Download pdf - Poyraz Edebiyat Sayı 18

Transcript
Page 1: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sivas Postası Gazetesinin Ücretsiz Hizmetidir

Ağustos 2011

Fesih AktaşFatih AkçaGüvenç UlukanlıgilYusuf BalHatice Eğilmez KayaM. Uçan Hicran Aydın AkçakayaMeltem BertonM.Nihat MalkoçAziz ŞekerAras GünceRıdvan Ardıçİlkay CoşkunLütfi DemirSuna DoğanayMustafa Bilgücü Müslüm TaşHüseyin Kılbaş Faik ÖcalAbdullah Şanal

Fesih Aktaş

Sükût, bir nodül gibi oturdu boğazıma, Kırbaç üstüne kırbaç; sabrın da bir canı var. Gün ışığı görmemiş sözler doldu ağzıma, Zaferle muştulandı; “Ateş Topu Canavar.” Som öfkenin hazzıyla el sallayıp vefaya, Âzât olsam pörsümüş yârenlik kisvesinden. Külfeti kıymet bilen şu antika kafaya, İçirsem kana kana; şirreti, cezvesinden. Kini zifte yatırıp, katran kokan geceyi, Boyasam usul usul hıncın sadık nevriyle. Dimağımı kemiren o kadim bilmeceyi, Kazısam fitil fitil hıyanetin cevriyle. Uyutsam ninnilerle İffeti bir kenarda, Pusudaki çığlığın dokunsam tetiğine. Bilirim; üç beş ahbap yine beni kınar da, Balyoz gibi iki söz; oturtsam gediğine. Dostluk denen duyguya çalıverip neşteri, Habis bir tümör gibi; gömsem bir kör kuyuya. Ey beni mekân tutup, meczup kılan histeri Kurutsam menşeini, kezzapla yuya yuya.

Sükût Füzesi

Page 2: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 2

“yaz otları, ıhlamur kokuları, akasyalar ormanımevsimlerin sarmalında sürükleniyor güze,bir tepede ben ve gölgem; iki şaşırdım garipyaşamak ne bakakalmış hırpalanmış iki yorgun savaşçısı gecenin”

Abdullah Şanal, Sf 32

Arka kapak şiirimizden küçük bir alıntı ile okuyucularımızı selamlayarak 18.Sayımızla yeniden merhaba diyoruz. Mevsimler akarken, “güz'e sürüklerken” bizi, bu hızlı akıştan aldığımız küçücük mürekkep damlaları ile kâğıt üzerine iz bırakıyoruz hepimiz. İnsanın içindekileri başka ne tutabilir ki.

İç sayfadaki ilk şiirimiz Fransız Sokağı'nı beğeneceğinizi tahmin ediyorum. Nedense hep Fransız Öpücüğü diyesim geliyor şiirin adına. Nede olsa dergimizi hazırladığımız ay olan Temmuzun ortasında güneş alnımızdan öpmüyor bizi. Ve Adem'in var oluşundan bu güne dek geçen zaman içersinde, “hayat” dediğimiz şey bir öpücük kadar uzun değil mi.

“Sen: Ebedî bir tükenişteki dîl-i sûzân,sen yalnızlığımın tükenmeyen meş'alesi, ak kâğıdın ruhunu taçlandıran kurşun kalem!Ve ak kâğıdım, yüreğimin can yoldaşı..”

Güvenç Ulukanlıgil, Sf4

Dizeleri kağıt-kalem arasındaki birlikteliği güzel anlatıyor. Bu sayımızda M.Uçan dostumuzun “Çobanyıldızı”, Mustafa Bilgücü'nün “Bugünün Yarını” başlıklı öyküleri yer aldı. Hatice Eğilmez Kaya'nın “Siz Hiç Ebabil Gördünüz mü?”, M.Nihat Malkoç'un “Şiirin Büyüsü”, Müslüm Taş'ın “Yalnız Bir Günün Ardından Gelen Mutluluk”, Faik Öcal'ın “Kayıp Sözün Şehirleri” başlıklı denemelerini yayınladık. Yine 18. Sayımızda Fesih Aktaş, Fatih Akça, Yusuf Bal, Hicran Aydın Akçakaya, Meltem Berton, Aras Günce, Rıdvan Ardıç, İlkay Coşkun, Lütfi Demir, Suna Doğanay, Hüseyin Kılbaş ve Abdullah Şanal'ın şiirlerini okuyacaksınız.

Orta sayfalarda iki genç şairimizle söyleşilerimiz var. 2010 yılında Sivas Postası Gazetesi Şiir Yarışmasında 1. lik ödülü alan Ayhan Emir Yolcu daha çok dergilerde yayınlanan modern şiirleri ile dikkat çeken bir isim. Amasya'da yaşayan Mustafa Ayvalı ise klasik tarzda şiir çalışmaları olan bir şair. Umarım her iki söyleşiyi de keyifle okuyacaksınız.

İyi okumalar..Y.Bal

EDİTÖRDENPoyraz Edebiyat Sanat Kültür DergisiSivas Postası Gazetesinin Ücretsiz Hizmetidir

SahibiSivas Postası Gazetesi Adına

Murat KALENDER

EditörYusuf BAL

Yayın Kuruluİlkay COŞKUNOrhan KARAHANOsman ÇELİK Aziz ŞEKER

TasarımZirve Yayıncılık

BaskıZirve MatbaacılıkAta San. Taştanlar Sit. No:51 SİVAS

Yazışma- İletişim [email protected] 689 60 67

Ücretsiz E-dergi Aboneliği veYazı Gönderi Adresi

[email protected]

Aylık olarak yayınlanır. Kaynak göstererek alıntı yapılabilir. Dergide yayınlanan eserlere telif ücreti ödenmez.

Yazısı yayınlanan yazarlarımıza ücretsiz gönderilir.

Yazıların sorumluluğu yazarın kendisine aittir.

Sivas Postası Gazetesi Abonelik0346-2251650www.sivaspostasi.com

Page 3: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 3

Fatih Akça

Fransız Sokağı

guenia veyahut herhangi bir isim eski bir fransız sokağında

Katliamı serbest olan bütün dudakların şehvetli aralanışıyla

Piç bir nefesin vurduğu o an mültecilerin saatleri suskun şimdi

Ambarlar kadar yorgun olmalı bütün denizciler ve +1 limanlar

Eski bir fransız sokağında mösyö ırkı olmaz el ele tutuşmanın

Yasaklanmış sözcükler üzerine kurulu kitaplara inanan herkes

Bir adım öne çıkıyor rengimi siliyorlar yağmurlar ama

Eguenia veyahut herhangi bir isme olan ihtiyacım gün gibi ortada…

Pazar sabahları herkes gibi ölmeyi düşünen birisi var

Mutfakda yorgun kahve çekirdeği isyana çağırıyor kaynayan suyu

Telefon defterimde sadece insanların isimleri var Eguenia 054….

Gözlerini dikebilirler büyük ihtişamlarla kadınlar vitrinlere

Fransız sokağında kırmızı çok pahalı bir renktir nereden bakarsan

En pahalısı şu ilerki genelevin ışığıdır ve insan insandır bütün sevişmelerde

Eguenia yorgun bir cadde kadar kalabalık değildir hiçbir şey

Aforizma hergelesidir şimdi liseli bir çocuğun şiire olan merakı

Ağzında şarap tanrılarını saklayan birileri için en müthiş evrim

Üzümün çıplak ayaklarla çiğnendiği o günlerdir elbet

Eguenia veyahut hernagi bir isme sahip olan kadın

Mültecilerin saatlerinde geç kaldın benim saatim yok ve hiç olmadı

Yoldan geçen birilerine sordum hep

Gelmezsen bile bu onların saatlerinin suçuydu benim değil

Eguenia fransız öpücüğü sadece paris'te anlam taşır

Ve o kırmızının pahalı olduğu basık odalarda sevişirken

Hayır hiçbir veda bu kadar çok şey istemez bir hoşça kal

Hep yenmiştir fransız öpücüğünü dudaklarında baharın bekareti…

Eguenia bir harf ötesine geçmek fikrindeyim bütün aşkların

Bir şarkı gerisinde durmak bir durak geç kalmak bir numara şaşırmak

Aşk ta bir yanlış insan bir doğruyu öldürür kıskançlıktan

Belki aşk denklemi yanlış, bunun için bu kadar çok

Hasretin biriktirdiği insanlar ve aldanmış ömürler

X'e değer olarak ne verdin ki ey Tanrı

Y bu kadar zavallı ve ağlamaklı

Page 4: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 4

' Ey gül;derûni bir âh'ta bülbül...'

Sen!Yalnızlığımı kutsayanım.. Ve 'dilrûbâ' hülyaların hâkimi. Kızıl ufukları gri tonlarda bir serap kadar ağır ter-u taze sunanım. Bir ucu yanık nâmelere hicrân yarası konduranım.Sen: Ebedî bir tükenişteki dîl-i sûzân,sen yalnızlığımın tükenmeyen meş'alesi, ak kâğıdın ruhunu taçlandıran kurşun kalem!Ve ak kâğıdım, yüreğimin can yoldaşı..

.............Kurşun kalem ve kâğıt yüreğimin en gizil yanlarını çekip çıkarır. Sonra bir feverândır başlar. İşte o an kurşun kalem sıcacık dokunmalı ak kâğıdın mor sinesine. Şerbetsi bir kızıllıkta alıp uçuruvermeli, yüreğimin kıvrımlarına kadar saklanan(ıp) oradan oraya uçuşan yıldızları..Bu yüzden dolunay küsmeli bana!Zîra o, ödünç verdiğini sanıyor; gümüş kanatlı kelebekleri bana. Neden anlatamıyorum; yoksa o mu anlamazdan geliyor yüreğime kattığım her şeyin 'ben' olduğuma..Bir 'ben' var da bende bilemezsiniz...Benim hâlihazırda başımın tek belâsıdır.. Her derdimin ilâcını bulabilmişken ve her zorlukları aşabilmişken bir tek o zorlar beni.Âh bilemezsiniz! Hep sürer beni diyâr diyâr gurbet illere. Hep kanlı yaşlar döküşüm onun yüzündendir..Firâr ettimse bu şehirden; yitik beldeler uğruna seyyâh oldumsa sılâ-i gurbette... Mor menekşeye küstüyse bedir ve çoban yıldızı bir başka ufukta parlamıyorsa, karanfiller tomurcukken kuruyorsa; bir tek kan gülleri açıyorsa gülşende..hep hep o'nun yüzündendir...Altı çeyrek trenleri götürüyorsa beni Anadolu'mun en ücra köşelerine ; tren raylarının soğukluğunda kırılıyorsa bir fidan..Ellerim kalkmıyorsa ve sallamıyorsam verdiğin mendili arkandan..sallayamıyorsam!..G/özyaşlarım gözpınarlarımda donuyorsa...Ve hazân yaprağı gibi hüzne düşüyorsa gözlerim..Hep o'nun yüzündendir...

.......................Ölümüne hüküm giydimse sedana,Âsude hüzünler aradıysam fırtınalı diyârlarda;yüreğim sürgündeyse rindâne gecelerde..

Gece ki;Rindlerin yazdığı bir gâzel'dir. Ülker yıldızı girizgâh, çoban yıldızıysa maktâ'dır. Bedir ise bu kasîde'nin şâhbeyît'ti...

Ben; uzaklardaki ben'in sesinde, ben'in ötesinde bir ben'in gölgesini arıyorsam;buda senin yüzündendir! ...

Güvenç Ulukanlıgil

Adresini Özleyen Mektup

Page 5: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 5

Yusuf Bal

İm

her şey yarımsa ve öteki yarısını arıyorsa farklı bir yerde yak beni

yeni doğan sözcüklerin peşinde söz kalmışsa her ölü şairin külü var nasıl olsa

döküldüyse anîden tüm çiçekleri ağaçların çivi gibi batar papatya,

tüm olasılıklarda gelme ihtimaliniz büyür beklerim içime eridiyse kurşun, sonra beyaz kağıda

karadan yürüyen gemileri çiziyorum her seferinde, içi gurbet gömülü yazmayan bir kalem iken

ipek böcekleri kelebek olmadan ölecekse ne anlamı var yaprağın ağır bir ruhu andıran delinin

dokunan kumaşların gökyüzündeki an'ı yedi rengi görme açısı yüreğimin her yerinden öp beni

sıfıra yaklaştıkça hiçbir şey kalmaz ne hüzün ne acı bir cümle nasıl tutulursa öyle tutulur zaman

yağmur olup düşen su kirpiklerin ucundan ağlamadıysan şiir yazmanın ne anlamı var buzulları eriten meltemin arkasından

buzulları eriten meltemin arkasından bu şiirin kökeni kadar derinsin yağmur olup düşen su kirpiklerin ucundan

bir cümle nasıl tutulursa öyle tutulur zaman sebebi gelgitlerin sıfıra yaklaştıkça hiçbir şey kalmaz,

yüreğimin her yerinden öp beni ç ilenin dönüştüğü yersin dokunan kumaşların gökyüzündeki an'ı

ağır bir ruhu andıran delinin yüzüne dönüp son kez ipek böcekleri kelebek olmadan ölecekse

içi gurbet gömülü yazmayan bir kalem iken o halde, aşkla öleceğim karadan yürüyen gemileri çiziyorum

içime eridiyse kurşun sonra beyaz kâğıda sürüldüysem gözlerinin önünden tüm olasılıklarda gelme ihtimaliniz büyür

çivi gibi batar papatya yabanî olur her bitki döküldüyse anîden tüm çiçekleri ağaçların

her ölü şairin külü var nasıl olsa hangi şiiri yazabilirim yeni doğan sözcüklerin peşinde söz kalmışsa

yak beni külümden dirileceğim her şey yarımsa ve öteki yarısını arıyorsa

her şey yarımsa ve öteki yarısını arıyorsa farklı bir yerde yak beni

yeni doğan sözcüklerin peşinde söz kalmışsa, her ölü şairin külü var nasıl olsa

döküldüyse anîden tüm çiçekleri ağaçların, çivi gibi batar papatya

tüm olasılıklarda gelme ihtimaliniz büyür, beklerim içime eridiyse kurşun, sonra beyaz kâğıda

karadan yürüyen gemileri çiziyorum her seferinde, içi gurbet gömülü yazmayan bir kalem iken

ipek böcekleri kelebek olmadan ölecekse, ne anlamı var yaprağın, ağır bir ruhu andıran delinin

dokunan kumaşların gökyüzündeki an'ı, yedi rengi görme açısı, yüreğimin her yerinden öp beni

sıfıra yaklaştıkça hiçbir şey kalmaz ne hüzün ne acı, bir cümle nasıl tutulursa öyle tutulur zaman

yağmur olup düşen su kirpiklerin ucundan, ağlamadıysan şiir yazmanın ne anlamı var, buzulları eriten meltemin arkasından

buzulları eriten meltemin arkasından, bu şiirin kökeni kadar derinsin, yağmur olup düşen su kirpiklerin ucundan

bir cümle nasıl tutulursa öyle tutulur zaman. sebebi gelgitlerin, sıfıra yaklaştıkça hiçbir şey kalmaz

yüreğimin her yerinden öp beni çilenin dönüştüğü yersin dokunan kumaşların gökyüzündeki an'ı

ağır bir ruhu andıran delinin yüzüne dönüp son kez ipek böcekleri kelebek olmadan ölecekse

içi gurbet gömülü yazmayan bir kalem iken, o halde aşkla öleceğim; karadan yürüyen gemileri çiziyorum

içime eridiyse kurşun, sonra beyaz kâğıda sürüldüysem gözlerinin önünden, tüm olasılıklarda gelme ihtimaliniz büyür

çivi gibi batar papatya, yabanî olur her bitki, döküldüyse anîden tüm çiçekleri ağaçların

her ölü şairin külü var nasıl olsa hangi şiiri yazabilirim yeni doğan sözcüklerin peşinde söz kalmışsa

yak beni külümden dirileceğim her şey yarımsa ve öteki yarısını arıyorsa

Page 6: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 6

Hatice Eğilmez Kaya

Siz Hiç Ebabil Gördünüz mü?

“Ebabilim!” diyor bir adam eşine. “Ebabilim, sen söyle ben dinleyeyim.” Adam elli küsur yaşında, kadın da… Bir ömrü birlikte yaşamışlar. Acısıyla, tatlısıyla… Sinirlendiğinde bağırıyor adam, dağlardan bütün dişleri kanlı kurtları çağırıyor sesi… Kurtlar 'ebabil'i yerlerse ardından ağlar mı, incittiği kalp için? Kurtlara lanet eder mi? Dişlerini söker mi onların, sırf intikam olsun diye?

Yaşadığı şehri düne kadar çok seven bir şehir insanıyım, çocukluğum da şehirde geçti. İlk gençlik yıllarım da… Bu şehrin sinemalarına gitmişliğim, kalabalık sokaklarından geçmişliğim, vitrinlerini seyretmişliğim, çarşı pazarını gezmişliğim var. Köy hayatını, yaz tatillerindeki 'sılayı rahim' ziyaretlerimiz olmasaydı hiç bilmezdim. Kırlarda, bayırlarda çokça dolaşmadım. Ebabil kuşu göremedim sırf bu yüzden. Şehre inenleriyle de karşılaşmadım şimdiye dek. Belki karşılaştım da, farkında değilim. Rengini, şeklini, şemalını bilmem. Sesini hiç işitmedim. Hoş sesli, narin edalı bir bayan neden ebabile benzetilir acaba?

Bir tür dağ kırlangıcıdır ebabil, bu nedenle özgür bir mahlûktur. Aynı zamanda neşeli… Kafes derdi, tutsaklık kaygısı çekmemiştir birçoğu. Yeter ki bir ökseye tutulup esir edilmemiş olsun. Asırlardır evlere hapsedilmiş cümle evcil kuş özeniyor olmalılar ona. Bir kadın da eğer evinde mutluysa en az özgür bir ebabil kadar şanslıdır. Ve onun gibi şen şakrak…

Oturup bir ebabil hayal ettim bu yazı gönlüme düştüğünde. Usulca, kararınca bir boy; incecik, narin kanatlar çizdim onun için. Çeşitli renklerle boyadım bu kanatları sonra. Asıllarının kanatlarında siyah ve beyaz sulh içinde yaşıyormuş ne yazar! Ürkek ve telaşlı bir çift göz, açık turuncuya meyyal bir gaga, oldukça hoş bir çehre… Bacakları kibar, ayakları mini minnacık olmalıydı hayalimde resmettiğim bu kuşun. Başının üzerindeki tüyler kahverengi… Gözleri balköpüğü kadar ela olmalıydı. Kumral bayanlara benzemeliydi. “Ebabilim” diye sevilen bir kadını anımsatmalıydı her hali. Ne hazin, güzeller güzeli bu can, kurda kuşa yem olursa.

Kur'an'da ebabil kuşlarından söz edilir. Fil suresinde anlatılan olayın başkahramanları bu mübarek canlılardır. Sürü halinde münkir ordusunun üzerine akın ederler ve ayaklarında taşıdıkları küçücük taşlarla koskoca orduya galip gelirler onlar. Habeşistan Krallığı'nın Yemen valisi olan Ebrehe, Kâbe'yi yıkmak için yola çıkmıştır. Fakat unuttuğu, aslında inkâr ettiği bir hakikat vardır: Kâbe sahipsiz değildir. Ebabil kuşları, Ebrehe'nin kötü niyetli planını boşa çıkarır bu zalim adam küfrün savunucusu olduğundan, Kâbe'nin ve Âlemlerin Sahibi öyle buyurduğundan…

Hayatının büyük bir kısmını havada geçirirmiş ebabil. Toprağa ayak basması pek sık rastlanan bir hal değilmiş. Ne kadar hayalperesttir kim bilir, ayağı yere basmayan bir canlı. Bir yerlere görünür ya da görünmez zincirlerle bağlı olan insanlar söndükçe ve renksizleştikçe; o, parıldar ve etrafa binlerce renk saçar.

Page 7: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 7

Ömrünü bir adama ve onun her türlü kaygısına vakfeden bir kadın; ister kumral olsun, ister sarışın, ister esmer; kâfiri Kâbe'ye yaklaştırmayan o mübarek kuşa, ebabile denk bir değere sahip olsa gerek… O da zarif kanatlarıyla yuvasının etrafında döner, küçücük pençeleriyle devşirdiği -çakıl taşlarına benzer- sevgi, fedakârlık, vefa gibi hisleri kötülüklerin üstüne boca eder. Bakmayın siz çelimsiz endamına; onun karşısında ne fillerle güçlendirilmiş ordular, ne hainler, ne zalimler durabilir.

Hayatının büyük bir kısmını havada geçirirmiş ebabil. Toprağa ayak basması pek sık rastlanan bir hal değilmiş. Ne kadar hayalperesttir kim bilir ayağı yere basmayan bir canlı. Bir yerlere görünür ya da görünmez zincirlerle bağlı olan insanlar söndükçe ve renksizleştikçe; o, parıldar ve etrafa binlerce renk saçar. Benim aklıma bizlerden uzak durma çabası geliyor, onların bu tercihlerinin nedeni olarak. Ökseden ve kafesten ancak böyle korunuyor olabilirler. Elbette bu düşüncem tamamen bir tahminden ibaret… Onların hayatlarında, yeryüzüne onları küstürecek kadar önemli bir yerimiz olmayabilir de…

Neden kıymetlidir ebabil? Az bulunur bir varlık desem onun için, değil… Çöldeki su gibi ihtiyaç duyulan bir nimet desem, değil… Tabiatın milyonlarca yıllık sakınışının bir ürünü desem, değil… Ele geçirilmesi güç desem, değil… Gayet sıradan, eşine benzerine kolayca rastlanan, kendisine yaşayabilmek için şiddetle ihtiyaç duymadığımız, etten kemikten bir mahlûk… Ne olağanüstü becerileri var onun ne de ölümsüzlük marifeti… Ne semender gibi ateşin içinde yaşayabilir ne de Zümrüdü Anka gibi kendi küllerinden yeniden ve hep yeniden var olabilir. Kaf Dağı'nın arkasında da gizlenmemiş onun yuvası… Aramızda yaşıyor, çok yakınımızda… Fakat bir o kadar da uzak bizden, azade bütün kirliliklerimizden. Kısacası aramızda yaşayan münzevidir ebabil… Asıl marifet de budur zaten. Dağ başına çekilip ölmeden önce ölmeye çalışmak değil… Herkesle birlikte yaşayıp kirletmemek kalbi ne güzel…

Karakter yalnızca insanda olacak değil ya! Başka canlılarda da bazı kişilik özellikleri görüyor onlara 'aşinaları bir göz'le bakanlar. Mesela benim bir sarı kedim vardı; vefalı, halden bilir, sırrı ifşa etmez dostlara benzerdi. Onu bebekliğinden ölümüne kadar çok gözlemiştim. Fazlaca kucağa alınıp sevilmekten hoşlanmazdı. Açıkta yemek bile olsa sunup da yiyeyim, demezdi. Daha küçücük bir yavruyken bile başka kedi yavruları gibi bir yumağın peşinde deli deli oynamazdı. Bu arada seveyim derken canını yaksam bile dönüp elimi ısırmazdı ve en önemlisi güvenmediği insanlara asla yaklaşmazdı. Peki, bir ebabilin karakter özellikleri neler olabilir? Hiçbir ebabili gözlemleyemediysem de, çağlar boyunca insanoğlunun çizdiği profilden yola çıkarak bir şeyler hayal edebilirim onlardan biri için. Ketumiyet, tedbirlilik ve kolayca teslim olmamak bunlardan sadece birkaçı…

Başka başka canlılara yakıştırıyoruz bazen kendi tip özelliklerimizi… Kurdun zalimliği, tilkinin kurnazlığı, karganın ahmaklığı, tavşanın korkaklığı, kedinin nankörlüğü –ki ben hiçbir zaman inanmadım onların nankör olduklarına- bizim hayal gücümüzün birer vehminden ibaret…

Fabl türünü iyi yapmışız, keşfetmişiz; keşfetmesine ya zavallı hayvanlara yüklemeseydik keşke bütün kabahatlerimizi ve noksanlıklarımızı… Ebabil için ise bir tip yakıştırması yapılmamış benim bildiğim kadarıyla. Bir adam; derdini, tasasını ve türlü türlü cefasını çekmiş bir kadına “ebabilim” dediğine göre, ona “Ebabilim, sen söyle ben dinleyeyim” ricasında bulunduğuna göre; gelin biz de ona binlerce cefa çekmiş Anadolu analarının o gülden nazik, zümrütten kıymetli, gümüşten asil tiplerini yakıştıralım. Hoş, asla kulağı tırmalamayan, kem söz söylemeyen, dinleyeni rahatsız eylemeyen bir de nida ekleyelim bu yakıştırmaya... Gelin kafeslerde değil, yüreklerde yuva kuralım onlara…

Page 8: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 8

Çok güzel, pırıl pırıl, bir nisan sabahıdır. Dört günden beri aralıksız yağan yağmur dinmiş, gökyüzü üstünde başında ne kadar toz varsa hepsini silkmiştir. Parke taşlarıyla döşeli kaldırımlar tertemizdir.

Yirmi beş yaşlarında genç bir adam sahile doğru yürür. Ayakkabıları boyalıdır. Gözleri uykusuzluktan şişmiş, kanlamıştır. Yorgun bir yüzü olmasına rağmen uzun saçları itinayla taralıdır. Sahil yolunda ki kalabalıktan geçerek dolmuş durağına yönelir. Arada bir arkasına döner, bakar.

Genç adamın sahil yoluna çıktığı sokağın bir gerisindeki sokaktan yirmi iki yaşlarında iki kız çıkar. Birinin saçları bukleli kumral, diğerinin ki kısa kesilmiş ve sarıya boyalıdır. İkisi de güler yüzlü, bakımlı ve son derece güzeldirler. Aralarında konuşup, gülüşürler. Dolmuş durağına yönelirken arada bir arkalarına döner, bakarlar.

Genç adam sınıfta en arka sırada oturmaktadır. Başını duvara dayar. Çaprazında oturan bukleli kızın güzelliği karşısında mest olmuştur. Bukleli kız, arkadaşıyla konuşur, bakışları genç adamınkiyle temas edince gülümser. Genç adam cebinden bir kâğıt çıkararak aklına gelen birkaç dizeyi yazar. Ders aralarında ve diğer derslerde de bu cilveleşme devam eder.

Vakit öğlendir. Ders bitmiştir. Genç adam kalkar, çıkar sınıftan. Okul bahçesindeki gülüşen kızlı erkekli grupların arasından geçerken düşüncelidir. Arkadan gelen bukleli kız ve arkadaşı tam adamın önüne geçerlerken bir an duraklayıp bakışırlar. Genç adam “Nasıl açılsam? Nereden başlasam?” diye içinden, sesli, geçirirken, bukleli kız “Bana açılmanı daha ne kadar bekleyeceğim?” diye içinden, sesli, geçirir. ( Sarı saçlı kız buklelinin duymayacağı biçimde genç adamdan burcunu sorar.) Kızlar yeni gösterime girmiş bir filmi izlemek için sinemaya giderlerken, genç adam ağır ağır evin yolunu tutar.

Genç adam eve döndüğünde uykusuzdur. Kendisini açık duran yatağına bırakır. Dört- beş saat uyuduktan sonra kapı çalınır. Kalkar, kapıyı açar. Halı saha maçından dönen iki ev arkadaşı: “Oğlum bu ne hal?” diyerek dağınık uzun saçlarına bakarlar. Arkadaşlarından biri alelacele banyoya girerken, diğer arkadaşı: “O kız seni böyle görürse okulu da bırakır.” diyerek takılmaya devam eder. Genç adam söylenilenlere pek aldırmaz. Karnını ovuşturur. Mutfağa gider, dolabı açar. Çıkardığı peynir, domatesi ekmekle ayaküstü atıştırır.

Vakit akşamdır. Alaylı sözler eşliğinde içilen neşeli bir akşam çayından sonra herkes kendi ıssızlığına gömülür. Genç adam kitaplıktan bir şiir kitabı alır, sırtüstü yatağına uzanır. İkide bir ışığı kapatmasını isteyen arkadaşlarından sıkılır. Kitabı sehpanın üstüne atar. Kalkar, ışığı kapatır. Odanın içinde gezinir, gerinir durur.

Kızlar sinemadan çıkarlar. Bir süper marketten alış veriş yaptıktan sonra eve dönerler. Vakit akşamdır. Bukleli kız, sinema çıkışında bir çingene kızın zorla “Sevgiline, eğer yoksa, sevdiğine verirsin.” diye eline tutuşturduğu kırmızı gülü yarısını su doldurduğu bir bardağa koyar. Hazırladıkları güzel bir akşam yemeğinden sonra bir süre dinlenirler. Arkadaşı çay demlemek ve bulaşıkları yıkamak için mutfağa gider. Bukleli kız elindeki garip şekilli kitabın sayfalarını rastgele çevirir. Arkadaşı elinde bir tepsiyle odaya döner. Bukleli kız “Gıcık… Artık söylesene bu burcu!” der. Arkadaşı “Sence?” diye sorar. Bukleli kız omuzlarını kaldırır, indirir. Arkadaşı “Söylemeyecektim ama… Kova.” der. Bukleli kız “Gerçek mi?” der gibi bakar. Sonra elindeki kitabın sayfalarını hızla çevirir. Denir ki: “Kova erkekleri inatçı ve değişkendirler. Her şeyden çok çabuk bıkarlar. Ama dürüstlüklerinden hiçbir zaman kuşku edilmez.” Bukleli kız burcun diğer özelliklerini dikkatle incelerken arkadaşı yorgunluktan uyur.

Genç adam pencerenin önüne gelir. Perdeyi aralar. Hafif buğulu cama “S” yazar. Sonra elinin tersiyle siler. İçinden, sesli, sınıfta yazdığı şiiri okur. Sığsam/ Hep böyle sığ kalacağım. Sığsam/ Kimseyi sularımla boğmayacağım. Sığsam/ İçime kapanacağım. Başını kaldırır, gökyüzüne bakar. Yıldızların en parlağı Çobanyıldızı'yla göz göze gelir. Birden “İşte buldum.”der. Sonra kulağında anonim bir türkü çalan yan flüt sesi yankılanır, çocukluğuna gider.[Gittiği yer doğunun uzak bir köyüdür. Yaklaşık yedi yaşındadır. Apaçık yaz gecelerinde saatlerce izler, bir anlam veremez onun diğerlerinden parlak oluşuna. Annesine sorar. Denir ki: “Senin ineklere sahip olman gibi o da yıldızlara sahiplik ediyor.” Bu

M. Uçan

Page 9: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 9

Güneş yeni batmıştır. Edebiyat tarihçisi babasıyla psikolog annesi henüz soğumaya başlamamış kumsalın üstünde ayakta öpüşmektedirler. Çocuk az ötede denize taş atmakla meşguldür. Taş atmaktan kolları yorulan çocuk çömelir, yüzünü avuçlarının içine alır. Denizle gökyüzünü bir çizginin ayırdığı ufka bakar. O sırada bir martı denize süzülür, yükselir. Çocuk martıyı takip ederken gözleri Çobanyıldızı'na takılır. Hiçbir yıldızın görünmediği bu saatte onun neden göründüğünü merak eder. Gider, babasına sorar. Babası annesinin dudaklarını bırakır. Kumsala çöker ve çocuğu karşısına alır. Denir ki: “Onun adı Venüs'tür. Güneşe yakın olduğundan her zaman görülebilir. Saat istikametinde dönen tek gezegendir. (Eliyle gösterir.) Eski Roma tanrıçası Venüs (Eski Yunan mitolojisinde Aphrodite) adını bu yıldızdan almıştır.(Annesine şehvetli bir bakış atar.)” O zaman öğrendiği bu bilgiler çocuğa yetmiştir. Ancak zaman geçtikçe babasının söylediği son cümleyi merak eder. Bir gün babasının kitaplığından, cilt cilt duran, kalın kitaplardan birisini alır. Karıştırır. Ortalarda bir yerde durur, okumaya başlar. Denir ki: “Gök tanrısı Uranos'un Kronos tarafından cinsel organı kopartılarak denize atıldı. Cinsel organ uzun süre dalgalarla yüzdü. Sonra tanrısal nesneden beyaz bir köpük fışkırdı ve içinden bir bakire büyüdü.” Çocuk pek bir şey anlamaz, düşünür ve devam eder. Denir ki: “Venüs güzellik, aşk, sevgi ve sevişme tanrısıdır. O kıvırcık bukleleriyle denizin köpüklerinden çıkan ölümsüz bir güzellik imgesidir.” Devam eder. Denir ki:“ Aphrodite hoşlandığı ölümlülerin isteklerini yerine getirirdi. Üç güzeller yarışmasında Truvalı Paris'in…” Denir ki: “Aphrodite nefret duyduklarına ve gücünü hafife alanlara çok acımasız davranırdı. Şafak tanrıçası Eos'u sevgilisi Aresle birlikte olduğu için sonsuza kadar âşık olup, ıstırap çekmekle cezalandırmıştır.” Zaman hızla geçer, büyür, genç kız olur. Yunan mitolojisinden sıkılıp burçlara merak sardığında Venüs'ün kendi burcu olan terazide yönetici olduğunu öğrenince daha çok sevmeye başlar Venüs'ü.] Gökyüzünden gözlerini çekerken eliyle de perdeyi çeker, yatağa uzanır. Birden sevinir. Yıldızı nasıl diğer yıldızların aksi istikametinde dönüyorsa, o da aşkını ilan etmeyi genç adamdan beklemeyecekti. Göz kapakları ağırlaşır ve kapanır. Çobanyıldızı tüm ihtişamıyla gökte parlamaktadır.

Sabahtır. Bukleli kız uyanır, banyoya gider. Sonra aynanın karşısına geçip makyaj tazelerken arkadaşına seslenir, uyandırır. Aynaya gülümser. Giyinirler. Çıkmaya hazırlanırlarken bukleli kız akşam bardağa koyduğu kırmızı gülü alır. Arkadaşına; “ İlk ben açılacağım.”der gülümseyerek. Sokağa çıkarlar ve durağa yönelirler.

Genç adam gece bulduğu konunun verdiği heyecanla yatağından fırlar. Önce lavaboya gider.

yüzden her akşam inekleri toplayıp eve dönerken yıldızların kaybolmadığını görünce içinden tebrik eder meslektaşını. (Kendisi birkaç kez ineklerden birini kaybetmişti.) Bir gece yıldızını kontrol etmek için gökyüzüne baktığında yıldızların tam orta yerde sıklaşıp bir küme oluş turduğunu görür. Çares iz büyüklerine sorar. Denir ki: “Onların adı Samanyolu. Kocakarının biri komşunun bir çuval samanını çalmış götürürken, aksilik bu ya, çuvalın altı delik olduğu için samanlar bir şerit gibi dökülmüş. İşte o kocakarının takip ettiği yolun adıdır Samanyolu.” Çocuk bir şey anlamaz ama gene de inanır. (Genç adam şimdi de anlamlandıramadığı bu ilintiye gülümser.) Ve gene bir akşam bir yıldızın aşağıya düşerek arkasında yarım yay şeklinde bir ışık bıraktığını görür. Sıkılarak annesine sorar. Denir ki:“ Herkesin gökyüzünde bir yıldızı vardır. O kişi ölünce yıldızı kayar, yani düşer.” O günden sonra çocuk daha çok sever Çobanyıldızı'nı. (Herkesin bir yıldızı olduğuna göre onunki de Çobanyıldızı neden olmasındı ki?) Gene bir gece yıldızını seyrederken ölünce yıldızının kayacağı aklına gelir. Gözleri dolar. Baş başa konuşmak için evin arkasına gider. Ağlayarak konuşur yıldızıyla. “Hani ben ölünce sen düşeceksin ya. Ne olur sen düşme.” Birden yıldızının sesini içinde duyar. “Sil gözyaşlarını çocuk. Ben şu an senin kalbindeyim. Kalbinde olmasam inan ki beni hiç göremezdin. Sen ölünce sadece gözlerinden silineceğim; düşmeyeceğim, üzülme. Söz; yıldız sözü.”der. Çocuk o konuşmadan sonra kalbini de sevmeye başlar. İşte çocuğun (genç adamın) ilk sevgisi buradan başlar.] Vakit sabahın dördüdür. Genç adam gözlerini gökyüzünden çeker. İçinden bir doğu atasözünü, sesli, söyler. “Güzellik sevenin gözündedir.”ve ekler: “Gözler kalbin yansımasıdır.” Yatağa uzanır.“Yarın ona, Sevinay'a, olan sevgimin nereden başladığını, Çobanyıldızı'nı, anlatarak açılsam.”der kendi kendine. Göz kapakları ağırlaşır, yan döner. Doyumsuz bir zevkle Sevinay'ı düşünür, yastığı kucaklar. Çobanyıldızı tüm ihtişamıyla gökte parlamaktadır.

Bukleli kız kitabı kapatır. Kafası karışıktır. Pencerenin önüne gelir, perdeyi aralar. Genç adamın kaldığı sokağa bakar, derin bir iç çeker. Neden sonra sokağı seyretmeyi bırakıp gökyüzüne bakar. Yıldızlarla göz göze gelir. Çobanyıldızı'na takılır gözleri. Kulağında klasik bir Yunan müziği yankılanır, çocukluğuna gider. [Gittiği yer Ege'nin bir sahil kasabasıdır. Altı, bilemedin, yedi yaşındadır.

Page 10: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 10

güçlükle kalkıp salondaki çekyata atarlar kendilerini. Doyumsuz, rüyamsı bir zevkle genç adama sarılır sarı saçlı kız. Genç adam da sarılır. Saçlarını koklar.

Sabahtır. Bukleli kız genç adama sarılmak için soluna döner. Sol yanı boştur. Gözlerini açar, şaşırır. Hızla kalkar. Salona geldiğinde gördüklerine inanamaz, bir çığlık basar. Genç adam ve sarı saçlı kız birbirlerinden çözülüp sıçrarlar yerlerinden. Çok geçmeden neler olduğunu kavrarlar. Bukleli kız ağlayarak odasına kapanır. Genç adam ikna edecek bir açıklama bulamaz. Sarı saçlı kız, elinde olmadan, olanlara üzülerek evden ayrılır. Genç adam gün boyu alt komşularının ders çalışması için yanlarına gönderdiği yedi yaşındaki kızıyla oyalanırken, bukleli kız neredeyse odasından hiç çıkmaz. Arada bir ağlama sesi duyulur.

Vakit akşamdır. Hava açıktır. Apartmanın yanı başından yükselen koca çınarın gölgesi ay ışığında balkona düşmektedir. Yedi yaşındaki kız kendi uydurduğu bir şarkıyı söylemektedir. Genç adam başını arkaya, duvara, yaslar. Bukleli kız gelir, oturur. Gün boyu açmadığı ağzını açar ve ayrılacağını söyler. Genç adam düşüncelidir, gözlerini kapatır. Bir ara çocuk başını gökyüzüne kaldırır. Çok parlak bir yıldızla göz göze gelir. Merak eder, genç adama sorar. “Çobanyıldızı.” der genç adam. Susar. Çocuk anlamaz, bukleli kıza sorar bu kez. “Venüs.” der bukleli kız. Susar. Çocuk yıldızı izlemeye devam eder. Gözyaşları kurumuş bukleli kız tekrar ağlamaya başlarken, genç adam 'nasıl böyle bir halt ettiğini' düşünmektedir. Tekrar gözlerini kapatır, yaşadıklarını sondan başa doğru gözlerinin önünden geçirir genç adam. Ancak öyle bir yere gelir ki ağır çekimde tekrar tekrar izler, işin içinden çıkamaz. …[Sarı saçlı kız kalabalığın içinden geri geri gelir. Genç adam bukleli kızla oturuyordur. Sarı saçlı kız oturur, sessizce kitap okumaya başlar. Bukleli kızın suratı kıpkırmızıdır. Özür dileyerek, kalkar gider. Sarı saçlı kız kitabı kapatır. Genç adam ona Çobanyıldızı'nı anlatır, neden yorgun göründüğünü anlatır. Sarı saçlı kız başını sallar. Elindeki gülü koklar ve genç adama uzatır. Genç adam gülü alır koklar. “Bu çoook güzel kokuyordur” der. Sarı saçlı kız, genç adama bakar, gülümser. (Genç adamın kafası iyice karışır.)… Sonra düzgün adımlarla eve doğru yürümeye başlar.] Bukleli kız, genç adam kadar hızlı değildir bu konuda. Sabah onları sarmaş dolaş gördüğü kare gözlerinde donup kalmıştır. Kalkar içeri geçer. Eşyalarını birer ikişer ağır ağır toplamaya başlar. Genç adam bir azap içindedir. Balkonun korkuluklarına tutunmuş yedi yaşındaki çocuk kendi uydurduğu bir şarkıyı kırıtarak söylemekte, yıldızları izlemektedir. Çobanyıldızı tüm ihtişamıyla gökte parlamaktadır. *Yazarının da yarı yönetmen olduğu bir kısa film öyküsü (izlediniz) okudunuz

Sonra aynanın karşısına geçerek sinekkaydı tıraş olur. Aynaya gülümser. Uzun saçlarını omuzlarının üstüne döker, çıkar. Sahile iner. Bukleli kızın sokaktan çıkışını seyretmek için neredeyse gerisingeriye durağa yürümeye başlar. Yüzü gitgide asılır. Durağa gelmesiyle, önünü dönmesiyle, muhteşem bir ak elin tuttuğu kırmızı gülle burun buruna gelir. Bukleli kız gülümser, “ Kabul eder misiniz?” der. Genç adam şaşırır. Dili tutulur, konuşamaz. Bukleli kız terler. Genç adam kendisini toparlar ve birden kızı sımsıkı kucaklar. Bukleli kız kollarını genç adamın boynuna dolar.

Bir süre şaşkın şaşkın ayakta dikildikten sonra bir çay bahçesine oturmayı akıl ederler. Sahile yürürlerken bukleli kızın telefonu çalar. Arayan annesidir. Para yatırmak için hesap numarasını istemektedir. Bukleli kız çantasının altını üstüne getirmesine rağmen cüzdanını bulamaz. Mutfakta gülü bıraktığı bardağın yanında görür gibi olduğunu hatırlayana dek karıştırmaya devam eder. Paraya ihtiyacı vardır. Genç adamdan özür dileyerek, gelene kadar, arkadaşının eşlik etmesini sıkılarak söyler ve hızla ayrılır.

Genç adam ve sarı saçlı kız sahilde bir masaya otururlar. Genç adam elindeki gülü koklar, durur. Sarı saçlı kız, genç adama bakar, gülümser. Genç adam; “Bu çoook güzel kokuyordur.”der ve gülü sarı saçlı kıza uzatır. Sarı saçlı kız alır, koklar. Başını sallar. Bukleli kız gelene kadar genç adam, “Neden yorgun görünüyorsun?” sorusunun açıklamasını yapar. Bukleli kız nefes nefese gelir. Yüzü kıpkırmızıdır. Özür dileyerek oturur. Genç adamla üç ay sürecek bir mutluluğun provasını yaparlarken arkadaşı okuduğu kitabı kapatır. Onları baş başa bırakması gerektiğini söyleyerek kalkar, gider. Gül, sarı saçlı kızın kitabının arasında kalmıştır.

Üç ayın içindeki bütün günlerde her şey güzeldir. Mutludurlar. Önce yeni bir eve taşınırlar. Arada bir sarı saçlı kız konukları olur. Gezerler, tozarlar. Sinema çıkışlarında, parklarda, sahillerde öpüşüp dururlar. Gece açık havalarda sandal gezintilerine çıktıklarında defalarca yıldızlarla göz göze gelmelerine rağmen onları birleştiren yıldızlardan, Çobanyıldızı'ndan, hiç bahsetmezler. Aşk gözlerini kör etmiştir.

Üç ayın bitimine bir gece bir gündüz kalmıştır. Havanın açık olduğu bir akşam balkonda oturmaktadırlar. Sarı saçlı kız konuklarıdır. Geç saatlere kadar sohbet edip, içerler. Bukleli kızın başı ağrımaya başlayınca kalkar, odasına gider. Sarı saçlı kız ve genç adam içmeye devam ederler, geç saatlere kadar. Sonra

Page 11: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 11

Kör bakışlı zindanların, musalla beyazı gözlerinde matem tutan,Bir çift karanfilin yaprağında yeşeriyor aşk. Ve sen her gün, daha güneş uyanmadan uykusundan, Çıkmaz sokak düşlerine, utanarak bir yenisini ekliyorsun. Utanma! Ağlayarak açmıştın gözlerini dünyaya, ne çabuk unuttun? Neden hala gülmekten korkuyorsun? Köhne yalnızlığının cılız kollarına çaresizce müptelâ, Ve buz dağı soğukluğundaki kucağına Ezeli tutsak mısın? Yapma! Hayat senin içinde, sen hep hayatın dışında mısın? Şikâyeti bırak o zaman, Unut geçmişi, geçmişte kalsın. Gelecek, nasılsa gelecek, Endişe etme, tam vaktinde onu da kucaklarsın. Haydi, şu anı yaşa! Bu kadar mı korkaksın? Biliyorum, Bir yer var gitmek istediğin ama gidemediğin, Bir el var tutmak istediğin ama tutamadığın, Bir resim var çizmek istediğin ama çizemediğin. Al eline kalemi o halde, Ne duruyorsun? Sallandır günahlarını istersen şimdi asumandan, Salıver gitsin yüreğinin pespaye dokunuşlarını. Korkma! Tut ebemkuşağının mor saçlarından hunharca, Sabırlarını oya yap, işle yüreğinle, Bir boncuk gibi diz umutlarını o ipek saçlara. Hatta biraz daha cesur ol, asıl bir dalganın omzundan, Yasla vücudunu beyaz köpüklere. Sonra yakala gecenin en parlak ama en uzak yıldızını, Belki kanatlanır, uçarsın sen de tekrar göklere. Dur, bitmedi daha! Meselâ, Bir yaşam armağan et en mavisinden, sıcacık nefesinle Doğmadan hayatları ellerinden alınan, Dilsiz, masum ceninlere… Ağzında biriktirdiğin ucu sivri bütün küfürleri fırlat korkmadan, Çocuk katili taş yüreklere. Haydi, gül şimdi! Kurut denizleri kahkahalarınla birer birer… Topla şımarık yakamozları tuzlu kumlardan, Balıkları kanatlandır, uçsunlar özgürce kuşlarla beraber. Güneşi indir gökyüzünden, tut ateş parmaklı ellerinden, Ve bütün nehirleri ateşe ver. Durma haykır! Ağlat bulutları, dök yeryüzüne taze bir seherle. Yeniden taşır denizleri, coştur ırmakları… Kardelen ürkekliğinde, yüzünü güneşe çeviren gelinciği dillendir. Yaşa ve yaşat hayatı keyfince, Bir avuç şiirle renklendir…

Hicran Aydın Akçakaya

Bir Avuç Şiir

Page 12: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 12

Bir şiiri hangi makamda okumalıyım kibu gecenin yalnızlığını anlatabileyim ?

do ;

do~ğ bizi

re ;

re~nkkörü

mi ;

mi~limlerce düşmüş

fa ;

fa~ili meçhul

sol ;

sol~umdaki yaran

la ;

la~des kemiği gibi aklımda

si ;

si~garamın s'es tellerime verdiği hasardan

p'esten okuyorum geceyi, susmaların do~ğruları detone etti..

Do, re, mi, fa, sol, la,si ,do.ğ.....

Meltem Berton

P'esten

Page 13: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 13

Hz. Adem'le dünya macerası başlayan insanoğlunun duygularını ifade etme ihtiyacı da o zaman baş göstermiştir. Şiirin bilinmeyen tarihini ta oraya kadar indirebiliriz. Fakat bahsettiğimiz şey, bugünkü anlamda olgun bir şiir değildir. Neticede duyguların bir çeşit dışa yansımasıdır. İnsan nesli bugüne kadar geçen serüveni içinde duygu, bilgi ve görgü bakımından olgunlaştıkça şiir de onunla paralel olarak olgunlaşmıştır. İster iptidai, ister modern olsun; şiirin her çağda ve her toplumda varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Zira şiir, kişinin kendini ifade etme şeklidir. Üstelik özün özüdür şiir… Bir ihtiyaçtır aynı zamanda…

Şiirin köklerini çok derinlerde aramak gerekir. Cahiliye Arap toplumlarına baktığımızda onlarda da şiirin başköşede olduğunu, büyük itibar gördüğünü görürüz. Onun içindir ki yüce kitabımızın da şiirsel bir belagati vardır. Çünkü o zamanki toplumun genlerinde bu özellikler vardı. Hatta son Peygamber olarak gönderilen Resulullah'ı da şair olarak görenler vardı içlerinde… Fakat Allah onlara cevap vermekte gecikmiyordu: “Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terk edeceğiz, derlerdi. Hayır, o (ne şairdi, ne de mecnun). O, gerçeği getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı” (es-Saffat, 37/36-37)

624 sene boyunca dünyaya adaletle nizam veren Osmanlı'da şiir çok önemli yerdedir. Öyle ki Osmanlı padişahları, şairleri koruyup onlara her türlü maddi ve manevi destekte bulunmuşlardır. Bunun ötesinde Osmanlı padişahlarının çoğu şairdir. Şiirdeki mahlası “Muhibbi” olan Kanunî'nin Divan'ı vardır. 2. Murad (Muradî), Fatih Sultan Mehmed (Avnî), 2. Bayezid (Adlî), Yavuz Sultan Selim (Selimî), 3. Mehmed (Adnî), 1. Ahmed (Bahtî), 3. Selim (İlhamî), 2. Mahmud (Adlî), 3. Mustafa (Cihangir) gibi padişahlar aynı zamanda ciddi Divan şairleridir. Bu da gösteriyor ki şiir Osmanlı'da büyük ilgi ve itibar görmüştür.

Şiir, yüzyıllardan beri edebiyatın tahtına oturan ve bu tahtı hiçbir zaman diğer edebî türlere kaptırmayan bir estetik oluşumdur. Bu tür, edebiyatla adeta özdeşleşmiştir. Bu sadece bizde değil, bütün dünya edebiyatlarında da böyledir. Şiir denilince akan sular durur.

Şiir modern zamanlara yenilmeyen bir türdür. Dünya değiştikçe şiir de değişiyor, yenileşiyor ama değerinden hiçbir şey kaybetmiyor. Şiire ilgi dün olduğu gibi bugün de var. Hatta internetin icadıyla şiirin etki alanı alabildiğine genişlemiştir. Hayatında şiir yazmayan insan yok gibidir. Herkes ömrünün bir döneminde şiirsel bir şeyler karalamıştır muhakkak… Bugün internet ortamında binlerce şiir sitesi mevcuttur. Bu sanal ortamlarda birçok kişi kalem (yada klavye) oynatmaktadır. Bunların ne kadar şiir olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Fakat sonuçta hemen herkes şiire bir şekilde hizmet etmek istiyor.

Edebiyat bahçesinin solmayan gülüdür şiir.. O, bütün alımlılığıyla gönül bahçelerini süslüyor. Şair duyguların tercümanıdır. Onlar, gözleri kapalıyken de gören insanlardır. Sevdiğini kaybeden bir aşığın iç çekişleri, bir annenin evladına duyduğu tarifi kelimelere sığmayan sevgi, bir askerin vatan için yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgi ve muhabbet; şairin ruhunda filizlenir, vakti gelince şiir olup çıkar. Bir çocuğun geleceğe dair umutlarını, bir aşığın kavuşma arzularını, göklerin sonsuzluğunu, denizlerin enginliğini, dualardaki samimiyeti, en iyi şair bilir ve en iyi o ifade eder. Şiir okuru da bu duygulara ortak olur; ' Şair tam da benim gibi düşünmüş' der. Kitlelerin duygularına tercüman olduğu kadar büyür şair… Fakat hissiyatı alelade ifade edenler bodur ağaçlar gibi yerlerinde kalakalırlar.

Edebiyat uzun asırlardan beri şiirin büyüsünden nemalanmaktadır. Zira edebiyatın geniş kitlelerce sevilmesini sağlayan türlerin başında gelir şiir… Şiir olmasaydı edebiyat bu noktada olur muydu acaba? Keza şiir edebiyatı bir ana şefkatiyle besliyor.

Doğuda şairlerin bol olması buradaki insanların ruh derinliğinden kaynaklanır. Onlar köklü bir medeniyetin izlerini ruhlarına nakış nakış işleyerek yarınlara taşımışlardır. Bu aslında doğunun övünülecek yanıdır. Batı, hayata daha realist açıdan baktığı için şiir orada bizdeki kadar itibar görmemiştir. Fakat bu Batı şiirin geride olduğu anlamına da gelmez.

M.Nihat Malkoç

Şiirin Büyüsü

Page 14: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 14

Türk şiirin gelişim sürecinde önemli gördüğünüz mihenk taşları nedir? Neler süreci belirleyici olmuştur?

Kendi göğünün alaca karanlığında Ahmet Haşim, suya sabuna dokunmayan Garip'e karşı İkinci Yeni, Asaf Hâlet Çelebi, Hilmi Yavuz, İsmet Özel…

İlk şiirinizi ne zaman yazdınız. İlk yayınlanan şiiriniz nerede yayınlandı?

Ona şiir denir mi bilmiyorum, ama dokuz yaşındaydım. Bir öğretmenler gününde, kendisine hediye alamadığım için bir şiir yazmıştım. Tabiî ki o şiir artık yok. Ama ilk iki dizesi hala aklımdadır.

Ben dergileri biraz geç keşfettim. İlk olarak Poyraz ve Türk Edebiyatı dergilerinde yayımlandı. O noktadan sonra tanımaya başladım dergileri.

2010 Yılında yazmış olduğun dikkat çekici şiirlerinden, Varlık Dergisi ve 2010 Şiir yıllıklarında yayınlanan şiiriniz “hayatta ben en çok hüznümü sevdim” ile başlıyor. Bu açıdan hüzün şiirlerinizin oluşumunda ektili mi?

“Ben yazarken, şiiri ellerimde hissederim!” demişti Halil İbrahim Polat bir konuşmamızda. Evet; ben de kalbimde hissederim şiiri… Bu yüzden önemlidir 'hüzün'. O, şiirimin eğninde konaklar. Bu yüzden bu temelde şiirimi oluşturmaktan kaçınmam. Hüzün; hep bir kenarında durur sözümün ve yüzümün.

2010 Yılında yapılan Sivas Postası Gazetesi Şiir Yarışmasında “Koma” başlıklı şiirinizle birincilik ödülü aldınız. Şiir yarışmaları konusunda ne düşünüyorsunuz?

Yarışmalar, şair gençlerin adını duyurabilmesi adına önemli. Yarışmaların, şiir ödüllerinin varlığı hep tartışılmıştır, hâlâ da tartışılmaktadır ve sanırım bu tartışma böylece sürüp gidecektir. Yayın evlerinin artık şiir

Ayhan Emir Yolcu,

1987 yılında Bingöl'ün Solhan ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul'da tamamladı. Kütahya'da

İşletme bölümü okudu. 2010 yılında Sivas Postası Gazetesinin düzenlemiş olduğu ve 1300 şiirin değerlendirildiği

Posta Şiir yarışmasında 1.lik Ödülü aldı. İstanbul'da yaşıyor. Şiirleri Akatalpa, Dergah, Muaf, Mühür, Poyraz,

Sincan İstasyonu, Türk Edebiyatı ve Varlık dergilerinde yayınlandı. “www.divansanat.com” sitesinin

editörlüğünü yürütmektedir.

Page 15: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 15

arayışının en güzel örneğidir bence. Zira bilgisayar tabanlı sayılarla (sadece sıfır ve bir rakamlarından oluşan) şiirler dahi yayım-lanmıştı bazı dergilerde. Kelimeleri şiirden çıkarırsanız, ne kalır bilmem; ne kalırsa kalsın orda, şiirin kalmayacağı kesindir

.Hangi çağda yazarsanız yazın, lirizmden

kopmayan, şiirin kalbinden kopmamış demektir. Herkes şiirini yazsın ve zamanın uyuşuk suyuna bıraksın, gerisini sadece bu akıntı belirleyecektir.

“divansanat.com” sitesinin editörlüğünü yürütüyorsunuz. İnternet ve Web 2.0 teknolojilerinin sanat, edebiyat ve özelliklede şiire etkilileri ne oldu?

İnternette her şey başıboş geziniyor, o dünyada her şey kör dövüşünden farksız. Bir şairin ismini yazıyorsunuz ve bütün şiirlerine, söyleşilerine, hayatına dair dipnotlara, fotoğraflarına ulaşıyorsunuz. Bir tık ötenizde antolojiler dururken, neden gidip dergiler, şiir kitapları alasınız ki? Ya da, kendinizi ifade edebilmeniz için sınırsız imkânı olan bu alan varken, neden bir yazınızın bir dergide yayımlanması için umut ve dirsek çürütesiniz ki? Bütün şairler, işte karşınızda. Onlarla sohbet ediyorsunuz, diğer şairlerle olan alınganlıklarını görüyorsunuz; onları kişiliklerine varana dek tanıyabiliyorsunuz. O noktadan sonra, onların eserlerini okuyabilmek öyle güç oluyor ki…

Ben, liseye yeni başladığım zamanlarda gazetelerde bir şairin, bir yazarın, bir edebiyatçının fotoğrafını gördüğümde hissettiğim o acayip duyguyu unutamam. Hala durur eşyalarımın arasında Nazım'ın, Attila'nın, Victor Hugo'nun, Edip Cansever, Cemal Süreya, Necip Fazıl ve daha nicesinin gazetelerde gördükçe kestiğim fotoğrafları.

Elektronik kitap; tanrım, ne sevimsiz şey… Dijital dünya, hayal edebilmeyi unutturdu.

Sizde genç bir şair olarak “Genç Şairleri” nasıl buluyorsunuz?

Bir genç şair olarak diyebileceğim yalnızca şudur: İmgeye dayalı, saf şiirin izini süren az sayıda genç şair var.

kitabı hususuna nasıl yaklaştığı hepimizce malum. Siz de biliyorsunuz, kaç kapıdan geri çevrildiğimi. Bu açıdan şiir ödüllerini önemli buluyorum.

Bahsettiğiniz yarışmaya katılan iki isimden biri, en saygın şiir ödüllerinden birini almıştır. Bir diğeri, bir dergi çıkarmaya başlamış ve o da bir şiir ödülü almıştır dosyasıyla. Yarışmalar ve ödüller böylesi yol açıcılıkları açısından önemli. Doğrudan olmasa bile, dolaylı etkileri yadsınamaz. Ama şairin ve şiirinin açısından, kesinlikle tartışılmaz bir yargı değildir ödüller.

Evet, klasik ve ayrıksı duran şiirler dergilerde kendilerine kolayca yer bulamıyor. Böylece, şiirin tıkanan damarını açacak olan kalemin yolu da kesiliyordur belki de; kim bilir!

Öncelikle şu soruya cevap verilmeli: Şiirin ulaşması istenen bellekler; okuyucuların mı, akademisyenlerin mi, şairlerin bellekleri mi? Hangisinin kabulü, o şiirin niteliği hakkında bir değer aracı olacak? Yoksa hiçbirinin olmayacak da; ilk şiirlerini yayımladığında “şiirlerinin anlamsız” olduğu eleştirilerine maruz kalan Ahmet Haşim gibi, yenilgiler de mi büyüyecek büyük zaferler? Gerekliliklere göre şekil alan, yok olup gitmeye mahkûmdur. Herkes inandığı şiiri yazmalı, ancak böyle ortaya çıkar farklı sesler.

Sizin şiirlerinizde de modern bir çizgi hâkim. Geleceğin şiiri açısından dergilerin etkin role sahip olduğunu düşünürsek klasikten moderne geçiş tamamlandı mı?

K l a s i k t e n m o d e r n e g e ç i ş

tamamlanmıştır bana sorarsanız. Şiirdeki bu belirsizlik ve canhıraş arayış da bu sebeptendir. Bu sancılar, postmodern bir şiirin arayışından doğuyor. Yeni biçim arayışları, zaten şiirin doğasında olan bir şey; “Deneysel Şiir” dediğimiz biçim ise, postmodern şiir

Klasik şiirin dergilerde çok fazla yer bulamadığı, daha çok modern şiirlerin revaçta olduğunu gözlemleyebilir miyiz? Sizce nedeni ne olabilir?

Page 16: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 16

Soru lar ımıza geçmeden önce kend in i z i okuyucularımız için tanıtır mısınız?

1964 yılında Amasya ili Suluova ilçesi Bayırlı köyünde doğdum. Üniversite mezunu olup, halen Amasya'da bir kamu kurumunda görev yapmaktayım. Bununla birlikte, uzun yıllar mesleğime ait derneğin şube başkanlığını yapmış olup, şu anda da bir kamu sendikasının İl Temsilciliği görevini yürütmekteyim. Aynı zamanda İlesam Amasya İl Denetim Komisyonu ve Amasya Sanatçılar Derneği Yönetim Kurulu üyeliği görevini üstlenmiş bulunmaktayım. 2009 Yılı nisan ayında farklı konuların işlendiği 'Karlı Dağların Mor Menekşesi' isimli hece ve serbest vezinli şiirlerden oluşan ilk şiir kitabım yayınlandı. Yerel, ulusal gazete, dergi ve farklı antolojilerde yayınlanan şiirlerimin yanında birçok ulusal, yerel radyo ve TV programlarına konuk olup şiirlerim seslendirilmektedir. Halen yerel bir gazetede “Şiir Kervanı” isimli köşemde şiirlerimi ve zaman zamanda kaleme aldığım deneme ve gerçek yaşam öykülerini okuyucumla paylaşmaktayım.

Şiirle kurmuş olduğunuz ilişkiden söz edelim biraz. Şiir yaşamınızda nasıl bir arayışa, duyguya özleme denk gelmektedir. Şiirin yaşamınızdaki yerinden söz eder misiniz?

Bu sorunuza cevap vermek için öncelikle kısaca şiirin bendeki tarifini yapmam gerekir. Sürgündeki yaşamda insa-noğlunun "Yoktan Var Eden"e kavuşma süre-cindeki çileli yolda verdiği amansız mücadele-lerin kırılma noktalarında, ruhun kozasından sıyrılıp, ufkun efsunkâr iklimlerinde gezinir-ken, gönülde yaşayan duygu ve düşüncelere ritim, estetik ve imge katılarak, fikre göre duygunun baskın olduğu terkip, söz sanatıdır şiir. İnsan hayatında arayış ve umut asla bitmez. Biterse umut, biter yaşam. Gönle kota koyamayacağımız gibi özgürlük; bedenin demir parmaklıklar ardına hapsedilmesiyle yok olmayıp, aksine ruhun tutkuya yenilerek esaret altına girmesiyle son bulur. İnsan mutluluğu her zaman her yerde aramış, ancak yüreğine bakmayı akıl edememiştir. Çünkü Yüce Yaratan kendinden bir parçayı yüreğimizin derinliklerinde bir yere bırakmıştır. Şiire bir de şu açıdan bakıyorum; Yazmak rahatlatır insanı. Çünkü; insan ruhunda enerji biriktirip kırılmayı bekleyen fayları vardır. Gün gelir fay kırılır şiir olur, eser olur, şaheser olur. Kısaca şiirlerimde yüreğimdeki varlığı görmeye çalışıyorum.

Şiirinizin özelliklerini, dinamikleri, şiirinizde yazar olarak yaşama ve insanlara vermek istediğiniz mesaj nedir?

Ortaokul yıllarında İlhan Geçer'in Cahit Sıtkı Tarancı şiirlerini tahlil ettiği bir kitap elime geçmişti. C. Sıtkı Tarancı şiirleri beni çok etkilemiş ve içimdeki kıpırtıları gün yüzüne çıkarmaya başlamıştır. Elbette ciddi anlamda şiir yazmaya yıllar sonra başladım. Şiirlerimde vatan, doğa, yöre, şehir gibi farklı konular olsa da genellikle içe dönük hayatın iz düşümlerini görürsünüz. Şiirlerimde; dolaylı anlatımları ve geleneksel şiirle, çağdaş şiirin harmanlandığı bir yapıyı görmeniz mümkündür. Şairin kendine has bir tarzı olmalı ve bunu okuyucuya hissettire-bilmelidir. Hece şiirinin hemen hemen her türünü yazmaya çalışırken, imgeyi hece

Page 17: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 17

hizmetlerinden yararlanmak gerekir. Aşırısı insanı tembelliğe sevk edip, hayal dünyasını ve elbette ki yaratıcılığını yok edecektir.

Globalleşmenin yaşandığı 21. yüzyılda şiir; sosyal, ekonomik ve siyasal adaletsizlikleri dile getirmenin yanında insanın iç dünyasını yansıtmaya devam edecektir. En azından dileğim bu.

Şiirin, yaşama katkısı; insanın kendisiyle, bir başkasıyla ve toplumla kurduğu ilişki biçimine katkısını irdeler misiniz?

Şair; kendi penceresinden bakıp, dış dünyada görünen varlıkların görünmeyen resimlerini tuvaline aktaran bir ressamdır. Şiirde mesaj vardır, ahenk, yüreğe üfleyen ney gibi tını vardır, şiirde hüzün vardır, hayatın kendisi hüzündür zaten. Kısaca insan ruhuna hitap eden duygu ve düşünce dünyasıdır şiir. Şiir savaş değil, barış elçisidir. Bir gün mutlaka bitecek olan hayata karşı endişesi olmayan insan tükenir. Şair var olmayı unutan değil, var oluşun amacını düşünendir. İşte bu nedenledir ki şiir gelecek nesilleri de kucaklayacaktır.

Türk şiiri ile ilgili gelecek ön görünüz?

Son yıllarda geleneksel halk şiirimiz biraz toparlanma gösterse de serbest şiire doğru bir artış gözlemlemekteyim. Şair; geleneksel şiir ve aruzla birlikte, geleneksel şiiri reddetmeden ve zaman zaman onunla birleşim kurarak süregelen, hayal edilen hayatı, içerik sanatını iyi kullanarak geniş bir alana sahip olan serbest vezinle yazılmış şiirlerde de dile getirebilir. Bende serbest şiirler yazmaktayım. Ancak; geleneksel şiiri de göz ardı etmemeliyiz. Köklerinden yoksun bir ağacın toprağa tutunup şıvgın vermesi mümkün müdür.

Bir konuya daha kısaca değinmek isterim. Maalesef son yıllarda yabancı kelimeler türeyip genç neslin dilinde dolaşmaya başladı. Ne yazık ki çoğunlukla görsel medya, bazı edebiyat eserleri ve basın yayın kuruluşlarının yazılarında da bu tür kelimeleri görmekteyiz. Ben, güzelim Türkçemizin ve yöresel kelimelerin yaşaması için elimden gelen gayreti sarfetmekteyim. Bir milletin varlığı; dil ve kültür birliğine bağlıdır. Aksi takdirde yok olmaya mahkûmdur.

Son olarak bir görüşümü daha siz ve saygıdeğer okuyucuyla paylaşmak isterim.Nesrin anlatamadığını şiir, şiirin anlatamadığını mûsiki, mûsikinin anlatamadığını susmak anlatır.

şiirinde kullanmayı çok severim. Geleneksel halk şiirine faklı renkler katmamız gerektiği düşüncesindeyim. Aslında serbest şiir yazmak hece şiirinden daha zordur. İmge ve kafiye gibi iç dinamikleri yakalayıp akıcı ve anlaşılır kılıp, konu bütünlüğünü sağlamak gerekir. Dozu iyi ayarlanmayıp imgeye boğulan serbest şiirlerde verilmek istenen mesajlar anlaşılmaz bir hale gelir ve istenen hedef kitleye ulaşması çok zordur. Şiirde kurgu yapılabilir. Ancak ben şiirlerimde kurguya pek yer vermiyorum. Şair; duygu ve düşüncelerini herhangi bir vezne bağlı kalmaksızın (geldiği gibi) kurduğu cümlelere samimiyetini, ruhunu üfleyerek anlam ve ahenk birliğiyle kendine has üslubunda şiiriyeti yakalayıp, bunu kaleme almalıdır. Her şeye yazılsa da şiir; yazanı yakmazsa yazılamaz.

Şiir; hayata, sosyal ve siyasal yaşama dair okuyucuya mesajlar vermelidir. Bu da şairin kimi muhatap aldığına bağlıdır. Şairin vücuda getirdiği bazı eserler kapalı anlatım ve imge nedeniyle halkın anlaması pek de kolay olmayabilir. Bu tamamen eğitim düzeyine bağlıdır. Şiiri büyük bir su gözesine benzetecek olursak, kişi elinde bulunan kabın büyüklüğü oranında su içecektir. Su; hangi kaynaktan doldurulursa doldurulsun, koyduğumuz bardağa göre şekil alır, tadı ve içeriği çıktığı kaynağa göre değişir.

Günlük yaşam koşuşturmacasında yüreğimizi derinden etkileyen birçok duygunun şiirde imgeye dönüştüğünü görüyoruz. Özellikle içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşadığımız birçok küresel sosyal sorun edebiyatın da konusu olmaktadır. Sizce şiir bu bağlamda üzerine düşeni yapıyor mu? Şiirin misyonu 21. yüzyılda ne olmalıdır?

Şiir; küresel sosyal konuda üzerine düşen görevi yapsa bile, bunu geniş kitlelere ulaştırması zor olmaktadır. Özellikle görsel medya etrafımızı zırh gibi kuşatmışken. Bizim insanımızın da maalesef kitap okuma gibi alışkanlığı pek olmadığı için okuyucuya internet ortamından da ulaşmaya çalışıyoruz. A m a ç b i l g i l e n m e k s e ; d o z u n u i y i ayarladığımız görsel medya ve internet

Page 18: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 18

Sterilize edilmiş çay bahçesi Buluşmaya geciken sevgililerden arındırılmış

İtlaf edilecekmiş ayrılıklar Yalnız girilmez tabelası asılı olan ağaç kuru Yaprakları durgun ilkbahar tarifinde liste sonu

Masumiyet arandığından da fazla Gülümsemelerde boğulduk boğulacağız Bir kaşık su tesirinde her şey

Olan giden yitik bitmelerde cereyan ediyorTahtakurulu saat her seven biraz hükümdar Bol bir entari içinde entrika giymiş gibi görünür Cilve işveden çok sonraları Miadı taşmış düş'lerin hepsi bir başka düş'ünce

Beyitsel yaşantılarda her aşk yek ömürde tamamlanır Çarparsın önce aşka düşünce….

Aras Günce

Helyum Sazı

Page 19: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 19

/kelimelerimi istemeyen kadına, o'na/

gece güzel görünebilir bebeğimgeceden başka

gitmek güzel görünebilir

odaların silik saatlerinde sıkışmış zamansızlıkbedavaya indirilmiş puslu camların yazmamıştır buğusuna uğurlama sözcüklerini

daha gidiyorum

en yalın hali bu kelimeningecenin yenik zamanlarında en eski kompartımanlarda uyuyorumve herkes huzurlu

kaçıyor uykum

gece güzel görünebilir bebeğimsen yine

biletime yazılmamış ölümleri beklegişe memurları ima ediyor

lütfen bekle gümüş pakete sarılmış çam kolonyasıgözyaşlarıymış bütün yeni ayrılıkların bütün hasılat yitip giden aşklarsa

arkadaşlarımız bu kadar yalnızkenbir o kadar sualsiz hıçkırıkları gibi

ucuzdur tütünüm gecenin sukunetini kırar çıtırtısı

sır gibi açığa vurulsak da kanatmaz zaman,nasılsa onikiyi vururken kaybolur durmadanakıyor gizli gizli keşfettiğimiz sokaklarda özgür kentlerin aşkları boyunlarımızdan

bir tuhaf nehir gibiöylesi ıslak

çoktan unuttum sessiz adımlarımıiklimlerinde hep değişen kırılganlığınıkanma sakın

ağırmış bu kentte bulutlarçiy bırakır gözlerine

farketmezsin ağladığını

bu gece söylebir parça tesirli bombayla öldürsün benibıçak sırtında yağmur tanesi

gece güzel görünebilir bebeğimgeceden başka

ölmek güzel görünebilirbekle

biletime yazılmamış ölümleri bekle

Rıdvan Ardıç

Çam Kolonyası

Page 20: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 20

yağmur soluyor melankolik yaz

iğde dalında nazara durmuş bakışıyor

içime düşüyor delik deşik yalnızlık

faltaşı büyüklüğünde, ağrıyan gözbebeğim

yüzüme dokundu hergelen

azını bırakıp çoğunluktaki sevdamızın

ürpertti içimi çektiğim nefeslerde

marka ayakkabılarımdan sızdı ıslaklığım

sığ düşen ırmağım, yolunu kazacağım

karkış dudaklarıma adını değdirdiğim

kollarıma dolan her sarılma,sendendi

toplama kampı sorunlarımız vardı

sunturlu sözcükler doldururduk eşkalimize

cellattım, ipimi kopardım ansızın

bir buyruğa, bin eşkıya doğurtup sonunda

dinlenmiş gibi yaşanan masalımol de olayım yada öl de. bakma bana, madenci kılıklıyım işte..

…..

İlkay Coşkun

Cennete Baş Koy / Yada Ver

Page 21: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 21

Dil bilmeden âna düştüm

ân bilmeden mekana

yürüdüğüm bunca yolu

neye kime saymalı

ya merkezi belirlenemeyen faciaları

dil bilmeden düştüm âna

ân bilmeden mekana

ressam merakı uyandıran

her sureti fırsat saydım kendime

ve bakışlarda aradım kaybettiğim çizgileri

mekansız ânsız dolandım durdum

dile düştüm

Lütfi Demir

Dile Düştüm

Page 22: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 22

Gökkuşağı hüküm sürerken otların üzerinde Yüreğim buz keser, tortulanır perçemlerinde bulutların. Gecenin son kâbus artıkları, ilk ışığı, ilk seyircisi Martılar, kıpkırmızı kesilir topladığı efkârlardan. Nasıl söylesem, Ben böyle sessizliğin gölgesinde boğulurken, Buğulanır yüklü yüreğimin camları ansızın Bir sorunun göstergesinde asılı kalır, İlkelsi bir susuzluğa sığınırım. İçimdeki kırgınlık ve gıcırdayıp titreyen atlı tramvayla Geçip giderim naftalinli nakışlar üzerinden. Tıpkı uçuk bir hayalet gibi yitirdiklerim de Uğurlanır sütten dili yanmış nefesleriyle. O ölüm ki, sürekli dönüp dolaşır çemberimde. İki ayrı yerde, iki ayrı yalnızlık olurum. Her karşılaşmada geceyi heceler hüznüm Dağılır salkım söğüdün taralı saçları Sarıyı kuşanmış bahar gibi tıkanırım. Bazı günler hazırlıksız, umutları daralmış, Efkârlar büyütürüm ıslak yerlerinde yarış pistimin. Tehirsiz dramlar ve toy heveslerle Her fırsatta doldururum kendimi. Öfkeli bir güneş olur, Taşarım adı bilinmedik fırtınalar içinde. Şimdi sensizlik başlıyor, şimdi yine hüzün. Gökkuşağı hüküm sürerken otların üzerinde Bir kara örümcek, zifiri saçaklarında gönlümün Acımasızca büyüyor. Molasız örüyor kader ağlarını Nereye gitsem derme çatma uğultu Şerefine bir güz daha içiyorum hüzünlerimin. gece güzel görünebilir bebeğimgeceden başka

ölmek güzel görünebilirbekle

biletime yazılmamış ölümleri bekle

Suna Doğanay

Örümcek Ağlarında Göç Yolu

Page 23: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 23

Evet, gelecek için dert yanmak, yarını düşünmek gibi bir niyetimin olmadığını, beni tanıyan herkes iyi bilir. Bir katil olmak, insanın uykularını kaçırabilir, hapislerde çürümesine neden olabilir; ancak insanlığından geçmesini asla sağlayamaz.

Bu hale nasıl ve neden geldiğimi anlatmadan evvel, kim olduğumdan bahsetmek isterim. Hayatımı değiştiren bir kitabı, devlet kütüphanesinden alıp gizli saklı, kaldığım oteldeki odama taşıdıktan sonra, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum bundan böyle.

Artık evrim tarafından koşullandırılmış, beyni yıkanmış, okuduğu bu kitaptan açılan pencereden dünyaya bakan yüksek bir insandım ben. Çünkü evrim kuramını her harfiyle aklıma kazıdığımda, benden üst ve yüce bir varlığın olmadığına inanmak zorunda kalmıştım. Hoş duygular içindeydim. Kitabı müstear ismi Aytunç Altındal olan bir bilim adamı kaleme almıştı. Üniversitede hocaydı ve onlarca yayında çıkan boy boy fotoğrafları ve yazıları ile benim gibi arayış içindeki delikanlıların akıllarını çelmişti. İsmimi Aytunç adıyla değiştirdim.

Kitabın arka kapağında yazılanları ezberledikten sonra, Darwinizm kavramı hakkında bilgilenmeye çalıştım. Materyalizmin yapı taşını eledikten, canımın çektiğini özümseyip, hoşlanmadığım cümlelerin olduğu sayfaları yırttıktan sonra, okuma eylemine devam ettim. Yapacak çok işimin olduğunu biliyordum. Artık “Akan suyun yönünü değiştirmek” zamanı gelmişti. Bunu seve seve yaptıktan sonra, gençliğimin ateşini dindirmeden, kafamda kurduğum yolda ilerlemeye devam ettim.

“Moda maddecilik” hızla yayılmaya devam eden akımıyla beni de alıp bir parçası yapmıştı artık. Das Kapital ezberlendikten, Türlerin Kökeni hatim edildikten, beynin duygu tarafı bir kalemde defterden silindikten ve hazlar dünyasını yücelttikten sonra amatör bir evrimci biyolog olma yolundaki ilk temel taşın üzerinden atlamış sayacaktım kendimi. Körü körüne evrimin savunucusu olduğumda, esnek yargılardan uzak durup, “bilinçli dizayn”ın bile ne olduğunu tam olarak kavramaya çalışmayacaktım. Hücredeki kompleks yapıyı görmezden gelecektim. Tanrı'nın varlığını inkâr edecektim.

Akım tarafından yönetilmeye başladığımda, evrimin kitlesel telkini için çalışan bir fanatik olarak işe başlayacaktım. Tabii önce bu yolda anlattığım gibi şekilli ve renkli hayallerle süslenmiş bir yeniden doğuşa sahip çıkacağımı sanıyordum. Mesela evrimci

Mustafa Bilgücü

olduğumda havuzlu villalarda oturacak, yedi yıldızlı otellerdeki kral dairelerinde konaklayacaktım. Bu, işimin eğlenceli kısmıydı.

Kitabı okumaya devam ettiğimde, Beagle adlı gemiyle dünyayı dolaşan, Galapagos Adaları'nda gördüğü farklı ispinoz türlerinden çok etkilenen genç Darwin'in gözleriyle görüyordum bu yolculuğu. “Çevreye uyum” sağlamayı da öğrenmiştim artık. Yalancıyla yalancı, alçakla alçak, soysuzla soysuz, güzelle güzel, akıllıyla akıllı, kısaca insanla insan ve hayvanla hayvan olabilirdim bundan sonra. Ortası, vasatı yoktu bu yolun. Rastgele mutasyonlar…

Kütüphanede gördüğüm bu kitabı satın almak için kitapçıya koşturduğumda karşılaştığım İlber'le ters düşmemizin nedenine gelene dek bu konu üzerinde düşünmeye devam ettim. Ona ilk sözüm:

“İlber, keşfettiğim şeyi anlatmadan evvel, sana şu günlerde neler çevirdiğini sormalı mıyım?” oldu. “Bunu seni merak ettiğime inanmanı ve aranan biri olduğunu düşünmeni sağlamaya çalıştığım için yaparım ancak elbette. Evet, cevabın ne olur?”

Bendeki değişikliği fark etmişe benziyordu. Bir zamanlar müdürlüğünü yaptığı benzin istasyonunda pompacı olarak çalışan ben, eskilerde kalmış bağlılığa ve samimiyete yüz çevirerek kendi bildiğimi okuyordum. Önce bendim şimdi. Ama eskiden grup halinde, takımca çalışmayı seven, “biz” diyen biriydim.

“Sana ne olmuş oğlum böyle? Görmeyeli sanki diktatör bir totaliter rejim başı gibi kabarmış, astığı astık kestiği kestik biri olmuşsun.”

“Böyle olmak zorundayım İlber. İnan bana böyle olmak zorundayım. Çevrene bak, kimse kimseye bir lirasını bırak vermeyi, emanet bile ediyor mu acaba?”

“Ne olmuş sana böyle?”“Akıllandım İlber. Akıllandım. Elin

oğluyla benim hayatımı kıyasladığımda, çıkan sonuç ne oldu sanıyorsun?”

Argo edebiyatta “takılmak” olarak geçen eylemin her türlüsünü birlikte yapabilecek seviyede olduğumuza inandırmalıydık

Page 24: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 24

birbirimizi. O da bir arayış içindeydi. Evi terk etmişti. Benim gibi ucuz bir otel odasında ölümü bekleyen yolculardan farksız şekilde, günübirlik yaşıyor, iş arıyor, bol bol düşünüp, olaylı hayatını yola sokmak adına, fikirlerini kalıba dökecek insanlarla tanışmak için, her ortama girip çıkıyordu.

“Peki İlber, ne diyorsun şimdi? Benimle misin?” diye sordum.

“Seninleyim Aytunç, seninleyim.”“O zaman dediklerimi iyi dinle. Birlikte İnsanın

Türeyişi'ni okuyacağız. Kaldığım otele taşınacaksın. Yediğimiz içtiğimiz bir gidecek. Adımlarımızı da atarken, birbirimizi kollayacağız.”

“Daha sonra ne olacak Aytunç?”“Sonrasında bugünün yarınını düşünme-

yeceğimiz günler gelene dek, bu savaşta, bizi ileri süren şahlara, vezirlere aldırmadan, piyonluğumuzu yerine getirerek, alabildiğimiz kadar kale ele geçirip, kurduğumuz vatan üzerinde mutlu mesut yaşamayı öğreneceğiz. Unutma, insan ırkları arasındaki eşitsizlik üzerinde yol alacağız. Yani ya yok olacağız ya da yaşayacağız.”

Bundan sonraki zaman zarfında, İlber, yeni taşındığı odasında, yol arkadaşıyla planlar yaptı, hayaller kurdu, bilim dergilerini okudu, kuramlar yazdı, amatörce ilgilendiği keşifler atlası içinde kendine farklı ülkeler keşfedip, sorunsuz ve mükemmel olduğu sanılan ve vaat edilen toprakların izini sürdü. Ta ki problemler gün yüzüne çıkan kadar.

İlber, akli melekelerini yitirmek üzere olan arkadaşının yanında olmaktan önceleri mutlu oluyordu. Birlikte, bilgisayar oyunları oynuyorlar, bilim dergileri satın alıyorlar, şarkılar söylüyorlar, masa tenisi oynayıp, daha fazla sosyalleşmek adına bulabildikleri fırsatları değerlendiriyorlardı.

Mutant bebeklerin çoklu uzuvlarını, eğri büğrü kollarını, patlamış kafalarını, sakat ya da kısır hayvanları inceliyorlardı. Mongolizm, albinizm, orak hücre anemisi hastalıklarıyla boğuşan insancıkları görmeye alışmışlardı. Birbirlerini sınava çekiyorlar, insanın soy ağacını sırasıyla sayabilmek adına, ezbere çenelerini yoruyorlardı.

Geçimsizlik yaşamıyorlardı. İlber biraz daha mantıklı kararlar verebiliyor, aklını çelen ortağı Aytunç, akrabasıymışçasına ona yol yordam öğretip, kendini bir lider pozisyonunda sunabiliyordu.

O gün de sıradan günlerden biriydi. Konu evlilikten açılmıştı. İlber müzmin bekâr olduğunu dile getirdi. Evlilik hayatına yelken açmalıydı. Bu birlikteliği daha fazla devam ettiremeyeceğini söyledi:

“Ancak bu güzel bekârlık günlerinin kalıcı olması için, yeni satın aldığım video kamerayla bu anı kalıcı kılabiliriz.” Bu sözü İlber söylemişti. Kılıfından çıkardığı kameranın görüş açısını ayarlamaya koyuldu. Lens ayarını otomatiğe çevirip, üçayak

üzerine sabitlediği makinenin karşısına geçti. Çekim başlamıştı. Ortağı Aytunç, dalgınlığın içinde kendinden geçmişçesine durakalmıştı. İlber'in kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordu. Adı da neydi? Kim olduğunu çıkaramadı. Bir otel odasında hiç tanımadığı bir erkekle, video kamera karşısında ne yapıyordu?

“Haydi ortak. Kayıt başladı. Buraya gel. Tartışmamıza devam edeceğiz. Slogan atmaya başlamadan önce, saçını başını düzeltmek ister misin? O zaman istediğin kadar süre veriyorum sana. Bataryası bitmeden önce, uzunluğu hatırı sayılır bir klibi çekip anılara hapsetmek istiyorum.”

Hayatını suda protein sentezlenmesinin kanıtlanmasına, güney maymununun torunu olduğu inancına, Java adamı, Pekin adamı ve Lucy ile yaşayabileceği bir ortam oluşturma ideallerine adayan ortağı Aytunç, olan bitenin yeni yeni farkına varabiliyordu.

Uyandığında, elindeki makineyi kurcalayan İlber, çektiği kaydı paylaşmak istediği arkadaşının, yanında yarı titrer durumda öylece kalakaldığını gördü. Aytunç, bir zamanlar sayesinde benzin pompalayarak geçimini sağladığı arkadaşının kesesinden geçindiğini, ona maddi manevi borçları olduğunu düşündü. Yarını görebiliyordu. Kendi yolunda gidecekti İlber. Arkasına bile bakmayacaktı. Peki Aytunç inandıklarını kiminle paylaşacaktı bundan böyle? Kime evrim çabalarını anlatacaktı? Okuduğu kitaplardaki verileri kiminle paylaşacaktı? Şüphe, içine girdi.

“Ne yapmaya çalışıyorsun?” dedi İlber.“Bu güze l an ı s abo te e tmeye

çalışmıyorum tabii. Ancak bazen sende bazı sorunların olduğunu da düşünmüyor değilim. Karşıma çıktığında ne kadar çok sevinmiştim. Sen olmasaydın, patronu ikna edemezdim. O pompacılık işine başlamasaydım, senden borç almasaydım…”

“Çektiğim videoyu izle önce. Çok konuşma, yoksa emir kipiyle sana hükmetmeye çalışırım sonra.”

“Neyin resmini ya da videosunu çektin? Güzel çıkmış mıyım? İnan bana, ses tonundan nefret eden insanların en birincisiyim. Bir bayan sesi kadar ince çıkabiliyor sesim bazen, genelde karnımı göbeğim dışarı fırlamasın diye içeri çektiğim zamanlar başıma gelir bu. Kendimden iğrenirim. Sesimin rengi midemi bulandırır İlber. Ve bende bazı takıntılar da vardır.”

“Nedir onlar sevgili arkadaşım?”

Page 25: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 25

borçlu muyum? Hayır. Sana borçlu olamam. Sana öğrendiklerinin tamamını ben öğrettim. Beni o istasyonda işe başlatan, elime pompayı tutuşturan sendin; ama kimseye eyvallahı olmayan bir insan olmak istiyordum ben. Kimseye muhtaç olmak istemiyordum anlıyor musun beni? Bu nedenle, ortada ne kadar delil varsa bunları yok edeceğim. O videoyu internet üzerinden yayın yapan bir siteye koyduğun için, benden üstün olduğunu sandığını insanların da bilmesini istediğini saklayamazsın benden. Ama bunu yapmana izin vermeyeceğim. Benden üstün olduğunu insanların gözüne sokmana izin vermeyeceğim.”

Rekabet içini kemirmeye davam etti. Öğrendikleri vardı. O videoda sayıkladığı öğrendiklerine tersti. Muhtaç değildi. Borçlarını her kuruşuna dek ödeyecekti. Ve o işe alınması için kimseye yalvarmamıştı. Uygulama zamanı gelip çatmıştı. İlber çektiği videonun tüm kopyalarını geri dönüşü olmadan yok edecek ve yayınlandığı umuma açık siteden derhal geri çekecekti. İkinci seçenek yoktu. İşin inada bineceğini biliyordu, bu yüzden savaşarak, kin güderek, nefret kusarak da olsa istediğinin olması için gerekeni yapmaya kararlıydı.

“Sana o kitabı okuduğum güne lanet olsun,” dedi Aytunç. Bir ses:

“O görüntüyü insanların gözlerine sokmak için çektim,” diye yanıtladı onu.

“Bu ne küstahlık! Hem suçlu hem de güçlü. Seni canından edebilirim. Ve bunu yapacağıma yemin ederim!”

“Elinden geleni eksik etme ortağım. Ama kendimi kanıtlamak, yaşatmak ve gerçekleştirmek için, sersemliğine doymayacağın o gün, tüm her şeyinle bana minnettar olduğunu ağzından kaçırdığın o görüntüleri siteye koymasaydım, öğretmenime ihanet etmiş sayardım kendimi. Hem sen öğretmedin mi bana, insan, canla başla çalışmalı ve yaşama mücadeleyle sıkı sıkıya tutunmalı diye.”

“Fakat…”“Fakat ne ortak? Seni umursayacağımı mı

sanıyordun? Arkada kaldığında bekleyecek miydim seni? Düştüğünde bir de ben sana tekme atmayacak mıydım? Hayır. O kitap bana çok şey öğretti. Görüyorsun. Ben senin çürüdüğün, yozlaştığın o otel odasından kaçıp başımın çaresine bakarak kurtardım kendimi. Ya sen? Ne yapacaksın?”

“Seni bulmak için yollara düşeceğim. Ve öldüreceğim seni. O videoyu yayından kaldırtacağım. Ve cesedini bir meydanda sallandıracağım. Senin yaptığının aynısını ben de yapacağım. O zaman kimin kimden üstün, yüksek ve evrimce yüce olduğunu, şimdi hayatta ve var olma mücadelesinde olanlar anlayacaklar. Ödeşeceğiz! Bugünün yarını kimin umurunda?”

“Bu videoyu sakın ama sakın, internet ortamına yüklemeyeceksin, anlaştık mı?”

“Elbette. Bana güvenebilirsin. Sadece geleceğe hatıra taşımak için kullandığım bir yük katırından farksız bu kamera. İnan bana. Aklında kuşku kalmasın lütfen.”

A r a d a n g e ç e n z a m a n k e n d i n i unutturuyordu. Kış bitmişe benziyordu. Sokak kedi le r i a l ı ş ı l age lmiş nakara t la r ın ı tekrarlamaya başlamışlardı. Kısa süren bekârlık saltanatı, otel odalarında konaklama hayatı, borç alacak ilişkisi, ikilinin birbirlerine mesafeli yaklaşmalarına neden olmuştu. Uzun bir süre zarfınca birbirlerini görmemişlerdi.

Ortada çekilmiş bir videodan başka bir şey kalmamıştı. Ülkü halinde soğumaya başlayan bir fikir de video kaydı içinde sıkışakalmıştı.

İçlerinden sadece biri bugünün yarınını düşünür olmuştu. Bahsi geçen adam, tabii ki İlber, bir yolunu bulup kaçak göçmen olarak ülke sınırlarını aşmış, adına, teninin tadına, varlığına, sözüne alışamadığı bir yabancı kadınla zoraki ve kâğıt üzerinde kıyılan bir nikâha kalkışarak, gurbetin bekçiliğini yapmıştı.

Dilinden seleksiyon, primat, sıçramalı ya da kademeli evrim gibi söz öbeklerini düşürmeyen adam Aytunç'sa, kitaplarına gömülüp, kendini başkalarının toprağını kazar gibi kazımaya başlamıştı. Kendini deştikçe altından kendi çıkıyordu. Yaşadıklarının ve yaptıklarının boşuna olduğunu görmek istemiyordu. Evrim hile ya da aldatmaca olamayacak kadar ciddi bir işti. Evrimin bir sonucuydu. Ata yadigâr ı o lduğunu göstermeliydi. Birilerine seslenmeliydi. Onun gibi birini aradı. Onun gibisini bulamayacağını biliyordu. Minnet duyguları içini hırsla kapladı. Birden hırs nefret dolu ve şiddetli bir öfkeye dönüştü.

“Seni günün birinde bulacağıma yemin ediyorum İlber,” diye haykırdı Aytunç. “Günün birinde kaçtığın o yaban ellerde hesaplaşacağımızı unutmayacaksın. Sana borçlu olduğumu düşünüyorsun! Bunun böyle olduğuna inanman bile, bana üstünlük sağlamaya çalıştığın anlamına gelir. Benden üstün olmadığını bir şekilde göstermen, arkadaşlığının gereği değil miydi? Bu böyleydi. Ancak sen kaçmayı seçtin. Ses sanatçısı biriyle evlenip kendi başının çaresine baktın. Bunu neden yaptın? Hani biz akraba gibi ve ortaktık? Hani bu ülkünün peşinden birlikte gidecektik? Ne oldu düşlerimiz? Sana

Page 26: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 26

İnsan hayatında bazen yalnızlıklar en iyi dost olabiliyor.

Böylesi yapayalnız bir günü yaşamak mutsuzluğun ta kendisi miydi, yoksa mutsuz bir zaman dilimini öğreten bir öreticimiydi mutluluğun kapısını aralayan Biliyorum o kadar sevenim olmasına rağmen Tanrı o yapayalnız anı mutlu olmam için mutluluğun değerini anlamam için yaşatıyordu

İnsan hayatında bazen en iyi dost yalnızlıklar olabiliyor.

Bir sonbahar günü şiddetli bir yağmurun ardından yaprakları yağmurla ıslanarak gölgelerinde saklamaya çalışan ağaçların cansız görünen dalarına can veren güneş ışıklarının yerdeki yapraklara çarpmasıyla yaşama bambaşka güzellik katarken belki de o yaprakların üzerinde ağaç altında kol kola gezen iki genç sevgilinin gülüşleri daha da heyecan katıyordu yaşama. Şehir bambaşka güzel ve canlıydı bu gün insanlar bambaşka yaşam doluydu. Bütün bu güzellikleri seyrettiğim odamdaki pencerenin camlarını yavaş yavaş bir buğu kaplıyor, sanki Tanrı yalnızlığımı o kısacık zaman biriminde hiç kimseyle paylaşmamamı istemiyormuş hissini yansıtıyordu.

Yalnızlığımı omuzlayarak pencereden uzaklaşıyorum odanın sessiz noktası olarak tabir ettiğim kitap okumak için kullandığım köşedeki kanepenin üzerine uzanıyorum. Yapayalnız, mırıldanmak istediğim şarkının sözlerini bile hatırlamak istemeden, sessizce yalnızlığımla baş başa kalıyorum, gözlerimin dikildiği tavanda yaşamın anlamını arıyordum. Öylesine uzaklaşıyorum ki kendimden anlatılması tarifsiz bir düşünce karmaşası yaşıyorum.

Güneş; ışıklarını pencerenin perdelerinden geri çekerken o can alıcı sihriyle odaya bir hüzün rengi hakkim oluyor. Sevgiliye duyduğum hazzı, dostlarıma duyduğum sevgi yüreğimdeki karmaşık duygulardan sıyrılmaya çalışırcasına netleşmeye başlıyordu. Hayatımda sevdiğim ama aşık olamadığım kaç kadın geçti kalbimden ya yüreklerini kırmamak için onlara şiirler yazdığım kalpler tarifi bile can alıcı duygulardı, o kadar çok seviyordum yaşamı, o kadar çok seviyordum hayatta yaşanan olayları. Evet hayatı bütün yönleriyle seviyordum acısıyla tatlısıyla bütün olaylarıyla ayrıldığım sevgilinin verdiği acıyı da seviyordum, biraz sonra kapımın zilini çalacak olan sevgiliyi de seviyorum.

Müslüm Taş

Page 27: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 27

Peki neden Tanrının bana verdiği yalnızlık, cezamıydı yoksa mutluluğun kapısını aralamak için bir günümü bir gecemi feda etmek mi? Bir sonbahar sabahının can alıcı kıpır kıpır saatlerini gecenin karanlığına bırakırken kulaklarım kapı zillinde gözlerim kapıyı usulca aralayıp yalnızlığımı bölecek sevgilinin hayaliyle parlıyor. Karanlık iyice çökmüştü şehrin üzerine, güneş evlerin penceresinden odaları aydınlatan ampullere bırakmıştı görevini, Üç beş kişilik sıcak sohbetlerle yalnızlıklar bölünüyordu dört duvar arasında, ben ise hala yapayalnız geleceğinden emin olduğum o sıcacık gülüşü bekliyordum. Karmaşık düşlemlerin verdiği yorgunlukla uyuyamadığım boylu boyuna uzandığım kanepenin üzerinden kalkıp pencereden şehrin karanlığına beni sürükleyen, sokakta çöp kutusunu karıştırırken düşüren sokak köpeği oldu. Koskoca sokakta yapayalnız boynundaki tasmanın kurumuş çamur lekeleri içinde olması bir önceki şiddetli sonbahar yağmuruna tutulduğunu gösteriyordu. Bütün şehrin ışıkları sönmüştü artık. Yalnızlıkları iki kişilik sarılmalar bölüyordu, iki kişilik düşler.

İstediğini bulabilmiş miydi yoksa bulamadan mı kaybolmuştu karanlığın kucağında az önceki zavallı köpek, o da sokağı yalnızlığıyla baş başa bırakmıştı.

Kendim kadar yalnız gördüğüm sokağın yalnızlığında yalnızlaşmak istiyordum. Birçok yağmurdan beni koruyan parkemi sırtıma alıp karanlık sokağın kaldırımlarına bırakıyorum bedenimi. Evimin karşısındaki otobüs durağının tahta oturağında üşüyen ruhumu dinlendiriyorum. Gözlerim yalnızlığımı bölmek için gelecek sevgilinin kapımdan içeri girme umuduyla kapıya dikiliyor bir günlük yalnızlığımın son demlerini yaşadığını biliyordum. Karanlık gece son karartılarını savururken şehrin üzerine dondurucu soğuğa dayanamıyor yalnız yüreğim yalnızlığımı gün boyu saklayan odamdan içeri giriyorum. Şehir yeni bir sonbahar sabahına hazırlanırken benimle yüzlerce kitapta bir çok ülkeyi, birçok yaşamı paylaşan kanepeye uzanıp kendimden geçmişim.

Ellerimden tutup alnıma öpücük konduran sevgilinin gözlerini görünce odanın penceresinden sızan sonbahar sabahının o coşku verici ışıklarının benim için doğduğu kesinleşmişti.

Mutluluğun değerini daha iyi anlıyordum Tanrının beni yalnızlaştırdığı bir günün ardından.

Page 28: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 28

Ölüm

Hüseyin Kılbaş

Kimine ızdırap görünür hâlde,Kimine ebedî sükûn gibidir.Rahimden ebede uzanan yolda,Ahiret yurduna akın gibidir. Beşer sahnesinde inince perde,Aldırmaz dünyalık tasaya, derde.Tohumlar misali düştüğü yerde,Baharı bekleyen ekin gibidir. En son nefes, nerde, ayın kaçında?Zamanı bilinmez ahir göçün de.Doğumla başlayan hayat içinde,Anadan babadan yakın gibidir. Mutlak son değildir vade yetmesi,Muştudur şafağa, günün batması.Ruhların bedenden uçup gitmesi,Sonsuza edilen sökün gibidir. Dünya azdır, ömür azdan daha az,Geriye kalanı ondan daha az.Gazim kabristanı seyreyle biraz,Gerçeğin idraki mümkün gibidir.

Page 29: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 29

Van yolundayım. Her bir batımda geçmişimi görüyorum, kendimle yüzleşiyorum. Bu giden, giderken kaybolan ve hala geleceğe umutla bakan ben miyim gerçekten? Gecedir yine. Apak zifiri karanlık, eceldir ömrüme. Ve oturmuştur yüreğime yalnızlık sözleri, kevirî. Bir roman sayfasından fırlamış gibi, bir bir karşıma çıkıp boy gösteriyor hatıralar. Aylardan eylüldür yine. Hangi kavşakta kayboldum, asıldım, vuruldum. Bu ses kimin sesidir? Annemin sesine benziyor bir parça. Tutulurken acılara bir başıma… Bir bir mim vuruyorum sese. Şerh düşüyorum hüzne.

Göl'e daha çok var. Gecenin hükmü geçmektedir her yere. Sağıma dönüyorum. Ay ışığının refakatinde Yitik Anılar Şehri'ne giden kendimi görüyorum. 96'nın eylülüdür. Yollar, ilk ve son halimdir. Yollar yoldaşımdır, aslımdır, vaadimdir. Gitmek kalbimdir, vatanımdır, ülkümdür. Gitmek ve kalmak arasında kaldığım zamanlar haktır, haktandır. İbrahimî muhayyer kalıbındadır yar. Ruhumu acıtan ayrılıklarla geçti ömrüm. Her daim beni kalbinde isteyen, ruhunda hisseden annem, sonra kendi gibi gören yerinde bırakmak isteyen atalarım, ayrılık gayrilik gütmeyen hemşirem. Lakin gitmem gerekti.

Bir yol değil, sonsuz kere sonsuzluk kuşanmış ebedi yollar bekler beni. Yola çıkmaların zorunluluk hali aldığı zamanlar. Kimseye anlatılmaz. Kaderimdir, dediğim. Kaderini kimseye, ötekilere, yani onlara anlatamıyor insan. Çok kimsenin hayat hikâyesini dinlersin, okursun, görürsün ama yine de onların istedikleri anlamda ya da söylemek istedikleri şekilde hikâyelerinin içine gizlenmiş kaderin sırrını yakalayamazsın, çok istemene rağmen. İnsan bir başına, tek başına kaderini yaşıyormuş, sonra da alıp başını gidiyormuş uzaklara, ötelere. Bilinmezliğe karışıyormuş, meçhul oluyormuş, muammaya tutuluyormuş.

Yoldayım. Bu demektir ki kaderimin sırrını arıyorum. Bulabilecek miyim? Bulana aşk olsun diyorum. Kayıp sözümün izini sürüyorum. Bir şiirden kalmış bir söz işte olup olacağı. Belirli belirsiz yolculuklara çıkmak uğultusu, sarmış dört bir yanımı, afakımı. Yitik Anılar Şehri'nin bir eylül hüznü gelip beni bulacak. Otogarlarda annemi düşünüp düşünüp ağlayacağım. Bir çocukluk arkadaşımın esmer teninde bütün geçmişimle yüzleşeceğim. Bir çırpıda. Sonra bir ayrılık gelecek, gözlerime dolacak, göz bebeklerim delinecek iğne ucuyla. Yitik Anılar Şehri'nde kaldığım yerden devam edeceğim yolculuğuma, bir başıma.

Van yolundayım. Gurbet kokuyor her bir yerim. Ölüm saçıyor bakışlarım. Mavi bir zehir dolanıyor kılcal damarlarımda. Şah damarımda Ahmet Arif'ten bir satır. Hasretinden prangalar eskittim, yitirdim kendimi gayrı. Gecenin gözleri üzerimde… Ağırlığını duyumsatıyor karanlık. Kalbime bir ağırlık çöküyor. Allah'ım diyorum, o günlerden kalma bir sızı. Ne çok telaş, kaygı.

Faik Öcal

Page 30: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 30

Meğer 96'nın eylülünden hiç çıkmamışım, 89'un eylülünden yola çıkmış olmama rağmen. Orada burada ömür sürmüşüm. Kendimce acı çekmişim. Uzun uzadıya yalnız kalmışım. Hiç kimse yanımda olmamış. Bütün yolculuklara tek başıma çıkmışım. 89'un eylülünde çok ağlamışım, hep kendimi paralamış, içerden yaralamışım. Yolumun gerçeğini görmüşüm. Bethesna'da, o damın altında, o karanlık gecede dibe vurmuşum. Bir anlığına da olsa yolumun sonunu görmüşüm, gerçeğimi temaşa etmişim, kaderimin sırrından geçmişim.

O gece. Hani ayrılığın ilk günüydü. Her yerde terk edilmişlik kokusu vardı. Hani, gurbetlik çok acı vermişti, kalbimi parçalamıştı, bir şeyler dokunmuştu. Hani, tırnağımdan etimden kopmuştu da acısını hiç hissetmemiştim. Annem, çok uzaklardan, bir o kadar da yakından ağlıyordu. Sonra şair kesilmiştim kendimce. Bu bir ayrılık yazgısıydı ha, demiştim. İyi belle hakikatini. Kulak asma onlara. Unutma geçtiğin fakir sefil yolları. İyi belle köprünün üzerinden geçen aşina yüzleri, pusuya yatmış yaranı. Sonra pamuk tarlalarının taze buğusu… Ömrüm kayıp sözün serüvenidir işte.

Van Yolu'ndayım. 89'un eylülüdür yine. Veyahut 2008'in eylülü… Arada sadece kısa mesafeli zamanlar var, uzun soluklu ayrılıklar, gülkurusu kanlar, tarifsiz hadsiz kayıplar var. Kim gider kim kalır? Belli değil. Bildiğim bir şey var: Ben gidiyorum. Hiç kimseye görünmeden, hiç kimselere bir şey demeden… Yolumun sonunu anımsıyorum, yirmi bir yıl evvelinden. En kutsal sözlerimi yutuyorum. Biliyorum muazzam bir firak kesileceğim, dehşetli bir ölümle yüz-göz olacağım. Sadece kendimle haşir neşir olunacağım.

Yollarda dinledim kendi öykümü. Yollar bilir hakikatimi: Her şehirde bir gözyaşım, her durakta mimli tarihim. Bildiğim ve kendimi yakın bildiğim bütün kahramanlarımı öldürüyorum. Başta gece nöbetlerinde yakalandığım Raskolnikov olmak üzere.

İstanbul yolunda gençliğimi buluyorsam Dersaadet ezanlarıyla, güllere dolacaktır cadde-i kebir. İzmir'in nisanında dokuz eylül trenine biniyorsam, kendimden kaçıyorumdur pür telaş, acemi bir yaşam havarisi. Karadeniz'de bir sabah vakti güneşe ve denize açıyorsam uykusuz gözlerimi, umutsuzluğun dip safhasında boğulmama ramak kalmıştır. Sinop kalesinde Sabahattin Ali'ye uğruyorsam, isyan kesilmişimdir tepeden tırnağa. İskilipli Atıf Hoca'nın konuğu oluyorsam sehpalardan geçerek Ankara Kalesi'nin önünde, Frenk mukallidi melankoliğim yarı yolda bırakmıştır beni.

Bütün ömrüm, geçmiş ve gelecek olarak gözlerimin önünden geçiyor. Hiçbir şey yapamıyorum. Gücüm yetmiyor. Kendime fazla geliyorum. Ruhumu kaldıramıyorum. Biliyorum, dünya göründüğü gibi değil. Bu yollar süratle sonuma götürüyor beni. Anımsıyorum o eylül gecesinde göz göze geldiğim sırrımı. Hiçbir şey yapamıyorum; yolculuğuma devam ediyorum, lal kesilerek tepeden tırnağa.

Page 31: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Sayfa 31

BİZE GELENLER

DERGİLERSınır Kültür ve Sanat Dergisi, [email protected] Aylık Fikir Sanat Dergisi, [email protected] Eyvan, [email protected] Tarih Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, http:\\kumrudergisi.comMühür, [email protected] Şiir ve Kent Kültürü, www.mortaka.comHerfene Sanat ve Düşünce Dergisi, kurtur-sanat.net, [email protected] Dergisi, www.yolcudergisi.comKültür Çağlayanı DergisiKoridor Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, www.koridordergisi.comIhlamur Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, www.ihlamurdergisi.comSivas Kültür Dergisi, www.sivaskultur.orgTers Akan Toros, [email protected]

KİTAPLAREflatun Sancısı, İbrahim İmer, [email protected]Şairler Seçkisi Şiir Antolojisi, [email protected]ülce Edebiyat Akımı GÜLDESTE, Osman Öcal-Refika Doğan, www.gulceedebiyat.comUzağın Kokusu, Mehmet Kuvvet, www.kanguruyayinlari.comKayıp Aşk, Mürvet Sarıyıldız, www.yediverenyayinlari.comBuluşma 3- Ihlamur Şairleri, Hakan Sarı, Şiir Dağın Doruğunda, Mustafa Fırat, Mühür Kitaplığı, 0212-5069406Hz.Muhammed'in Eğitim Anlayışı, Eğitimde Birlik Derneği, www.erbider.orgŞairler Seçkisi Şiir Antolojisi, Bekir Alim, [email protected] Kadının Kaleminden ŞEMS ve MEVLANA, Yelda Karataş, Ihlamur Kitap, www.ihlamurdergisi.comŞiir Denilen Cehennem(2010 Şiir yıllığı) / Veysel Çolak, www.etkiyayin.comYetim Şiirleri Antolojisi/ Hasan Coşkun,www.sivaskultur.orgAy Suya Değdiği Zaman-Hasan Buldu, [email protected]öz Örse Düşer-A.Mazhar Alphan,MorTaka Kitaplığı, [email protected]Üşüyorum Şiir Güldestesi, [email protected]Ümidimi Kaybetmedim-Serap Gençler, www.kutla.org, [email protected] Demet Karanfil İzi-Özer Turan, www.bencekitap.comKırk Şiir On Şair, Ahmet Arık-Özer Turan, www.bencekitap.comBuruciye Şiir Antolojisi, www.asitan.comSivas'ın Yitik Zamanları / Osman Çelik, [email protected] Ve Kavil / Ferhat Kalender, www.yolcudergisi.comKar Taneleri (Şiirler) Sabiha Serin, [email protected] Zaman / Can Şen, www.edebiyatotagi.comVadiden Esintiler / Ali Rıza Atasoy-Sercan Taş, www.camliderem.orgBir Bulut Bin Damla Şiir Antolojisi / Bekir Alim, [email protected] Alevilik / Hasan Coşkun, www.sivaskultur.orgGüncemden Yapraklar / Alihaydar Birgör, [email protected]ırılmış Gönül / Ali Rıza Hıyabani, www.khiyabani.comRuşen Ali Cengi / Yaşar Bedri, www.yasarbedri.com, www.mortaka.comTenha / Yaşar Bedri, www.yasarbedri.com, www.mortaka.com

DERGİ VE KİTAP GÖNDEREN DOSTLARIMIZA İNCELİKLERİNDEN DOLAYI TEŞEKKÜR EDERİZ

[email protected]

Basılı dergi gönderemediğimiz okurlarımız için

yazıcı

bilgisayar

pdf

Gerekli Olanlar

-E Posta adresi-Bilgisayar-A4 Kağıdı-Yazıcı-Zımba

Page 32: Poyraz Edebiyat Sayı 18

Abdullah Şanal

Vay Be Yalnız Değiliz

yaz otları,ıhlamur kokuları,akasyalar ormanı

mevsimlerin sarmalında sürükleniyor güze,

bir tepede ben ve gölgem; iki şaşırdım garip

yaşamak ne bakakalmış

hırpalanmış iki yorgun savaşçısı gecenin.

ay öpüyor çakılları,parlatıp altın toplarını

nefesinde dinozorun sesler sürükleniyor

içimizde uçuşuyor yaprakların deltası.

çınarları kolan vuran serin bir deredeyiz,

sim işlenmiş kemer gibi belimizde su.

gölgem ve ben iniyoruz o içsel derinliğe

bir yerdeyiz şimdi ama; vadi mi,cennet mi ne?

ta uzaklarda havlayan kösnül bir köpek sesi

ateşliyor korosunu cırcırböceklerinin,

bir yandan da veryansın ediyor kurbağalar.

tarih öncesi bir çağın balta girmemiş ormanı

kırdı gizem şişesini billur gecenin koynunda,

yıldızların avizesi başımıza taç sanki!..

ben ve gölgem esrimişiz,yerçekimsiz akıyoruz

vay be yalnız değiliz /her şey akıyor bizimle.

evrene açılan kapıda ölüme benziyor sevmek

istemeyiz geri dönmek gölgem ve ben sessizce,

rüyaların sonsuzuna dalıp gitmek ne güzel.

canı saran bu geceyi kutsayan bu serüvende

gizli tapınç mabedinin şamanıyız belki de!?


Recommended