  içgüdü‐nün  doğrudan  bir  sonucu  olarak  sahip  olmadı  bir  erdemi  üretmesine hizmet eder. 

Hume açısından adalet yapay bir erdem olabilir, ama kesinlikle doğal erdemlerden daha düşük veya daha az etkili bir erdem değildir. İnsanın becerisiyle  icat edilmiştir ama kesinlikle rastgele ve  tesadüfî bir  icat de‐ğildir. İnsanın doğasına ve koşullarına yani insanlığa sıkı sıkıya bağlıdır. Adaletin kuralları birer konvansiyondur ama kesinlikle keyfi, değişken veya  göreceli  değildir. Adaletin  kuralları  olduklarından  başka  şekilde olamazlardı,  çünkü  o  zaman  yerine  getirmek  için  yöneldikleri  amaca hizmet edemezlerdi. Farklı zaman ve yerlerde, farklı toplumlarda birbi‐rinden apayrı kurallar şeklinde ortaya çıkamazlardı, çünkü insanlığın or‐tak doğası ve ortak koşullarının  insan  için adeta kaçınılmaz ve zorunlu hale getirdiği kurallardan oluşurlar. Bu açıdan, Hume’a göre  insanlığın becerisi  ile  icat ettiği veya ürettiği adaletin kuralları, yer ve zaman  fark etmeksizin tüm insan toplumlarında geçerli olmak anlamında “evrensel” ve keyfi ve rastgele olmamaları bakımından “objektif” kurallardır. 

 C. Uslu: David Hume: Beşeri Bir Ürün Olarak Adalet 

263

“İnsanın pek çok icadı değişime konu olur. Bunlar keyfe ve kaprise bağ‐lıdır. Bir süre için moda olurlar sonra zamanla unutulup giderler. Adalet in‐san icadı olarak kabul edildiğinde belki de diğerleriyle aynı zemine yerleşti‐rilmesi  gerektiği  düşünülebilir.  Ancak  durumlar  geniş  ölçüde  farklıdır. Adalete  temel olan  çıkar  tahayyül edilebileceklerin en büyüğüdür ve  tüm yer ve zamanlara uzanır. Başka herhangi bir icadın o çıkara hizmet edebil‐mesi mümkün  değildir. Açıktır  ki,  toplumun  ilk  şekillenişinde  kendisini gösterir. Bütün bunlar adaletin kurallarını sabit ve değişmez kılar; en azın‐dan insan doğası kadar değişmezdir. Ve eğer bu kurallar kökensel içgüdü‐ler üzerine  temellenmiş olsaydı bundan daha  fazla  istikrara  sahip olabilir miydi?”(T:III.3.6,620) ∇ 

KAYNAKLAR 

BAIER, C. Annette. (1992) “Artificial Virtues and the Equally Sensible Non‐Knaves: A Response to Gauthier”, Hume Studies, V. XVIII, N. 2, ss. 429‐440. 

BAILLIE, James. (2000) Hume on Morality, London&New York: Roudledge 

BARON, Marcia.  (1982) “Humeʹs Noble Lie: An Account of His Artificial Virtues,” Canadian Journal of Philosophy, N. 12 ss.539‐555. 

BARRY, Norman. (1986) “The Concept of ‘Nature’ in Liberal Political Thought”, The Journal of Libertarian Studies, V. VIII, N.1, ss.1‐17. 

COHEN, Alix.  (2000) “The Notion of Moral Progress  in Hume’s Philosophy: Does Hume Have a Theory of Moral Progress?” Hume Studies, V. XXVI, N. 1, ss. 109–127. 

COHON, Rachel. (2008) Hume’s Morality: Feeling and Fabrication, Oxford&New York: Oxford University Press. 

GLASSFORD,  John.  (2007)  “Sympathy  and  Spectatorship  in  Scottish Writing  after Hume”, The Monist, V. 90, N. 2, ss. 213‐232 

GAUTHIER, David. (2005) “David Hume, Contractarian”, Social Justice From Hume to Walzer, Ed. David Boucher&Paul Kelly, New York&London: Routledge, ss. 17‐45. 

________, (1992) “Artificial Virtues and the Sensible Knave”, Hume Studies, V. XVIII, N. 2, ss. 401‐428. 

 

HAAKONSSEN, Knud. (1978) “Hume’s Obligations”, Hume Studies V. IV, N. 1, ss. 7‐17. 

HUME, David.  (1896) A Treatise  of Human Nature, Ed.  L. A.  Selby‐Bigge, Oxford: Clarendon Press. 

________, (1902) Enquiries Concerning The Human Understanding and The Principles of Morals, Ed. L. A. Selby‐Bigge, 2. ed., Oxford: Clarendon Press. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

264

KRAUSE, Sharon R. (2004) “Hume and the (False) Luster of Justice”, Political Theory, V. 32, N. 5, ss. 628‐655. 

KUFLIK, Arthur. (1998) “Hume on Justice to Animals, Indians and Women”, Hume Studies, V. XXIV, N. 1, ss. 53‐70. 

MACKIE, John Leslie. (1980) Hume’s Moral Theory, Routledge&Kegan. 

MACLEOD,  Alistair.  (1981)  “Rule‐Utilitarianism  and Hume’s  Theory  of  Justice”, Hume Studies, V. VII, N. 1, ss. 74‐84. 

MOUNCE, Howaerd O. (1999) Hume’s Naturalism, London&Newyork: Routledge. 

NORTON, David Fate. (1999) “Hume, Human Nature, and The Foundations of Mo‐rality”, The Cambridge Companion  to Hume, Ed. David  Fate Norton, Cam‐bridge: Cambridge University Press, ss. 148‐181. 

OʹDAY, Ken.  (1994)  “Humeʹs Distinction  Between  the Natural  and Artificial Vir‐tues”, Hume Studies, V. XX, N. 1, ss. 121‐142. 

PARUSNIKOVA, Zuzana.  (1993)  “Against  the Spirit of Foundations: Postmodern‐ism and David Hume”, Hume Studies, V. XIX, N. 1, ss.1‐18. 

PENELHUM, Terence.  (1999) “Hume’s Moral Psychology”, The Cambridge Compan‐ion  to Hume,  Ed. David  Fate Norton,  Cambridge:  Cambridge University Press, ss.117‐147. 

PISTON, Tony. (1996) “Sympathy and Other Selves”, Hume Studies, V. XXII, N. 2, ss. 255-272.

PONKO Ted A. (1983) “Artificial Virtue, Self-Interest and Acquired Social Concern”, Hume Studies, V. IX, N.1, ss. 46-58.

RAWLS, John. (2000) Lectures on the History of Moral Philosophy, Ed. Barbara Herman, Harvard University Press. 

SCHMIDT,  Claudia M.  (2003)  David  Hume,  Reason  in  History,  Pennsylvania:  The Pennsylvania State University Press. 

STROUD, Barry. (1977) Hume, Routledge&Kegan Paul Press. 

SAYRE‐MCCORD, Geoffrey.  (2006) “Introduction”, Moral Philosophy, David Hume, Ed. Geoffrey  Sayre‐McCord,  Indianapolis/Cambridge: Hackett  Publishing Company, Inc. 

VITEK, William.  (1986)  “The  Humean  Promise: Whence  Comes  Its  Obligation”, Hume Studies, V. XII, N. 2, ss.160 ‐176. 

YENOR, Scott.  (2002) “Between Rationalism and Postmodernism: Humeʹs Political Science of Our ‘Mixed Kind of Life’”, Political Research Quarterly, V. 55, N. 2, ss. 329‐350. 

 

 

      

TÜRKİYE’DE DİNDAR SAĞIN TEMEL PARADİGMALARI ÜZERİNE BİR DERKENAR 

Ahmet N. HELVACI∗   

Her düşüncenin, sosyal ve siyasal hareketin onları diğerlerinden ayıran temel paradigmaları vardır. Bunlar kapsamı  itibariyle olabildiğince ge‐neldir. Oysa biz başlıkta  ikili bir daraltma kullanıyoruz. Bu daraltmalar “Türkiye” kelimesi  ile “dindar sağ” kavramıdır. Yazıya  ilk önce bunun nedenini açıklayarak başlayalım. 

Öncelikle  bu  yazının  başlığı  “Muhafazakârlığın  Temel  Paradigma‐ları” olabilirdi. Ama biz bu yazıda siyaset biliminin en önemli ideolojile‐rinden  birisi  olan  “muhafazakâr  düşüncenin”  temel  paradigmalarını açıklamak niyetinde değiliz. 

Bu yazının başlığı “Dindar Sağın Temel Paradigmaları” da olabilirdi. Ancak bu makalede ele alacağımız “dindar  sağı” müstakil bir  ideolojik bütünlük  olarak  saymak  için  henüz  erken,  hem  de  saysak  bile  bu  tür ideolojilerin  paradigmalarının  ele  alınmasında  ülke  bağı  önemli. Ülke 

∗ Dr., Siyaset Bilimi. 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

266

bağı  ideolojik  aidiyetlerde  olduğu  gibi, medeniyet  tartışmalarında  da önemli.1

Konumuz  bu  olmamakla  beraber  kastettiğimizin  ne  olduğuna  dair ufak bir örnek verelim. Kutsal dinler “öldürmeyeceksin” derler. Kur’an bir insanın haksız yere öldürülmesinin tüm insanlığı öldürmekle eşdeğer olduğunu belirtir. Ama  İslam  coğrafyasında  feodal kültürün hâkim ol‐duğu bazı mekânlarda bu “medeniyet umdesi” etkisiz kılınmış ve insan canını değersizleştiren bir yaygınlığa ulaşmıştır. Bunu değer olarak taşı‐yan  toplumla,  değersizleştirmeyi  yaygın  hale  getiren  toplum  da  aynı medeniyetin  içerisinde  yer  almasına  rağmen,  yönetimden  sosyal  ilişki‐lere kadar  tezahür  tek bir  formda olamaz. Tek  formda olması  imkânsız bir şey. Ama siz var olanı değil de metni (text) esas alıp “buyruk böyle, öyle olmalılar” derseniz de “mevcudu” açıklamamış olursunuz. 

Dolayısıyla Türkiye özeli  tarihte ve günümüzde  ittihaz ettiği konum itibariyle,  hem  bugüne  kadar  biriktirilen,  hem  de  tecrübe  edilen  anla‐mında bir  “müstakiliyet”e karşılık gelir ve de başlı başına  tanımlayıcı‐açıklayıcıdır. 

Bu  yazının  başlığı  “Türkiye Muhafazakârlığının  Temel  Paradigma‐ları”  da  değil.  Bu  türden  düşüncelerimizi  daha  önce  iki  farklı maka‐lede2de  ifade ettiğimiz gibi muhafazakârlık Türkiye’de yeni bir  tanıma ihtiyaç duyuyor. Bilhassa dinini ciddiye alan insanların yani bizim “din‐dar”  olarak  tanımladığımız  kesimlerin muhafazakâr  ideolojinin  temel paradigmalarından oldukça farklı algı ve pratikleri var3. Bu kavramlaş‐tırmanın (dindar sağ) arıziliğini görüyor, en uygun olanı olduğunu iddia etmiyoruz, ancak şimdilik daha iyisini bulamadık. 

Neden bu başlığı seçtiğimize dair girizgah niteliğindeki açıklamalar‐dan sonra vurgulamakta fayda vardır ki bu çalışma olanı saptamaya yö‐

1 Türkiye’nin geleceğinde önemli düşünsel  inşa  faaliyeti deruhte  edeceğine  inandığımız UTESAV (Uluslararası Teknolojik, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı)’ın medeniyet tartışmalarından birisinde bu düşüncesini aktaran bir akademisyen derdini anlatamamış‐tı. Bilhassa ilahiyat kökenli katılımcılarda metin merkezli algı belirgindi. 2 Helvacı, Ahmet; “Muhafazakâr İdeoloji: Yeni Bir Tanım İhtiyacı” Düşünen Siyaset, Güz 1998 ve Helvacı, Ahmet; “Muhafazakâr Duruştan Demokrat Tavıra Anakronik Bir Yolcu‐luk” Muhafazakâr Düşünce, Yıl 1, Sayı 2, Güz 2004 3 Dolayısıyla AK Parti uygulamalarının “muhafazakâr demokrasi” olarak adlandırılması iyi niyetli ama sağlam olmayan bir adlandırmadır. Ancak bu makalenin konusu bu (da) değil‐dir. 

 A.N Helvacı: Türkiye’de Dindar Sağın Temel Paradigmaları Üzerine Bir Derkenar 

267

nelik bir çaba olup, dindar sağın şu veya bu şekilde olmasını yahut algı‐lanmasını  sağlama  çabası  değildir.  Bu  yazı  daha  derinlikli  tartışmaları doğurması umulan (sadece) bir denemedir.  

Bu  kesimlerin  hangi  kesimler  olduğunun  ve  bu  kapsama  kimlerin girdiğinin ayrıntılı bir biçimde tartışılması gereksiz bir çabadır ve yazıyı özünden  saptırır. Ama  açıklamakta  fayda var ki dindar  sağı monolitik bir bütün olarak görmüyoruz. Bugüne kadar siyasî, sosyal ve ekonomik olarak  Türkiye’de  var  olan  ve  günümüz  itibariyle  de  kendisini  bu  üç alanda  bir  gerçeklik  olarak  güçlü  bir  şekilde  hissettiren  dindar  ke‐simlerdir kastettiğimiz.  

Saptamaya  çalıştığımız paradigmalar da,  kendi  içerisindeki  tüm  çe‐şitliliğine karşın, temsil niteliğini haiz kişi ve kurumların çoğunluğunun benimsediği ve/veya ifade ettiği paradigmalardır. Siyasî veya sosyal ola‐rak bunları  takip eden yani oy vererek yahut  içinde bulunarak‐yardım ederek destekleyen kalabalıklar doğrudan konumuz değildir. Tabi ki kit‐lelerdeki  hâkim  eğilime  karşılık  gelen  bir  çerçeve  sunduklarına  inanı‐yoruz, ancak bu paradigmaların doğrudan kitlelere atfedilmesini hatalı buluyoruz. 

Dindar  sağ  için  etnisite  belirleyici  kriterlerden  birisi  değildir.  Yani dindar sağ sadece Türklere ait bir oluşum değildir. Nitekim Türkiye’deki dindar sağın dinî ve fikrî tanınmış önderlerine baktığımız zaman bu çe‐şitliliği  fazlasıyla görürüz. Hem  tasavvufî hem de  cemaatsel oluşumlar için ilham kaynağı olan Mevlana Halid‐i Bağdadî 19 yüzyılda yaşamıştır ve Bağdatlıdır. Abdülhâkim Arvasi Vanlı, Bediüzzaman Said Nursî Bit‐lislidir. Süleyman Hilmi Tunahan Silistreli  (Bulgaristan)  iken, milliyetçi kesimleri de uhdesinde tuttuğuna inanılan Muhammed Raşid Erol Siirt‐lidir. Daha  günümüze  gelirsek, M.  Zahid Koktu Kafkasya  kökenli  bir Bursalı  iken, M.  Fethullah Gülen  ise Erzurumludur.  Bu  kesimlerin  tü‐münün dikkate aldığı, saygı duyduğu yazar‐şair Necip Fazıl Kısakürek Kahramanmaraşlıdır. 

1980’li  yıllarda  kendisini  hissettiren,  şimdilerde  ise  çoklukla  dindar sağa  ait  kurumlarda  düşünsel,  sanatsal  faaliyetler  yürüten  entelektüel radikal  hareket  içerisinde  her  kesimden  insan  vardır.  Bu  hareket  çok‐lukla tercüme eserler ve ana metinlere (yeni bir tarzla) yönelmiş kendili‐ğinden bir harekettir ancak yine de o kesimlerde bir  şekilde öne  çıkan isimler  bulunabilir. Bu  isimlerden  İsmet Özel Kayserili  iken, Ali Bulaç 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

268

Mardinlidir. Fehmi Koru ve  sonradan Nur hareketine giren ama o dö‐nemde oldukça popüler birkaç eserin sahibi olan4 Ali Ünal Egelidir. Biri‐si İzmir, diğeri de Uşak.5

Bunların hepsi de aşağıda ayrıntılarını serdedeceğimiz paradigmalar etrafında kümelenen dindar  sağı bir  şekilde belirleyen  insanlardır ama sosyal ve etnik kökenleri farklıdır. Dolayısıyla biz bu paradigmalar etra‐fında oluşmuş bütünü dindar sağ olarak tanımlıyoruz. 

Son  olarak  buradaki  dindar  tanımı  “güçlü  dini  pratik  sahibi”  anla‐mına gelmek zorunda değildir. Bizim ne böyle bir çetele takibine hakkı‐mız var, ne de gücümüz yeter. Önemli olan bu insanların (a) duruş ve (b) algı’sıdır.  

Yazının  ayrıntılarını  okuduğunuzda  bu  paradigmaların  önemli  bir kısmının kentli ve eğitimli orta sınıf mensuplarına karşılık geldiğini gö‐receksiniz. Sınıf tabanlı bir çalışma yapmak niyetinde olmasak da sosyal bilimci olarak böyle bir irtibatı reddetmemiz gerekmemektedir. Nihaye‐tinde orta sınıflar sosyal değişimlerin dinamosu olan sınıflardır ki bu du‐rum da bizim tespitlerimizi güçlendirir. 

Şimdi bu paradigmaların neler olduğuna geçelim. 

1. Öncelikle dindar sağın, muhafazakâr  ideolojinin  temel kavramları olan “establishment” ve “devlet” algıları genel muhafazakârlardan fark‐lıdır.  İtaati ve düzenin sağlanması anlamında otoriteyi önemsemelerine rağmen bu kurumları kutsamazlar ve onlara nihai güç atfetmezler. Daha güncel kavramlarla konuşursak çoklukla “etkin ama minimal devlet” al‐gısına sahiptirler. Devlet ve establishment kavramları karşısında önemli oranda özgürlük ve bireysellik alanı geliştirmişlerdir. Devletin dışında, ona karşı bile korunmuş özel bir sivil alanı savunurlar. 

Özünde;  “ya devlet  başa,  ya  kuzgun  leşe”,  “devlet‐i  ebed müddet” algısının güçlü olduğu bir gelenekten gelen dindar kesimlerde varolan mevcut duyarlılığın Türkiye’ye has, hatta özelde Cumhuriyet dönemine has bir duyarlılık olduğunun ve de kalıcı olamama riski taşıdığının far‐

4 Ali Ünal’ın kendisi özellikle o kitaplarla irtibatını reddettiği için eserlerinden bahsetmiyo‐ruz. Ancak yazara rağmen hala o kitapların basılmaya devam ettiği söylenmekte. 5 Burada isimlerin tümünün işlenmediği, örneğin bir Mehmet Akif’in, Elmalılı Hamdi’nin nasıl dışarıda  tutulduğu gibi bir eleştiri almamak  için belirtelim ki ana amaç “kim daha belirgindi?”den daha çok dindar kesimlerin bazı zihin mimarlarına işaret edip, onların et‐nik zenginliğini göstermektir. 

 A.N Helvacı: Türkiye’de Dindar Sağın Temel Paradigmaları Üzerine Bir Derkenar 

269

kındayız.  Ancak  modernitenin  de  etkisiyle  özgürlüğe  ve  bireyselliğe önem veren “etkin minimal devlet” algısının genişleyerek artması  ihti‐malinin bu riskten daha fazla olduğunu düşünüyoruz6.  

2. Yine muhafazakâr ideolojinin temel kavramlarından olan “statüko” dindar  sağın  haz  etmediği  kavramlardandır. Düzenin  temel  koşulunu “var  olan hiçbir  şeye dokunmama”  veya  “statükoyu  normal  (değişim) seyrine  bırakma”  olarak  algılamayıp,  statüko  çoklukla  iyiye  yönelişin önünde  bir  engel  olarak  görülür  ve  aşılmaya  çalışılır. Bilhassa mevcut koşullarda “değişim” en çok arzulanan bir olgudur.  

Konjonktürel olarak da Türkiye’deki dindar sağ değişimin dinamosu konumundadır. Buradaki değişimin sınırları vardır. Ancak Türkiye öze‐linde temel insan hak ve özgürlükleri ile demokratik siyasî mekanizma o kadar eksik durumdadır ki bu gerçeklik dindar sağı, hem çoğu evrensel ideoloji bağlılarından daha da değişim taraftarı kılmakta, hem de bu sü‐reyi çok uzun tutacağa benzemektedir. 

3. Kesintiye  uğramadan  yaşanması,  nakledilmesi  ve  kompleksiz  in‐celenmesi yaklaşımına sahip olmak anlamında gelenek önemli bir  refe‐rans kaynağı olmasına rağmen, dindar sağ “geleneğin sorgusuz sualsiz kabulü ve yüceltilmesi” anlayışına sahip değildir. “Geleneğin içinde ka‐larak geleneği de sorgulama” yaklaşımı belirgin olarak kendisini hisset‐tirir. Bilhassa 1980’lerden sonra güçlü bir şekilde ortaya çıkan ancak (a) yerel olamaması, (b) manevî boyutu ihmal edecek derecede rasyonel ve eleştirel olması nedenleriyle geleneksel hareketler karşısında ayakta ka‐lamayan, çoklukla  tercüme eserlere dayalı entelektüel‐radikal hareketin bu eğilimi cesaretlendirme konusunda belirgin bir etkisi görülür. 

4. Türkiye’de dindar sağ Türk kimliğini önemsemekle birlikte, hiçbir koşulda bu kimliğini dininin önüne koymaz. Bu anlayışla, mağribi, Kaf‐kaslı  (Çerkez‐Gürcü  gibi)  yahut  Balkanlı  bir  Müslüman  onu  bir  Ka‐zak’tan bir Kırgız’dan daha çok heyecanlandırır.  

6 “Modernite ototriteryen eğilimleri mi, yoksa özgürlükçü eğilimleri mi artırır?” tartışması kadim  bir  tartışma.  Nitekim  Türkiye’deki  Tek  Parti  İktidarının  baskıcı  yönteminde modernist dönüşüm programlarının etkili olduğunu biliyoruz. Ancak bir kanaatimiz var ki modernitenin  “zaten  varolan” mı  yoksa  “taşınan” mı, diğer  bir  ifade  ile  “üstten mi, yoksa alttan mı” geldiği önemli. Kanaatimizce eğer modernizm (devlet gibi) dönüştürücü bir aygıtın elinde  ise otoriter, o  topraklarda yaşayan  insanların  içinden çıkan‐gelişen bir yapıda ise bireyci ve özgürlükçü nitelikte olmaktadır. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

270

Burada  vurgulanmak  istenen dinin  etnik  aidiyetler  bağlamında  bile birinci  belirleyen  olduğudur.  (Yoksa dindar  sağın Kırgızları, Kazakları sevip‐sevmeme  diye  bir  sorunu  olamaz. O  bir  örnektir.)  Türk  kimliği İslamla bezenirse önemlidir. Bu boyutuyla da Türk milletinin  İslam de‐ğerlerini en iyi biçimde temsil edecek bir millet olduğuna inanılır. 

Bu durumun (bir dönem ve/veya şimdi) aynı devlet ve coğrafî sınırlar içinde  yaşamaktan  da  kaynaklandığı  iddia  edilebilir.  Önemli  ölçüde doğrudur da. Ancak dindar sağda ne bilinçli nede romantik bir  şekilde etnisite  merkezli  kimlik  algısının  olmadığını  bilmek  gerekir.  Bu  kap‐samda; Kızıl Elma”nın da, “Tanrı Dağı”nın da; “medeniyet hülyası”na sahip olmak, Alparslan’ın Malazgirt’ini önemsemek kadar bir etki‐heye‐can halesi ve kullanım alanı yoktur. 

5. Dindar sağ  için “Ulus devlet” kesinlikle bir mit ve üst form değil‐dir. Hatta birlikte yaşamanın  iyi bir biçimi olarak da görülmez. Ancak sınırların ortadan kalktığı bir evrenselcilik‐ümmetçilik algısı da yoktur7. Dindar sağ, medeniyetinin birikim ve desteğini arkasında hisseden güçlü bir devletin maddi sınırların ötesinde bir nüfuz yeteneğinin olacağına ve benzeri diğer devlerin sözcülüğünü kendiliğinden ve “doğal olarak” üst‐leneceğine inanır.8

6. Dindar sağı oluşturan insanlar Osmanlıyı önemser, temsil ettiği gü‐ce, doğurduğu maddi ve manevî medeniyete  saygı duyar  ama  tarihle‐rinin hiçbir döneminde ailenin fertlerine bağlılık göstermek, hele de sal‐tanatı geri getirmek anlamında bir Osmanlıcı düşünce hatta romantizme sahip değildir. Dindar  sağın  algısında Osmanlı bir Türk‐İslam  impara‐torluğu olup, padişahları bir kaç  istisna dışında  (kutsanmayı hak etme‐seler de) “Din‐i İslam‐ı Mübin’in sadık bendeleri olarak” İslam Medeni‐yetinin en güçlü  imparatorluklarından birisinde görev yapmış  insanlar‐dır. 

7. Siyaset bilimindeki  işlenişine uygun olarak demokrasi bir  ideoloji olarak ele alınmaz9. Bu durum dindar sağı, köşede bekleyen aforizmacı “bak gördünüz mü”cülerin dediği gibi “demokrasiyi bir sonraki totaliter 

7 Hatta herkes kendi ülkesinde yaşasın eğilimi daha belirgindir. 8 Nitekim Filistin‐Gazze merkezli  İsrail’le son yaşanan olaylar bu durumun açık bir göstergesidir. Güçlü bir Türkiye’nin neler yapabileceğine ilişkin algı‐lar tekrar tazelenmiştir. 9 Türkiye’de demokrasiyi ideoloji olarak gören bir entelektüel grup var. 

 A.N Helvacı: Türkiye’de Dindar Sağın Temel Paradigmaları Üzerine Bir Derkenar 

271

dini  devletin  aracı  olarak  görenler”  konumuna  sokmaz.  Böyle  olsaydı dindar  sağın günümüzün  İran, Suudi Arabistan gibi otoriter  İslamî  re‐jimlerinden haz almaları gerekirdi. Bilhassa  temel hak ve özgürlüklerin korunması,  seçme‐seçilme  hakkı  ve  iktidarın  seçimle  belirlenmesi  ile kuvvetler ayrılığının sağlanması boyutlarıyla demokrasiyi önemli adde‐derler.10

8. Dindar  sağı oluşturan kesimlerin  en önemli  farklılıkları güçlü bir medeniyet algısına sahip olmalarıdır. Kompleksiz, katıksız ve parçalan‐masına izin verilmeyen bir algıdır bu. Medeniyetlerinin en kadim, güçlü ve bozulmadan kalan bir medeniyet olduğuna inanır, tekraren dünyada sesi duyulan bir güç olarak ortaya çıkmasını şiddetle arzularlar. Bunu da Türkiye olarak yapmayı isterler ve buna da layık olduklarına inanırlar. 

9. Avrupa Birliği’ne giriş konusundaki mevcut konumlarının yukarı‐daki madde  ile çelişip çelişmediği sorulursa verilecek cevap çeliştiğidir. Ama dindar sağ bunu pratik nedenlerle çelişki olarak algılamamaktadır. Yoksa paradigmatik anlamda bu şizofrenik bir durumdur. İçinde bulun‐duğun  medeniyetin  değerlerine  inanıp,  başka  bir  medeniyetin  günü‐müzdeki projesinde ikincil konumda yer olmaya razı olmanın açıklama‐sının yapılması mümkün değildir. 

Burada  az  bir  kesimde  kısmen  net,  ama  çoğunlukla  insiyaki  olarak var  olan duygu Batı’nın da dönüşebileceği  hissiyatıdır. Batı’ya  onların değerlerini benimsemek üzere yaklaşılmamaktadır. AB’yi iki medeniye‐tin ortak projesi olabilir gibi ele alma eğilimi vardır. “Bir deneyelim, bel‐ki bu süreç Türkiye’yi daha üst bir noktaya taşır. Birlikte olursak oluruz, olamazsak ayrılırız” türü bir yaklaşım da kendisini hissettirir. 

Ayrıca, Türkiye gerçeğinde  iç hukukumuzda gerekli olan değişiklik‐lerin bu vesileyle daha kolay yapıldığı pragmatizmi olsa da dindar sağ için asıl belirleyici olan medeniyetlerine yönelik olumlu algının doğur‐duğu naifliktir. “Biz orada da bize ait ses ve edayı doğururuz naifliği”. Bu naiflik önemlidir. Bu naiflik Türk  insan ve  ekonomisinin  sınırlı  im‐kânlara, özellikle de  terör belasına  rağmen dünyanın 17. büyük ekono‐misini oluşturmadaki başarısını anlatır. Bunda dindar sağın ʺdaima ana masada olmaʺ  arzusunun pozitif  rolü vardır. Bu başarıların da Özal’la 

10 Mevcut anayasa reformuna kuvvetli bir destek verilmesine rağmen, her erkin bir parti‐nin eline geçmesinden ürken ve başkanlık sisteminin bir diktatör doğurmasından korkan önemli sayıda grup var. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

272

başlayıp, AK Parti ve benzeri partilerle devam ettiğinin düşünülmesi te‐sadüf değildir 

10.  Bilhassa  laik  elitler  ve  sol  hegemonya  tarafından marjinal mua‐melesine tabi tutulan dindar sağ kesimler ne şimdi ne de tarihlerinin her hangi bir döneminde kendilerini “marjinal” olarak görmüşlerdir. Aksine bu ülkenin asıl  sahipleri olduklarına  inanırlar ve bağlılarını bu  şekilde motive ederler. Bu yaklaşım suni olmayıp tamamen sahip olunan bir his‐siyattır. Bu duygunun bir yansıması olarak da özgüvenleri çok yüksektir. 

11. Dindar  sağ modernist  değil  ancak  feodaliteyi  çözme  anlamında moderndir.  Feodalitenin dayattığı  kültür  kalıpları  ve  ilişkileri  çoklukla terk etmiştir. Bu nedenle de varoluş ve kendilerini  ifade ediş yöntemle‐rinde de şiddete karşıdır.  

Belki müstakil bir makalenin konusu olacak bir örneğe değinerek bu maddeyi geçelim. Hemen hemen aynı ayrıma ve şiddete maruz kalmala‐rına rağmen feodal nitelikli bir hareket, kendi  toplumuna da yabancıla‐şan PKK ve ilgili partileri doğurmuş, diğer tarafta ise şu anda iktidarda olan bir parti ve benzerleri ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin görece olarak en dindar  bölgesinin  kendi  çocuklarını  da  imansızlığa  atan  bir  harekete verdiği destek dindar  sağca  anlaşılamaz,  ironik  ve  şizofrenik  bulunur. Türkiye dindar sağı böyle bir  ironi ve  şizofreniyi  tarihlerinin hiçbir dö‐neminde yaşamamıştır11. 

Nitekim doğsa da doğurulsa da Hizbullah bizim bu makale içerisinde tanımladığımız dindar  sağ  kesimlerin  içerisinde  yer  almaz. Bunun  ne‐deni Hizbullah’ın bir Kürt hareketi olması değil, onun etnisite merkezli, şiddetli esas alan, feodal nitelikli bir hareket olmasıdır. Tespitleri de, ön‐cülleri de, yöntemleri de farklıdır. İBDA‐C de aynı kapsamdadır. Dindar sağ dini nitelikli de olsa  şiddeti esas alan hiçbir harekete meşruiyet at‐fetmemiştir. 

12‐ Bugüne kadar yapılan propagandanın aksine Türkiye dindarları‐nın Cumhuriyetle  bir  sorunları  yoktur. Cumhuriyetin  kendini  konum‐landırdığı ideolojik çerçeve ile geçmişin ve dinin terki nedeniyle önemli bir zihni çatışma yaşamalarına rağmen, Kuruluş Savaşı akabinde açılan 

11 Girişte de bahsettiğimiz gibi Türkiye’deki dindar sağ sadece Türklerden oluşmuyor tabi ki. Her etnisiteden oluşuyor. Ama kendisini bunun bir parçası addeden ve diğerlerinden ayrıştıran herkesten. 

 A.N Helvacı: Türkiye’de Dindar Sağın Temel Paradigmaları Üzerine Bir Derkenar 

273

Meclisin ve 1923’de ilan edilen Cumhuriyetin asıl mücadele edicileri ola‐rak kendilerini görürler ve hiçbir zaman da saltanatçı olmamışlardır. 

13‐ Dindar sağ çoklukla söze ve bire bir markaj ve etkileşime dayalı bir gelenektir. Bu nedenle kendilerini  ifade etmek ve etki alanını geniş‐letmek  için  (bilhassa  da  nümayiş  içeren)  kitlesel  hareketlerden  haz  al‐maz, ülke içerisinde bilhassa ifade özgürlüğünün yerleşmesine çok önem verir. Siyasal hareketlerinin kitlesel boyuta  taşınması bile bu hassasiyet sayesinde olmuştur. 

14. 19. yüzyılda yaygın bir kanaat olarak başlayan ve 20. asır boyunca nerdeyse  tamamıyle  inanılan  “Batının  ilmini  alıp,  kültürünü  bırakma” eklektizmi eski gücü ve etkisini yitirmiştir. Türkiye’deki dindar sağ artık terkibi  oluşumlara  sıçrayabilecek  bir  olgunluğa  doğru  gittiğini  hisset‐mektedir. Bunu aleni olarak söylememekte ama hissetmekte, en önemlisi de bu modda davranışlar sergilemektedir.  

Nitekim modern Cumhuriyet döneminde  laik  elitler  iktidar  aygıtını da ellerinde tutmalarına rağmen şimdilerde dindar sağa karşı çoğu mev‐zilerini kaybetmiştir. Bilhassa eğitim ve örgütlenmede küresel düzeyde örneklikler  ortaya  koyan  dindar  sağa  karşı  diğer  kesimlerin  yerel  dü‐zeyde bile koyabildiği çok güçlü pratikler yoktur. Artık dindar sağı, oku‐muyorlar, okutmuyorlar diye eleştirmek mümkün olmadığı gibi, tersine bu  kesimlerin  önde  gelen  insanları  çocuklarını  laik  elitlerin  yetiştikleri okullara göndermeye başlamıştır. 

15. Dindar sağ, kapitalist dünyanın dayattığı güce ve zenginliğe öv‐günün ortaya çıkardığı çarpık ilişkileri yoğun düzeyde üzerinde taşıma‐sına rağmen, zenginliğin ve gücün doğurduğu Karun ve Nemrut send‐romundan  (yine de) korkar. Bu alanda yoğun bir  tartışma ve mücadele yaşanmaktadır. 

Bu  olumsuz  durumun  yanında  dindar  sağın  infak  geleneğine  özel‐likle vurgu yapılması gerekir. Bunun nedeni dindar sağ  için  infakın sa‐dece hayr ve sevap kaynağı olarak görülmesi değil, bu kesimlere ait her türlü maddi açılımda birincil gelir kaynağını teşkil etmesidir. Yani infak sadece dini değil, bir sosyal sorumluluğun da ifasıdır.  

Dindar sağ için infak ne vicdanlarını rahatlatmak içindir, nede birile‐rine yaranmak yahut şikayeti azaltmak  için başvurulan palyatif bir  ted‐bir. Cumhuriyet döneminde yapılan camilerin neredeyse  tamamı, okul‐ların önemli bir çoğunluğunun dışında bu kesimlere ait yurtiçi ve yurt‐

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

274

dışındaki  bütün  kurumlar  infak  sayesinde  oluşturulmuş  ve  oluşturul‐maya devam edilmektedir. İnfak müessesesi ve ifa ettiği fonksiyonu an‐lamadan dindar sağın gelişimini anlamak neredeyse imkânsızdır. 

16. Güçlü ve etkin iktisadî nitelikli kuruluşlarına rağmen dindar sağın en  zayıf  olduğu  alan  ekonomidir. Üzerinde  ittifak  edilen müstakil  bir ekonomik modele sahip olunmadığının farkındadır. Ancak bunu bir zo‐runluluk olarak görmeme eğilimleri giderek artmaktadır. Bunun nedeni ekonomik temelli inanç umdelerinin amir hükümlerinin kendilerini fark‐lı dünya görüşlerine ait ekonomik (kapitalist, komünist, faşist gibi) yak‐laşımlardan ayrıştırdığına ve onların düştüğü vartalardan uzak kıldığına inanır. Fakat her şeye rağmen bu sıkıntılı bir durumdur. Çeşitlenen eko‐nomik hayat ve modern yaşam pratikleri bu konuda daha genel örnek‐likler çıkarmakta güçlük oluşturmaktadır. 

17‐ Dindar  sağ  için  referans noktası  ‐sürekli  olarak‐ uhrevi  olandır. Ancak bu konuda siyasete ve ekonomiye etik bir çerçeve kazandırabile‐cek düzeyde kapsayıcı bir pratik geliştirememişlerdir. Yapılanlar ve söy‐lenenler  sadece  “referans” düzeyindedir. Buna  rağmen  ahlakî  kaygılar onlar  için bir “sınır”a  işaret  eder. Belirleyici olan kesinleşmiş ve  ittifak edilmiş  hükümlerden  daha  çok  hassasiyetlerdir  Bu  alanda  da  günü‐müzde yoğun bir iç tartışma ve mücadele yaşanmaktadır. 

Sonuç  olarak,  burada  dile  getirdiğimiz  hususların  tümünün  “para‐digma” niteliğinde olmadığının  farkındayız. Ancak mevcut yazının ve‐rimli bir  tartışma doğurması amacıyla “özellik” durumundaki hususlar da bu yazıda dile getirilmiştir. Kapanış  cümlesi olarak kullanabileceği‐miz tek ifade, “dindar sağın bu toplumun belirgin bir damarı olduğu ve bu  damarın  bu  topraklarda  dumura  uğramaktan  daha  çok  güçlenerek var olmaya devam edeceği”dir. Belki başkalaşabilir, ama (etkinliğini yi‐tirme anlamında) yok olması pek olası görünmemektedir. ∇ 

 

 

 

 

Kitap Tahlili

     

NİYAZİ BERKES: TEOKRASİ ve LAİKLİK  

Ahmet KIZILKAYA*

 

ÖZET Avrupa’da  görülen  feodal  toplum  yapısından  farklı  bir  özellik ve  gelişme gösteren ve ne  feodalizm ne de  teokrasi olan Osmanlı sistemi yeni  şartlara göre evrim yoluna giremeyip  tıkanıp kalmıştır. Osmanlı’nın geleneksel ya‐pısının gözden geçirilmesi  ihtiyacını doğuran bu  tıkanıklık,  aynı  zamanda laikleşme sürecinin de başlangıcını oluşturmuştur. Berkes, bu  laikleşme sü‐recini,  kilise ve devlet  birimlerinin  ayrı  kurumlar  şeklinde geliştikleri Batı modelindeki  tarihsel  gelişiminden  farklı  olarak,  özellikle  hukuk  ve  eğitim alanlarında kendini açığa vuran ve İslam ülkelerine özgü gelişimi içinde in‐celemeye çalışmıştır. Berkes,  laiklik sürecinin Türkiye’deki gelişmesinin bu sui generis niteliğinin anlaşılması gerektiğini belirtmekte ve Cumhuriyetin, Osmanlı‐Türk  siyasal ve  toplumsal  gelişmesinin  zorunlu  bir  sonucu  oldu‐ğunu ifade etmektedir 

Anahtar Kelimeler; Niyazi Berkes, Teokrasi Ve Laiklik, Laiklik, Çağdaşlaşma, Batılılaşma, Yenilikçi, Statükocu. 

* Araş. Gör., Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Tarih Bölümü. 

  Muhafazakâr Düşünce ● Yıl: 6 ‐ Sayı: 24 ● Nisan‐Mayıs‐Haziran 2010 

  

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

276

Batılılaşmanın tarihi, Osmanlı toplumu ve İslam ülkelerinde din/devlet ilişkisi gibi konular üzerinde çalışan Berkes, incelememize konu oluştu‐ran  “Teokrasi  ve  Laiklik”* *  adlı  eserinde  de,  genelde  İslam  toplumla‐rında ve özelde Osmanlı‐Türk  toplumunda geçerli olan din‐devlet  iliş‐kilerini inceler. Berkes’in bu kitaptaki temel yaklaşımını anlamak için din ile dünya ya da din ile devlet arasındaki ilişkilere ve laikliğin gelişimine yönelik olarak, Batılı  toplumlar  ile Batı dışı  toplumlar arasında yaptığı ayrımı anlamak önemlidir. Çünkü Berkes’e göre bugüne kadar yapılan çalışmalarda bu ayrıma hiç dikkat edilmemiştir ve bunun sonucu olarak da, Kiliseyle Devlet arasındaki  ilişkiler üzerine kullanılan ve Batılı  top‐lumların tarihi açısından uygun bir analiz çerçevesi yaratan terminoloji, Batılı olmayan  toplumların anlaşılması  için de aynı  şekilde kullanılmış‐tır. Farklı  tarihsel deneyimlerin, bu deneyimlere özgü  içerikleri ortadan kaldıran  evrenselleştirici  ve  standart  bir  terminolojinin  sınırları  içinde analiz edilmesinin yarattığı yanlışlığa  işaret eden Berkes, kendi yaklaşı‐mını şöyle açıklar: 

Kavramları ve anlamları yalın olan bu din devlet ilişkisi şeması, Batı dışı ülkelerin kurumlaşma  türleri  içindeki dinle dünya  ayrımı  sorununu  ince‐leme işinde toplumbilime uygun olmayan bir şemadır. Hıristiyan toplumla‐rında görülen ayrım, Batı ve Hıristiyanlık dışı olan ülkelerin devlet din arası ilişki  türlerinde görülmez. Hıristiyanlık dünyasındaki Din ya da Kilise ör‐gütleri, Devlet’ten önce ya da Devlet dışında aynı boyutta gelişme göster‐mez. Kimi toplumlarda din, bir kilise gibi ya da bir tarikat gibi kurumlaşmış olabilir ya da dünyasal bir politik kurum denebilecek bir örgütleniş, ger‐çekte dinsel görev ve değerlerle karmaşık olabilir.1

Batılı Hristiyan  ülkelerde  geçerli  olan  laikleşme  sürecinin,  Batılı  ve Hristiyan olmayan ülkeler örneğinde aynı şekilde yaşanmadığına dikkat çeken Berkes, Türkiye’de  laikliği anlama ve yorumlama çabalarında da benzer bir yanlışlığa düşüldüğünü belirtmekte ve Batı laikliğinin analizi açısından uygun  bir  kavramsal  çerçeve  yaratan Avrupa’daki  laikleşme modeli aracılığıyla o modelden ayrı yapıda olan Batı dışı laiklik modelle‐rinin anlaşılamayacağını  savunmaktadır. Berkes, bugüne kadar yapılan çalışmalarda böyle bir ayrıma dikkat edilmemesinin sebebi olarak,  laik‐lik geleneğinin geldiği Hıristiyanlıktaki din‐devlet  ikileminin,  İslam ge‐

 ** Niyazi Berkes, Teokrasi ve Laiklik, İstanbul: Adam Yayınları, 1984.  1 a.g.e., s. 11. 

 A. Kızılkaya: Niyazi Berkes: Teokrasi ve Laiklik 

277

leneğinde de bulunduğu yönündeki yanlış kanıyı görür. Oysa Berkes’e göre, İslam toplumlarında din‐devlet ikilemi diye bir şey söz konusu de‐ğildir: “Dünya alanının gelenek olarak kutsallaştırdığı böyle bir sistemde dünyasal ile dinsel birbirinden ayrı kurumlar olmaktan çıkarlar.”2

Din  ile devlet  arasındaki  ilişkilerin biçimi  açısından Batılı Hristiyan ülkelerden farklı bir tarihselliğe sahip olan İslam ülkelerinde, geleneksel Batılı  anlamına  indirgenmiş  bir  laiklikten  söz  edilemeyeceğini  belirt‐mekle birlikte, Berkes, din‐devlet  ikilemi olmadığı  için,  laiklik kavramı‐nın  İslam  toplumları açısından yersiz ve anlamsız olduğunu  sanmanın da yanlış olduğunu söyler. Bu doğrultuda, modern değişmeler açısından İslam ülkeleri arasında özel bir yeri olduğuna inandığı Türkiye örneğini incelemeye  başlar. Kemalist  devrimin  laikleşme  ve  batılılaşma  yönün‐deki uygulamalarının, daha önceki  iki yüz yıl boyunca meydana gelen siyasal,  toplumsal, kültürel, hukuki vb değişimlerin yarattığı birikimle‐rin mantıksal sonucu olduğunu düşünen Berkes, bu değişimlerin sebebi‐nin Osmanlı toplum ve devlet yapısında yattığını düşünür. 

Berkes’e  göre, Avrupa’da  görülen  feodal  toplum  yapısından  farklı  bir özellik ve gelişme gösteren ve ne feodalizm ne de teokrasi olan Osmanlı sis‐temi  yeni  şartlara  göre  evrim  yoluna  giremeyip  tıkanıp  kalmıştır.  Os‐manlı’nın geleneksel yapısının gözden geçirilmesi ihtiyacını doğuran bu tı‐kanıklık, aynı zamanda laikleşme sürecinin de başlangıcını oluşturmuştur:  

…  Daha  sonra  geleneksel  düzenle  uzlaşmazlıkları meydana  çıkmaya başlayan yeni yanların da bulunduğu görülmesiyledir ki laikleşme doğrul‐tusunda diyebileceğimiz ilk görüntüler başlar. Temel kuralların kimi yanla‐rında  çözülmelerin  başladığının  anlaşılması  karşısında,  yeni  ve  yabancı yanlar alınmasını gerektiren yeni görüşler belirmeye başlamıştır. Bu, gele‐nek dışındaki bir dünyada, yeni  ve daha yararlı  yanlar  olduğu  bilincinin uyanmasıdır.3  

Ne  ulusal  bir  nitelik  ne  de  siyasal  bir  bütünlük  kavramı  oluşturan Osmanlı düzeninin,  kendi  iç  çelişki ve  çatışmaları neticesinde  çöktüğü görüşünü savunan Berkes, bu çöküşün önünü alabilmek amacıyla yapı‐lan düzenlemeleri üç ayrı aşamada değerlendirir. Buna göre birinci aşa‐ma, 1718 Pasarofça Antlaşmasından sonra başlayan ve Osmanlı’nın ken‐di  (İslam)  gücünün  karşısında daha  güçlü  bir dış dünyanın, Hristiyan 

2 a.g.e., s.18. 3 a.g.e., s.29‐30. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

278

dünyasının gelişmekte olduğunu anladığı dönemdir. Bu dönemde gele‐neksel  yapı  içinde  kalmak  koşuluyla  bazı  düzeltmeler  yapılmaya  baş‐lanmıştır. Osmanlı  sisteminde belirmeye başlayan zaaflar ve bu zaaflar sonucunda yapılan söz konusu düzenlemelerin sebebi olarak, geleneksel yapı değil, Osmanlı’nın gelişen Avrupa’nın yeni  tekniklerini öğreneme‐mesi görülmüştür. Dolayısıyla bu ilk aşamada herhangi bir radikal deği‐şiklik söz konusu değildir, ancak Berkes’e göre, bu ilk dönemde yenilik‐çiler  ile statükocular arasındaki ayrımın  fitili ateşlenmiştir: “Bu dönem‐den  sonra, değişme yanlısı olanlarla onu dinsizlik  sayanlar arası görüş ayrılığı sertleşmeye başlar. Bu Atatürkçü devrim dönemine gelinceye de‐ğin, Türkiye’ye özgü bir ayrılığın başlangıcı olmuştur. Daha az güçte de olsa yeni yanlısı olanlar azıcık güçlenince eski yanlılarının sayısı ve gücü de o oranda artar.”4 Yenilikçi fikirlerin ilk olarak yeşermeye başladığı bu dönem, düzenin değişmesi yönünde herhangi bir etkide bulunamamış, sı‐nırlı değişikliklerle ve reform önerileriyle eski düzene bağlılığını sürdür‐müştür,  ancak  bu  dönemde  ortaya  çıkan  yenilikçi  ve  statükocu  ayrımı, bundan sonraki tartışmaların izleyeceği seyri de belirlemiştir. 

Bu doğrultuda,  yenilikçi  fikirlerin  yeşermeye  başladığı  ilk dönemin bir  sonucu olarak, geleneksel düzende bazı  temel değişikliklerin yapıl‐ması yönündeki zorunluluk  iyiden  iyiye hissedilir olmuştur.  İkinci aşa‐mayı temsil eden 1826 ile 1860 yılları arasında yapılan düzenlemeler so‐nucunda, özellikle Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı adı altında uy‐gulanan reformlarla yönetim, yasama, adliye ve eğitim alanlarındaki ye‐nilikler devlet  eliyle gerçekleştirilmeye  çalışılmıştır. Bu dönemde, özel‐likle hukuk ve eğitim alanlarında  `laik olan`,  `dinsel olan`  şeklinde ay‐rımlar getirmenin temel amaç olduğunu belirten Berkes, yapılan düzen‐lemeler sonucunda din kavramının geleneksel konumunu ve tanımını yi‐tirmeye  başladığını düşünür:  “Bütün  bu düzenlemeler din  kavramının yeni bir anlam kazanmaya başladığını gösterir. Daha önceleri hiçbir top‐lumsal  olgu,  salt  din  dışı  olarak  görülmezdi.  Daha  önce,  toplum  ya‐şamının her alanı, dünya işleriyle ne denli ilgi olursa olsun, içinde daima bir dinsel nitelik taşırdı. Şimdi, yaşamın bir yanı, kaynağına bakılmadan, dinsel alan olarak belirleniyor; yeni olan alanların tümü ise din dışı sayı‐lıyordu.”5 Din ile din dışı alan arasındaki bu ayrımın 19. yüzyıl boyunca derinleştiğini  belirten  Berkes,  bu  ikiye  bölünmenin  yarattığı  çelişkiler 

4 a.g.e., s.54. 5 a.g.e., s.56. 

 A. Kızılkaya: Niyazi Berkes: Teokrasi ve Laiklik 

279

sonucunda  iki düşünüş biçiminin ortaya  çıktığını  söyler. Buna göre bu dönemde; değişim isteyenlerin temsil ettiği gruplar ile buna karşı çıkan‐ların ya da değişim  istemeyenlerin  temsil  ettiği gruplar oluşmuştu. Bu ikiye bölünüş devletin ve toplumun her alanında, özellikle eğitim ile hu‐kuk alanlarında hissedilebilir boyutlara ulaşmıştı. Devlet ve  toplum ya‐pısında ortaya çıkan bu  ikilikler, zaten anayasal bir  temelden ve ulusal köklerden  yoksun  olan  Osmanlı  sisteminin  geleneksel  temellerinden uzaklaşmasına ve giderek zayıflamasına yol açmıştı. 

Bütün  bu  gelişmelerin  ışığında  varılan üçüncü  aşamanın  en  önemli sorununun 1858’den 1878’e değin süren anayasa konusuna yönelik bu‐nalım olduğunu söyleyen Berkes’e göre Osmanlı toplumu bölüklü, taba‐kalı ve  statik bir yapıdadır. Toplumdaki bu  tabakalar gerçekte birer  sı‐nıftırlar,  ancak  devlet  bu  tabakaların  gerçek  anlamda  bir  sınıf  haline gelmelerini önleyen bir  işleyiş  içindedir. Devlet dışında ayrı bir cemaat örgütlenişi olmadığı için halk etkisiz bir yığındır. Bu etkisiz yığına eşlik eden siyasal bir bilinç ya da ulusal bir nitelik ise söz konusu bile değildir. Böyle bir ortamda, bir İslam devleti sayılan Osmanlı Devleti’nde anaya‐sal bir sistem kurmanın mümkün olabileceği tezinin öne çıkmasının, ta‐mamen Avrupa ülkelerine öykünmekten, bir diğer deyişle, Batılı  laik  si‐yasal doktrinlerden kaynaklandığını düşünür Berkes. Oysa Osmanlı  top‐lum yapısıyla Batılı devletlerin toplum yapısı arasındaki farklılıklar böyle bir öykünmeye olanak  tanımamaktadır. Zira o dönemde, Osmanlı gerçe‐ğinde ne Batılı anlamda bir ulus ne de halk kavramı bulunmaktadır. Dola‐yısıyla Berkes, meşruiyetin dayandırabileceği bu türden bir ulusal ve siya‐sal nitelikli ulus kavramının yokluğunda yapılan bir anayasanın anakro‐nik bir devlet biçimi yarattığına dikkat çekmektedir: “… Yapılan kanun, en başta Padişahlık (yani Sultanlık ile Halifelik) gücünü kanunun üzerinde tutan bir devlet türü yaratmakla eski Osmanlı devlet biçiminden daha çok ölçüde kendi çağına uymayacak bir kanun olmuştur.”6  

Giderek belirginleşmeye başlayan  laiklik  ile din arasındaki ayrışma‐nın sebebi olarak, bu iki alan arasındaki ayrılmayı değil de, kültürel ku‐rumlardaki yukarıda sözü edilen bölünmeyi gören Berkes, bu üç aşama‐nın  sonucunda  Türk  devrimine  özgü  olan  değişim  özelliğinin  gözük‐meye başladığını belirtir. İkinci Meşrutiyet’in ilanından İmparatorluğun çöküşüne kadar süren 1908 ile 1918 arasındaki dönemde, toplumun bü‐

6 a.g.e., s.58. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

280

yük  bir  kısmının  bu değişim  sürecinin  etkisine  girdiğini  ve devlet/din ilişkileri sorunsalının yerini devlet/ulus ilişkileri sorunsalına dayalı siya‐sal çekişmelerin aldığını ifade eden Berkes,  bu dönemdeki tartışmaların başlıca üç alanda sürdüğünü söyler. Buna göre ilk tartışma konusu üm‐met ve millet kavramlarının anlamları üzerine, ikinci tartışma konusu la‐ik devlet kavramıyla  İslam devleti ya da din devleti kavramı arasında, üçüncü  tartışma konusu  ise gelecekteki düzenin niteliği üzerine olmuş‐tur. Bu üç konu üzerine süren tartışmaların, devletin niteliği ve geleceği sorununa bağımlı olarak ele alındığını belirten Berkes, yapılan tartışma‐ların dinsel değil, siyasal bir nitelik taşıdığını düşünür ve bu tartışmala‐rın sonucunda üç  farklı  ideoloji kümesinin oluştuğunu dile getirir: Din devleti yanlıları, Batı  liberalizmi yanlıları ve Ulusçuluk yanlıları. Bu üç grup  arasında  cereyan  eden  tartışmalar,  Osmanlı  İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla  girilen  dönem  sonucunda,  İslam  ümmeti  yerine  Türk milleti  kavramının  kesinlik  kazandığı  ve  sistemin  din/devlet  arasında yapılan  ayrım üzerine  inşa  edildiği  laik  bir  rejime  geçişle  yeni  bir dö‐neme girecektir. 

Berkes’in  yukarıda  özetlemeye  çalıştığımız  yaklaşımında  laiklik  so‐runsalı, kilise ve devlet birimlerinin  ayrı kurumlar  şeklinde geliştikleri Batı modelindeki  tarihsel gelişiminden  farklı olarak, özellikle hukuk ve eğitim alanlarında kendini açığa vuran ve İslam ülkelerine özgü gelişimi içinde incelenmeye çalışılmıştır. Geleneksel sistemin çözülmeye başladı‐ğının  ilk  ve  en  güçlü  işaretlerinin  bu  alanlarda  oluştuğunu  söyleyen Berkes, laiklik sürecinin Türkiye’deki gelişmesinin bu sui generis niteliği‐nin anlaşılması gerektiğini belirtmekte ve Cumhuriyetin, Osmanlı‐Türk siyasal  ve  toplumsal  gelişmesinin  zorunlu  bir  sonucu  olduğunu  ifade etmektedir.  

Berkes’e göre, laiklik bir çağdaşlaşma (sekülarizm) sürecidir: “… Tür‐kiye’de  laiklik bir çağdaşlaşma aşamasıdır.”7 Dinsel gelenek karşısında laik geleneğin gelişme süreci, Hristiyan ülkelerde olduğundan farklı yol‐larla, Türkiye’nin  son  iki yüz yıl  içinde geçirdiği değişimlere bağlı ola‐rak, çağdaşlaşma kavramı ile açıklanmaktadır. Zira Berkes’e göre, laiklik kavramı Osmanlı  toplumunu  açıklamada yeterli olmamaktadır. Çünkü laiklik, din ve devletin ayrı kurumlar olduğu Avrupa’ya özgü bir olgu‐dur. Osmanlı’da ise din ve devlet birbirinden bağımsız değildir. Ona gö‐

7 a.g.e., s.62. 

 A. Kızılkaya: Niyazi Berkes: Teokrasi ve Laiklik 

281

re asıl sorun, din‐devlet ayrımı değil, çağdaşlaşma sorunudur. Yani, din ile  dünya  işlerinin  ayrılması  sorunudur.  Yüzyıllar  boyunca  din‐devlet ikileminin  yaşanmadığı  ve  halkın  din  aracılığıyla  devletle  bütünleştiği bir sistemin, din  ile devlet  işlerinin ayrılmasıyla beraber yıkılmaya yüz tutmasının ve iki yüzyıl boyunca meydana gelen gelişmelerin mantıksal bir sonucu olarak kurulan yeni laik sistemin halk üzerindeki etkisini na‐sıl  sürdüreceği konusunda: “… Devlet ulusçuluk ülküsüyle karizmatik etkisini koruyabilmektedir”8 diyen Berkes, Türkiye dışındaki kimi İslam ülkelerinde meydana gelen değişimin  sonuçlarının bundan  farklı oldu‐ğunu  belirtir.  Bu  farklılığın  temelinde,  devletin  fonksiyonlarının  sona ermekte olduğunu sezen din adamlarının, dinin devletin üstünde bir ko‐numu olduğundan hareketle, halkın devletle olan bütünleşmesinin de‐vamını sağlama yönündeki gayretleri yatar. Bu bakış açısına göre, devlet dinden, yani İslamiyet’ten doğmuştur. Türkiye’deki din adamlarının bu bakış açısından uzak olmaları, laiklik sürecinin zaten Hristiyan Batı top‐lumlarından farklı olan tarihsel serüveninin, diğer İslam ülkeleri arasın‐da da kendine özgü bir seyir izlemesine yol açmıştır. 

Berkesʹin din‐devlet  bütünlüğüne dayanan Müslüman Doğu ülkele‐rinde, din ve devletin birbirinden ayrılması gerekliliği ortaya çıktığı za‐man, bu sürecin Hristiyan ülkelerindeki laiklik tecrübelerinden farklı bir şekilde  tezahür  ettiğinden  bahsederken  getirdiği  argümanlar  oldukça ikna edicidir. Zira Batı’nın kendi toplumsal, siyasal ve ekonomik süreçle‐rinin  sonucunda  gelişmiş  olan  laiklik düşüncesinin, Batı’dan  tamamen farklı bir tarihsel deneyimi yaşamış olan, başta Osmanlı olmak üzere, di‐ğer Doğu  toplumları  için de geçerli olduğunu kabul etmek, söz konusu tarihselliğe  ilişkin  yanlış  sonuçlara  ulaşmamıza  yol  açacaktır.  Bu  bağ‐lamda, Berkes’in, Batı’ya özgü olan  laiklik süreci ile Doğu’ya özgü olan laiklik süreci arasında bir ayrım yaparak, her ikisi için farklı kavramsal‐laştırmalara  gidilmesi  gerekliliğinden  bahsetmesi,  bilimsel  bir  haklılık içerir. Her araştırmacı kendisine muhatap aldığı gerçekliği, yine o ger‐çekliğe özgü olan  ilişkisellikler ve tarihsellikler  içinde  incelemek zorun‐dadır. Araştırmacının bu zorunluluğu ihmal etmesi, araştırmasına konu kıldığı  gerçekliğe  yabancı  bir  içerik  yüklemesine/dayatmasına  yol  aça‐caktır. Dolayısıyla Berkes’in bu  türden bir ayrımla  işe koyulması doğru bir başlangıç olmuştur. 

8 a.g.e., s.79. 

 Muhafazakâr Düşünce / Toplumsal Hafıza 

282

Ancak Berkes’in, farklı  tarihsel  tecrübelere sahip olan  toplumlar ara‐sında yaptığı bu doğru ayrımla işe başlaması, diğer analizlerinin de aynı düzeyde  bir  doğruluk  içermesine  yol  açmamaktadır.  Laikliği  bir  çağ‐daşlaşma aşaması olarak gören Berkes’te çağdaş toplum; laik, demokra‐tik, ulus birimine dayalı, gelişmeye açık, dinamik bir  toplum biçiminde karşımıza  çıkmaktadır.  Bu  anlayış  çerçevesinde  çağdaşlaşma/  Batılı‐laşma,  son  iki yüzyılda meydana gelen gelişmelerin  zorunlu/mantıksal sonucu gibi gösterilerek, Kemalist sistem tarihsel bir ontolojik temel üze‐rine oturtulmaya çalışılmaktadır. Kemalizmin, birkez meydana gelen ge‐lişmelerin  kaçınılmaz  sonucu  olarak  görülmesi belirli  yanlışlıkları  içer‐mektedir. Yanlışlık, Kemalizme biçilen “zorunluluk payesi”  ile  ilgili dü‐şünceden değil, bu türden bir düşünüş biçiminden kaynaklanmaktadır. Zira tarihsel bir olayın ya da  sürecin determinist bir bakış açısıyla, belirli ne‐denlerin zorunlu olarak belirli sonuçları vereceği varsayımına göre değer‐lendirilmesi, tarihin objektif bir yorumuna izin vermeyeceği gibi, zaten ol‐ması gerekenin olduğu yönündeki, aslında subjektif bir normatifliği de yo‐rumumuza  taşıyacaktır. Nitekim  Berkes’in, Kemalizmi,  o  döneme  özgü ilişkiselliğin şekillendirdiği ve bir zorunluluktan çok kendi hegemonyasını kurmayı, giderek kabul ettirmeyi başarmış bir ideolojinin diğerlerine karşı zaferi  olarak  değil  de,  tarihsel  gelişmelerin  zorunlu  bir  sonucu  olarak görmesi bu normatif bakış açısının bir sonucu olarak düşünülebilir. ∇