47
www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 205 • KASIM 2017 • Fiyatı: 10 TL 00205 Dervişlerin Teberrük Âdeti Sadece Allah Rızasına Talip Olmak Öğretmen Öğrencisine Nasıl Davranmalı? Lâleli Camii ve Lâleli Baba M. Nihat MALKOÇ Musa TEKTAŞ Ali ÖZKANLI Kadir ÖZKÖSE

M. Nihat MALKOÇ

  • Upload
    others

  • View
    21

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: M. Nihat MALKOÇ

www.somuncubaba.net

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 205 • KASIM 2017 • Fiyatı: 10 TL

205

0 0 2 0 5

Dervişlerin Teberrük Âdeti

SadeceAllah RızasınaTalip Olmak

Öğretmen ÖğrencisineNasıl Davranmalı?

Lâleli Camii ve Lâleli Baba

M. Nihat MALKOÇ

Musa TEKTAŞ

Ali ÖZKANLI

Kadir ÖZKÖSE

Page 2: M. Nihat MALKOÇ

basyazı Bekir AYDOĞAN

LÂLELİ KÜLLİYESİ’NDEKİ “NAKŞ-I KADEM-İ SAÂDET”

Sultan III. Mustafa devrinde yapılan büyük imar faaliyetleri programında inşa edilen Lâleli Külliyesi 1760-1764 yılları arsında Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılmıştır. Eldeki kaynaklara göre semt Lâleli adı ile tanınmakta olup burada vaktiyle yer alan bir çeşmenin, Lâleli Çeşme, adı ile anılmaktadır. Bundan dolayı da külliye “Lâleli” adı ile tanınmıştır. Cami, çarşı, imaret, türbe, sebil, medrese ve muvakkithaneden oluşan külliyede medrese hariç diğer birimler günümüze kadar gelmiştir.

Dergimizin bu sayısında konuyla ilgili bir yazı kaleme alan M. Nihat Malkoç şu bilgileri aktarmaktadır: “Mütevazı bir hayat yaşayan Lâleli Baba 18. yüzyılda, III. Mustafa döneminde İstanbul’da yaşamış Allah dost-larından biridir. Çok önemli kerametlerinin olduğu rivayet edilir. Lâleli Baba’nın, bugünkü Lâleli Camii’nin olduğu yerde küçük bir ayakkabı tamir dükkânı vardır. Hoşgörülü bir insan olan Lâleli Baba burada ayak-kabı tamir ederek rızkını çıkarmaktadır. Bu Allah dostu güzel giyinmesiyle ve güzel konuşmasıyla tanınır ve bilinir. Kendi ismini taşıyan caminin önünde oturur, gelene ‘Hoş geldin.’, gidene ‘Güle güle.’ dermiş.”

Laleli Camii’ni önemli kılan en mühim husus ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek ayak izinin külliye içerisindeki III. Mustafa Han Türbesi’nde bulunmasıdır. Kadem-i şerif; kaş veya tuğla zemin üzerin-de bulunan ve “Nakş-ı Kadem-i Saâdet” de denilen ayak izidir. Bazı peygamberlerin mucizeleri arasına sert zemine ayak izlerinin çıktığı rivayeti de katıldığı ve dünyanın çeşitli yerlerinde bunun örneklerine rastlanıl-dığı bilinmektedir. Kadem-i şeriflerin en önemlisi Kudüs’te Kubbetü’s-Sahra’daki kaya üzerinde olanıdır; bu izin Mirac’dan kaldığı bilinir. Ahmed Teymur Paşa, Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe edilen kendisinin bildiği diğer ayak izleri hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Ona göre sayıları yedi olan bu kadem-i şeriflerin dördü Mısır’da, ötekiler Kudüs, İstanbul ve Tâif’tedir.

Osmanlı sultanları diğer mukaddes emanetler gibi kadem-i şeriflere de büyük bir hürmet göster-mişlerdir. Örneğin, I. Abdülhamid, Şam yakınlarındaki Kadem köyünde içinde bir kadem-i şerif saklanan mescidin bânisi Şeyh Seyyid Muhammed Ziyâd’dan kadem-i şerifi İstanbul’a getirmesini istemiş ve onu başı üstünde taşıyarak getiren şeyh, padişahtan büyük saygı gördüğü gibi Sadrazam Halil Hamid Paşa tarafından da kendisi için Samatya’da (Davutpaşa İskelesi) Kadem-i Şerif adıyla bir tekke yaptırılmıştır (bu kadem-i şerif halen I. Abdülhamid’in türbesindedir). Topkapı Sarayı Hırka-i Saâdet Dairesi’nde dördü taş, ikisi tuğla olmak üzere altı adet kadem-i şerif korunmaktadır. Başka bir kadem-i şerif ise Laleli Camii’nin yanındaki III. Mustafa Han Türbesi’nde bulunuyor. Sevgili Peygamberimiz’in aziz hatırasına saygı gösteren bir milletin evlatları olarak; tarihî hakikatleri öğrenip, geçmişimizle iftihar ederken, aziz vatan toprakları için her türlü fedakârlıktan kaçınmayacağız. Bayrağımızın gölgesinde ecdadın yadigârlarına her daim sa-hip çıkacağımızı belirtir, aynı duygulara ortak olan bütün okuyucularımızı muhabbetle selamlarım.

The Footprint of our Beloved Prophet in the Laleli Social Complex

The Laleli Complex was built between 1760 and 1764 by Mustafa III (1757-1774). The word “Lale”, in Turkish, is a tulip. The name Laleli, which the complex shares with its neighborhood, is thought to refer to the Laleli Fountain, which is mentioned in 18th century sources. The complex consists of a mosque (cami), stores, soup-kitchen (imaret), tombs (türbe), sabil, madrasa (medrese), fountain (çesme) and a room for the timekeeper of the mosque (muvakkithane). Apart from the madrasa, all the other parts of the complex still remain today. What makes Laleli Mosque prominent today is the footprint of our Beloved Prophet Muhammad (pbuh), which is inside the Tomb of the Ottoman Sultan Mustafa III. The footprint of our Beloved Prophet (pbuh) is named as “Naksh-i Kadem-i Saadet”.

Osmanlı’daKadın Hakları

Zühal ÇOLAK

Ümmü Varaka (r.anhâ)

N. Nida DURAN

Ailede ŞiddetiNasıl Önleriz

Sümeyye Büşra YILDIZ

Sadece MaddiyatOkul Başarısı Getirmez

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

kasım

/201

7

somuncubaba 1

Page 3: M. Nihat MALKOÇ

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

ABONE İLETİŞİM HATTI

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 24 Sayı: 205 - Kasım 2017

Basım Tarihi: 01 Kasım 2017

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ

Musa TEKTAŞ

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71

44700, Darende / MALATYA

Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79

www.somuncubaba.net • [email protected]

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.

Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41

Yenibosna/İSTANBUL - Tel: 0 (212) 454 30 00

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

İÇİNDEKİLER

Arı ve Bal Âyetlerini Okuyup DüşünmekAli AKPINAR

Kadir ÖZKÖSE

Dervişlerin Teberrük Âdeti

Gerçekten de diğer hayvanlar gibi arılar da bir ‘ümmet’ olarak, bir arada yaşamanın en güzel örnekliğini bizlere sunarlar. İş disiplini, temizlik, düzen, çalışkanlık, üretkenlik ve başka varlıklara hizmet konusunda en güzel örnektir arılar.

Sûfîlerin öncüsü, sûfîlerin rol modelleri, sûfîlerin hayranlıkla takip ettikleri sahabe neslinin de Peygamber Efendimiz’in eşyasına teberrükte bulunduklarını görmekteyiz.

Lâleli Külliyesi’ndeki “Nakş-ı Kadem-i Saâdet” .............1Bekir AYDOĞAN

Arı ve Bal Âyetlerini Okuyup Düşünmek ........................6Ali AKPINAR

Alâeddîn Attâr (k.s.) ............................................................10Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEK

Lâleli Camii ve “Lâleli Baba” .............................................14M. Nihat MALKOÇ

Adâlet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) ...................18Ramazan ALTINTAŞ

Sadece “Allah Rızasına” Talip Olmak ...............................24Musa TEKTAŞ

Dervişlerin Teberrük Âdeti ................................................30Kadir ÖZKÖSE

Lâleli Baba ............................................................................35Halil GÖKKAYA

Güzel Konuşmak ..................................................................36Enbiya YILDIRIM

İspanya’da MüslümanlaraYapılan Zulüm ve Etnik Katliam .......................................40Resul KESENCELİ

Gözyaşım Yağmur Gibi .......................................................44Ömer Faruk YİĞİTEROL

Mevlâ’m, Ahde “Vefâ” İster! ..............................................47Rıfat ARAZ

Buhurizâde Mustafa Itrî Efendi ........................................48 Muammer YILMAZ

Hayatı Ölümle Anlamlı Kılmak .........................................52Mustafa ÖZÇELİK

Atasözlerine Yeniden Bakmak ..........................................56Vedat Ali TOK

Yazar ......................................................................................59Celalettin KURT

Nefsini Arındıran Kurtuluşa Ermiştir ..............................60Mustafa KARABACAK

Biz Kimiz? .............................................................................63Bekir OĞUZBAŞARAN

Meşhur Hanefi Fakihi “İmam Serahsî”.. .........................64Abdullah KAHRAMAN

Mehmet Akif Ersoy Tefsir Yazıları ve Vaazlar.. ..............68Yusuf HALICI

Öğretmen Öğrencisine Nasıl Davranmalı?.... ................70Ali ÖZKANLI

Kardaşlık ...............................................................................74M. Nuri YARDIM

Zafer Türküsü.. .....................................................................77Rabia BARIŞ

Osmanlı’da Memur ve Öğretmenlere“Ticaret Yasağı”. ..................................................................78İsmail ÇOLAK

“Tenkit” Eleştiri Ahlâkı.. ......................................................82Mukadder Arif YÜKSEL

Niyet Kalbin Amelidir.. ........................................................85Hanifi KARA

Sadra Şifa Eylemek İçin “Sabır” .......................................86Erol AFŞİN

M. Nihat MALKOÇ

Vedat Ali TOK

Lâleli Camii ve “Lâleli Baba”

Atasözlerine Yeniden Bakmak

İstanbul’un manevî çehresini teşkil eden eserlerden biri olan Lâleli Camii şehre hâkim bir noktada yer almaktadır. Aslında bu cami Lâleli Külliyesi’nin bir parçasıdır. Külliye imaret, çarşı, dükkânlar, çeşmeler, sebil, türbe, medrese, han, hamamve mumhaneden oluşmaktadır.

Atasözleri ve deyimler günümüze asırların zihniyet, inanç, kültür, felsefe, gelenek gibi millî ve manevî süzgeçlerinden geçerek geliyor. Yanlış giden bir şey olmuşsa o, zaten imbiğin birinden geçse bile bir diğerinde takılıp kalmıştır.

Bugün Kerkük’te Türkmen kardeşlerimizin haksızlığa uğraması, tedirgin edilmesi sadece Türklerin değil, Arapların, Kürtlerin...

M. Nuri YARDIMKardaşlık

06

14

30

56

74

Page 4: M. Nihat MALKOÇ

Şeyh Hamid-i Velî Minberinden HutbelerAltmışaltıncı Hutbe

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

Ey Cemâat-i Müslimîn!

Bilmiş olunuz ki; dünyâ ve âhiret saadeti için her şeyden evvel kuvvetli bir îmân lâzımdır. Saadetin yegâne medarı Allah (c.c)’ın birliğine ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in getirmiş olduğu şeylerin hak olduğuna seksiz, şüphesiz inanmak ve onun gösterdiği yolda gitmektir.

Evet tam ve olgun bir mü’min olabilmek için sâdece; “Allah’a Peygambere, kita-ba inandım.” demek, namaz kılıp; oruç tutmak kâfi değildir. Belki îmân hususunda şek ve tereddüd perdelerini yırtan bir yakîn-i tam içinde bulunmak, sarsılmaz bir îmâna sâhib olmak, Allah’ın emrettiği veçhile ibâdetlerini yapmak, ahlâkî ve içtimaî vazifelerine sâdık kalmak lâzımdır. Daha doğrusu hem Allah’a hem de onun yarat-tıklarına karşı vazîfesini tam yapmak lâzımdır. Öyle ise; hakîki mü’min kimseye karşı kalbinde bir fenalık beslemez. Edep ve terbiyeye uygun olmayan, nâmûs ve şerefe dokunacak olan sözlerde, işlerde bulunmaz. Kimseyi ayıplamaz. Kimsenin kötülüğü-nü söylemez. Hiçbir ferde la’net etmez, koğuculuk ve gıybet yapmaz, haset etmez, eli ile veya dili ile kimseyi incitmez. Yalan söylemez, yalan yere yemin etmez. Yalan şâhidliğine asla yanaşmaz. Kimseyi aldatmaz, kimse ile alay etmez. Kötülükle em-retmez, iyilikten ayrılmaz, kibir ve gurur bilmez.

Düşündükleri dâima hayırdır. Kendisini heyet-i içtimâiyyenin bir uzvu bilir. Menfâatini umûmun menfâatinde, zararını da umûmun zararında görür. Menfâatini başkalarının zararında aramaz. Herkesin hayrına ve iyiliğine çalışır. Kendisine ya-pıldığını istemediği bir şeyi başkasına yapmaz. Kendisi için sevdiği, ârzû eylediği iyi şeyleri başkaları için de ister. İşlerinde müşkil-pesent değildir. İşlerini kolaylık içinde görür. İlim ve bilgisini dâima ileri götürmeye çalışır.

Sevdiklerine karşı çok şefkatli, büyüklerine karşı saygılı, küçüklerine son derece merhametlidir. İlminden dolayı kibirlenmez. Zenginlik zamanında israf ve sefahata dalmaz. Fakirlik hâlinde de hâline göre temiz ve güzel olmaya özenir. Tamahkâr değildir.

Hayır ve hasenatı yaparken kalbinde sevinç duyar. Yiyip içtiklerinde helâli arar. Haramdan ve şüpheli şeylerden sakınır. Nefsinin ârzû eylediği gayr-i meşru’ şeyler-den çekinir. Kendisine karşı yapılan hata ve kusurları afv eder. Düşmanlarına zulm etmez. Emânete hıyanetlik etmez. Fenalık yapmaz. Sözünden va’dinden dönmez. Hakkı kabul eder. Elindekine kanâaat eder ve kendisinin olmayan şeyi iddia etmez. Musîbet ve felâket zamanlarında telaş göstermeyip sükûn ile karşılar. Rahatlığa kavuştuğunda Allah’a şükr eder. Bildiklerini öğretmeye, bilmediklerini öğrenmeye çalışır. Namaz kılarken âdâb ve erkânına son derece riâyet eder. Malının zekâtını verir. Haset denilen kötü huy onu hayır ve hasenattan alıkoymaz. Doğruluk ve bütün nâsa karşı iyilik yapmak onun şiarıdır.

İşte bunlar hakîkî ve olgun bir mü’minin vasıflarındandır.

Page 5: M. Nihat MALKOÇ

Balarısı anlamına gelen nahl, bir Kur’ân

sûresinin adıdır. Nahl, “bağış-hediye” de-

mektir. Bal arısının ürettiği bal, insan için

en güzel bağış ve hediye olduğu için ona bu isim

verilmiştir. Bu sûrede geçen âyette bal arısına

Yüce Rabb’in vahyedişinden bahsedilir. Allah’ın

arıya vahyetmesi, ona ilham etmesi, öğretmesi

anlamınadır. Âyette bal arısının çeşit çeşit ürün-

lerden yemesi, Yüce Rabb’in öğrettiği yolu ta-

kip etmesi, insanlara şifâ olan balı üretmesi ve

balın çeşitli renklerde olması üzerinde durulur.

Bütün bunlarda derinlemesine düşünen toplum

için ibretler olduğuna dikkat çekilir. Söz konusu

âyet şöyledir:

“Rabb’in bal arısına: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve

hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit

üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için gös-

terdiği yollardan yürü.’ diye vahyetti. Karınların-

dan insanlara şifâ olan çeşitli renklerde bal çıkar.

Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”1

Âyette, “Rabb’in bal arısına vahyetti.” buyrul-

muştur. Elbette arıya vahiy, peygambere vahiy

gibi değildir. Ancak bu tamamıyla ilham da de-

ğildir. Çünkü ilham, ilim ve amel açısından ge-

reklilik ifade etmez. Hâlbuki bal arısına bildiri-

len, amel bakımından zorunluluğu gerektirir. Bu

yönüyle vahye benzer. Nasıl ki peygamberlere

bildirilen vahiy, zorunlu olarak gereği yapılma-

lı, insanlığa duyurulmalıdır. Arıya bildirilen bal

yapma sanatı da zorunluluğu gerektirir. Onun

için ilham etti denilmemiş de vahyetti denilmiş-

tir. Evet, Yüce Yaratıcı, bal yapma sanatını arıya

mükemmel bir şekilde öğretmiş, onun özüne/

içgüdüsüne yerleştirmiştir.2 Uçmayı kuşa, yüz-

meyi balığa, süt emmeyi yeni doğmuş bebeğe

öğreten Yüce Rabb’imiz, arıya da bal yapmayı

öğretmiştir. Yüce Yaratıcı, yaratılış gâyelerini di-

ğer hayvanların da içgüdülerine yerleştirmiştir.

Ancak bal arısını özel olarak zikretmiştir. Çünkü

bal arısı küçücük bedenine rağmen, çok büyük

bir iş gerçekleştirmektedir. O, bal yapmakla di-

ğer hayvanlardan farklı olarak hem kendi rızkını

temin etmekte, hem de onu insanlara sunmak-

tadır.

Anlatımdaki mesaj açıktır: Arıya vahyedil-

di ve o ilahî vahyin gereğini yerine getirdi. Ey

insanoğlu, sana da vahyedildi, sen arıdan daha

üstünsün, sen de vahyin gereğini yerine getir-

melisin! Sen de helâlinden kendi rızkını temin

etmek için koşturmalısın. Sen de arı gibi çalışıp

başkalarına yararlı olmalısın!

Gerçekten de diğer hayvanlar gibi arılar da

bir “ümmet” olarak, bir arada yaşamanın en

güzel örnekliğini bizlere sunarlar. İş disiplini,

temizlik, düzen, çalışkanlık, üretkenlik ve başka

varlıklara hizmet konusunda en güzel örnektir

arılar. Kraliçe arı, erkek arılar ve işçi arılar. Bu

Arı ve Bal Âyetlerini Okuyup Düşünmek

“Gerçekten de diğer hayvanlar gibi arılar da bir ‘ümmet’ olarak, bir arada yaşamanın en güzel örnekliğini bizlere sunarlar. İş disiplini, temizlik,

düzen, çalışkanlık, üretkenlik ve başka varlıklara hizmet konusunda en güzel örnektir arılar.”

İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*

“Rabb’in bal arısına: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış

kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da

Rabb’inin işlemen için gösterdiği yollardan yürü.’ diye vahyetti.

Karınlarından insanlara şifâ olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”

16/Nahl, 68-69.

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba6 7

Page 6: M. Nihat MALKOÇ

ümmet içerisinde herkes işini bilir ve işinin ge-

reğini yapar. Her arı, toplumu içerisinde kendi-

sine biçilen görevi bilir, kabullenir ve aslâ yük-

sünmeden o görevin gereğini yerine getirir. Yö-

neticiye itâat vardır, uyumlu bir şekilde çalışma

ve hizmet vardır arıların dünyasında. Bir kovan-

da on binlerce arı, uyum içerisinde yaşarlar, kısa

ömürlerinde çok önemli işlere imza atarlar. Dü-

zenli, temiz, devamlı ve dakîk bir işleyiş vardır

arıların dünyasında. Medenî bir toplum görü-

nümündedir arıların hayatı. Gerçekleştirdikleri

uzun yolculuklar, yön ve hedeflerini şaşırmadan

vazifelerini yerine getirmeleri, yollarını kaybet-

meden kovanlarına dönmeleri ne kadar ilginç-

tir. Bir cetvel, bir pergel kullanmadan birbirine

denk altıgen petekler. Altıgen köşeli bal hücre-

leri, hem daha az malzeme ile kovanın yapılma-

sını sağlar, hem de daha fazla bal depolamayı

sağlar. Kovanların harika bir mühendislikle ya-

pılması, yuvadaki karmaşık işlerin layığı ile yeri-

ne getirilmesi, temizlik, üretim ve uyum… Arının

ürettiği bal da bir mühendislik hârikasıdır.

Hiçbir eğitim almadan, okulunu okuyup me-

zun olmadan doğar doğmaz bal arısının bütün

bu karmaşık işleri yapmasını sağlayan, Yüce

Yaratıcı’nın onlara ilham etmesidir. Arıdaki ilâhî

kudretin eşsizliğini ve muhteşemliğini düşün-

meliyiz. Bugün sütü biberonda, yumurtayı vi-

yonda, eti reyonda, balı kavanozda gören günü-

müz insanı bütün bu nimetlerin sofrasına nasıl

geldiğini, o nimetlerin sofrasına gelmesi için

kimlerin ne kadar çalıştığını düşünüp bilinçli bir

şekilde nimetin sahibine şükrünü artırmalıdır.

Bal, arıların insanoğluna sunduğu en önemli,

en leziz, en tatlı, en faydalı gıda maddesidir. Arı-

lar, çeşitli çiçeklerden topladıkları nektarı bala

çevirirler. Yarım kilo nektarın toplanabilmesi

için 900 kadar arının bir gün boyunca çalışma-

sı gerekir. Yarım kilo nektardan da çok az mik-

tarda bal üretilir. Arılar bu kadar çok çalışırlar.

Yarım kilo bal elde etmek için on yedi bin kadar

arının on milyon çiçeği ziyaret etmesi, yedi bin

iş saati çalışması gerekir. Bu kadar zor üretilen

balı arı, kendi ihtiyacının kat be kat fazlası üretir

ve başkalarına sunar.

Bal, en yüksek derece ve en hızlı bir şekil-

de insan vücuduna fayda sağlar, bal şerbeti

birkaç dakika içerisinde vücutta enerjiye dönü-

şür. Yapısal eşsiz özelliği ile bakteri içermeyen,

bakterileri yok eden yapısıyla bal insan için şifâ

kaynağıdır. Birçok hastalığa karşı vücut diren-

cini artıran, antibiyotik özelliği olan polen, pek

çok hastalığa iyi gelen arı sütü de arının üretti-

ği mükemmel bir besindir. Bal kendisi çürüyüp

bozulmadığı gibi, başka şeylerin çürüyüp bozul-

masını da önler. Bal hem gıda maddesidir, hem

hastalıklar için şifâ vesilesi olan güzel bir ilaçtır.

Pek çok ilaç acı iken bal tatlıdır. İlaçların yan

tesiri vardır, balın ise yan tesiri yoktur. İlaçlar,

sun’î olarak yapılır, bal ise tabîîdir.

Bir âyette cennet nimetleri anlatılırken ora-

da bal ırmaklarının olduğu haber verilir. Demek

ki bal, hem dünyada insanları için şifâ kaynağı,

hem de cennetliklere sunulacak olan önemli bir

nimettir.

“Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz ve-

rilen cennet şöyledir: Orada temiz su ırmakları,

tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk ve-

ren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır.

Onlara orada her türlü ürün ve Rablerinden mağ-

firet vardır. Bunların durumu, ateşte temelli kalan

ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su

içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?”3

Cennetliklere sunulacak olan bal nimeti,

dünyadaki baldan farklı olacaktır. Onun içinde

mum, kovan parçaları, ölmüş arıların kanat ve

bacakları olmayacak, tersine tertemiz, berrak

ve bol miktarda ırmaklarda akan bir bal olacak-

tır.

Özetle söylemek gerekirse arı ve ürettiği bal

âyetini anlayabilmek için, arı ve bal üzerinde

derinlikli düşünmek gerekir. O küçücük hayvan

ve onun ürettiği hârika nimeti araştırmak gere-

kir. Arıdan alacağımız dersi almak gerekir. Pey-

gamberimiz şöyle buyurur:

“Mü’min arı gibidir. Yediği zaman temiz yer, bir

şey verdiği zaman temiz verir. Çok ince bir dala

konsa bile, onu incitmez, ona zarar vermez.”4

Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR

1. 16/Nahl, 68-69.2. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili.3. 47/Muhammed, 15.4. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 199. Beyhakî, Şuabü’l-Îmân.

“Düzenli, temiz, devamlı ve dakîk bir işleyiş vardır arıların dünyasında. Medenî bir toplum görünümündedir arıların hayatı. Gerçekleştirdikleri uzun yolculuklar, yön ve hedeflerini şaşırmadan vazifelerini yerine getirmeleri, yollarını kaybetmeden kovanlarına dönmeleri ne kadar ilginçtir.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba8 9

Page 7: M. Nihat MALKOÇ

Alâeddîn Attâr (k.s.)’ın tam adı Muham-

med b. Muhammed el-Buhârî el-Harezmî el-

Attâr’dır. Nesebinin 8 H. (14 M.) yüzyıl başla-

rında vefat eden Harezmli Yesevî şeyhi Seyyid

Ata vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ulaştığı

nakledilmektedir. Harezm’den Buhara’ya göç

eden bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen

Alâeddîn Attâr (k.s.)’ın “Buhârî” nisbesi, onun

Buhara’da doğduğuna veya orada ikamet etti-

ğine işaret kabul edilebilir. Sürekli güzel koku

kullandığı ya da sohbetine katılanlar o sohbet-

te mânevî koku aldıkları için Attâr lakabı ile

meşhur oldu.

Zengin bir tüccar olan babası Hâce

Muhammed’in vefatından sonra mirastan hiç-

bir şey kabul etmedi. Kalan mirası ağabeyi

Hâce Şihâbeddin ile kardeşi Hâce Mübarek’e

bıraktıkan sonra dünyalıktan soyutlanarak

medresede ilim tahsili ile meşgul oldu. Bu dö-

nemde Buhara’daki birçok medrese talebesi

gibi o da Şâh-ı Nakşbend’e intisap etti. Genç

yaşında derviş oldu. Aileden gelen zenginlik gu-

rurunu kırmak için Şâh-ı Nakşbend, ona elma

satmasını emretti. Önce kenar mahallelerde,

tanınmayacağı yerlerde sattı. Şâh-ı Nakşbend

ona kardeşlerinin dükkânlarının önünde sat-

masını emretti. Attâr kardeşlerinin bu işi ga-

rip göreceklerini anlayıp biraz ağırdan aldı.

Üstadı ısrar edince Attâr, elma tablasını alıp

kardeşlerinin Attârlar çarşısına gitti. Onun bir

tekne içinde elma sattığını gören ağabeyi Hâce

Şihâbeddin ve kardeşi Hâce Mübarek, bu du-

rumu nefsânî onurlarına ve zenginliklerine ye-

diremeyerek Alâeddîn’e ağır konuştular. Elma

tablasını elinden aldılar, dayak attılar. Bunun

üzerine Alâeddîn; “Benim efendim bana elma

sat dedi, ben de satacağım! Hem nerede derse

orada satacağım! Dükkânınızın önünde bağıra

bağıra satacağım! Ne yaparsanız yapın, ben

onun emrini yerine getireceğim.” dedi. Son-

ra dergâha geldi. Onun nefsini kırdığını gören

Şâh-ı Nakşbend; “Oğlum Alâeddîn! Artık elma

satma işi tamam. Kardeşlerinin nefsinin ka-

bardığını, senin nefsinin ise ezildiğini gördüm.

Bundan böyle sohbetlere de devam et. İlmini,

fazlını tamamla. Cenâb-ı Hak yardımcımızdır.”

dedi. Derviş Alâeddîn bir yandan medreseye

diğer yandan da sohbetlere devam ediyordu.

Hâl ve hareketleri ile hızla kemâl kesbediyor-

du.

Şâh-ı Nakşbend, Alâeddîn Attâr (k.s.)’ı ter-

biye ocağında eğitti. Onu üstün mertebelere

ulaştırdı. Cenâb-ı Hakk’a yakınlık makamına

getirdi. Onun yanından hiç ayırmaz olunca,

diğer müridleri Şâh-ı Nakşbend’e; “Efendim!

Molla Alâeddîn’i yanınızdan neden hiç ayırmı-

yorsunuz.” dediklerinde, onlara şu cevabı ver-

miştir:

“Onu kurtların yemesinden korkuyorum.

Anbean hâlini kontrol etmekteki amacım onun

lutuflara mazhar olmasını sağlamak içindir.

Yani, ben onu hatırıma getirince Beytullah’ı

getirmiş olurum. Cömert insanın evinde bulu-

nan onun ikramlarına mazhar olur. Allah (c.c.)

dostlarına hizmet ederek onların gönüllerine

girmenin faydası işte budur!”

Dervişlik günlerinin nasıl verimli geçtiğini

Alâeddîn Attâr (k.s.)’ın bizzat kendisi sohbetle-

rinde şu şekilde dile getirmektedir:

“Şâh-ı Nakşbend bir gün bana; ‘Bu yola gi-

rince kendi gücünle çalışıp çaba göstermen

çok önemlidir. Çalışmazsan bir şey elde ede-

mezsin’ dedi. Ben de onun bu sözlerine itibar

ettim Çok çalıştım. Onun sohbet meclislerini

asla terk etmedim. Diyebilirim ki, onun sohbet-

lerine sürekli devam eden üç beş kişiden biri

ben oldum. Nihayet Allah (c.c.) beni tasavvuf

yolunda muvaffak etti.”

Alâeddîn Attâr (k.s.) yaşadığı mânevî güzel-

likleri cezbeyle dışarıya yansıtmaz ve kendi-

sinde mânevî coşku hâli görülmezdi. Nakşben-

diyye yolunun büyükleri şuur ve sahvı gaybet

Alâeddîn Attâr (k.s.)

Hat: Emre ÖZDEMİR

ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba10 11

Page 8: M. Nihat MALKOÇ

ve sekrden daha üstün tutulurdu. Böylesi bir

mânevî olgunluğun sonucu olarak Şâh-ı Nakş-

bend, Alâeddîn Attâr (k.s.)’ın terbiyesini ön pla-

na çıkardı ve ona daha çok önem verdi. Hali-

feleri arasında onu, bu yolda mânevî eğitime

daha yatkın buldu. Bu yüzden ona bazı sorum-

luluklar yükledi. Henüz vefat etmeden önce,

bazı müridlerinin tasavvufî terbiyesinden,

onun yetkili olduğunu dervişlerine açıkladı. So-

nunda onu üstün makamlara hazırladı. İrfânî

ilimlerin sırlarını kendisiyle paylaştı.

Son hastalıkları sırasında Alâeddîn Attâr

(k.s.)’ın dostlarına son vasiyeti şudur:

“Din hususunda gelenek ve görenekleri terk

ediniz. Halkın âdet edindiği şeylerin tersini

yapınız. Birbirinizden razı olunuz. Peygamber

Efendimi’zin gelişi beşeriyetin çirkin âdetlerini

kaldırmak içindir. Birbirinize destek olunuz.

Kendinizi öne çıkarmayıp kardeşinizi nefsinize

tercih ediniz. Her işte azimet yolunu takip edi-

niz ve mümkün oldukça o yoldan ayrıl-mayı-

nız. Sohbet, sünnet-i müekkededir. Bu sünnete

sürekli uyunuz. Gerek fert, gerek cemaat ola-

rak sohbet sünnetini terk etmeyiniz. Eğer bu

söylenen işler üzere istikametten şaşmazsanız

benim bütün ömrüm boyunca kazandığımı siz-

ler bir nefeste elde edersiniz. Böyle yaparsanız

ah-valiniz daima terakki eder. Şayet bu sıfatları

terk ederseniz kesinlikle pe-rişan olursunuz.”

20 Recep 802/17 Mart 1400 tarihinde ve-

fat eden Alâeddîn Attâr (k.s.)’ın kabri, Dih-i Nev

Çağâniyân’dadır.

Alâeddîn Attâr (k.s.) orta boylu, gökçek yüz-

lü, esmer tenli, büyük sakallı idi. Daima hudû

ve huşû üzere bulunurdu. Şâh-ı Nakşbend’in

sâdık müridi ve halifesi idi.

Mizaç olarak fakra meyilli, ilme ve hürme-

te düşkündü. Zâhir ilimlerini tahsile meraklı

olup tahsil ettiği Buhara medresesinde altında

bir eski hasır, başı için tuğladan bir yastık ve

önünde kitabını komaya mahsus tahtadan bir

rahlesi mevcuttu.

Şâh-ı Nakşbend’in sohbetlerini düzenleyen,

onun sözlerini tespit eden, emirlerini bilfiil ye-

rine getiren, seyahatleri idare eden, ihvanı çe-

kip çeviren bizzat Alâeddîn Attâr (k.s.)’dı. Şâh-ı

Nakşbend, hayatlarında bütün öğrenci ve mü-

ridlerinin eğitim ve terbiyesini Alâeddîn Attâr

(k.s.)’a havale ederek;

“Hâce Alâeddîn bizim yükümüzü oldukça

hafifletmiştir. Hiç şüphesiz velayet nurları ve

hidayet eserleri en üst derecede onda ger-

çekleşmiştir. Onun sohbetlerinin bereketi ve

terbiye metodunun güzelliği sayesinde birçok

sâlik, uzaklık ve noksanlık çukurundan kurtulup

irfanın zirvesine çıkarak kemâl mertebesine

yol buldular.” derdi.

Dervişlik günlerine dair hatıralarından

bahsederken Alâeddîn Attâr (k.s.), şeyhi Şâh-ı

Nakşbend ile yaşamış olduğu bir mânevî tec-

rübeden şu şekilde bahsetmektedir:

“Şâh-ı Nakşbend’e bağlandığım ilk günler-

di. Şeyh Muhammed isminde biri Râmiten’de

bana; ‘Sence gönül nedir?’ diye sordu. Ben;

‘Gönlün keyfiyetini bilmiyorum.’ dedim. Şeyh

Muhammed; ‘Bence gönül üç günlük ay gibi-

dir.’ diyerek kendi sorusunu kendisi cevapladı.

Sonra ben onun gönül-le ilgili bu tarif ve ben-

zetmesini Şâh-ı Nakşbend’e arzettim. ‘O derviş

kendi hâlini açıklamış!’ dedi. Bu sözü söylerken

Şâh-ı Nakşbend ayakta idi. Mübarek ayağını

benim ayağımın üzerine bastı. Bende büyük bir

hâl oluştu. Bu hâl sırasında bütün mevcudatı

kendimde müşahede ettim. O hâlden sıyrılıp

kendime geldiğimde bana, ‘Nisbet, yani gönlün

tarifi yoktur, o dervişin dediği değil… Öyleyse

sen gönlün hâlini nasıl idrak edebilirsin? Gön-

lün yüceliği açıklanamaz! Bir kudsi hadiste şöy-

le buyrulmuştur: ‘Yere göğe sığmadım, mümin

kulumun kalbine sığdım.’ Bu hadisteki mânâ in-

celiğine göre, gönlü bilen maksudu bilir gönlü

bulan maksudu bulur.”

Alâeddîn Attâr (k.s.), gaybet ve huzur halle-

rini tasvvufun esası sayar. Bu hallerin de aşk

ve muhabbet nispetinde gerçekleşeceğini ifa-

de eder. Cehrî zikri kabul etmekle birlikte daha

çok hafî zikir üzerinde durur. Nefy ve ispat

usûlünden çok murakabe esasına ağırlık verir.

Alâeddîn Attâr (k.s.), müridin gönlüne ilâhî

feyizlerin akmasını, mürşi-dinin istekleri doğ-

rultusunda hareket etmesine ve mürşidinin

sevgisiyle dolu hâle gelmesine bağlar. Çünkü

mürşide duyulan muhabbetle, müridin kalbi

Allah (c.c.)’tan gelen ilâhî feyizleri alabilmeye

yetenekli hâle gelir. Alâeddîn Attâr (k.s.)’ın ifa-

desiyle ilâhî feyizlerin insanlara ulaşmasında

bir kusur yoktur.

Asıl kusur müridin, gelecek ilâhî feyizlere

engel olmasıdır. Mürid aradaki engelleri kaldı-

rırsa, mürşidinin himmetiyle öyle bir hâle gelir

ki, onları anlamaktan bile âciz kalır. Bu durum-

da Alâeddîn Attâr (k.s.), müridin bütün dert-

lerini mürşidine söylemesini şart koşar. Zira

Allah (c.c.)’a ulaşmak onun sevgisi ve gönül

hoşnutluğu ile elde edilir. Bu yüzden mürşidin

gönül rızası ve sevgisini kazanmaya çalışmak,

müridin en önemli görevidir. Mürid bütün çıkış

yollarının kapandığı bir anda, kendisine sadece

bir kapı aralandığını düşünmeli. O da mürşidi-

ne giden yolu gösteren kurtuluş kapısıdır. Bu

ise Allah (c.c.)’ın ikramıdır.

Sohbetlerinde müridin kazanması gereken

edepleri bu şekilde sıralamaya devam eden

Alâeddîn Attâr (k.s.), diğer yandan mürşid-i

kâmilin özelliklerine de dikkat çekmektedir.

Onun ifadesiyle kâmil bir mürşid, müridlerini

mânevî usûllerle eğitirken sahip olduğu ilim,

irfan ve âlî himmet konularında nefsine pay

çıkarmaz. Kâmil mürşid, müridinin yeteneğine

göre onu dünya ve ahiret işlerine yönlendirir.

Kâmil mürşid, müridinin yeteneklerini bilir.

Onun geliştirilebilecek bütün yeteneklerini or-

taya çıkarır. Mürid her işinde mürşidine tâbî

olsun diye kâmil mürşid, müridini dünya ve

ahirete yönelik çeşitli işlerle yoklar.

Alâeddîn Attâr (k.s.), Allah (c.c.)’ın kuluna

dünyayı ve melekût âlemini unutturmasını

fenâ, ona bu fenâsını da unutturmasını fenâdan

da fenâ olarak tanımlamaktadır.

Kabir ziyareti konusunda çok özel bir yakla-

şım sergileyen Alâeddîn Attâr (k.s.), Hak dost-

larının kabirlerine yakınlıktan çok ruhaniyetle-

rine yönelmeyi tavsiye etmektedir. Ona göre,

bir kişinin mânevî şahsiyetlerin kabirlerini zi-

yaretlerinden elde edeceği yarar, ancak onları

tanıyabildiği ölçüdedir.

Kabirlerinde medfun bulunan Hak dostları-

nı sadece ziyaret etmiş olmak yeterli değildir.

Onların gerçek özelliklerini tanımak esastır.

Ahirete göç etmiş velîlerin kabirlerini ziyaret

etmenin hiç kuşkusuz kişiye büyük faydalar

vereceğini söyleyen Alâeddîn Attâr (k.s.), kabir

ziyaretlerinde asıl önemli olan Allah (c.c.)’a gö-

nülden bağlanmak, ölümü hatırlamak ve mânâ

ehlinin halleriyle hâllenmektir, der.

Alâeddîn Attâr (k.s.)’ın nasihatlerine kulak

verdiğimizde o, öncelikli olarak müridlerini

ilim ehlinin ilimlerine riayet etmeye, fakat on-

lardan içinde bulunduklar makamları saklama-

larını öğütler. Tasavvuf ehli kişilerin kalplerini

üzecek işlere girişmemelerini, âriflerin sohbet-

lerine ve meclislerine katılırken edebi elden bı-

rakmamalarını, edebi olmayanın tarikatı olma-

yacağını, kişinin kendini edepli görmesinin ise

edepsizlik olduğunu tembih etmiştir.

Dipnot

* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 257-266. sayfalarından özetlen-miştir.

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba12 13

Page 9: M. Nihat MALKOÇ

“Lâleli Baba”Lâleli Camii ve Lahûtî Bir Mabetler Şehri:

Medeniyet Beşiği Kadim İstanbul

Osmanlı’ya asırlarca payitahtlık yapan İstan-bul bir mabetler şehridir. Süleymaniye, Sultan Ahmet, Fatih, Beyazıt, Ayasofya, Eyüp Sultan, Yeni Cami bunlardan bazılarıdır. Bunların yanında güzel İstanbul’umuzun merkezî mekânlarından biri olan Lâleli semtinde Lâleli Camii mevcuttur. Lâleli Camii, 1760-1764 yılları arasında Osman-lı padişahı III. Mustafa tarafından yaptırılmıştır. Caminin yapımına önce hassa baş mimarı Kara (Hacı) Ahmet Ağa başlamışsa da bu güzide ma-bedin bitirilmesi Mimar Tahir Ağa’ya nasip ol-muştur. Bulunduğu semte adını vermiş olan bu güzel mabet 1782 depreminde zarar görmüş, Sultan I. Abdülhamit Han zamanında Mimar Sey-yid Mustafa Ağa tarafından onarılmıştır.

İstanbul’un manevî çehresini teşkil eden eserlerden biri olan Lâleli Camii şehre hâkim bir noktada yer almaktadır. Aslında bu cami Lâleli Külliyesi’nin bir parçasıdır. Külliye imaret, çarşı, dükkânlar, çeşmeler, sebil, türbe, medrese, han, hamam ve mumhaneden oluşmaktadır. Daha sonra külliyeye bir de muvakkithane eklenmiş-tir. Lâleli Külliyesi padişahlar tarafından yapıl-mış son külliyedir. Külliyenin medrese kısmı ne yazık ki günümüze gelememiştir. Zaman içeri-sinde yapılan değişikliklerle birçok tarihî unsur yok olmuştur. Ordu Caddesi’nin genişletilmesi sırasında da caminin set duvarları yıkılarak ge-riye çekilmiş, daha sonra da Vakıflar İdaresi ta-rafından bu duvar da yıkılarak caminin bodrum ve ön cephesine bir sıra tonozlu dükkânların in-şasıyla bugünkü hâle getirilmiştir.

İstanbul’da Münzevî Bir Allah Dostu: Lâleli Baba Hazretleri

Dünyanın bütün şehirlerinin gıptayla baktığı İstanbul, manevî şahsiyetleriyle temayüz etmiş tarihî bir şehirdir. Bu şehirde Eyüp Sultan Hazret-leri, Aziz Mahmut Hüdayi, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Sümbül Efendi ve Merkez Efendi gibi nice Hak ve hakikat dostları ömür sürmüştür. Lâleli semtine ismini veren Lâleli Baba da bunlardan biridir.

Mütevazı bir hayat yaşayan Lâleli Baba 18. yüzyılda, III. Mustafa döneminde İstanbul’da yaşamış Allah dostlarından biridir. Çok önem-li kerametlerinin olduğu rivayet edilir. Lâleli Baba’nın, bugünkü Lâleli Camii’nin olduğu yerde küçük bir ayakkabı tamir dükkânı vardı. Hoşgö-rülü bir insan olan Lâleli Baba burada ayakkabı tamir ederek rızkını çıkarırdı. Bu Allah dostu gü-zel giyinmesiyle ve güzel konuşmasıyla tanınır ve bilinirdi. Kendi ismini taşıyan caminin önün-de oturur, gelene “Hoş geldin.”, gidene “Güle güle.” dermiş.

Lâleli Baba ömrünü, adını taşıyan bu semt-te geçirmiştir. İnsanlarla dostça ve kardeşçe geçinmiştir. Çevresinin güven ve itimadını ka-zanmıştır. Gönül gözü açık olan Lâleli Baba ya-kın çevresi tarafından çok sevilmiş ve hürmet görmüştür. Lâleli Baba’nın türbesi kendi adını taşıyan caminin yanındaydı. 1957 senesinde

Foto: Orhan DİNÇ

CAMİİ GÜZELLEMESİ M. Nihat MALKOÇ

“İstanbul’un manevî çehresini teşkil eden eserlerden biri olan Lâleli Camii şehre hâkim bir noktada yer almaktadır. Aslında bu cami Lâleli Külliyesi’nin

bir parçasıdır. Külliye imaret, çarşı, dükkânlar, çeşmeler, sebil, türbe, medrese, han, hamamve mumhaneden oluşmaktadır.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba14 15

Page 10: M. Nihat MALKOÇ

türbesi buradan yakın bir yere taşınmıştı. Onun bir Allah dostu olduğuna inananlar türbesini sü-rekli ziyaret etmişlerdir.

Lâleli Baba İstanbul’a damgasını vuran bü-yük velilerdendir. Kendi adını alan caminin kar-şısında durmadan ayakkabı tamiri ile meşgul olurdu. Yakasında her zaman bir lâle bulunur, sırtında da lâle desenli bir cübbe taşırdı. Fakat onun herkes tarafından yadırganan bir huyu vardı. Bir defa olsun karşısındaki camiye girip namaz kılmazdı. Bu yüzden kendisine “dinsiz” damgası vurdular. Yüzüne karşı bu ağır itham-da bulunanlara karşı o tatlı bir bakışla karşılık verir, kimseyi incitmezdi. Sultan III. Mustafa’nın annesi Lâleli Baba’nın bu durumunu duymuş, kendisini bizzat görüp namaz kılmama sebebini sormaya karar vermişti. Valide Sultan bir cuma günü saraydan çıktı ve doğruca Lâleli Camii’ne

geldi. Lâleli Baba yine ayakkabıların tamiri ile meşgul oldu, camiye gelmedi. Bir ara Valide Sultan haddini bildirmek üzere Lâleli Baba’ya doğru yürüdü. Kalın peçesi, siyah çarşafı ile tanınması mümkün değildi. Bu sırada Lâleli Baba, başını kaldırmadan: “Ne o Sultanım! Siz de mi camiden kaçıyorsunuz?” dedi. Valide Sul-tan donup kaldı. Tanınmasına şaşırmıştı. Lâleli Baba’nın karşısına dikilip: “Eskici, sen nereden tanıyorsun beni?” dedi. Eskici hiç oralı değildi. Sakin sakin yine sordu: “Namaza girmeyecek misin Sultanım?” “Gireceğim elbette, fakat beni nasıl tanıdın söyle.” “Tanıttılar Sultanım!” “De-

mek öyle.” “Evet.” “Bana ne diyorsun bakalım?”

“Abdestin var mı?” “Tabi.” “O halde namazı bir-

likte kılalım. Kapat gözlerini ey Sultanım.” Lâleli

Baha’nın sesi yine aynı tatlılıkla yükseldi: “Aç

gözünü Sultanım.” Valide Sultan gözünü açtı-

ğında ne görsün. Beyaz entarileri içinde Kâbe’yi

tavaf ediyorlar. Kendisi de onların arasında. Vali-

de Sultan derin derin bir âh çektikten sonra: “Bu

eskici, meğerse Allah’ın has bir kuluymuş. Üstelik

zavallıya atılmadık iftira da kalmadı.” demekten

kendini alamadı. Valide Sultan, Lâleli Baba ile

Kâbe’de namazlarını kıldıktan sonra önceden ol-

duğu gibi, gözlerini kapayıp açıncaya kadar tek-

rar Lâleli Camii’nin kapısı önüne geldiler.

Padişah Lâleli Camii’ne Neden Kendi Adını Ver(e)medi?

İstanbul Lâleli Camii’ni Sultan III. Mustafa Han yaptırmıştır. Hikâyesi şöyle anlatılır: Mustafa Han, bu camiyi yaptırırken çevrede “Lâleli Baba” namında evliya bir zatın yaşadığını öğrendi ve sohbetinden istifade etmek istedi. Lâleli Baba’ya Padişah’ın kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti.

Padişah, Lâleli Baba’nın sohbetinden gerçek-ten memnun kaldı. İçinde, bu zatla daha sık gö-rüşme arzusu uyandı. Ayrılacağı sırada bir soru sordu: “Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel

şey nedir acaba?” Hazret: “Bu dünyada en de-

ğerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde

def-i hâcetini yapabilmektir.” dedi.

Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı.

Başından beri hikmetli konuşmalarıyla herkesi

etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı

ve maiyetiyle beraber saraya döndü.

Padişahın kalben yaptığı bu itiraz Lâleli

Baba’ya malum oldu, “Yakında görürüz, demek

illâ bu sıkıntıyı yaşaman lâzım.” anlamında te-

bessüm etti. Ziyaretin ertesi günü padişah şid-

detli bir kabızlığa yakalandı. Bir türlü kurtula-

mıyordu. Başta hekimbaşı olmak üzere herkes

“Lâleli Baba İstanbul’a damgasını vuran büyük velilerdendir. Kendi adını alan caminin karşısında durmadan ayakkabı tamiri ile meşgul olurdu. Yakasında her zaman bir lâle bulunur, sırtında da lâle desenli bir cübbe taşırdı.”

Foto: Orhan Dinç

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba16 17

Page 11: M. Nihat MALKOÇ

seferber oldu. Bilinen bütün ilaçları uyguladı-lar; ancak fayda etmedi. Padişah kıvranıyordu. Düşünürken nihayet sebebini buldu! Bu hâlin Şeyh Efendi’nin sözüne itirazdan dolayı başı-na geldiğini anladı. Derhal adamları ile şeyhin yanına gitti. Hata ettiğini söyledi. Lâleli Baba “Karşılığında ne vereceksiniz?” dedi. “Senin bölgende yaptırdığım o camiyi sana hibe edece-ğim.”, “Yetmez.” dedi Şeyh Efendi. Sultan Mus-tafa daha birçok şeyler sıraladı. Şeyh, “Bunlar da yetmez.” diyordu. En sonunda, “Bu hâlden kurtulursun ama karşılığında saltanatı (hüküm-darlığı) isterim. Yoksa kendin bilirsin.” dedi. Sancılar içinde kıvranan Padişah için başka çare yoktu. Bir an önce bu sıkıntıdan kurtulmak isti-yordu, “Tamam, o da senin.” dedi.

Lâleli Baba dua etti, sırtını sıvazladı. “Haydi git, Allah’ın izniyle kurtulacaksın.” dedi. Padişah gerçekten kurtuldu ve çok rahatladı. Fakat sal-tanat da elden gitmişti. Saltanatı teslim etmek üzere maiyetiyle geldi. Lâleli Baba’nın maksadı elbette saltanat değildi. Padişah, gerekli der-si almıştı. Şöyle dedi: “Bir saltanat ki bir def-i hâcete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize lazım değil. Bize caminin adı yeter.”

İstanbul’un Kalbinde Kadim Bir Eser: Lâleli Külliyesi

Lâleli Camii, aslında birçok yapıyı içinde ba-rındıran Lâleli Külliyesi içerisinde yer alan ka-dim bir eserdir. İstanbul’un kalbi sayılan işlek bir yerde, Eminönü’ne bağlı Laleli semtinde, Ordu Caddesi üzerindedir. Beyazıt’tan Aksaray’a gi-den yolun üzerinde bulunan bu cami, zarif bir biblo gibi yükselir. Farklı yönlerde yuvarlak ke-

merli dört kapı ile geçişi sağlanan, büyük bir dış avlunun ortasında yer alan cami, fevkani olup, taş ve tuğla örgülü almaşık duvarlara sahiptir. Harimi sekiz destekli büyük bir kubbe ile örtülü caminin önünde, şadırvanlı revaklı bir avlu bu-lunmaktadır. Avluda sütunlara oturan yuvarlak kemerli revaklar on sekiz kubbe ile örtülmüştür. Caminin iki yanında bulunan sofalar, ikişer ay-nalı tonoz ve ikişer oval kubbe ile örtülmüştür. Cami harimine biri mihrap ekseninde, ikisi de kuzeyde yan sofalara açılan üç yuvarlak kemerli kapıyla geçilmektedir. Mekânı örten ana kub-be sivri kemerler üzerine oturan toplam sekiz paye ile taşınmaktadır. Ana kubbe, dördü kö-şelerde, ikisi de mihrap ekseninde olmak üze-re altı yarım kubbe ile desteklenmiştir. Harim, duvarlar ve kubbe eteklerinde yer alan beş sıra pencereyle aydınlatılmıştır.

Manevî çehresiyle gönülleri doyuran Lâleli Camii’nin iki yanda birer sütunla sınırlandırılmış olan mihrabı mermerdir. Mihrap nişi, koyu yeşil renkli taşla kaplanmıştır ve ortasında bir kandil motifi mevcuttur. Mermer minber, renkli taş-larla süslenmiştir. Ahşap üzerine fildişi kakma vaaz kürsüsü klasik formdadır. Mahfilin doğu ucu barok süslemeli kafesli olup hünkâr mahfili olarak düzenlenmiştir. Son cemaat yerinin dış köşelerinde yer alan iki minare çokgen gövdeli ve tek şerefelidir. XIX. yüzyılda yenilenmiş olan taş külâhları boğumlu ve yivlidir. Batıdaki mina-renin kaidesinde 1779 tarihi ile iki adet güneş saati vardır.İstanbul’un manevî güzellikleri ara-sında kendine yer bulan Lâleli Camii’nin batı-sında ayrı bir avlu içinde yer alan türbe ongen planlıdır. Pandantifli kubbe ile örtülü yapının önünde üç birimli bir revak vardır. Üç cephesi dışa taşkın olan türbede her cephe iki sıra pen-cerelidir. Bu türbe Nuruosmaniye Türbesi’nden sonra batı etkilerinin görüldüğü ikinci sultan türbesidir. Türbe içinde sekiz ahşap sanduka vardır. III. Mustafa ile III. Selim’in dışında III. Mustafa’nın çocukları Şehzade Mehmet, Hibe-tullah Sultan, Mihrişah Sultan, Şerife Havva Sul-tan, Fatma Sultan ve Beyhan Sultan’ın burada yattıkları bilinmektedir.

Lâleli Camii’nin doğu yönündeki avlu duvarında bulunan dükkânlar külliye ile birlikte inşa edilmiş-lerdir. Kuzeydeki bazı dükkânlar zamanla ortadan kalkmış ve yerlerine binalar yapılmıştır. Güney-doğu köşede yer alan avlu kapısının solunda iki, sağında da yedi dükkân tuğladan yuvarlak kemerli ve tonoz örülü olarak günümüze ulaşmıştır.

Caminin dış avlusunda kuzeybatı köşe-de imaret yer almaktadır. Kareye yakın dikdört-gen planlı bir iç avluya sahip yapıda fırın, mut-fak, yemekhane, kiler ve görevliler için barınma mekânları vardır. İki yanı birer köşeli sütun ile sınırlanan kapı, yuvarlak kemerli açıklığa sa-hiptir. İç avlu doğu ve kuzey yönden revaklıdır. Ordu Caddesi üzerinde dış avlu kapısı yanında yer alan sebil, dışa taşkın beş cepheli olarak dü-zenlenmiştir.

Lâleli Külliyesi’nin günümüze ulaşmayan medresesi 1760’ta dokuz odalı ve bir dershane-li olarak inşa edilmiştir.1894 depreminde harap olan yapı,1911 yılında yanmış ve sadece dört duvar kalmıştır.1766 yılında meydana gelen bü-

yük depremin ardından külliye ve caminin güç-lendirilmesi için birtakım çalışmalar yapılmıştır. Öncelikli olarak camiye takviyesi için altındaki çok yüksek tonozlu ve payeli çarşı toprakla dol-durularak kapatılmıştır. 1782’deki yangında külliyenin bazı dükkânları yanmış, harap olan cami de 1783 ve 1846 yıllarında tamir edilmiş-tir. Bu sağlamlaştırma amaçlı konulan toprak 1956-1957 yıllarında çarşıdan temizlenerek çarşının onarımı yapılmıştır.

Ordu Caddesi’nin genişletilmesi sırasında da caminin set duvarları yıkılarak geriye çekilmiş-tir. 1957’de Vakıflar İdaresi tarafından bu duvar yıkılmış, caminin bodrum ve ön cephesine bir sıra tonozlu dükkânların inşasıyla değişiklikler yapılmıştır.

“Lâleli Camii ve Külliyesi Batı’dan gelen ba-rok üslûbunun hâkimiyetinde kendinden önce yapılan Nuruosmaniye Camii’nin aksine kla-sik Türk mimarisinden bazı esasların ve izlerin yaşatıldığı bir eser olarak Türk sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir.”

“Manevî çehresiyle gönülleri doyuran Lâleli Camii’nin iki yanda birer sütunla sınırlandırılmış olan mihrabı mermerdir. Mihrap nişi, koyu yeşil renkli taşla kaplanmıştır ve ortasında bir kandil motifi mevcuttur.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba18 19

Page 12: M. Nihat MALKOÇ

Bilindiği gibi İslâm’ın ilk yıllarında Hz. Mu-hammed (s.a.v.)’in çevresinde toplanan inananlar arasında az sayıda varlıklı kim-

seler olmasına rağmen, çoğu, kölelikten gelme yoksul Müslümanlardı. Kureyş’in ileri gelenleri, statü ve değerler açısından bu kişileri küçümsü-yor, yoksul Müslümanlarla birlikte aynı statüde değerlendirilmeyi uygun görmüyor, kendileri geldiğinde onları çevresinden uzaklaştırmayı Hz. Peygamber (s.a.v.)’a teklif edebiliyorlardı.

Nitekim bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) mescitte otururken yanına ashâb-ı kirâmdan Süheyb-i Rûmî, Habbâb b. Eret, Ammâr b. Yâsir, Ebû Fukeyhe, Selmân-ı Fârisî gibi yoksul Müs-lümanlar da gelmiş, onunla birlikte aynı safta oturup ilâhî hikmetlerden istifade ediyorlardı. Kureyş’in büyükleri, kölelikten gelme fakir Müs-lümanlarla birlikte olmayı gururlarına yedire-miyor, “Allah, aramızdan şu adamları mı iman nimetine lâyık gördü?”1 şeklinde küçümsüyor-lardı. Hz. Peygamber (s.a.v.)’a dönerek:

“Ya Muhammed (s.a.v.)! Bize ayrı bir meclis tahsis et. Araplar bizim üstünlüğümüzü bilir. Arap elçilerinin gelip de, bizi bu kölelikten gelen yoksul Müslümanlarla birlikte otururken görmelerinden utanıyoruz. Lütfen biz senin yanına geldiğimizde bunları yanından kaldır/kov, biz gidince yine se-ninle birlikte otursunlar.” demişlerdi. Hatta bu is-teklerinin senet halinde yazılmasını da istemişler-di. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) da bu kişilerin bu sayede Müslüman olabileceklerini düşünerek teklifi kabul etmek üzere iken şu âyet-i kerîme nâzil olmuştu:2

“Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O’na duâ eden (fakirleri, yoksulları), yanından kovma. Onların hesâbından sana bir şey yok, se-nin hesâbından da onlara bir şey yok ki, onları kovasın. Eğer kovarsan zâlimlerden olursun.”3 Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şahsında bu uyarı, bütün Müslümanlar için geçerli ve takip edilmesi ge-reken temel bir ilke olmuş, insanlara statü ve ekonomik farklılıklarından dolayı ne imtiyaz tanınmış, ne de farklı muâmele uygulanmıştır. İslâm’da değer ölçüsü, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımak olarak görülmüştür.

İslâm’da Sınıf Ayrımı ve İmtiyazlı Muâmele Yoktur

Bilindiği gibi İslâm kardeşliği, “akîde” üzeri-ne binâ edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de: “Mü’minler, ancak kardeştirler.”4 buyrulur. Bu bağlamda müş-terek mânevî değerlere bağlı kardeşlik, biyolojik kardeşlikten daha kuvvetlidir. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi kavme mensup olursa ol-sun, hangi dili konuşursa konuşsun, derisinin ren-gi, cinsiyeti, ekonomik durumu ne olursa olsun, evrensel planda bütün mü’minler birbirlerinin kardeşidirler. Bu kardeşliğin sevgi ile tahkim edil-mesi gerekir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) imanı, sevgi ile ilişkilendirmiştir: “Siz, iman etme-dikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olamazsınız. Size yaptığı-nız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.”5 Bir başka rivâyette de şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi, din kardeşi için de sevip iste-medikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.”6

Açıkça yukarıda geçen rivâyetlerde doğrudan empati yapmamız istenmiş, neredeyse mü’minin mü’min kardeşine karşı sevgisizliği iman zafiyeti olarak gösterilmiştir. Gerçek sevgi, benlik ve ego-dan sıyrılmış, kısıtlayıcı olmak yerine, genişletici ve kucaklayıcı olan, almak yerine vermeyi tercih eden, pasif bir duygu yerine etkinliği önceleyen bir özellik taşır. Böyle bir sevginin temelinde hesâbîlik değil, hasbîlik vardır. Selâmın yayıldığı bir toplumda mü’minler arasında sevgi eksenli iletişim ve diyalog, takvâ ve iyilikte yardımlaşma kapıları açılır; düşmanlık ve fenâlık kapıları da kapanır.7 Mü’minler, ancak böyle bir toplum yapı-sında selâmın ortaya çıkardığı sevgi medeniyeti-ni yeniden inşâ edebilirler ve var oluş tarihlerine süreklilik kazandırabilirler.

Adâlet PeygamberiHz. Muhammed (s.a.v.)

“Adâlet toplum bireylerinin arasında birlik ve beraberliğin pekiştiricisi, kalkınma ve yükselmenin motoru; zulüm ise, birlik ve beraberliğin

dinamitleyicisi, geri kalmanın ve çöküşün habercisidir. Hayatlarını, hesap verebilecekleri bir inanç sistemi üzerinde yükselten toplumlarda adâlete

dayalı bir anlayışın gereği huzur ve saâdet egemen olur.”

İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*

“Bir ismi ‘Âdil’ olan, ‘Adâlet Peygamberi’ Hz. Muhammed (s.a.v.) hak ve hukuka uygunlukta, hakkı gözetmede ve doğrulukta insanların en ileri gideni olmuştur. ”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba20 21

Page 13: M. Nihat MALKOÇ

İslâm Tevhîd ve Adâlet Dinidir

İslâm toplumu, “duvarları birbirine kenet-lenmiş bir binâ gibidir.”8 Bunun için İslâm, im-tiyazlı olmayı değil, adâlet ve hakkâniyete göre muâmele etmeyi öne çıkarır. Bu sebeple hakkâniyet ölçüsü olan adâletin -ister mahallî, isterse küresel düzeyde olsun- gerçekleştiril-mesi için mücâdele vermek, insan onurunu ko-rumanın doğal bir yoludur. Çünkü toplumlarda hakların gasp edilmesi çok büyük bir fâciadır. Bu sebeple, nerede ve ne şekilde olursa olsun bir hak ve hukuk gasbı olan her türlü ayrımcılıktan uzak durulmalıdır. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in çağrısı şöyledir: “Ey inananlar! Allah için adâleti ayakta tutup gözeten şâhitler olun. Bir toplulu-ğa olan öfkeniz sizi adâletsizliğe sürüklemesin; âdil olun.”9 Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirdiği değerler sisteminde insanlara statü ve ekonomik farklılıklarından dolayı bir imtiyaz tanınmaz. Üstünlük sadece Allah’a karşı sorum-luluk şuuru taşımadadır: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbi-rinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayır-dık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”10 İslâm’ın insana bakışı budur. Çünkü Allah, insan-ların iktisâdî ve fizikî yapılarına göre değil, kalp-lerindekine değer verir. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah sizin zenginliğinize ve fizikî şeklinize bakmaz; O, sizin gönlünüze ve davranışlarınıza değer verir.”11

İslâm’a göre renklerin ve dillerin farklılığı, Allah’ın bir âyeti olarak değerlendirilmiştir: “Dille-rinizin ve renklerinizin farklı oluşu, O’nun varlığının belgelerindendir.”12 Kur’an’a göre insanlar, aynı kökten gelmişlerdir.13 Ontolojik anlamda bir fark-lılık söz konusu değildir. Dolayısıyla etnik köken ve renk ayrımcılığı, insan hakları bakımından bir zu-lümdür. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in uyarı-sı çok özlü ve anlamlıdır: “Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir.”14; “Sizin hepiniz Âdem’in neslin-densiniz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın, Arap olmayanlar üzerinde veya Arap olmayanın Arap karşısında üstünlüğü yoktur. Bu üstünlük an-cak Allah’tan korkmakla (takvâ ile) olur.”15

Görüldüğü gibi nebevî mesajın söylemlerin-de bütün insanlığı kucaklayacak düzeyde evren-sel bir dil kullanılmıştır. Yaşadığımız çağdaş dün-yada insanlar hâlâ renklerinin farklılığından do-layı kötü muâmeleye maruz bırakılıyor ve etnik çatışmalar yaşanıyorsa bunun arkasında câhiliye zihniyetinin yeniden ihyâ edilen ırkçı söylemi var-dır. İnsanın herhangi bir ülke, memleket, bölge ya da coğrafyaya ait olması İslâm açısından bi-reylerin farklılığı sonucunu doğurmaz. İnsan her durumda insandır. İnsanları siyah, sarı, kırmızı ve beyaz diye renklerine göre ayırmak; Türk, Kürt, Arap vb. gibi ırklarına göre farklı muâmeleye tâbi tutmak bir zulüm olup, İslâmî öğretiye ay-kırıdır. Bu kötü muâmeleyi önlemenin yegâne reçetesi, İslâm’ın getirdiği değerler sistemine uymaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), anne-sinin renginin siyah olmasından dolayı, bir baş-ka Müslüman’ı ayıplayan bir sahâbeye, “Sende hâlâ câhiliyeden bir şeyler kalmış.”16 buyurmak sûretiyle, renk ayrımcılığını câhiliye ahlâkı ola-rak nitelendirmiştir. Bilindiği gibi Rasûl-i Ekrem Efendimiz, henüz risâlet göreviyle sorumlu tutul-madan önce câhiliye dönemi Mekke’sinde birkaç gönüllü insanla birlikte insan hakları alanında mücâdele vermek üzere kurulmuş olan “Hılfu’l-Fudûl/Erdemliler Topluluğu”da aktif görev ve sorumluluk üslenmiştir. O, bu kuruluş kanalıyla Mekke’de, iffeti kirletilmek istenen, din özgürlüğü engellenen, hayatına kastedilen nice insanların hakkını ve hukukunu savunduğu gibi, malı gasp

edilen ve emeğinin hakkını alamayan kimselerin de hakkını savunmuştur. Toplumda sosyal barış ve güvenin kaynağı, adâlet ve hakkâniyet ilke-lerine uygun davranmaktır.17 Çünkü adâlet duy-gusunun tartışılır hale geldiği bir toplum düze-ninde güven olamayacağı için toplum barışı da yara alır ve medenîleşme yolunda ilerlemeler akâmete uğrar. Aksine adâletin korunduğu ve güvence altına alındığı bir toplumda huzur ve saâdet ortamı yeşerir.

Hak İhlalleri Toplum Barışını Zedeler

Bir ismi “Âdil” olan, “Adâlet Peygamberi” Hz. Muhammed (s.a.v.) hak ve hukuka uygunlukta, hakkı gözetmede ve doğrulukta insanların en ile-ri gideni olmuştur. O herkese hakkı olanı verir, paylaşımda Allah’ın emrettiği adâlet ölçülerine göre davranırdı. Hz. Muhammed (s.a.v.), insan-lığın hasret gittiği adâleti, yeniden diriltmiş ve mazlumların gözyaşlarını dindirmiştir. Bu hu-susta, kadın-erkek, efendi-köle, âmir-memur... vb. farkı gözetmemiş, herkese âdil davranmış-tır. Çünkü o, toplumların ayakta durabilmesi için adâletin şart olduğunu, kuru bir kavga yüzün-den insanların küstürülmemesi gerektiğini sa-vunmuştur. Çünkü hak ihlalleri toplumsal barışı tehdit eder. Bazı insanlar her dönemde adâlet ilkesini çiğneyerek kendilerine ayrıcalıklı davra-nılmasını istemişlerdir. Mekke yıllarında Kureyş kabîlesinden bir kadın hırsızlık yapmış o kadını cezalandırmaması için ashâb-ı kirâmdan Üsâme Hazretleri, Peygamberimize gönderilerek suçlu-ya yargılamada ayrıcalıklı davranması istenmiş-ti. Bu duruma kızan ve üzülen Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah’ın kanunu karşısında aracı olmaya kalkışıyorlar. Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden asil, ileri gelen birisi hır-sızlık yapınca, onu serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca, onu cezâlandırıyorlardı. Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da cezâsını verirdim.”18

Sonuç

Hâsıl-ı kelâm, İslâm tevhîd ve adâlet dinidir. Hem Yüce Allah’ın ve hem de Hz. Peygamber

(s.a.v.)’ın en güzel isimlerinden birisi el-Âdil’dir.

Eğer bir toplumda emânetler ehline verilmez

de adâlet duygusu yara alırsa, o toplumda fert-

lerin birbirlerine karşı güven duygusu sarsılır.

Bundan da toplumsal barış zarar görür. Merhum

Cemil Meriç’in dediği gibi “yasalar, kanunlar,

büyük sineklerin delip geçtiği küçük sineklerin

takılıp kaldığı örümcek ağına” dönüşmemelidir.

Yasalar karşısında herkese eşit davranılmalıdır.

Adâlet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’ın uy-

gulamaları bizim için rehber olmalıdır. O halde

hakkâniyet ölçüsü olan adâletin -ister lokal, is-

terse küresel düzeyde olsun- gerçekleştirilmesi

için mücâdele vermek, insan onurunu korumanın

doğal bir yoludur. Bu konuda ihmalkârlık göster-

mek, İslâm’a ve insanlığa ihânettir. Adâlet top-

lum bireylerinin arasında birlik ve beraberliğin

pekiştiricisi, kalkınma ve yükselmenin motoru;

zulüm ise, birlik ve beraberliğin dinamitleyicisi,

geri kalmanın ve çöküşün habercisidir. Hayatla-

rını, hesap verebilecekleri bir inanç sistemi üze-

rinde yükselten toplumlarda adâlete dayalı bir

anlayışın gereği huzur ve saâdet egemen olur.

Âhirete iman bilincinin arttığı bir toplum yapı-

sında adâlet terazisinin kefesi, haksızlık kefesine

oranla daha da artacaktır. Tam âdil bir düzen

kurmanın yolu, toplumda top yekûn Allah’a ve

âhirete iman bilincini yükseltici bir eğitim meto-

du izlemekten geçer.

Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

1. 6/En’âm, 53.2. İbn Hişâm, Sîre, Mısır, 1936, I, 393.3. 6/En’âm, 51.4. 49/Hucurât, 10. 5. Müslim, “İman”, 93; Ebû Dâvûd, “ Edeb”, 131; Tirmizî,

“İsti’zân”, 1; İbn Mâce, “Mukaddime”, 6. 6. Buhârî, “İman”, 6-7; Müslim, “İman”, 71-72.7. Bkz. 5/Mâide, 2.8. Bkz. 61/Saff, 4. 9. 5/Mâide, 8.10. 49/Hucurât, 13.11. Müslim, “Birr”, 33; İbn Mâce, “Zühd”, 9.12. Bkz. 30/Rûm, 22.13. Krş. 4/Nisâ, 1. 14. Müslim, “Imâre”, 53, 54, 57.15. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.16. Buhârî, “İman”, 23.17. Krş. 4/Nisâ, 135.18. Buhârî, “Hudûd”, 12; Müslim, “Hudûd”, 8-9.

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba22 23

Page 14: M. Nihat MALKOÇ

Tasavvufî hayatın temel kavramlarından biri olan rıza; sözlükte “hoşnut ve mem-nun olmak, tasvip etmek, beğenmek”

anlamını taşır. Kur’an’da ve hadislerde rızâ kavramı üzerinde önemle durulmuş, müminler Allah’ın rızâsını kazanmaya teşvik edilmiş, rızâ mertebesine ermenin en büyük mutluluk oldu-ğu ifade edilmiştir. “Allah onlardan razı oldu, on-lar da Allah’tan razı oldular.” meâlindeki âyetler1 Allah ile kul arasındaki rızâ halinin karşılıklı ol-duğunu gösterir.

Rızânın kaynağı Allah hakkındaki hüsnüzan ve tevekküldür, neticesi iyimserliktir. Tasavvu-fun ilk dönemlerinden itibaren rızâ kavramına özel bir önem verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre rızâ, ilâhî iradeye tâbi olduğu için kulun kendi iradesini ve tercihini terk etmesidir. Ebû Süleyman ed-Dârânî ancak bedenî arzularından sıyrılan kişilerin rızâ mertebesine erebileceğini söylemiş, İbrâhim b. Muhammed en-Nasrâbâdî, rızâ mertebesine ulaşmak isteyenlerin Allah’ın razı olduğu hususlara sıkıca sarılmalarını tav-siye etmiştir. Tasavvufta rızâ zühd hayatının temeli olarak görülmüştür. Sûfîler muhabbetin rızâyı içerdiğini, rızânın muhabbetin semeresi olduğunu, bu sebeple kulun sevdiği Allah’ın her tasarrufuna razı olması gerektiğini söylemişler-dir.2

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir beytinde şöyle buyururlar:

Kimi cennât ile hûrî kimi gılmân isteği Kimisi ancak rızâ-yı Hakk ile rü’yetdedir3

(Kimi sekiz cennetten kendi ameline göre mükâfat olarak verilecek cennet yurtlarını, kimi oradaki birçok nimetleri istemektedir. Ancak hakikate talip olan kimileri de sadece Allah’ın rı-zasını ister. Çünkü ilâhî rıza ona celâli gösterir.)

Nakşbendî-Halidî yolunda hafî ders zikri ya-pılırken nefse fırsat vermemek için, 100 defa “Allah” lafza-i celâl zikrinden sonra bir defa; “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî/Allah’ım Sen benim tek gayem ve Senin rızana ulaşmak da

benim yegâne isteğimdir!..” denmesinin hikmeti

ilâhî rızayı her an hatırlamak içindir.

Rabia-i Adeviyye (k.s.)’den münacâtında de-

diği rivayet edilmiştir: “Yâ Rabbi! Ben sana ce-

henneminin korkusundan yahut cennetinin rağ-

betinden dolayı ibadet etmiyorum. Belki zât-ı

kerîminin kerametine ve muhabbetine ibadet

ediyorum.”

Bazı ârifler de şöyle demiştir: Ben Allahu

Teâlâ’ya cennet sevabı için ibadet etmekten

utanırım. Şu ecir gibi ki, ücreti verilirse iş işler,

verilmezse işlemez. Bunun gibi Allahu Teâlâ’ya

narından korkum dolayısıyla ibadet etmekten

de utanırım. Fenâ bir köle gibi ki, korkarsa iş iş-

ler, korkmazsa işlemez. Lakin onun ibadete ehli-

yeti dolayısıyla ibadet ederim.4 Bu manadaki bir

beyit de şöyledir:

Sadece

“Allah Rızasına” Talip Olmak

“Kimi cennât ile hûrî kimi gılmân isteği Kimisi ancak rızâ-yı Hakk ile rü’yetdedir”

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

EDEBİYAT Musa TEKTAŞ

“Allahu Teâlâ’ya narından korkum dolayısıyla ibadet etmekten de utanırım. Fenâ bir köle gibi ki, korkarsa iş işler, korkmazsa işlemez. Lakin onun ibadete ehliyeti dolayısıyla ibadet ederim.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba24 25

Page 15: M. Nihat MALKOÇ

Cenab-ı Hakk’ın kulundan istediği; “Emrolun-

duğun gibi doğru ol!”10 diye emrettiği gibi kulluk

yolunda istikamettir. Vâsıl olanlar için aslında

talep caiz değildir. Yani Cenab-ı Hak’tan bir şey

istemeleri doğru olmaz. İnsan beşeriyet icabı

bir şey istemek zorunda kalırsa, cennet, huri ve

cennet nimetleri değil, Cenab-ı Hakk’ın istediği

istikamet istenmelidir. Çünkü bu istek nefsanî

hazlar şahsî dileklerden hayırlıdır, Hakk’ın rıza-

sına uygundur. Nefs hazlarına ve emellere ka-

vuşmak istenirse, bu istek gecikebilir. Vasıllara

lazım olan hüsn-i edep bu isteklerle kaybolur

gider, edebe uygunsuzluk olur.

Ebu Hüseyin Deylemî Hazretleri Antakya’da

bir zencinin kalplerdekini okuyup söylediğini

duymuş. Ondan çok övülerek bahsedildiğini gö-

rünce kalkıp yürüyerek Antakya’ya gelmiş. Ora-

da o kimseyi satıcı olarak görmüş. Denemek için

ondan bir şey almak isteyince o kimse demiş ki:

‘Sen iki günlük yoldan geliyorsun. Yorgun-sun ve açsın. Otur, biraz sabret şu sattıklarımın kazancından sana da veririm, ihtiyacını giderir-sin!”

Deylemî yine bir malı satın almak ister gibi eline alınca, aynı tekrarlamış. Deylemî o kimse-nin keşif erbabından olduğunu anlayıp oturmuş, biraz bekledikten sonra o şahıs, Deylemî’ye bir miktar verip gitmiş.

Deylemî onu takip edince, adam dönmüş ve şu sözlerle onu irşad etmiş:

“Ey Ebu Hüseyin, senin bir hacetin olunca onu ilâhî murad derecesine indir. Eğer o hâcette nefs hazzı varsa, o hâcet seni tan uzaklaştırır.”

Nimeti Görmeden Karşılıksız Bağlılık

Cüneyd Bağdadî Hazretleri şöyle dua ederdi:

“Ya Rabbi, senden ne istedimse, bana dua et-memi emrettiğin için istedim. Bari benim iste-diklerimi sevdiklerinin istedikleri gibi kıl ve beni duasıyla nefsin hazlarını isteyen kullarından eyleme. Beni İlâhî vecibenin hukuku ile kıyamı isteyen âriflerden eyle. Ya Rabbi, ben senden senin sevdiğini isterim ve seni gazaba kırar, her şeyden sana sığınırım. Yarabbi, beni sana ka-vuşmaktan meşgul eden insanların işiyle uğraş-tırma, meğerki o istek senin sevdiğin istek ol-sun. Ya Rabbi, beni zikriyle senden ancak senin muradın olan şeyleri dileyen kimsenin zikri gibi seni zikredenlerden eyle. Ya Rabbi, benim sana en yüksek maksadımı senin maksudun olan hâl kıl, benim senden istediğim emeller kılma.”

Ashab-ı kiramdan Adiy bin Hâtem Hazretle-ri’nden rivayet edilen hadis-i şerifte şöyle buy-

Cennet-i Huld-ı Berîn’den tama’ın kat’ et Âşık-ı sâdık olup meylini cânâneye dönder5

Allah (c.c.)’ın Arş’ı cennet, cehennem ve bun-larda bulunan her şeyin ötesindedir, yine de in-sana şahdamarından daha yakın olan Rabb’imiz insan gönlünün derinliklerine yerleşir. Şu hâlde rızâ-yı İlâhî’ye ulaşmada iki yol vardır: Birincisi Kaf Dağı’na veya daha ötekilere doğru seyahat, diğeri ise insan ruhunun deryalarına seyahat.6

Abdulhalik Gucdevânî Hazretleri tasavvufî eğitimde yeni bir usûl takip etmiş, ayrıca sünne-te sarılmaya ve bidatlerden uzaklaşmaya ısrar-la vurgu yapmıştır. Devamlı olarak sıdk ve safa-ya, şeriat ve nebevî sünnete tâbî olmak, heva ve hevese muhalefet etmek üzerinde durmuştur. Dervişlerinden bir tanesi: “Eğer Hak Teâlâ beni cennetle cehennem ortasında serbest bıraksa ben cehennemi tercih ederim. Çünkü bütün öm-rümde nefsin isteklerine karşı mücadele edip durdum. O durumda cenneti istesem nefsin is-teği olur. Oysa cehennem Hakk’ın muradıdır.” deyince, Gucdevânî: “Evladım! Kulun tercihle işi ne? Nereye git derlerse gider, nerede ol derler-se olur. Bendelik budur, senin dediğin değildir.” sözleri ile kendisini uyarır. Dolayısıyla onun ön-gördüğü tasavvuf çizgisi teslimiyet üzerine bina edilmiştir. Ne cennet umudu ne cehennem ta-sası, onun çağrısı sadece Hak rızasıdır. Hakk’ın takdirine rıza göstere her daim Rabb’i ile hoş-nuttur.” buyurmuştur.7 Yine Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî’deki bir beyitte şöyle buyurulmuştur:

Zâhidân ârzû-yı Cennet hûr u gılmân isteyüÂşıkân seyr-i likâ zevk ü safâsıyla gezer8

Yazımızın vurgusu olan ilâhî rıza konusunu Ahmet Mahir Efendi’nin Hikem-i Ataiyye Şerhin-den tasavvufî nakillerle izaha çalışalım:

Salik Cenab-ı Hakk’ın katında makbul salih-lerden mi yoksa merdûd şakîlerden mi olduğu-nu bilmek için hususî hâllerine bakmalıdır. Eğer cennetlik ve kabul edilmişlerden ise Allah tara-fından çeşitli taatlerde, razı olduğu yerlerde kul-lanılır. Tersine cehennemliklerden ise mâsiyet ve razı olmadığı hâllerde kalır da kendisine mühlet verilir. Bu müminlerin avamı için geçerli bir ölçü-dür. Fakat havas için mukarreblerden midir, değil midir bilmek için doğru ölçü, azamet ve celâlet nurlarının idrakinden doğarak kalp aynasına yansıyan tecellilerin eserlerine bakılmasıdır.

Hadis-i şerifte şu mealde buyrulmuştur:

“Bir kimse Rabb’inin yanındaki derecesini bil-mek isterse, kalbindeki Cenab-ı Hakk’ın derecesi-ne baksın, bu onun ölçüsüdür.”

Fudayl bin Iyaz Hazretleri: “Kulun Cenab-ı Hakk’a kulluğu, Cenab-ı Hakk’ın nezdindeki de-recesinin miktarına göredir.”

Ebu Talib Mekkî Hazretleri buyurdu: “Kul Mevlâ’sının emirlerini hürmetle karşılar, ha-ramlarına saygı duyar, razı olduğu işleri çabuk-laştırırsa; Mevlâ da o kulun kendisini hürmetli kılar, şanını yükseltir, ona lütfunu çabuklaştırır. Kulun hâli tersine olursa rabbanî hüküm de ak-sine zuhur eder.”

Hak Rızasını Gözetmek

Vehb bin Münebbih Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu eski kitaplardan nakletmiştir:

“Ey insanoğlu, sana emrettiğim şeylerde bana itaat et de sana layık olan yardımlarım-da bana yol gösterme. Zira ben gizli açık her şeyi bilirim. Bana ibadetle ikram edene mükâfat vererek ikram ederim, emirlerimi önemseme-yerek ihanet edeni cezalandırırım. Eğer kulum benim rızamı gözetmezse, ben de onun hakkın-da lütuf ve mağfiret düşünmem.”9

“Rabbanî nurların ve sırların tecellisini arzu eden mü’min kalbini mâsiva ilgisinden uzak tutmalıdır ki, ledün manaları kendisine açılsın.”

“Ya Rabbi, beni zikriyle Senden ancak Senin muradın olan şeyleri dileyen kimsenin zikri gibi Seni zikredenlerden eyle. Ya Rabbi, benim Sana en yüksek maksadımı Senin maksudun olan hâl kıl, benim Senden istediğim emeller kılma.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba26 27

Page 16: M. Nihat MALKOÇ

rulmuştur: “Kıyamet gününde bir fırkanın cen-nete getirilmeleri, yaklaştırılarak cenneti, huri gılman gibi nimetlerini gördükten sonra cehenne-me geri götürülmeleri emredilir. Bunlar büyük bir hasretle Cenab-ı Hakk’a şöyle niyaz ederler:

‘Keşke bizi evliya kullarına hazırladığın bu ni-metleri görmeden cehenneme atsaydın. Cehen-nem azabına bir de hasret elemi eklenmez.

Hak Teâlâ tarafından onlara şöyle cevap gelir:

‘Size diğer cehennemliklerden ziyade azap vermek için bu suretle azap ediyorum. Zira siz tenhalarda büyük günahlar işler; halk arasında küçük günahlardan çekinirdiniz. İnsanlara karşı ikiyüzlü davranmaktan, bana karşı nefs ve heva-ya uymaktan kaçınmadınız. Kalplerinizin varida-tını halka açmaktan sakındınız da bana göster-mekten çekinmediniz. Kendi cinsinize gösterdi-ğiniz muameleyi bana yapmaktan korkmadınız. Benden ziyade halka saygı gösterdiniz, bana de-ğil de hep onlara yöneldiniz. Bu yüzden sizi elemli azaba uğrattım.”

Eskilerin kitaplarında geçmiş ümmetlere buyrulmuştur ki:

“Eğer sizin her hal ve hareketinizi gördüğümü bilmiyorsanız, henüz iman-ı kâmil elde edeme-mişsiniz. Yok, eğer biliyorsanız, beni niçin halleri-nizi görenlerin ehveni kılar, hafife alırsınız?”

Nefis Hak Rızası Olmayan İşi Arzu Eder

Nefsin daima Hak rızasına uygun olmayan hallere düşkünlüğünü göstermek bakımından aşağıdaki kıssa ibretli ve önemlidir:

Ebu Talib Mekkî Hazretleri anlatıyor:

Sofilerden birine bir gün bir tarikat sâliki mi-

safir olur. Ev sahibi komşu kebapçıdan kebap

satın alıp başka dostlarını da davet ederek mi-

safire ziyafet hazırlar. Sofraya oturup yemeğe

başlandığında misafir mürid de bir lokma alır

fakat çiğneyip yutamaz ve geri çıkarır.

“Kusura bakmayın, ben yiyemeyeceğim. Lüt-

fen siz yemeğe devam buyurun!” diyerek bir

kenara çekilir. Sofradakiler yemesi için ısrar

ederler:

“Siz yemezseniz biz de yemeyiz!” derler.

Ama misafir mürid:

“Benim yememe imkân yok, siz de ister yer-

siniz, ister yemezsiniz!” diyerek kalkıp yürüyü-

verir.

Sofradakiler artık misafirsiz yemeğe devam

etmek istemezler ve kebapçıyı çağırıp belki bu

kebapta mekruh bir sebep vardır düşüncesiyle

sorguya çekerler. Kebapçı sıkıştırılınca, bu ke-

babı ölü bir kuzudan yaptığını, paraya tamah

ederek bu işe kalkıştığını, tesadüfen komşusu

almak istediğinde gerçeği söyleyemediğini iti-

raf etmek zorunda kalır.

Bir zaman sonra ev sahibi o müridin kebabın

ölü kuzudan yapıldığını nasıl keşfettiğini merak

ederek onu arar bulur. Bunu sorunca mürid şöy-

le cevap verir:

“Ben yirmi senedir riyazetle vakit geçirdim,

açlık susuzluk çekerek yaşadım. Fakat nefsim

hiçbir yemeğe iştah duymadığı halde o kebaba

karşı öyle bir istek gösterdi ki o zamana kadar

hiç bu kadar iştahlı olduğunu görmemiştim.

Nefsim hep Hak rızasına uymayan şeyleri iste-

diği için bu kebaba karşı düşkünlüğünden şüphe

ettim. Onda çirkin bir hal olduğuna kanaat ge-

tirdim, o yüzden yemekten çekindim.”

Cenab-ı Hakk’ı Dileyip O’nu Seçmek

Sadık bir kulun yaratılmışlardan hiçbirine ih-

tiyaç arz etmemesi hakiki mabuduna karşı kul-

luk edebidir; Cenab-ı Hakk’a yakınlık, mâsivadan

uzaklaşmaktır. Böyle olduğu halde ihsan edici

mabudu bırakıp da kul kapısına sığınmak ve

bir şey istemek Hak›tan gafil olmanın, Hak›tan

uzak bulunmanın eseri olduğu için kötü sayılır.

Hikmetin neticesi kulluk edebine ve Hakk’a ita-

ate uymayan, yokluk ve muhtaçlık içermeyen

taleplerin, gerek Hak’tan ve gerekse halktan

istensin, muvahhidlerce makbul sayılmadığını

belirtmektir. Zira onlara göre irade ve ihtiyar,

Cenab-ı Hakk’ı dileyip O’nu seçmektir. Onlara

göre talepsizlik talep etmenin ta kendisidir. Ge-

çici istekler bâkîye göre edepsizliktir.

İlâhî Rıza İman Mertebesi

Ebu Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuş-

tur: “Halveti sohbetten üstün tutup vahdeti kes-

rete tercih eden sâlik, zikrullahdan başka bir şey

anmaksızın ve Allah’ın rızasından başka hiçbir

şey düşünmeksizin bütün sebeplerden kesilme-

dikçe, halvette nefsiyle dostluk kurmaktan ve

vahdette kesrette kalmaktan uzaklaşamaz. Bu

yüzden de manevî fitne ve belâlara uğramaktan

kurtulamaz.”

Ebu Abdullah el-Karşî Hazretleri buyurdu:

“Karşılığını görmek ve Allah katında sevap ka-

zanmak için ibadet eden sâlikin ibadetindeki

niyeti kulluk vazifesini ve Allah haklarını yerine

getirmek olmadıkça feyizlenmez ve ona fütuhat

kapısı açılamaz.” İşte bu şartlarla ibadet etme-

yen müridin uzlet etmesi, dünya menfaati için in-

zivaya çekilen rahiplerin riyazeti gibi değersizdir.

Ebu Talib Mekkî Hazretleri şöyle buyurdu:

“Mü’minin iman derecesi, Cenab-ı Hakk’ın rıza-

sını bütün mâsiva ve hevaya tercih etmesinden

Cenab-ı Hakk’ı her şeyden fazla sevmesinden

belli olur. Kâmil mü’min Hak rızasını üstün tutan

ve Allah’ı her şeyden çok sevendir. Bu derecenin

altında bulunan iman sahipleri muhabbet dere-

cesine ve iman mertebesine göre irfan kazanır.”

Onun için rabbanî nurların ve sırların tecelli-

sini arzu eden mü’min kalbini mâsiva ilgisinden

uzak tutmalıdır ki, ledün manaları kendisine

açılsın. Cenab-ı Hakk’ın şu buyruğu yazımızın

müjde tâcı olsun: “Bizim rızamızı kazanmak için

maddî ve manevî mücadele eden iman sahipleri-

ne elbette bize ulaştıran yolları gösteririz.”11

Dipnot

1. 5/Mâide, 119; 58/Mücâdile, 22; 89/Fecr, 28; 98/Beyyine, 8.

2. Süleyman Uludağ, TDV, Rıza mad., cilt: 35, 2008, sayfa: 56-57

3. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Divân-ı Hulûsi-i Darendevi, (Haz: Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İst., 2013, , s. 59.

4. Mehmet Bahaeddin Efendi, Tasavvuf ve Menakıp, (Haz: H. İbrahim Şimşek), Nasihat Yayınları, 2017, s. 25.

5. Ateş, Divan, s. 65.6. Schimmel, Annemarie, Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri

-İslâm’a Görüngübilimsel Yaklaşım-, Çev.: Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004., s., 98.

7. Kadir Özköse-H. İbrahim Şimşek, Altın silsileden Altın Hal-kalar, Nasihat Yayınları, Ank, s. 175.

8. Divan, s. 53.9. Ahmet Mahir Efendi, Hikem-i Ataiyye Şerhi, (Haz: Tahir Ga-

lip Seratlı),Timaş Yayınları, 2010, İstanbul, s. 149 vd.10. 11/Hûd, 112.11. 29/Ankebût, 69.

“Karşılığını görmek ve Allah katında sevap kazanmak için ibadet eden sâlikin ibadetindeki niyeti kulluk vazifesini ve Allah haklarını yerine getirmek olmadıkça feyizlenmez ve ona fütuhat kapısı açılamaz.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba28 29

Page 17: M. Nihat MALKOÇ

Teberrük; bereketlenmek demektir.

Mübârek yer, kişi veya eşyâdan mânevî

bir etki elde etmeye, bereket ve uğur bul-

maya çalışmaktır.1

Sûfî gelenekte insân-ı kâmil saygı ve ihtira-

ma layık bir şahsiyettir. Tasavvuf velâyet sahibi

şahsiyetlerin Hak katında makbul isimler olduk-

larını öngörür. Ahlâk ve edep bakımından örnek

şahsiyetler, çevresinde ilgi ve hayranlık bıra-

kırlar. Yaratılmışlara Hak nazarıyla bakanlar,

şu fânî dünyada gönül yapmayı şiâr edinenler,

sefih veya sıradan bir hayat yaşayan kimselere

ulvî ve kudsî âlemlerin temâşâsına imkân sağla-

yanlar, erdemleri kuşanıp hakikat dersini talim

eden büyükler, sevdiklerinin nazarında büyük

bir itibâra sahip olurlar. Tasavvufta esas olan

muhabbettir. İnsan sevdiğinin ve değer verdi-

ğinin yoluna baş koyar. Güvenilecek, imrenile-

cek ve örnek alınacak mürşid-i kâmil olmadan

mürîdânın yol alması mümkün değildir. Derviş-

lik hakikat kervanına katılma azmi ve irâdesidir.

Hakikat kervanına katılanlar sadece öğretileri

öğrenmek, telkinlere kulak vermek ve birta-

kım usulleri benimsemekle maksatlarına ula-

şamazlar. Dervişlik benzeşme sanatıdır. Ahlâk,

ilim ve irfân öncülerinin tabiatlarına bürünmek,

mâneviyat önderlerinin sîretlerine benzemek

çabasını güden derviş, tasavvuf yolunun büyük-

lerine olan hayranlıklarını gizleyemez.

Tasavvuf sevgi sanatı olduğuna göre, seven-

ler sevdiklerinin dünyasında kaybolmak isterler.

Mürit şeyhini severken onun sûretine değil si-

retine, maddesine değil mânâsına, tenine değil

rûhuna, dergâhının taşına ve toprağına değil

atmosferine vurulur. Mürşid-i kâmilin sarsılmaz

imanı, ibadet hayatındaki hassâsiyeti, ahlâkî

kemâlâtındaki incelikleri, bakışlarındaki canlı-

lığı, yaklaşımlarındaki sıcaklığı, tehlikelerden

müritlerini korumadaki yorulmak bilmeyen ça-

bası, ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu uğruna

verdiği mücâdelesi müritleri hayranlık içerisin-

de bırakan temel hasletleridir.

Tasavvufî gelenekte sadâkat, hayırla yâd,

hâtıraları yaşatmak, vuslat ve vefâ esastır. Ta-

savvuf erbâbı kendilerine hakikat dersini veren,

kendilerini cehâlet girdâbından kurtarıp bilgelik

yoluna sevk eden, atâletten uzaklaştırıp gayret

kemerini kuşatan, benlik kavgasından soyutla-

yıp hakikat savaşının içine çeken, kaba ve hırçın

kimlikten ince ve zarif ruhlu bir şahsiyete bürün-

düren şeyhlerinin, büyüklerinin, öncülerinin ve

rehberlerinin ne adını unuturlar ne de hâtırasını

yok sayarlar. Büyüklerini hatırlatan her emâre

onların gözünü ve gönlünü bürür. Mâneviyat

yolunun büyükleriyle neşelenen ve canlanan

dergâh atmosferini başka bir şeye değişemez-

ler. Bir nazarla dirilten o bakışları kelimelerle

tarif edemezler. Merhamet ve şefkatle elinden

tutan o müşfik ellerin sıcaklığını, yüreklerini ısı-

tan o tatlı seslerin letâfetini, kulaklarında küpe

kalan o tatlı sadâları, alınları secdeye varmaya

sevk eden ısrarlı hatırlatmaları aslâ ama aslâ

unutamazlar. Beraber yürüdükleri, birlikte his-

settikleri, ortak duyguyla yandıkları, ikiz rûha

dönüştükleri, birlikte baş koydukları onurlu ve

huzurlu günlerin yâdı, hasreti ve özlemiyle ya-

nar kavrulurlar.

Tasavvuf nev-zuhûr bir hareket değil, ge-

leneği olan bir tecrübedir. Tarîkat mensup-

ları tarîkat pîrlerinin, tarîkat meşâyıhının ve

dergâh şeyhlerinin katkılarını, yol ve yordamla-

rını aslâ unutmazlar. Tarîkat yolunun büyükleri

emânetleri, sözleri, mücâdeleleri, rûhâniyetleri

ve mânevî kişilikleriyle takipçilerinin gönülle-

Dervişlerin Teberrük Âdeti

“Sûfîlerin öncüsü, sûfîlerin rol modelleri, sûfîlerin hayranlıkla

takip ettikleri sahabe neslinin de Peygamber Efendimiz’in eşyasına

teberrükte bulunduklarını görmekteyiz.”

SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*

Foto: Orhan Dinç

“Tasavvuf sevgi sanatı olduğuna göre, sevenler sevdiklerinin dünyasında kaybolmak isterler. Tasavvufî gelenekte sadâkat, hayırla yâd, hâtıraları yaşatmak, vuslat ve vefâ esastır.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba30 31

Page 18: M. Nihat MALKOÇ

rinde taht kurmuşlardır. Tarîkat büyüklerine ait her kalıntı müntesiplerin nezdinde bir uyanışın ifadesidir. Şeyhin hırkası, tesbihi, seccadesi, asâsı, dergâhı, evi, eşyâsı ve kitapları dervişler-de bir duyarlılık meydana getirmektedir. Dervi-şin gâyesi bu eşyâlara olduğundan fazla bir an-lam yüklemek değil, o eşyânın hâtırasına sahip çıkmaktır. Şeyhin hırkası mürîde o şeyhin kalb dünyasını ve ruh atmosferini hatırlatır. Şeyhin hırkası mürîde kalbi korumanın, kalpteki ilâhî aşkı alevlendirmenin gereğini yansıtır. Şey-hin tesbihi zikrini, asâsı hakikat yolculuğunu, kullandığı eşyâsı onun kokusunu, dünyasını ve hülyâsını hatırlatır. Sevene sevdiğinin geride bıraktığı her şey sevdiğini hatırlatır. Tasavvufta eşyânın putlaştırılması değil, taşıdığı hâtıraların hatırlatılması esastır.

Büyüklerin yaşadığı tecrübeye duyulan ilgi, büyüklerin bıraktığı hâtıraları canlandırmak, sayıp hürmet ettiğimiz bu büyüklerin kullan-dıkları eşyâdaki güzellikleri temâşâ, sadece sûfîlere özgü bir durum da değildir. Sûfîlerin öncüsü, sûfîlerin rol modelleri, sûfîlerin hay-ranlıkla takip ettikleri sahâbe neslinin de Pey-gamber Efendimiz’in eşyâsına teberrükte bu-lunduklarını görmekteyiz. M. Yaşar Kandemir’in ‘İki Cihan Güneşi’ isimli eserinde sıraladığı bazı rivâyetlerden kesitler sunarak bu durumun sahâbe dünyasındaki yansımasını dikkatlerinize sunmak istiyorum.

Peygamber Efendimiz’e on yıl hizmet eden ve on yıl boyunca her an Peygamber Efendimiz’in

yanında bulunan Enes b. Malik (r.a.), Peygam-ber Efendimiz’in irtihalinden sonra ona hasret duyar. Ona duyduğu bu hasret her geçen gün katmerleşmiş, artıkça artmıştır. Onun bu hasre-tini kısmen de olsa dindiren, yanında Peygam-ber Efendimiz’den nişâne kalan Peygamber Efendimiz’in kullandığı bardağıdır. Bu bardağın kendisi ağaçtan, kulpu demirdendi. Bu ağaç bardağı zaman zaman çıkarıp yanındakilere gösterirdi. Allah’ın Elçisi’ne bu bardakla hem su, hem süt, hem de bal ikrâm ettiğini duygu yüklü ifadelerle anlatırdı.2 Tâbiîn nesli o bardak-tan su içtikçe aşkla salât u selâm getirir, bar-daktaki sudan ellerine ve yüzlerine sürerlerdi.3 Enes b. Malik yıpranan demir kulpunu altın veya gümüşle değiştirmek istediğinde üvey babası, meşhur sahâbe Ebû Talha (r.a.), “Hz. Peygam-ber (s.a.v.)’in yaptığı bir şeyi sakın değiştirmeye kalkma.” diye uyarmış, Enes b. Malik de bu niye-tinden vazgeçmişti.4

Hz. Enes b. Malik gibi annesi Ümmü Süleym de, Peygamber Efendimiz’e ait her şeye bü-yük değer verirdi. Bir gün evlerine geldiğinde, Peygamber Efendimiz duvarda asılı duran su kırbasına ağzını dayayarak su içmiştir. Bunu gören Ümmü Süleym çok sevinmiş, Peygamber Efendimiz’in su içtiği bu su kırbasını saklamış, mübârek dudaklarının değdiği bu kırbanın ağ-zını kesip saklamıştır.5 Benzer bir şekilde Pey-gamber Efendimiz, Kebşetü’l-Ensâriye’nin evin-deki duvara asılı su kırbasından aynı şekilde su içmiş ve Kebşe de bu kırbanın ağzını eşi bulun-maz bir servet gibi saklamıştır.6

Bir diğer örnek Esmâ Binti Yezîd’in hâtırasıdır. Hz. Esmâ akıllı, dindar ve yiğit bir sahâbe kadını olarak tanınmaktadır. Peygam-ber Efendimiz’in huzurunda kadınları temsîlen yaptığı konuşması dillere destan olmuştur. Pey-gamber Efendimiz, onun güzel konuşmasını çok takdîr ettiği için, kendisine kadınların hatibi an-lamında “Hatîbetü’n-Nisâ” denmiştir. Onun bir diğer özelliği ise yiğit bir ana olmasıdır. Çünkü o Yermük Savaşı’nda çadır direğiyle dokuz Bizans askerini tepelemiş bir kahramandır.

Peygamber Efendimiz bir gün Hz. Esmâ’nın mahallesindeki mescidde akşam namazını kı-lar. Peygamber Efendimiz’e ikrâmda bulunmak isteyen Hz. Esmâ, bir koşu evine giderek bir-kaç pideyle bir et yemeği getirip Peygamber Efendimiz’e sunar. Hiçbir ikrâmı reddetmeyen Efendimiz de sahâbelerine, “Buyurun!” diyerek yemeye başlar, orada bulunan herkes bu ye-mekten nasiplenir. Hz. Esmâ o akşam Peygam-ber Efendimiz’in su içtiği kırbayı gözü gibi ko-rumaya başlamıştır. Kuruyup çatlamaması için onu yağlayıp kaldırmıştır. Zaman zaman kırbayı çıkarmış, bereketini umarak onunla su içmiş ve şifâ bulmaları ümidiyle hastalara o kırbayla su içirmiştir.7

Esmâ Binti Yezîd’in Peygamber Efendimiz’in kullandığı eşyâya gösterdiği hürmetin bir diğer örneği Peygamber Efendimiz’in Hz. Âişe Anne-mizle evleneceği güne aittir. Hz. Esmâ, Hz. Âişe Annemizi süsleyip zifâfa hazırlayınca, Peygam-ber Efendimiz’e gelerek eşini gelinlik kıyâfeti içinde görmeye çağırır. Peygamber Efendimiz gelinin yanına oturur. O sırada Peygamber Efendimiz’e süt ikrâm edilir. Peygamber Efen-dimiz sütü içtikten sonra süt kabını Hz. Âişe’ye uzatır. Hz. Âişe belki de bütün gözlerin kendisi-ne dikilmiş olmasından dolayı pek utanıp başını önüne eğer. Hz. Esmâ, Âişe Annemizin koluna dürterek uyarır. “Peygamber Efendimiz’in elin-den kabı alsana!” der. Hz. Esmâ’ya göre, Pey-gamber Efendimiz’in mübârek elinden bir şeyi almak, onun dudağıyla şereflenen yerden içmek saâdetlerin en büyüğüdür.

Hz. Âişe süt kabını utana utana alıp birkaç yudum içer. Peygamber Efendimiz; “Sütü arka-daşına ver.”, deyince, kabı Esmâ’ya uzatır. Hz. Esmâ gerçekten uyanık bir sahâbe kadındır. Eli-ne geçen bu fırsatı gönlünce değerlendirmiştir. Peygamber Efendimiz’e, “Hayır, ya Rasûlallah! Kabı sen al, ondan tekrar iç ve bana kendi el-lerinle ver.” der. Kâinâtın Efendisi, Hz. Esmâ’nın dediğini yapar. Esmâ yere oturup süt kabını diz-lerinin üstüne koyar. Peygamber Efendimiz’in mübârek dudaklarının temas ettiği yerden

içebilmek arzusuyla kabı elinde evirip çevirme-ye başlar. Sonra Peygamber Efendimiz oradaki hanımları göstererek, “Süt kabını onlara ver.” der. Hanımlar; “İştahımız yok, içmeyeceğiz.” derler. Allah’ın Elçisi onlara, “Karnınız açken, iştahımız yok diye sakın yalan söylemeyin.” bu-yurur.

Sütü alıp içmeyen o hanımların tutumlarına çok hayret eden Esmâ, yıllar sonra bu olayın bir hadis râvîsi olan kölesi Şehr İbni Havşeb’e an-latırken ona, “Orada sen olsaydın, iştahım yok der miydin?” diye sorar. Peygamber Efendimiz’i görme bahtiyarlığını tadamamış olan Havşeb, “Aslâ anneciğim, aslâ öyle bir şey söylemez-dim.” der.8

Bir diğer örnek sahâbe Abdullah İbn Abbas’ın durumudur. Abdullah İbn Abbas Peygamber Efendimiz’in vefatında daha on üç yaşında bir çocuk idi. Bir gün Peygamber Efendimiz’in sa-ğında Abdullah İbni Abbas, solunda yaşlı bir adam oturuyordu. Peygamber Efendimiz’e süt ikrâm edildi. Peygamber Efendimiz Ab-dullah İbn Abbas’a döne-rek, “Sağda oturduğun için sütü içmek senin hakkın. Ama istersen sütü solum-da oturan şu yaşlı amca-ya vereyim.” dedi. Ab-dullah İbn Abbas, Pey-gamber Efendimiz’in ağzının değdiği yer-den içmenin önemi-ni ve insana kazan-dıracağı hayır ve bereketi pekiyi bi-liyordu. Peygam-ber Efendimiz’in bu teklifini ka-bul etmedi, “ S e n -

“Eşyâya anlam katan o eşyâyı erdem yolunda kullananlardır. Peygamber Efendimiz’in sakal-ı şerîfine gösterilen bu ümmetin hürmeti de bundan kaynaklanmaktadır. Ashâb-ı kirâmın gözünü ve gönlünü bürüyen yegâne iksir Peygamber Efendimiz’le yaşadıkları o güzel hâtıralardı.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba32 33

Page 19: M. Nihat MALKOÇ

den kazanacağım hayır ve bereketi kimselere bağışlayamam.” dedi.9

Peygamber Efendimiz’in su içtiği kabı sak-

layarak teberrükte bulunan bir diğer sahâbe

Sehl İbn Sa’d’dır. Sehl İbn Sa’d, Medineli Hazrec

Müslümanlarındandı. Bir gün Peygamber Efen-

dimiz Sakîfe-i Benî Saîde’ye gelmişti. Burası

Hazrecîlerin toplanıp sohbet ettiği bir sofaydı.

Peygamber Efendimiz, hicretten önce Müslü-

man olan ve İslâmiyet’e pek değerli hizmetler

îfâ eden bu değerli insanların sofasına zaman

zaman gelip oturur ve böylece onları bahtiyar

ederdi. Bu gelişlerinden birinde Peygamber

Efendimiz, Sehl İbni Sa’d’den su istemişti. Pey-

gamber âşıklarından biri olan Sehl, Efendimiz’e

su ikrâm ettiği ağaç bardağı sakladı. Cihan gü-

neşi dünyaya vedâ ettikten sonra evine gelenle-

re o ağaç bardağı gösterir, misafirlerine onunla

su ikrâm ederken, hiç unutamadığı o güzel gü-

nün hâtırasını yâd ederdi.

Peygamber Efendimiz’in büyük âşıklarından

olup Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi diye anılan ve

ana tarafından Hz. Ömer’in torunu olan Ömer

İbni Abdülaziz hazretleri, Medine vâlisiyken

Sehl’in evine gelir, o bardakla su içmekten derin

haz duyardı. Bir gün Sehl’den bu bardağı kendi-

sine hediye etmesini istedi. Sehl, bu büyük âşığı

kırmayıp Peygamber dudağıyla şereflenen bar-

dağı ona hediye etti.10

Özetle teberrük anlayışı sevginin tezâhürüdür.

Müslümanın hayat çizgisi itidal ve istikâmet üze-

re olmalıdır. Peygamberlere, ashâb-ı kirâma,

ulemâ-yı ızâma, meşâyıha, evliyâullaha ait eşyâya

sirâyet ettiği düşünülen hâlet-i rûhiyyelerinden

istifa de gâyet doğaldır. Ancak Müslümanın na-

zarında eşyânın yaratılış gayesi dışına çıkarılma-

sı söz konusu edilemez. Eşyâya hürmet eşyânın

putlaştırılmasına cevaz vermez.

Müslüman ifrat ve tefrit çizgisine sapmadan

tarihî ve mânevî mîrâsına sahip çıkmalıdır. Ge-

leneği okumalı, geleneği ihyâ etmeli, gelenek-

ten beslenmelidir. “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn”

ifadesi gereğince mekânlara şeref katan ora-

da bulunanlardır. Eşyâya anlam katan o eşyâyı

erdem yolunda kullananlardır. Peygamber

Efendimiz’in sakal-ı şerîfine gösterilen bu üm-

metin hürmeti de bundan kaynaklanmaktadır.

Ashâb-ı kirâmın gözünü ve gönlünü bürüyen

yegâne iksir Peygamber Efendimiz’le yaşadık-

ları o güzel hâtıralardı.

Peygamberimiz güzeldi, her nesneye de gü-

zellik katardı. Peygamber Efendimiz sâdeliği se-

verdi, kullandığı her nesne de sâdelik kokardı.

Efendimiz cemâli, kokusu, gönlü ve sadâsıyla

insanlığın dirilişini sağladı. Onun emânet et-

tiği Kur’ân-ı Kerim, sünnet-i seniyye, hadîs-i

şerifler, mübârek hayatları, hâne-i saâdetleri,

ashâbı ve kullandığı eşyâsı, ondan geride kalan

sakal-ı şerîfi, hırka-ı şerîfi bize hep onu hatır-

latmaktadır. Ulemânın dilleri, âriflerin gönülleri,

mescidlerin atmosferi, dünyanın gidişâtı onun

güzellikleriyle canlılık kazanmaktadır.

Gerek Peygamberimiz’in gerekse diğer

mânevî şahsiyetlerin eşyâlarını madde gözüy-

le değil, gönül gözüyle görünce onlarda saklı

bulunan mânâlar gözlerimizin önünde canlan-

maktadır. Çünkü seven sevdiğini aslâ unutmaz.

Yıllar geçse de, arada fersah fersah mesafeler

olsa da Yûsuf’un gömleği Hz. Yakub’a Yûsuf

(a.s.)’ın kokusunu muştulamaktadır.

Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE1. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri & Deyimleri Sözlü-

ğü, Anka Yayınları, İstanbul 2004, s. 638.2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/27.3. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/187.4. Buhari, Eşribe 30; M. Yaşar Kandemir, “Dudağının Değdiği

Yer”, Altınoluk, Nisan 1994, Sayı: 98, s. 24.5. Müsned VI. 376.6. Tirmizi, Eşribe 18.7. M. Yaşar Kandemir, İki Cihan Güneşi, Erkam Yayınları, İs-

tanbul 2008, s. 15-17.8. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/458; Kandemir, İki Cihan Gü-

neşi, s. 17-19.9. Kandemir, “Dudağının Değdiği Yer”, Altınoluk, Nisan 1994,

Sayı: 98.10. Kandemir, İki Cihan Güneşi, s. 20.

Bir Sultan, bir çiçek, bir de evliya,Üçüncü Mustafa, Lâleli Baba,Kimin ihtiyacı olsa duaya,Edermiş çok defa Lâleli Baba…

Şaşırmış Valide özüyle görüp,Gözünü yumunca tavafa erip,İstanbul’da iken, Mekke’ye varıp,Giriyormuş safa Lâleli Baba…

İbreti âlemken bir tek sözüyle,Zindana atılmış nefsin közüyle,Asırlardan beri ahret gözüyle,Bakar bu tarafa Lâleli Baba…

Lâle rumuzundan acep, cehdi ne?Cami vakfedilmiş, O’nun bahtına,Ne yalan dünyaya, ne de tahtına,Yormamış hiç kafa Lâleli Baba…

Bu Veliler nerelere gitmişler,Celil’in hep imdadına yetmişler!Türbesini bile nakil etmişler,Sürmemiş hiç sefa Lâleli Baba…

Halil GÖKKAYA

Lâleli Baba

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba34 35

Page 20: M. Nihat MALKOÇ

Mü’min kul, bütün hayatını güzelleştir-

mek için çabalar. İbadetlerinden lezzet

alabilmek ve Allâhu Teâlâ’nın murâd

ettiği gibi edâ edebilmek için gayret gösterir.

Yaşamını nâfile ibadetler ve tesbîhâtla süsle-

meye çabalar. Rızkını helâlinden temin etmek,

her türlü haramdan kaçınmak için çırpınır. Baş-

ta ailesi olmak üzere etrafına güzel örnek ol-

maya çalışır. Kemâlâtın günlük yaşantının her

bir dilimini güzelleştirmekten geçtiğini bilir. Bir

tarafı eksik kalacak olduğunda iyi bir mü’min

olamayacağından ve eksik yönünün diğer taraf-

larını da olumsuz etkileyeceğinden korkar. Bu

sebeple gündelik hayatının her alanına çeki dü-

zen vermeye dikkat eder.

Ağızdan çıkan söze dikkat etmek bu kemâlâtı

tamamlayan ana unsurlardan birisidir. Ağzın-

dan çıkan sözlerin hesabını yapmayan ve kötü

kelimeler kullanan bir insanın kâmil bir mü’min

olmasından aslâ söz edilemez. Bu kişinin kullu-

ğunun önemli bir kısmı eksik demektir.

İlk bakışta bu tür ifadeleri kullanmak bizlere

hafif veya önemsiz gibi gelebilir. Lakin İslâm âdâbı

açısından bakacak olduğumuzda esasında büyük

bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu, cehenneme

yönelik bir tarafımız olduğunu anlarız. Şöyle ki:

1- Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün hayatı bo-

yunca çirkin kelimelerden bir tanesini bile kul-

lanmamıştır. Ağzından sövme veya sokak ağzı

olarak nitelendirebileceğimiz tek söz çıkma-

mıştır. Onun hayatında kötü kelâma aslâ yer

yoktur. Zâten Hz. Âişe vâlidemize Rasûlullah’ın

ahlâkından sorulduğunda, “Onun ahlâkı Kur’an

idi.” cevabını vermiştir.1 Mademki ahlâkı Kur’an

idi, o zaman Allah’ın kitâbına bakmamız gere-

kir. Kitâbullah’a mürâcaat ettiğimizde de o gü-

zel buyruğun içinde gayr-i ahlâkî bir tek kelime

bulamayız. Bilakis yüce kitâbın şöyle dediğini

görürüz: “Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir

ki, onun kökü sâbit, dalı ise göktedir. Rabb’inin

izniyle her zaman yemişini verir.”2

Bize her yönüyle örnek olan ve mübârek ağ-

zından uygun olmayan tek söz çıkmayan güzel

Peygamberimiz’in, bununla yetinmeyerek, biz-

leri kötü söz söylemekten sakındırdığını da gör-

mekteyiz. Şöyle buyurmuştur: “Mü’min kişi onu

bunu çekiştirip kötüleyen, ona buna lanet eden,

sözü ve davranışı kötü, ağzı bozuk kimse değil-

dir.”3 “İnsanlar diliyle söylediklerinden başka bir

şey yüzünden yüz üstü ateşe atılırlar mı?”4

Bir gün Rasûlullah’a, “İnsanların cennete girme-

lerine sebep olan en önemli amel hangisidir?” diye

sorulduğunda, “Allah’a karşı muttakî olmak ve güzel

ahlâktır.” buyurmuşlardır. İnsanların cehenneme

girmelerine sebep olan en önemli amel soruldu-

ğunda da, “Ağız(daki dil) ve cinsel uzuvdur.” cevabını

vermişlerdir.5 Dolayısıyla o ne kötü bir söz söylemiş

ne de ümmetin söylemesini istemiştir.

Bu durumda, mademki Rabb’imiz kitabında

tek bir kötü söz zikretmemiştir, örnek olarak

bizlere takdim ettiği Hz. Muhammed (s.a.v.) de

tek bir çirkin kelime söylememiştir, bize düşen

görev Kur’an ve sünnete uymaktır. Hem Hz. Mu-

hammed (s.a.v.)’i kendime rehber edindim deyip

hem de çirkin kelimeler kullanmaya ve Kur’an’a

aykırı davranmaya devam etmek kabul edilebi-

lir bir tutum ve davranış değildir.

2- Uygun olmayan kelimeleri kullanmayı

alışkanlık haline getirenlerin arkadaş ortamla-

“Ağızdan çıkan bir kelâm sadece bir söz olarak kalmamaktadır. Suya atılan taş misâli dalgalar oluşturmakta

ve başka kötü şeyleri tetiklemektedir. Dolayısıyla hayatının bir alanı kötü olan insanın diğer alanlarını koruması çok zordur.”

GüzelKonuşmak

KÜLTÜR Enbiya YILDIRIM*

“Ağızdan çıkan söze dikkat etmek bu kemâlâtı tamamlayan ana unsurlardan birisidir. Ağzından çıkan sözlerin hesabını yapmayan ve kötü kelimeler kullanan bir insanın kâmil bir mü’min olmasından aslâ söz edilemez. Bu kişinin kulluğunun önemli bir kısmı eksik demektir.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba36 37

Page 21: M. Nihat MALKOÇ

5- İnsanların önemli bir kısmının gündelik

hayatta çokça kullandıkları “lan” gibi ifadeler

de aslâ hoş karşılanacak kelimeler değildir.

İslâm’ın Müslümanlardan beklediği bir konuş-

ma tarzı vardır ve muttakî, Allah’ın rızâsını ta-

lep eden bir kulun ağzına bunlar yakışmaz.

Görüldüğü gibi, ağızdan çıkan bir kelâm sa-

dece bir söz olarak kalmamaktadır. Suya atılan

taş misâli dalgalar oluşturmakta ve başka kötü

şeyleri tetiklemektedir. Dolayısıyla hayatının bir

alanı kötü olan insanın diğer alanlarını koruma-

sı çok zordur. Meselâ küfürbaz olan bir insanın

bu hali diğer işlerini de etkiler. İbadetlerinde

gevşeme ve ahlâkında za’fiyetler oluşur. Kötü

konuşma kendi başına kalmaz. Bütün bir hayat

olumsuz anlamda etkilenmeye başlar.

Mü’minler olarak bizler, aramızdaki hukuku

her açıdan korumak durumundayız. Zira Müs-

lümanlar bizim kardeşimizdir. Kendi öz kardeşi-

mize nasıl sahip çıkıyorsak onlara da her açıdan

sahip çıkmak durumundayız. Allah Rasûlü’nün,

“Kişi bir mü’mine lanet ederse, bu onu öldürmek

gibidir.” buyurması bu sebeple çok önemlidir.10

Mü’min ne eylemiyle ne söylemiyle Müslümana

zarar veremez; vermemelidir.

Bilakis arkadaşlarımızla bir araya geldiği-

mizde meclislerimiz hayır meclisi olmalıdır. Gü-

nahlara girilmemelidir. Hayır konuşup hayır ile

ayrılmalıyız. Çünkü bizler şu hadise tutunmak

zorundayız: “Allah’a ve âhirete inanan kimse ya

hayır konuşsun veya sussun.”11

rına baktığımızda, birbirlerine karşı küfürlü ko-

nuştuklarını ve hiçbir şey olmamış gibi o mec-

liste kalmaya devam ettiklerini görürüz. Ancak

ortamın bir yerinde bir şey patlak verir ve son

derece keyifli giden arkadaşlık kavgaya dönüşü-

verir. Sahte muhabbet şiddetle sonlanır.

Kavga olmasa bile, aralarında gerçek an-

lamda dostluk olmadığından, birbirlerine aslâ

itimat etmezler. Dostlukları meclis arkadaşlığı-

dır. Sırlarını paylaşmazlar, güven duyguları sı-

fırdır. Ortam riyakârlık ve samimiyetsizlik üze-

rine kurulu olduğundan insanın buradan âhiret

sermayesine bir şey katması mümkün değildir.

Bilakis bolca günah yüklenme ihtimali vardır.

Çünkü o meclis Allah’ın râzı olacağı bir yer de-

ğildir. Zaten Rabbimiz şu kelâmını boş yere bu-

yurmamıştır: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini

söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü

şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”6

3- Kötü sözler kullanmayı alışkanlık haline

getirenlerin karşılarındakilere saygıları yoktur.

Bu sebeple herkese kolayca bir lakap takarlar.

İnsanların yaratılış itibarıyla noksan olan yön-

leriyle alay ederler. Şişmanlığını, saçlarının

dökülmüş olmasını, bir gözünün âmâ oluşunu,

topallığını, peltek konuşmasını, boyunun kısalı-

ğını velhasıl alay etmek için bir şeyini mutlaka

bulurlar. Karşıdaki bedenen veya otorite olarak

zayıf biriyse yüzüne, değilse arkasından kötü

sıfatlarla anarak küçümserler. Böylece kendi-

lerine eğlenecek bir şey bulduklarını sanırlar.

Ancak bu insanlardan birisi o meclisten ayrılıp

gittiğinde, arkadaşı olarak bildikleri bu sefer

onu kötü sıfatlarla anmaya başlarlar ve güler-

ler. Çünkü hiç biri diğerinin gerçek dostu değil-

dir. Aralarındaki bağ Rabb’imizin râzı olduğu

bir hukuka dayanmamaktadır. Halbuki Allahu

Teâlâ şöyle buyurmuştu: “Ey iman edenler! Bir

topluluk, (başka) bir toplulukla alay etmesin; olur

ki (onlar), kendilerinden daha hayırlı olabilirler!

Birtakım kadınlar da (başka) kadınlarla (alay et-

mesinler)! Belki (onlar da) kendilerinden daha ha-

yırlıdırlar. Kendinizi (birbirinizi) de ayıplamayın ve

birbirinizi (kötü) lakaplar ile çağırmayın! İmandan

sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Artık kim (bu

kötü amelinden vazgeçerek) tevbe etmezse, işte

onlar zâlimlerin ta kendileridir!”7

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de bir hadis-

lerinde, “Müslümana sövmek fâsıklıktır.” buyur-

muştur.8 Hz. Peygamber (s.a.v.)’in çok yakının-

daki sahâbîlerden olan İbn Abbas da bu hususta

şöyle demiştir: “Muhakkak Allah, çirkin söz söy-

leyen, kötü konuşmayı alışkanlık edinen kimseyi

sevmez.”9

4- Kötü sözler etmeyi alışkanlık haline geti-

ren ebeveynlerin çocukları onların bu konuşma-

larından çok etkilenirler. Öğrendikleri kelimele-

ri hemen arkadaşlarına taşırlar ve onlara hitap

ederken sin-kaflı sözcükler bile kullanmaya

başlarlar. Kötü bir eğitim alarak yetişen böylesi

çocukların, ileride nasıl bir yola gireceği tahmin

edilebilir.

Babalar yanında bir kısım annelerin de böy-

lesi kelimeleri kullanmaları, hatta kızdıklarında

çocuklarına ağır ifadeler sarf etmeleri yürek-

lerimizin dayanabileceği bir durum değildir.

Çocuğun yetişmesinde herkesten fazla etkili

olan anne, yavrusunun zihnini güzel sözlerle,

ilâhilerle, sûrelerle, duâlarla dolduracağına, çir-

kin kelimeleri boca ederek ona en büyük kötü-

lüğü yapar.

Dipnot

* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM1. Müslim, 746.2. 14/İbrâhîm, 24-25.3. Tirmizî, 1977.4. Tirmizî, 2616.5. Tirmizî, 2004.6. 17/İsrâ, 53.7. 49/Hucurât, 11.8. Tirmizî, 1983.9. El-Edebü’l-Müfred, 331.10. Buhârî, 6047.11. Buhârî, 6018.

“Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün hayatı boyunca çirkin kelimelerden bir tanesini bile kullanmamıştır. Ağzından sövme veya sokak ağzı olarak nitelendirebileceğimiz tek söz çıkmamıştır.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba38 39

Page 22: M. Nihat MALKOÇ

Endülüs Müslümanlarının 732 senesinden sonra sürüklendikleri Asabiye Savaşları, İspanya’yı İslâm’ın mutlak hâkimiyetinden

çıkararak, kuzeyi Hıristiyanların güneyi ise Müs-lümanların hâkimiyetinde olmak üzere ikiye böl-müş, daha da önemlisi bu ülkeyi iki taraf arasında sekiz asır sürecek bir mücadele zeminine dönüş-türmüştür. Bir başka deyişle Müslüman fatihler, kendi aralarında mücadeleye dalmakla adeta kendi düşmanlarını kendileri ihdas etmişlerdir. Emevilerin 756 senesinde Endülüs’ü bağımsız bir devlet haline getirerek siyasî birliğini sağlama-ları, Hıristiyan ilerlemesine karşı ciddi bir engel teşkil etmiştir. Bu sayede çok erken tarihlerde gerçekleşebilecek bir çöküşün önüne geçmiştir. 976 senesine kadar Endülüs’ün siyasî birliğini başarıyla temin ve temsil eden Emevi hanedanı, bu tarihten itibaren güç ve nüfuzunu yitirmeye başlamış; Âmiriler ailesinin rakip bir güç olarak ortaya çıkışı, devletin bütün dengelerini alt üst etmiş ve neticede sistemi çözüm üretemez hale getirmiştir. Merkezî idarenin bu acziyeti, neticede mahallî aristokrasilerin güçlenmesine ve ülkenin bölünmesine vesile olmuştur. Emevi halifeliğinin 1031 senesinde yıkılması üzerine, Müslümanlar arasında ideal birliği ve ortak yaşama azmi kay-bolduğu için, 1031-1090 seneleri arası Endülüs’te siyasî bölünmenin kemikleştiği yıllar olmuştur. Bu bölünme, tıpkı 732 senesi sonrasında olduğu gibi Hıristiyan İspanya için ele geçirme fikrini yeni-den gündeme getirmiştir. Endülüs’ün tamamının işgalini hedefleyen bu fikir uygulamaya konulur-ken tedriciliğe dayalı bir strateji takip edilmiştir. Bu strateji çerçevesinde, önce Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflar olabildiğince tahrik edilerek zayıf düşmeleri için çalışılmıştır. Bunu, zayıflayan ve kendiliğinden teslim olmaya hazır hale gelen Endülüs şehirlerinin işgali takip etmiş-tir. Bu süreç, en son 1492’de Gırnata’nın teslim alınmasıyla son bulmuştur. 1492’de Gırnata’nın işgaliyle hedefe erişen Hristiyan dünyasının dinî cephesi başlamıştır. Kendisinden başka herhangi bir dinin varlığına tahammül edemeyen İspanyol kilisesi, siyasiler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, Hıristiyan hâkimiyetinde kalan Endülüs Müslü-

manlarına karşı Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatmıştır. Engizisyon mahkemeleri, baskı, iş-kence ve katliam bu kampanyanın ayrılamaz bir parçası olmuştur. Ancak, bütün bunlar, Müslü-manları dinlerinden koparmak ve kilisenin isteği ölçüsünde Hıristiyan yapmak için yeterli olmamış-tır. Bu durumda, Hıristiyan İspanya’yı, bir asırdır tatbik etmekte olduğu imha siyasetinin son adı-mını atmaya, yani Endülüs Müslümanlarını 1609 senesinde İspanya’dan sürmeye sevk etmiştir. Böylece, 1492’de Yahudiler için kullanılan sürgün mekanizması, bu sefer Müslümanlar için harekete geçirilmiş ve bu suretle en az yarım milyon insan, kendi öz yurtlarından kovulmuşlardır.

Avrupa’da Hıristiyan işgalciler üstün bir mede-niyetle karşılaştılar. İslâm daha fazla kentleşmiş, teknikte ileri, ruhsal olarak gelişmiş, dünyaya açık bir medeniyet idi. Avrupa’da İslâm nüfuzunun bir-

çok alana yayılması Hrıstiyan dünyasını çıldırtma-ya yetiyordu. Öyle ki İslâm kültüründen Avrupa dillerine geçen kelimeler İslâm kültürünün Batı dünyasındaki izlerini gösteriyordu. Hıristiyanların, Müslümanlara insafsızca, merhametsizce, acıma-sızca muamele etmelerinin altında biraz da bu entelektüel aşağılık duygusu yatmaktaydı. Kardi-nal Kimenes 1499’da Granada’da 80.000 İslâm kaynağını meydanlarda yaktırmıştı. İşte Hristiyan dünyasının bilime verdiği önem buydu. Bu tarih-ten üç yıl sonra da Müslümanları, Hıristiyanlığı kabul etmek, iltica veya ölüm seçenekleriyle karşı karşıya bırakmışlardı. Hıristiyan olmayı reddeden

İspanya’daMüslümanlara

Yapılan Zulüm ve Etnik Katliam

TARİH Resul KESENCELİ

“Kendisinden başka herhangi bir dinin varlığına tahammül edemeyen İspanyol kilisesi, siyasiler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, Hıristiyan hâkimiyetinde

kalan Endülüs Müslümanlarına karşı Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatmıştır.”

“Endülüs’te yüzbinlerce Müslüman katledildi. Zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir ailenin torunu olan İspanyol tarih profesörü Rodrigo de Zayas, İspanya’da Müslümanlara karşı yapılmış korkunç katliamın bilançosunu 500 yıl sonra belgeleriyle gözler önüne serdi.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba40 41

Page 23: M. Nihat MALKOÇ

Şöyle bir düşünün: 1600 yılında İspanya Krallığı’nın nüfusu 8 milyondu. Moriskler’den 600.000’i sürüldü ve %75’i yolda öldü. Bu soy-kırıma bakılınca hemen hemen Nazi soykırımı-na benzer bir durum ortaya çıkmaktadır. Bugün İspanya’da bir tür gizli sansür var. Olaylar, metinler az çok biliniyor fakat bunların derin tahlili yapılmı-yor. Teferruat olarak hiçbir zaman halka bu toplu sürgün sırasında yüzbinlerce ihtiyarın, çocuğun, hamile kadının acı çektiği ve öldüğü söylenmiyor. Tarih kitaplarımızda bunun adı bile geçmiyor.

Endülüs bizden imdat istediği zaman, biz he-nüz Akdeniz hâkimiyetini bile kurmuş değildik. Eğer Timur’un Anadolu’yu istilası olmasaydı, İstanbul’un fethi daha önce müyesser olacak ve Endülüs’ün imdadına yetişecektik. Endülüs’ün imdadına yetişseydik ne olurdu? Bu, tarihin top-tan değişmesi olurdu. Çünkü Endülüs Avrupa’nın batısındaydı, Osmanlı ise doğusunda: Avrupa iki taraftan kıskaç altına alınmış demekti. Bir mede-niyet, yani bizim medeniyetimiz, İslâm medeniyeti Avrupa’yı doğudan ve batıdan kuşatmış durum-daydı. Ve bu medeniyet, bir gün belki orta yerde, Viyana’da buluşacaktı. İşte o zaman tarih tümüyle değişecekti. Ve o günden sonra, Rönesans’ın olu-şumu ve büyük İslâm devleti Osmanlı’nın bu yüz-yılın başında çöküşü olmayacaktı.

Endülüs’te İslâmiyet

İspanya’da en hızlı yayılan din, İslâmiyet haline geldi. Bunun tek nedeni, Fas’tan gelen göçmen-ler değil. Birçok İspanyol da, yeni bir yol arayışı-nı Müslüman olarak sürdürmeyi yeğliyor. İberya Yarımadası’nın son Mağribi kenti olan Granada da, İspanya’nın, hatta belki de Avrupa’nın İslâm merkezi haline geliyor. Ezan sesi, Granada’dan 500 yıl boyunca silinmişti. Bugünse, kentin tarihî semtinin bulunduğu Albaicin tepesinde bir cami inşa ediliyor; San Nicolas kilisesinin hemen yanın-da. Alhambra, Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin Mağribi Al-Andalus Devleti’nde barış içinde bir arada yaşamış olduklarının simgesi…

Aradan 500 yıldan uzun bir süre geçtikten son-ra, bugün, İspanya’da Müslümanlık yeniden canla-

nıyor. Özellikle Endülüs’te birçok İspanyol, kültür-lerinin Araplardan devraldığı mirası keşfediyor ve Müslüman oluyor. 1980’de Granada’da kayıtlı Müslümanların sayısı 200’ü ancak bulurken, bu-gün tahminen 5 ila 6 bin İspanyol ve göçmen, Müslümanlığı kabul etmiş durumda. Bu sayıya, Arap ülkelerinden gelen öğrencileri ve kentte resmen kaydı bulunmayan, dolayısıyla yasadışı ikamet eden yabancıları da eklemek gerek. Top-lumsal dönüşümden umduklarını bulamayanlar, özellikle öğrenciler, İslâmiyet’i bir alternatif ola-rak gördüler ve faaliyetlerini Granada’nın eski mahallelerinde yoğunlaştırdılar. Doğu ile Batının an be an buluşması, Avrupa’nın dört bir yanından yeni Müslümanların Granada’ya akın etmesine neden oluyor.

yarım milyon Musevî de sürgün edilmişti. Irkçılık çılgınlığına, Hıristiyan İspanya o tarihlerde yaka-lanmıştı. Hem ırkî hem dinî taassup ve baskı sı-nırsız bir şekilde devam ediyordu. 1258’de Moğol-ların Doğu’da ve Bağdat’ta yaptıkları tahribat ve ayrıca Hıristiyanların Müslümanları İspanya’dan sürgün etmeleri, İslâm dünyasının hala acısını çektiği ekonomik ve kültürel duraksamanın te-melini oluşturmaktadır. Modern Avrupa, normal olarak hayal edemeyeceğimiz ölçüde İslâm kültü-ründen etkilenmiştir. Hristiyan dünyasının amacı ise bu kültür izlerini yok etmek İslâm ve İslâm me-deniyetine hayat hakkı tanımamaktır.

Türkiye’de Endülüs’e ilgi esas olarak Muhyid-din İbnü’l-Arabî’nin Anadolu’ya gelmesiyle başlar. İbnü’l-Arabî’nin eserleri ve tesiriyle, Endülüs’e ilgi gösterilmiş ve Endülüs’ten gelen yardım çağrı-larına imkân ölçüsünde cevap verilmiştir. Hıris-tiyan kuşatması ve baskısı altında zorda kalan Endülüslülerin Osmanlılardan yardım istemeleri karşısında Osmanlı Devleti’ne bağlı denizciler ve ara ara Kemal Reis gibi birkaç Kaptan-ı Derya va-sıtasıyla İspanya-Portekiz kıyıları topa tutularak harap edilmiş, ticaret gemileri tacize uğratılmış ve İspanya’dan sürgün edilen Müslüman-Yahudi Endülüslüler gemilerle Osmanlı ülkesi toprakları-na nakledilmiştir.

Yüzbinlerce Müslüman Katledildi

Endülüs’te yüzbinlerce Müslüman katledildi. Zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir ailenin torunu olan İspanyol tarih profesörü Rodrigo de Zayas, İspanya’da Müslümanlara karşı yapılmış korkunç katliamın bilançosunu 500 yıl sonra bel-geleriyle gözler önüne serdi. İspanya Müslüman-ları ve ‘Devlet Irkçılığı’ adıyla yayınladığı kitapta, 756 sayfa boyunca Endülüs’te yüzyıllar önce yapı-lan zulümler, işkenceler belgelerle yazılı hale ge-tirildi, dünyanın gözü önüne sunuldu. Bu eserden parçalar sunalım, gözyaşlarının bile az kaldığı hıç-kırıkları bir nebze de olsa ifadeye çalışalım.

İspanya Hristiyanlığın ki hedef, krallığın birleş-mesi ve İspanyol Müslümanlığının kökünün kazın-masıdır. Bu hedefe varmak için iki vasıta kullanıl-

mıştır: Birincisi, 2 Ocak 1492 yılında Gırnata’nın düşmesiyle tamamlanan askerî işgal; ikincisi, Müslümanların zorla asimilasyonu, daha sonra da topluca sürgün edilmeleri.1492’de İspanya Ya-hudileri sürgün edildi. Biraz daha az biliniyor ama aynı tarihte Endülüs’ün son kalesi olan Gırnata’da-ki Nasrî Emîrliği tarihten silindi. Bundan sonra İslâm’ın İspanya’da jeopolitik hiçbir dayanağı kal-madı. Müslümanlar Katolik kralların egemenliği-ne ve insafına terk edildiler.

Müslümanlar ikinci sınıf vatandaş haline ge-tirilir. Çok geçmeden Morisk diye adlandırıldılar. Morisk, zorla Hristiyanlaştırılmış Müslüman anla-mına gelir. Derken, onlar Sevilla’da 2 Ocak 1481 yılında kurulmuş olan Engizisyon’un korkunç pen-çesine düştüler. İşkence ve zulme uğradılar.

O dönemin Müslüman Endülüsü, Avrupa’da hiçbir zaman görülmemiş en parlak medeniyetin mirasçıları olduklarının bilincindeydiler. Kurtuba, geceleri aydınlatılan sokakları ve anestezi yoluyla ameliyatların yapıldığı hastaneleriyle bir milyon nüfuslu bir şehirdi. Hem de XII. yüzyılda! Bu halk, Hıristiyan dünyası tarafından asimile edilmeyi ke-sinlikle reddeder. Nedir bir Hıristiyan onların gö-zünde? Her şeyden evvel yıkanmayan biri. İşken-ce âletinin sembolü olarak Haç’ı kullanan ve kan dökmekten zevk alan bir vahşi savaşçı. İbadet sı-rasında bile şarap içen ve bu şarabın bir peygam-berin kanı olduğunu iddia eden bir zavallı. Murdar yiyeceklerle beslenen bir arsız. Nihayet, sevgi ko-nusunda vaazlar veren fakat insanları hapseden, mallarına el koyan, işkence eden ve öldüren bir yüzsüz.

Krallığın her bir yanından toplanan Müslü-manlar, yaya olarak limanlara getirilirler. Çokları yollarda ölür açlıktan, susuzluktan ve bitkinlikten. Onları taşıtmak için Napoli’den, Ceneviz’den ve başka yerlerden kadırgalar getirtilir. Çok geçme-den askerî filolar yetersiz kalır. Bunun üzerine şa-hıslara ait gemiler kiralanır. Kaptanlar, Moriskleri taşımak için kelle başı ücret alırlar. Fakat, İspanyol limanlarından gözle görülmez olunca onları deni-ze atmayı ve hemen dönüp yeni bir yükleme yap-mayı daha kârlı bulurlar.

Kaynakça

Endülüs Müslümanları-1, TDV, Ankara 1994Endülüs Müslümanları İlim ve Kültür Tarihi, TDV, Ankara 1997Endülüs Müslümanları Medeniyet Tarihi, TDV, Ankara 1997Endülüs’ten İspanya’ya, TDV, Ankara 1996Lütfi Şeyban, Reconquista: Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan

İlişkileri, İstanbul 2003Mehmet Özdemir, “Endülüs”, DİA, C.XI, 211-225Mehmet Özdemir, “Haçlı Ruhunun Endülüs’de Bir arada Yaşa-

ma Tecrübesine Menfi Tesirleri”, Haçlı Seferleri ve XI. Asır-dan Günümüze Haçlı Ruhu Semineri, İstanbul, İÜEF-TAM, 1998, s. 73-98

Özaydın, Abdülkerim: “Âmirîler”, DİA, C.III, 72-73Ramazan Şeşen, “Dâviye ve İsbitâriyye”, DİA, C.IX, 19-21Rogrigo de Zayas, “Endülüs’te Yüzbinlerce Müslüman Katle

di”, (Çev: Cemal Aydın), Endülüs’ten İspanya’ya, TDV, An-kara 1996.

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba42 43

Page 24: M. Nihat MALKOÇ

O hilâl ebrûnı gördükce gözüm giryân olur

‘Âdet oldur kim görünse mâh-ı nevbârân olur

Ahmed Paşa

(Ebrû: kaş. giryân: gözyaşı döken, ağlayan.

mâh-ı nev: yeni ay.bârân: yağmur.

O, hilale benzeyen, ay gibi olan kaşını gö-

rünce gözüm ağlamaklı olur. Yeni ay görününce

yağmurun yağması usuldendir, âdettendir.)

Klasik şiirimizde bazı mazmunlar, remizler,

kalıplaşmış anlayışlar vardır. Divan şairleri bu

anlayışların dışına çıkmadan farklı söyleyişler

gerçekleştirerek şiirlerini diğer şairlerin şiirle-

rinden farklı kılmaya çalışırlar.

Divan şiirinde, genellikle sevgili görünmez.

Âşık, sevgiliyi düşünür, onu hayal eder ve gör-

düğünü farz eder. Ancak belirli günlerde, belirli

koşullarda sevgili ile âşık bir araya gelebilir. Ah-

med Paşa’nın bu beytinde, düşünmeden ziyade

bir görme durumu söz konusudur. Âşık, sevgiliyi

ve onun hilal kaşını görünce gözyaşı dökmüştür.

Âşığın, sevgiliyi gördüğü zaman ağlamaması

gerekir. Normalde sevgiliyi gördüğü için sevinip

mutlu olması, olağan ve olması gereken bir du-

rumdur. Ama beyitte, âşığın ağlamasına neden

olan bir şey vardır. Buradaki ipucu “hilâl”dir. Hilâl, ince bir çizgi şeklindedir. Şair, beyitte sev-gilinin kaşını hilâle benzetmiştir. Hilâl, yeniliktir, tazeliktir, ayın ilk hâlidir. Bu tazelik, âşığa, sev-gilinin gençliğini, tazeliğini düşündürmektedir. Hilâl, şekil olarak bir de hançere benzetilmek-tedir. Hançerin özelliği kesiciliğidir, can alması-dır. Kaşın da hançer gibi öldürme özelliği vardır. Sevgilinin, âşığı öldürmesi, ona yüz vermemesi ve kaşlarını çatması demektir. Bu durumda âşık, o hançer gibi olan kaşların kendisini öldürme-sinden korkar ve ağlar. Böylelikle âşık, sevgiliye ne yaklaşabilir ne de ulaşabilir.

Âşığın gönlünde elem ve hüzün vardır. Bu elem ve hüzün yoğunlaştıkça dışa yansır. Âşığın ağlaması da gönlündeki elemin dışa yansıması-dır. Şair, ikinci mısrada bunun doğal bir durum olduğundan söz etmektedir. Yeni ay çıktığı za-man yağmur yağar. Yağmur da en çok baharda görülmektedir. Yeni ay, hilâl şeklinde net olarak bahar aylarında gözükmektedir. Bu olağandır. Yeni ay her zaman vardır ama en çok bahar aylarında yağmur yağarken görülür. Şair, bu durum nasıl doğal ise sevgilinin görünmesiyle âşığın ağlaması da normaldir, diyor. Yani sevgi-linin göründüğü mevsim bahardır. Kışın insan-lar evlerine kapanır ve bahar aylarında mesire

GözyaşımYağmur Gibi

KÜLTÜR Ömer Faruk YİĞİTEROL

“O hilâl ebrûnı gördükce gözüm giryân olur‘Âdet oldur kim görünse mâh-ı nevbârân olur”

Ahmed Paşa

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba44 45

Page 25: M. Nihat MALKOÇ

yerlerine çıkarlar. Âşıklar ve sevgililer, birbirle-

rini ancak o zaman görürler. O hâlde baharın

gelişi, sevgilinin yüzünü göstermesi demektir.

Âşık, sevgiliyi kışın bile görse o kış onun için

bahardır. Âşığın baharı, sevgiliyi gördüğü andır.

Baharda duygular coşar, canlanır. Yine baharda

sular çoğalır, çiçekler açar, tabiat süslenir. Bu

canlılık, sevgili ile olur. Sevgili yoksa, âşık sevgi-

liyi görmezse mevsim değişmez.

Gerçi dilber pend eder setr eyle râz-ı ‘aşkı der

‘Âkıbet inen bilürem ‘âleme destân olur

Ahmed Paşa

(Dilber: gönül alan güzel, sevgili. pend: öğüt.

setr: gizleme.râz-ı ‘aşk: aşk sırrı,

Her ne kadar sevgili, aşk sırrını sakla, gizle

diye öğüt verse de sonunda onun dile düşeceği-

ni çok iyi biliyorum.)

Aşk bir sırdır. Sır, gizlilik demektir. Âşığın,

âşık olduğunu sadece âşığın kendisi ve sevgili

bilmelidir. Çünkü aşk, sadece iki kişi arasında

bir sırdır. Sevgili, bunu gizlemesi için âşığa öğüt

vermiştir. Bu sırrın saklanamayacağı endişe-

si vardır. Bu endişeyi taşıyan sevgilidir. Sevgili kendisini düşündüğü için, âşığa bu sırrı sakla-masını tembihlemektedir. Sır saklanmazsa sev-gilinin adı çıkmış olacak ve bu durum sevgiliye zarar verecektir.

Beyitte, sevgili öğüt verirken âşığı düşünü-yor gibi gözükse de aslında kendini düşünmek-tedir. Âşık, bu öğüde uyamayacağını ve sırrın ortaya çıkacağını çok iyi biliyor. Bu sırrın, ne-den ortaya çıkacağı beyitte belli değildir. Ama aşk sırrı saklanamaz. Divan şiirinde, âşığın bu sırrı saklayamamasının sebebi gözyaşlarıdır. Âşığın hâli, bu sırrı açık etmektedir. Gönüldeki aşk, âşığı dertli eder. Çünkü sevgiliye kavuşma yoktur, ayrılık vardır ve ayrılık, dert, keder, elem demektir. Âşık, bu durumlarla başa çıkamayınca ferahlamak için ağlar. Ağlamak, âşığın rahatla-ması demektir. Âşığın çektiği dertler, onun ren-gini sarartmış ve zayıflatmıştır. Âşığı görenler, o bir şey söylemese de onun âşık olduğunu an-larlar.

Beyitte aşkın destana benzetilme sebebi, onun bilindiğini, ünlü olduğunu, Leyla ile Mecnun misali bir aşk olduğunu göstermek içindir. Böy-le bir benzetmeyle hem aşkın büyüklüğü hem de aşk sırrının saklanamayacağı anlatılmıştır. Âşığın, destana benzer bir aşkı yaşayabilmesi için sevgilinin de güzel olması gerekmektedir. Beyitte ayrıca öğüt verme ifadesi vardır. Öğüdü büyük, küçüğe verir. Âşık küçük, sevgili ise bü-yüktür. Divan şiirinde sevgili, genellikle padişah, âşık ise kul, köledir. Padişah hep yukarıdan ba-kar, hâkimdir, hükmeder; sarayın dışına çıkma-dığı için görünmez, onu sadece yakınları görür. Bunun yanı sıra padişahlar cömert kimselerdir. Genelde padişahlar saraydan çıktıkları zaman halka altın dağıtırlar, onların yüzünü güldürür-ler. Bu yüzden yolları dört gözle beklenir. Âşık da sevgilinin yollarını böyle bekler. Sevgilinin ihsanı, yüzünü göstermesi, âşığa gülmesi, tatlı söz söylemesidir. Ama sevgili bunu pek yapmaz. Bazı beyitlerde görüldüğü üzere, sevgilinin kılı-ca, oka benzeyen kaşını, öfkeli bakışlarını gös-termesi bile âşık için bir ihsandır.

O’ndan gelen garîp canım;Aşk derdine “devâ” ister!Arş’a yüklü saf iz’anım; İnceldikçe, “hayâ” ister!

Âdem’e sor, has mayayı;Kalp gözünle gör dünyayı!Nuh Nebi’yle aş deryâyı;Yedi nefsim, “takvâ” ister!

Gönül, yüklen tahammülü;Eyyûb’ta bul tevekkülü!Kor yürekte imân gülü;Kızardıkça, “bekâ” ister!

Ney tek inle, Hakk’a yalvar;Gör, bu aşktan özge ne var?..Her menzilde, bu intizâr;Ya’kub gibi “şifâ” ister!

Koy gafleti, geç ihmâli;“Gül” renginde bul ikbali!Halîl’e sor, bil ahvâli;Bu yol, “cevr ü cefâ” ister!

Hakir görme, hiç bir kulu;Dosdoğru ol, tut bu yolu!Edep bürün, gör usûlü;Mevlâ’m, “ahde vefâ” ister!

Rıfat ARAZ

Mevlâ’m, Ahde “Vefâ” İster!

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba46 47

Page 26: M. Nihat MALKOÇ

Buhurizâde Mustafa Itrî İstanbul’da

Mevlânâkapı civarındaki Yayla (Yaylak)

semtinde doğdu. Asıl adı Mustafa olup

kaynaklarda doğum tarihi hakkında bilgi yok-

tur. Suphi Ezgi doğum tarihini 1630, Sadeddin

Nuzhet Ergun ise 1630-1640 tarihleri arasında

tahmin etmektedir. Buna göre Itrî’nin muhte-

mel doğum tarihi 1640’tır.

Itrî’nin aile adı Buhurizâde’dir, yani “Buhur-

cuoğlu” Babasının, dedesinin yahut atalarından

birisinin buhar (günlük, güzel koku) taciri olduğu

anlaşılır. Bu yüzden Itrî bu lakapla anılır.

Itrî’nin eğitim hayatını da bilmiyoruz. İlko-

kula gittiği, ondan sonra bir müddet medrese

dersi görmüş olması muhtemeldir. Fakat med-

resenin yüksek kısmından diploma almadığı he-

men hemen kesindir. Alsaydı, bu husus kaynak-

larımızdan birine yansıyacaktı.

Buna rağmen Itrî’nin Divân şairi olduğunu

da unutmayarak, mektepten sonra bir müd-

det medreseye devam edip, sonra Enderun’a

girerek musiki kısmında tahsilini tamamladığı,

özel hocalardan ders gördüğü, Mevlevihane’de

Mevlevî musikisini ve camilerde cami musikisini

öğrendiğini söyleyebiliriz.

Kırım Hanı Selim Giray’ın Çatalca’da bulunan

çiftliğinde musiki toplantılarında büyük itibar

gören Itrî, Sultan Dördüncü Mehmet dönemin-

de (1648-1687) musiki hocası serhanende (icra

heyeti şefi) padişahın nedimi ve sohbet arka-

daşı Harem-i Hümâyun (saray kadınları daire-

si) cariyeleri, musiki hocası olarak görev yaptı.

Dördüncü Mehmet Edirne’de çok oturduğu için,

Itrî’nin de yıllarca Edirne Sarayı’nda yaşadığı,

Edirne’de bir evi olduğu anlaşılır. Mustafa Itrî,

her bestesi için, zamanın telif ücreti karşılığı

olarak padişahtan ve devlet büyüklerinden al-

tın, mücevher gibi para ve hediyeler almıştır.

Yine bir gün Sultan Mehmet, Itrî’nin bir Segâh

Yürük Semai’sini dinledikten sonra hayranlığını

gizleyemeyerek Itri’den bir isteği olup olmadığını

sordu. O da Esirciler Kethudalığı’nı istedi.

Esirciler Kethudâlığı, çok yüksek gelirli bir

görevdi. İstanbul’da satışı yapılan bütün köle ve

cariyelerden her biri için her satışta belirli bir

pay, Kethudâya verilirdi. Kethudâ da bu ticaret-

le uğraşan tacirlere nezaret eder ve hükümetle

ilişkilerini düzenlerdi. Itri’nin bu görevi Sultan

Mehmet’ten gelirinin büyüklüğü dolayısıyla is-

tediği sanılır. Oysa zaten zengin ve şöhret sahibi

Itrî’nin paradan, puldan ziyade gayesi İstanbul’a

getirilen esirler arasındaki kabiliyeti ve güzel

sesli gençleri bulup yetiştirmek ve geldikleri ül-

kelerin musikisi hakkında bilgi edinmekti.

Itrî, Dördüncü Mehmet’in tahttan indirilme-

sinden sonra, kardeşleri Üçüncü Süleyman, İkin-

ci Ahmet ve Dördüncü Mehmet’in oğulları İkinci

KÜLTÜR Muammer YILMAZ

“Türk musiki tarihinin en önde gelen birkaç simasından biri olan Mustafa Itrî’nin musikideki hocaları kesin olarak bilinmemekte, ancak Derviş Ömer, Kasımpaşalı Koca Osman, Küçük İmam Mehmet Efendi ve Hafız Post Mehmet

Çelebi gibi, üstatlarından faydalanmıştır.”

Buhurizâde MustafaItrî Efendi

“Mustafa Itrî aynı zamanda talik hattında söz sahibi hattattır. Bu sahadaki hocası, talik üstadı Tophaneli Mahmut Nuri Efendi’nin öğrencilerinden Siyahî Ahmet Efendi’dir. Mustafa Itrî, aynı zamanda Üstat bir şairdir. ”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba48 49

Page 27: M. Nihat MALKOÇ

Mustafa ve Üçüncü Ahmet’in saltanatlarını da

gördü. En büyük bestekâr sıfatıyla onlardan da

sevgi ve alâka gördü, himaye edildi.

Türk musiki tarihinin en önde gelen birkaç

simasından biri olan Mustafa Itrî’nin musikide-

ki hocaları kesin olarak bilinmemekte, ancak

Derviş Ömer, Kasımpaşalı Koca Osman, Küçük

İmam Mehmet Efendi ve Hafız Post Mehmet Çe-

lebi gibi, üstatlarından faydalanmıştır. İbrahim

Alâeddin Gövsa, musiki hocasının Vakıf Halhali

diye tanınan Nasrullah Efendi olduğunu söyler.

Rauf Yektâ Bey, onun Câmi Ahmet Dede’nin (öl.

1671) şeyhliği esnasında Yenikapı Mevleviha-

ne’sine devam ettiğini, ayinlerde aldığı ruhanî

neşeyle Mevlevî olduğunu ve Mevlevihane’ye

gelen ustalardan da faydalandığını, dervişler-

den ney üflemeyi öğrendiğini ifade eder.

Itrî’nin ney üflediğine ve Galata Mevleviha-

ne’sinde bir süre neyzenbaşılık ettiğine dair bir

hikâye vardır, anlatırlar:

Sultan Dördüncü Mehmet zamanında, İs-

tanbul Galata Mevlevihane’sine Derviş Çelebi

Şeyh olarak tayin edilir. Geleneklere uyarak

Şeyh’in posta oturacağı gün “mukabele” deni-

len bir ayin (merasim) düzenlenir. Ayinden önce,

Dergâh şeyhini tebrik için gelenler, değerli he-

diyeler de getirirler. Ayinin yapılacağı “Semaha-

ne” bu hediyelerle dolup taşar. Ayin başlamak

üzeredir, derken kapıdan soluk soluğa saz gibi

sararmış, boynu bükük, fakirliğine fakir bir genç

derviş girer. Herkesin gözü bu dervişe takılır. Bu

da kim diye bir birine bakışırlar. Derviş, ince bir

tevazu ve edeple Şeyh’in elini öper, sonra da

koynundan bir ney çıkararak:

“Bu neyden başka dünyalığım yok. Bu niya-

zımı (saygı ve duamı) bir hediye olarak kabul

buyurunuz efendim.” der ve Şeyh’e uzatır. Şeyh, ney’i alır, öper, dervişe sorar:

“Adın nedir senin?”

“Derviş Mustafa kulunuz. Itrî’de derler.”

“Bu ney senin mi?”

“Eyvallah!”

“Üfler misin?”

“Eyvallah!...”

Itrî ney’ini üflemeye başlar. Birden bire ses-

ler susar, tüm davetliler kulak kesilir ney’e. Itrî

üfledikçe coşar, coşturur, ney inledikçe hıçkırık-

lar artar, gönüller düğüm düğüm çözülür, ruhlar

yumuşar, kanlar korlaşır, koca salonda çıt çık-

maz. Neden sonra Itrî’nin artık nefesi tükenmiş-

tir. Başı Şeyh’in dizlerine düşer. Şeyh, onu alnın-

dan öperek ayağa kaldırır.

“Biz postun bahtında, sen dostum gönül tah-

tında oturuyorsun. Tanrı aşk derdini artırsın.

Aferin Itrî...” diye iltifatlar eder. O günden son-

ra, bir süre dergâhın neyzenbaşısı olarak, Naat-ı

Mevlânâ’yı burada besteler.

Mustafa Itrî aynı zamanda talik hattında söz

sahibi hattattır. Bu sahadaki hocası, talik üstadı

Tophaneli Mahmut Nuri Efendi’nin öğrencilerin-

den Siyahî Ahmet Efendi’dir.

Mustafa Itrî, aynı zamanda Üstat bir şairdir.

Şuara (şairler) tezkirelerinde ve güfte mecmua-

larında na’t, gazel, muamma (bilmece), tahmis,

nazire, tarih ve kıtalarının yanı sıra hece vezniy-

le yazılmış türkülerine de rastlanmaktadır:

Âşık oldum bin cân ile

Gözlerim doldu kân ile

Geçdi ömrüm hicrân ile

Terk eyledin âhir beni

Kerem eyle dostum bana

Dil ü cânım verdim sana

Bakmaz oldun benden yana

Terk eyledin âhır beni

Niçin yanıma gelmezsin

Hâtrını ele almazsın,

Semt-i vefâ’yı bilmezsin

Terk eyledin âhır beni

Cânıma kâr etdi elem

Cürmüm nedir, suçum bilem

Ben senin kurbânın olam

Terk eyledin âhır beni

Itrî’ye rahm eyle cânım

Nice demdir ki giryânım

Nedir cürmüm a sultânım

Terk eyledin âhir beni

Itrî’nin bir musikişinas olarak asıl önem-

li yönü bestekârlığıdır. Türk musikisinin câmi,

tekke ve klasik musiki alanlarında peşrev, saz

semaisi, beste semai, ayin, na’t, durak, tekbir,

salâ ve ilahi olmak üzere hemen her formunda

eser vermiş nadir sanatkârlardan olan Musta-

fa Itrî’nin eserleri alışılmışın dışında bir melodi

örgüsüne sahiptir. Çoğunlukla Fuzuli, Nev’i Nabi

gibi şairlerin nadir olarak da kendi güftelerini

bestelemiştir.

Dini eserler arasında Bayram Tekbiri gerçek

bir şaheser olarak Türkiye sınırlarından taşmış,

İslâm, memleketlerinde de okunmuştur. Her

Mevlevîayininin başında okunan rast makamın-

daki Naat-ı Mevlânâ ise ölümsüz eserlerinden

biri olmuş, üç yüz yıldan beri okuna gelmiştir.

Güftesi Nef’î’nin olan:

Tûti-i mu’cize-gûyem, ne desem lâf değil

Çerh ile söyleşemem, âyinesi saf değil

Segâh yüzük semâisi, güftesi Nâbî’nin olan:

Gel ey nesim-i sabâ, hatt-ı yârdan ne haber?

Gelir mi kaafile-i müşk-bârdan ne haber?

İsfahan Zencir Bestesi ve daha otuzdan fazla

bestesi ile Mustafa Itri, sözde ve sazda, Klâsik Türk

Müziği’nin zirvesine çıkmış, adını anıtlaştırmıştır.

İstanbul, surları dışında oturan Itrî, çiçek ve

meyve meraklısı idi. Bahçe işleriyle uğraşmak-

tan zevk duyduğu ve kendisine Itri mahlasının bu

sebeple verildiği; Mustabey armudunun da onun

tarafından yetiştirildiği kabul edilmektedir.

Mustafa Itrî 1711’de vefat etti. Şeyhi Salim,

Safayı gibi tezkire müelliflerine göre Kethuda

görevinde iken, bazı kaynaklara göre ise ayrıl-

dıktan bir süre sonra vefat etmiştir. Yenikapı

Mevlevihane’si civarına veya Edirnekapı dışın-

daki Mustafa Paşa Dergâhı karşısına defnedildi-

ği rivayet edilmekteyse de bu konuda kesin bilgi

bulunmamaktadır.

Mustafa Itrî besteleriyle ün yapmış, ölüm-

süz eserler meydana getirmişse, İstanbul’un

sekizinci tepesi büyük şairimiz Yahya Kemâl de

Itrî’yi mısra mısra dile getirerek Itrî’den bir şa-

heser örmüş, şiirden Itrî’ye bir anıt dikmiştir...

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba50 51

Page 28: M. Nihat MALKOÇ

Hayatı Ölümle Anlamlı Kılmak

Hayat ve ölüm, insanın anlaması, anlam-landırması gereken iki temel meselesi-dir. Aslında bunu yapmaya çalışmıyor

değildir. Ne var ki bakış ve yaklaşım tarzı sorun-lu olunca ne hayatı ne de ölümü olması gerekti-ği gibi anlamlandıramıyor. Burada temel sorun, insanın dünya hayatının öncesi ve ölüm sonrası hakkında sahih bir anlayışa sahip olamamasıdır. Çünkü var oluşu “bezm-i elest”inden başlatmaz, ölümü de geldiğimiz yere geri dönmek olarak görmezsek dünya, doğumla ölümün sınırlan-dırdığı bir alana ve anlama bürünüyor. Hayat, öncesini ve sonrasını yok görünce insana yaşa-ma tadı vermiyor, ölüm de korkulacak bir olay haline geliyor.

Modern insan bundan dolayıdır ki bunalım içindedir. Bu yüzden tatminsiz, mutsuz, ne ya-pacağını bilmez halde ömrünü geçirmeye çalı-şıyor. Geçici keyif aldığı durumlarda da bu keyif bozulmasın diye ölümü görmezlikten geliyor, onu hatırlatacak her şeyi hayatından uzaklaştı-rıyor. Mezarlıkları bunun için yerleşim alanı dı-şına çıkarıyor. Dahası ölüme tıbben çareler ara-mak gibi nafile bir uğraşının içine bile giriyor. Modern insanın bu çıkmazı ölüme farklı bakan bizim gibi toplumları da etkiliyor. Ölüm bizi de korkutuyor, ürkütüyor ve onu unutmak için bü-tün zamanlarımızı çeşitli meşgalelerle doldur-maya çalışıyoruz.

Oysa ölümü böyle algılamayan bir kültür-den geliyoruz. “Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedi varsın.” diyen ses bu topraklarda yetişti. Ölümü “düğün gecesi” gören anlayış bu iklimde yeşerdi. İlkbaharla dirilişin, sonbaharla ölümün derslerini öğreten bir eğitim anlayışımız vardı. Bu anlayışa göre ölüm yok oluş değildi, ölen de yok olmazdı. Beden toprağa karışır, ruh ise son-suzluğa kanatlanır, geldiği âleme geri dönerdi. Mezarlıklarımız ise hayatın bir parçasıydı. Ziya-retler eder, bizden bedenen ayrılanlarla sohbet-ler ederdik. Yahya Kemal’in dediği gibi biz ölü-lerimizle birlikte yaşardık. Hele ziyaret ettiğimiz bir ermiş mezarı ise ölüm daha da güzelleşirdi gözümüzde.

Ölüme böyle baktığımız için de hayat da an-lamlıydı. Onu bize verilen bir emanet bilip kıy-metini takdir etmeye, güzel işler yaparak gü-zel yaşamaya çalışırdık. Bu yüzden mutluyduk. Bunu geçen yıl Kayseri’nin bir köyünde bir nine bana bir kez daha öğretti. Ah o bilge nineler, dedeler. Kitabı okumamış ama kâinat hitabını hıfzetmiş bilgelerdi. Bana “Nasılsın?” diye sor-duğumda demişti ki “Ne olsun evladım. Ema-neti taşıyoruz işte. Geldik gideceğiz. Vaktimiz bekliyoruz.”

Hayatı, canı, bedeni emanet bilmek, ölümlü olduğunun bilgisi ve bilinci içinde olmak, doğal olarak her anı ve her şeyi bu emanetlerin asıl sahibiyle münasebet haline götürüyor insanı. Böyle olunca da ekmek, nimete; yağmur, bere-kete, hayat, imtihana dönüşüyor. Ağaca ağaç, kuşa kuş demenin ötesinde bir anlam dünya-sının içine giriyoruz. Her şeye karşı sorumluluk hissiyle kuşatılıyor insan. Yine aynı günün ge-cesinde karşılaştığım bir dede de göğü çiçek bahçesine çeviren yıldızlara bakıp “Seni sevi-yorum, her şey Senden ve Senin” diye sesleni-yordu Rabb’ine. Bu da her şeyde Allah’ı tefekkür etmenin, onun tecellilerin farkında olmanın bir örneği idi.

Yiğit, düştüğü yerden kalkar derler. Madem-ki biz bu topraklarda böyle bir dünyayı yaşadık, böyle bir anlayışı benimsedik. Böyle insanlar bu-ralarda var oldular. Öyleyse kimliğimize dönüp yeniden hayatı ve ölümü birlikte ama öncesi ve sonrasıyla ele alarak yaşamanın imkânlarını yeniden bulmalı, bu konudaki bilgiyi içselleştir-meliyiz. Aksi takdirde Batı’nın hayatı olması ge-

“Hayatı, canı, bedeni emanet bilmek, ölümlü olduğunun bilgisi ve bilinci içinde olmak, doğal olarak her anı ve her şeyi bu emanetlerin asıl sahibiyle münasebet haline götürüyor insanı. Böyle olunca da ekmek, nimete; yağmur,

berekete, hayat, imtihana dönüşüyor.”

EDEBİYAT Mustafa ÖZÇELİK

“Hayatı ve ölümü anlamlandırmada gaflet meselesi de bir hayli önemlidir. Çünkü gaflet, geldiğimiz ve gideceğimiz yer hakkında unutma hali içinde olmaktır ki bu da insanın en büyük felaketidir.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba52 53

Page 29: M. Nihat MALKOÇ

yaşar. Allah bilgi ve bilincine bu dünyada ulaşır.

Çünkü geçen gün ömürdendir. Yol, ölüme götü-

ren bir yoldur. Öyleyse onu bir gelecek olarak

algılamak her an için bu yolculuğun son durağı-

na gelebiliriz şeklindeki bir anlayışla ona hazır

halde olmak demektir.

Hayatı da ölümü de bu şekilde algılamak el-

bette sadece kitabî bilgilerle olacak bir iş değil-

dir. Zira her insan, az çok bu bilgilere sahiptir.

Mesele bu bilgilerin içselleştirilmesi meselesi-

dir. Bu içselleştirme tekrar belirtmek gerekirse

varlığın doğumla başlamadığını, ölümle de bit-

mediğini anlamaktan geçmektedir. Burada tek-

rar hayatın anlamına dönecek olursak şunu da

eklemek gerekir. Yaratılış, boşuna yani anlamsız

değildir. Dünya hayatına gelişten maksat, bura-

daki deneyimlerle olgunlaşmak, böylece imtiha-

nı başarmaktır. Bu bilgi ve bilinci muhafaza için

de aslında yine Yunus’un bir şiirinde söylediği

“Yunus, sen bu dünyaya niçin geldin?” sorusunu

hep akılda tutarak yaşamak yeterlidir.

Bu bağlamda Yunus’un “Benüm bunda kara-rım yok, ben bunda gitmeye geldim.” mısraı ile başlayan şiiri aslında her şeyi özetlemektedir. Buna göre, dünya pazar yeridir. Kişi, bir bezirgân gibidir. Metaını alana satmaya gelmiştir. Gelişin temel gayesini ise şu mısralar ortaya koyar:

Ben gelmedim davi için benim işim sevi içinDostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim

İşte insanın meseleye “gönül” olarak bakma-sı hayatı anlamlandırması açısından çok önem-lidir. Buraya geliş amacımız dava (iddia), kavga değil sevgidir. Sevginin evi ise gönüldür. Burası Dost (Allah) içindir. Gönül yapan, maddeye değil manaya önem veren insan bu dünyada yaşasa da hep ötelerin hasreti içinde sonsuz yurduna gitmek için burada bir yolculuk serüveni yaşar. Tasavvufun seyr ü sülûk yani yolculuk olarak ni-telendirilmesi de zaten bu yüzdendir. Mademki bir yolculukta yolcuyuz. Öyleyse gideceğimiz yere eli boş gitmemek olmaz. Oraya insandan bu dünya beklenen olgunlaşmayı tamamlayıp gitmek gerekir. Bu olgunlaşma ise bir kez daha söyleyecek olursak Allah’ı bilme meselesidir.

rektiği gibi anlamlandıramamaktan doğan bu-

nalımı bizi de bütünüyle kuşatacak ve bunun acı

sonuçlarıyla karşı karşıya kalacağız demektir.

Bu konuda Yunus Emre’nin söyledikleri bile

tek başına bu konuda bilgi ve bilinç sahibi ol-

mak için yeterlidir aslında. Ölüm, bilindiği gibi

Yunus Emre şiirinin en temel konularından bi-

ridir. Yunus Emre, “Milk-i bekadan gelmişim.”

derken geldiği yerin, “Fani cihanı neylerem.”

derken dünyanın geçiciliğinin, “Ölür ise ten ölür

canlar ölesi değil.” derken ruhun beden kafesin-

den çıktıktan sonra hürriyetine kavuşup geldiği

âlemde var olmaya devam edeceğinin bilgisini

öğretir bize. Ayrıca bu söyleyiş ölümü korkula-

cak bir olay olmaktan da çıkarır. Bütün bu söy-

leyişler, elbette hayatı dışlayıcı ifadeler değildir.

Burada söylenilmek istenen hayatın ölüm bilin-ciyle asıl manasını kazanıyor olmasıdır. Kısacası hayat, aslında sonunda ölüm olduğu için güzel-dir. Bundan dolayıdır ki bize dünyada hep güzel ve hayırlı olan işler öğütlenir. Bunlar sevmek, hoşgörülü olmak, sabır, çalışma, gafletten uzak durma şeklindeki bizi dünya hayatında diri tu-tan özelliklerdir.

Hayatı ve ölümü anlamlandırmada gaflet meselesi de bir hayli önemlidir. Çünkü gaflet, geldiğimiz ve gideceğimiz yer hakkında unutma hali içinde olmaktır ki bu da insanın en büyük felaketidir. Zira bu unutma hem Allah’ı hem de insanı yücelten, değerli kılan her türlü kıymetle ilgilidir. Yunus Emre, bunun farkında biri olarak ölüme bu açıdan da bir imkân ve nimet olarak bakar. Ölüm, bu anlamda bir uyarıcıya dönüşür. Bu uyarıyı veya ikazı ise insan en çok mezarlık-larda hisseder. Onun:

Sana ibret gerek ise gel göresin bu sinleriGer taş isen eriyesin bakıp göricek bunlarıŞunlar ki çoktur malları gör nice oldu halleriSon ucı bir gömlek imiş onun da yoktur yenleri

dörtlüğüyle başlayan şiiri bu manada tam bir

ikaz metnidir. Bu şiir, bizi özellikle dünya hayatı-

nın bize ölümü unutturmaya çalışan yönleri ko-

nusunda uyarır. Hayatta mala, mülke, makama

vb. aldanmamızı öğütler. Zira bunların hiç biri

kalıcı nitelik taşımaz. Öyleyse varoluş, bunlarla

anlamlı değildir. Var olmanın sebebi Allah’ı bil-

mektir. Bu da insanın kendini bilmesinden ge-

çeceğine göre kendini bilen insan, insan nedir,

hayat ve ölüm nedir, gibi temel sorularına sa-

hih cevaplar verebilen varlıktır. İnsan, bu sahih

cevaplara sahipse o zaman bedeniyle “madde

âlemi”nde yaşasa bile, ruhuyla “mana âlemi”nde

yaşar ve Yunus Emre’nin ifadesiyle “İki cihan

seyrini cümle vücudda” bulur. Meseleye böyle

bakınca da her şey Allah’ı hatırlatır. Gafletten

uzak kalırız. Ölüm, korkulacak bir konu olmak-

tan çıkar. Zira ölüm o zaman “yokluk” anlamı-

na gelmez. Daha doğrusu ölümü ölmeden önce

“Hayatı da ölümü de bu şekilde algılamak elbette sadece kitabî bilgilerle olacak bir iş değildir. Zira her insan, az çok bu bilgilere sahiptir.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba54 55

Page 30: M. Nihat MALKOÇ

Atasözlerine Yeniden Bakmak

Atasözlerimiz ve deyimlerimiz milletimi-

zin inancını, yaşayış tarzını, felsefesini,

geleneğini, göreneğini ve daha sayama-

yacağımız pek çok özelliğini ortaya koyan birer

şaheser niteliğindedir. Saatlerce konuşmakla,

sayfalarca yazmakla anlatamayacağımız husus-

lar topu topu en fazla bir cümlelik sözle daha

sağlam ve etkili bir şekilde ancak atasözlerimiz-

le, deyimlerimizle anlatılabilir.

Atasözlerimiz ve deyimlerimiz özellikle ço-

cuklarımız ve gençlerimiz için aynı zamanda

rehber sözlerdir. Yedi yaşındaki bir çocuğa bir

anne baba saatlerce, temiz, tertipli, düzenli ol-

ması için nasihat etse çok da etkili olamaz an-

cak ona “Aslan, yatağından belli olur.” ya da “Te-

mizlik, imandan gelir.” gibi kısa ve özlü bir söz

söylediğinde çocuk, bu sözlerdeki manayı hiç de

ummayacağımız, tahmin edemeyeceğimiz bir

ferasetle çözecek ve daha dikkatli olacaktır.

İslâm öncesi Türkçemizde “sav” olarak bi-

linen, Türklerin İslâmiyet’i kabulünden sonra

darb-ı mesel ya da atasözü şeklinde adlandırı-

lan; zamanın süzgecinden geçerek şekillenen,

öz haline gelen bu sözlerin her biri bizim için

birer hayat rehberidir. Çıkmaza düştüğümüz

yolda bize ışık olan, bizi rahatlatan nice atasö-

zümüz vardır. Başta da söylediğimiz gibi atasöz-

leri ve deyimler bir milletin genetik yapısını, ka-

rakterini yansıtan birer ayna gibidir. Atasözüne,

deyimine baktığınız zaman bir milletin nasıl bir

anlayışa sahip olduğunu bulabilirsiniz. Türkçe

atasözleri ve deyimlerinde Türk milletinin ka-

rakter yapısını çıkarmak mümkündür.

Atasözleri ve deyimler günümüze asırla-

rın zihniyet, inanç, kültür, felsefe, gelenek gibi

millî ve manevî süzgeçlerinden geçerek geliyor.

Yanlış giden bir şey olmuşsa o, zaten imbiğin bi-

rinden geçse bile bir diğerinde takılıp kalmıştır.

Bizim bilemediğimiz ve günümüze ulaşamayan

belki binlerce daha atasözü namzedi silinip git-

miştir. Yani bu süzgeçler o kadar hassas ki söz

hem şekil (uzunluk-kısalık, ölçü, kafiye) hem

de muhteva bakımından defalarca eleniyor ve

son şeklini alıyor. Hatta kitaplarda atasözleri ve

deyimlerde kelimelerin eş anlamlıları ile bile

kullanılamaz, kelimelerin yerleri bile değiştiri-

lemez gibi kesin hükümler verilmesine rağmen

atasözlerinde ve deyimlerde her şeyde olduğu

gibi bir tekamül var ve bu tekamül her an de-

vam etmekte en estetiği yakalama süreci de-

vam etmektedir yani pekala değişmeler devam

ediyor ve edecektir de…

Bu girişi temel alarak günümüzde atasözü

ve deyim teriminin düz bir mantıkla anlaşıla-

mayacağını belirttikten sonra atasözleriyle ve

deyimlerle ilgili bir iki anlayış üzerinde durmak

istiyoruz.

1. Genellikle kelimelerin farklı anlamlarını

öğrenen(!) bazı kimseler, atasözlerine şimdiye

kadar anlaşılan manasının dışında bir anlam

yüklemeye ve bizim de şimdiye kadar yanlış an-

ladığımızı bundan sonra böyle anlamamız ge-

rektiğini ifade ediyorlar. Halbuki bunlar bir keşif

değildir. Sebebini birazdan ele alacağız. Fakat

ne yazık ki dil ve edebiyatla iştigal eden bazı ya-

zarlar da bu yeni keşfe(!) dahil olup sağda solda

yazılar yayınlıyorlar. Bu yayınlar da okul gaze-

telerine varana kadar iktibas ediliyor. Bir husus

bilim adamı ya da yazar sıfatıyla ele alındığı za-

man tabii ki insanların mantığına uymasa bile

EDEBİYAT Vedat Ali TOK

“Atasözlerimiz ve deyimlerimiz özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz için aynı zamanda rehber sözlerdir. Yedi yaşındaki bir çocuğa bir anne baba saatlerce, temiz, tertipli, düzenli olması için nasihat etse çok da etkili olamaz ancak ona ‘Aslan, yatağından belli olur.’ derse öğretici olur.”

“Atasözleri ve deyimler günümüze asırların zihniyet, inanç, kültür, felsefe, gelenek gibi millî ve manevî süzgeçlerinden geçerek geliyor. Yanlış giden bir şey olmuşsa o, zaten imbiğin birinden geçse bile bir diğerinde takılıp

kalmıştır.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba56 57

Page 31: M. Nihat MALKOÇ

insanlar bunu ciddiye alır. Biz bu turfa kaşiflerin

kimler olduğunu listelemeden nerede nasıl ya-

nıldıklarını bir kez daha anlatalım.

“Su uyur düşman uyumaz.”

Hele de internet sitelerinde cirit atan bu ata-

sözündeki keşif şu: Burada geçen su kelimesi

asker anlamındadır. Yani sözün doğrusu “Asker

uyur, düşman uyumaz.”

Bir an için böyle düşünecek olsak burada

hangi derin anlatım kalır? Hangi estetik düşün-

ce kalır? Hangi anlam zenginliğinden bahsedile-

bilir? Nasıl bir ders çıkar?

Buradaki suya asker anlamı verdiğiniz za-

man o güzelim atasözü neresinden bakarsanız

bakın sıradan, basit hatta anlamsız bir söz hali-

ne gelir. Halbuki su kelimesini bilinen anlamıyla

yani hayat kaynağı olan su anlamıyla değerlen-

dirdiğimiz zaman bakın nasıl mana zenginliğine

kavuşuyor:

Su bilindiği gibi akıcı bir maddedir. Yolunu

bulduğu zaman yerinde durmaz hemen hare-

ket eder. Önünü kapatsanız bile Seddi yıkmak

için fırsat kollar yani daima hareket halinde-

dir. Durgun gördüğümüz su bile daima hareket

halinde bulunur. Soğuk etkisiyle buz tuttuğu

zaman bile suda bir hareket mevcuttur. Zaten

atalarımız bunu bildiği için diyorlar ki düşma-

na karşı daima teyakkuz halinde dur çünkü en

olmayacak şey bile uyusa kendinden geçse,

gaflete düşse de düşman fırsat beklemektedir.

Ona karşı sürekli tetikte olmak gerek. Demek

ki su kelimesinin asker anlamıyla bu sözde bir

ilgisi yokmuş.

2. Mutlaka siz de duydunuz çünkü bize de

bazı dindar(!) hocalarımız şöyle diyordu: Atasö-

zü diye yutturulan bazı sözler Türklerin inancını

ve ahlakını bozmak için Yahudiler Hıristiyanlar

tarafından dikte edilmiştir. Bu sözler bizim ola-

maz. Nedir Bunlar:

“Üzümü ye bağını sorma.”

“Devlet malı deniz yemeyen domuz.”

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”

Hâlbuki bu ve benzeri atasözlerimizde tariz,

azarlama, kınama ve başka Saiklerle bir ders

ve nasihat amacı vardır. Gündelik hayatımızda

biz bu türden maksatlı ifadeleri her zaman kul-

lanmıyor muyuz? Mesela küfür eden bir çocuk

gördüğümüz zaman ona “Aferin yavrum, devam

et!” dediğimizde hayâ perdesi yırtılmamışsa

çocuk hemen mahcup oluyor değil mi? Neden?

Çünkü çocuk bu hareketinin kötü bir şey oldu-

ğunu anlıyor.

Devletin bir malını çalan adama “Devlet malı

deniz yemeyen domuz.” derseniz o adam size

şöyle mi mukabelede bulunur?

- Teşekkür ederim. Ben domuz olmamak için

çaldım. Hadi sen de çal da domuzluktan kurtul.

“Üzümünü ye, bağını sorma.” sözü de bir

azarlama, kınama ve ikaz anlamı taşıyor. Yani

eline geçen malın yiyeceğin rızkın helal mi ha-

ramı olduğunu araştır demek istiyor. Yani bun-

lar ters öğüt destanları gibidir bunu olduğu gibi

alan ve anlayan da zaten olamaz. O halde nere-

den çıkıyor Yahudiler, Hıristiyanlar?

Atasözleri ve deyimler hikmetli sözlerdir

hikmeti iyi anlamak gerekir. Bu çok da zor değil

aslında.

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”

sözü yalana mı teşvik ediyor yoksa doğru söyle-

menin bir yiğitlik göstermesi olduğunu, ne olur-

sa olsun doğru söylemek gerektiğini mi ifade

ediyor?

Sonuç olarak ben başka bir Yahudi ve Hıris-

tiyan oyununa dikkat çekmek isterim. Zaten bir

dil yozlaşması, bir dil emperyalizmi Türkiye’de

cirit atıyor. Biz de şu atasözü bizim olamaz, bu

deyim yanlış diyerek onların ekmeğine yağ sür-

meyelim.

Kalbimdir kalemi, her bir sözümünYazdı mı kelâmın, öz üzre yazarEğilmez, bükülmez virgüller gibiMarufun yolunda, iz üzre yazar Yanmadan olmaz ki, yürekte sevdaKavli kelâm aşksız, pişmez ki tavdaİnançsız, ilkesiz tutulmaz kavgaGülnâre kalemim, köz üzre yazar Maksadı mânâyı, eyler de rehberMürekkebi aşktır, doludur mahberHakikat ne ise, çekinmeden derYazdığını her dem, haz üzre yazar Hayâli kadimdir, inceden inceMısralar sıralar, hep nâzeninceHarfleri, hecesi Kerem dilinceBazen küser yâre, naz üzre yazar Elif elif dizer, sözü satıraCanlanır mazide, bin bir hâtıraVefa sunar her dem, aşka, hatıraBazen de kahveden, göz üzre yazar Celalettin KURT

Yazar

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba58 59

Page 32: M. Nihat MALKOÇ

Nefsini Arındıran Kurtuluşa Ermiştir

“İnsan, nefsini arındırmak için gayret etmeli ve nefsinin hoşuna giden hevesler peşinde koşmamalıdır. Kur’an’da nefsini arındıranın kurtulacağı, nefsânî hevesler peşinde koşanların ise zarara uğrayacağı belirtilmiştir.”

KÜLTÜR Mustafa KARABACAK*

Sözlükte “temizlemek, arıtmak” anlamla-

rına gelen tezkiye kelimesi ruhu manevî

kirlerden temizlemek demektir. Allah

Rasûlü’nün görevlerinden biri de insanın manevî

kirlerinden arındırıp ruhen yücelmesini sağla-

maktır. “Ey Rabb’imiz! Onlara, içlerinden senin

âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve

hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir pey-

gamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli

yerince yapan yalnız sensin.”1 “Nitekim kendi içi-

nizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden

arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilme-

diklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik.”2

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın

âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan)

kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hik-

meti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah,

müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki

daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.”3

“Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün

sahibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan

Allah’ı tesbih eder. Çünkü ümmîlere içlerinden,

kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen,

onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber

gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık

bir sapıklık içindeydiler.”4

İnsanın Allah’ın yardımı olmadan kendi ken-

dini temize çıkarması mümkün değildir: “Kendi-

lerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah di-

lediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar

haksızlık görmez.”5 İnsan, nefsini arındırmak için

gayret etmeli ve nefsinin hoşuna giden hevesler

peşinde koşmamalıdır. Kur’an’da nefsini arın-

dıranın kurtulacağı, nefsânî hevesler peşinde

koşanların ise zarara uğrayacağı belirtilmiştir:

“Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu

arzularıyla baş başa bırakan da ziyan etmiştir.”6

İmtihanlarla Arınma

Tezkiye, peygamberlerin görevlerinden ol-

makla birlikte insanlar sadece “inandım” de-

mekle tezkiye edilmiş veya kurtulmuş olma-

maktadırlar. Allah tarafından inananları arın-

dırmak için sık sık imtihana tabi tutulmaktadır-

lar. “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece

‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi

sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de

imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları

ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya

koyacaktır.”7

Rabb’imiz ölümü ve yaşamı da insanları de-

nemek için yarattığını bildirmektedir: “O ki, han-

ginizin daha güzel davranacağını sınamak için

ölümü ve hayatı yaratmıştır.”8 Yine Rabb’imiz

her Müslümanı mutlaka ve mutlaka imtihana

tabi tutacağını bildirmektedir: “Andolsun ki sizi

biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve

ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey

Peygamber!) Sabredenleri müjdele!”9

Bu zor imtihanlardan başarılı bir şekilde

geçebilmek için Allah Rasûlü’nün rehberliğine

ihtiyaç vardır. Bilinen bir gerçektir ki, yalnızca

nazarî bilgi insanlar için yeterli olmaz. İnsanlar

bilginin yani Allah’ın emirlerinin hayata nasıl uy-

gulanacağına dair müşahhas örnekler isterler.

“Bunun için Allah sadece ilâhî kitaplar gönder-

mekle yetinmemiş, daima kitapla beraber bir

peygamber göndermiştir. Kendisine ilâhî kitap

verilmemiş pek çok peygamber bulunmakla be-

raber, peygamber olmaksızın gönderilen hiçbir

“Gerçek anlamda arınmak için Allah Rasûlü’nün rehberliğine ihtiyacımız vardır. Her konuda olduğu gibi aşırılıklara sapmamak gerekir. Allah Rasûlü sahabesinden aşırı gitmek isteyenleri uyarmış kendisini örnek almalarını istemiştir.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba60 61

Page 33: M. Nihat MALKOÇ

ilâhî kitap yoktur. Çünkü insanlar sadece ilâhî

kitaba ihtiyaç duymakla kalmayıp, Kitabın muh-

teviyatını kendilerine öğretebilecek bir rehbere

de muhtaçtır.”10

Bu rehber de Allah Rasûlü’dür. Dolayısıy-

la onun gibi ibadet etmek, onun gibi hareket

etmek zorundayız. Çünkü Kur’an O’na gel-

diğinden en iyi bilen ve en iyi yaşayan O’dur.

Kur’an-ı Kerim bazı konularda ayrıntıya girme-

miş bunun açıklamasını ve nasıl olması gerek-

tiğini Allah Rasûlü’ne bırakmıştır. Namaz, oruç,

hac gibi bazı konular bunlardandır. Bunların

nasıl yerine getirilmesi gerektiğini de Allah

Rasûlü “Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi

kılın.”11 buyurarak beş vakit namazın rekatları-

nı, vakitlerini ve namazlarda ne okunması ge-

rektiğini uygulamalı olarak göstermiştir. Yine

O (s.a.v.), “Hacda yapacağınız ibadetleri benden

öğrenin.”12 buyurarak gerçek bir hac ibadetinin

ancak kendisine uyularak yapılabileceğini de

bildirmiş olmaktadır. Yoksa Mekkeli Müşrikle-

rin yaptığı gibi Kâbe’yi ıslık çalarak, el çırparak

tavaf ederek değildir. “Onların Beytullah yanın-

daki duaları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan

başka bir şey değildir.”13

Peygamberlerinin öğretisine uymayıp da

aşırı giden toplumlara karşı Rabb’imiz bizleri

uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Yahudiler,

‘Üzeyr, Allah’ın oğludur.’ dediler. Hıristiyanlar

ise, ‘İsa Mesih, Allah’ın oğludur.’ dediler. Bu onla-

rın ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan)

sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr et-

miş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onla-

rı kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!”14

Arınmak İçin de Rehberimiz Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’dir

Gerçek anlamda arınmak için Allah

Rasûlü’nün rehberliğine ihtiyacımız vardır. Her

konuda olduğu gibi aşırılıklara sapmamak gere-

kir. Allah Rasûlü sahabesinden aşırı gitmek iste-

yenleri uyarmış kendisini örnek almalarını iste-

miştir. Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre Rasûlullah

(s.a.v.) sahabilerine daima takat getirebilecek-

leri işleri emrederdi. (O zaman) sahabileri “Yâ

Rasûlallah, biz senin gibi değiliz. Allah senin ol-

muş olacak günahlarına mağfiret etmiştir.” der-

lerdi de, öfke alâmeti yüzünde bilinecek kadar

kızar ve ondan sonra da “En ziyâde takvalınız ve

Allah’ı en çok bileniniz, şüphesiz ki benim.” buyu-

rurdu.15

Bir defasında, kıldığı namazların çokluğun-

dan dolayı Havlâ isimli kadını övgüyle anlatan

Hz. Aişe’ye Allah’ın Rasûlü şöyle cevap vermiş-

tir: “Bırakın (böyle şeyleri)! Güç yetireceğiniz işleri

yapın. Vallahi siz bıkarsınız da Allah bıkmaz!”16

Allah’ın Rasûlü, kayalıklar üzerinde uzun süre

namaz kılan bir kimseyi görünce de “Ey İnsan-

lar! Size gereken orta yoldur. Vallahi siz bıksanız

da Allah bıkmaz!”17 buyurmuştur.

Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste

Allah’ın Rasûlü, dinin özünde kolaylık olduğunu

dolayısıyla orta yolu tutmak gerektiğini bildir-

mektedir. “Şüphesiz bu din kolaylıktır. Hiçbir kim-

se yoktur ki, bu din hususunda (amellerim eksik-

siz olsun diye) kendini zorlasın da din ona galebe

etmesin. Öyle olunca ortalama gidin. (Eğer tam

yapamazsanız, ona) Yaklaşın, (az olsa da devamlı

amel ve ibadetten dolayı) sevinin. Sabah, akşam

ve gecenin bir bölümünde Allah’tan yardım iste-

yin.”18

DipnotYard. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK

1. Bakara, 2/129.2. 2/Bakara, 151.3. 3/Al-i İmrân, 31.4. 62/Cuma, 1-2.5. 4/Nisâ, 49.6. 91/Şems, 9-10; ayrıca

bkz: 87/A’lâ, 14.7. 29/Ankebût, 2-3.8. 67/Mülk, 2.9. Bakara, 2/155.10. Osmani, Muhammed Tâki

(Çeviri: İbrahim Kutluay),

Sünnet’in Bağlayıcılığı, Rağbet yayınları, İstanbul, 2010, s. 29.

11. Buhârî, Ezân, 18.12. Müslim, Hac, 310.13. 8/Enfâl, 35.14. 9/Tevbe, 30.15. Buhari, İman, 13.16. Buhârî, İmân, 32; Müslim,

Müsâfirîn, 221.17. İbnMâce, Zühd, 28.18. Buhârî, İman, 29.

Kaytan bıyığını buranlardanızKüffâr karşısında duranlardanız

Göktürk’ten, Selçuk’tan, Osmanoğlu’naCihan devletleri kuranlardanız

Hep mazlumdan yana, tarih boyuncaZâlimlerden hesap soranlardanız

Şeyhin tekkesinde gözleri dalıpRüyâsını hayra yoranlardanız

Bâtıldan sakınan, Hakk’ı Hak bilenŞerri can evinden vuranlardanız…

Bekir OĞUZBAŞARAN

Biz Kimiz?

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba62 63

Page 34: M. Nihat MALKOÇ

Meşhur Hanefi Fakihi

“İmam Serahsî”Ebû Hanîfe’nin açtığı fıkıh çığırından ve

kurduğu fıkıh okulundan pek çok âlim ve

hukukçu yetişmiştir. Bunlardan biri de,

İmam Serahsî’dir. Esas adı, Ebû Bekr Muham-

med b. Ebû Sehl Ahmed’dir. “Şemsü’l-Eimme”,

yani “imamların güneşi” ve “Fahru’l-İslâm” yani

“İslam’ın iftihar kaynağı” olarak da bilinir. Türk

olduğuna dair kesin bir delil yoktur. Fakat bir-

çok kez Türklerden bahsetmiş olması sebebiyle

Türk olma ihtimali daha güçlü görünmektedir.

Serahsî, hem öğrencilik yılları esnâsında hem

de hocalık yaptığı yıllarda Buhârâ’da yaşamış

olup Karahanlılar devleti âlimlerinden birisidir.

Eserlerini Arapça olarak kaleme almıştır.

İmam Serahsî, bugün Türkmenistan sınır-

ları içinde yer alan ve İran’ın Meşhed şehriyle

Türkmenistan’ın Merv şehirleri arasında kalan

Serahs şehrinde tahmînen hicrî 400 yılında

doğmuştur. Bu şehir Hz. Osman zamanında Ab-

dullah b. Hâzim es-Sülemî tarafından fethedile-

rek İslâm ülkesi topraklarına katılmıştır.

Serahsî, Karahanlılar döneminde yaşamış-

tır. Bu dönem, bir yandan hükûmet ile ulemâ

arasında anlaşmazlıkların ve gerginliklerin ya-

şandığı, diğer yandan halkın haksız vergiler se-

bebiyle muzdarip olduğu bir dönemdir. Serahsî

de bu haksız vergilere bizzat karşı çıkmış ve

bu sebeple de zindana atılmıştır. O, bu konuda

şöyle demiştir: “Zamanımızda devlet görevlileri

haksız yere vergiler îcâd etmektedirler. Kimin

bu haksızlığa karşı durabilecek gücü varsa bu

tutum onun için doğru bir davranış olacaktır.

Zulme engel olmaya gücü yetmeyen kimseler

ise isterlerse bu vergiyi verebilirler…”1 Aynı za-

manda bu dönem İslâm coğrafyasının çeşitli

bölgelerinin haçlı saldırılarına maruz kaldığı

dönemdir.

İmam Serahsî’nin tahsil hayatı Buhârâ’da

geçmiştir. Dolayısıyla ders aldığı hocalarının

hepsi Buhârâ’dadır. Serahsî’nin hocaları içeri-

sinde genellikle üç isim öne çıkmaktadır. Bun-

lar, Halvânî, Suğdî ve Bezzâz’dır. Ancak bunlar

içerisinde Serahsî’nin kendisinden uzunca yıllar

ders gördüğü, fıkıh eğitimini kendisinden ta-

mamlayıp icâzet aldığı hocası Şemsü’l-Eimme

(el-Ekber) el-Halvânî el-Buharî’dir. Serahsî’nin

üstâdına olan yakınlığını Şihâb b. Fadlullah,

“Âdetâ güneşe dolunay olmuştur.” diyerek an-

latmıştır. Serahsî’nin ilim silsilesi, Ebû Muham-

med Abdülazîz el-Halvânî, Ebû Ali el-Hasen b.

Hıdır en-Nesefî, Ebû Bekr Muhammed b. el-Fadl

el-Buhârî, Ebû Abdullah b. Ebû Hafs (Sebzmûnî),

Babası Ebû Hafs el-Kebîr, Muhammed b. el-

Hasen eş-Şeybânî kanalıyla İmam A’zam Ebû

Hanîfe’ye ulaşmaktadır.2

Rivâyete göre Serahsî’nin hocası olan

Halvânî’nin babası Ahmed b. Nasr helva satarak

geçimini temin eden fakir bir kimseydi. Zama-

nının fakihlerine helva dağıtır ve onlara, “Oğlu-

ma duâ edin.” derdi. Onun bu cömertliği, imanı,

saflığı, alçak gönüllülüğü ve samimiyeti sebe-

biyle olsa gerektir ki, oğlu “Şemsü’l-Eimme”

(İmamların güneşi) gibi çok önemli bir paye

elde etmiştir.3 Halvânî’nin yetiştirdiği öğrenciler

arasında Hanefîlerin önde gelen isimlerinden

Fahru’l-İslâm Ebu’l-Usr el-Pezdevî ve Sadru’l-

İslâm Ebu’l-Yusr el-Pezdevî kardeşler de vardır.

Serahsî’nin İlmî Şahsiyeti

Serahsî hakkında bilgi veren kaynaklar onun-

la ilgili olarak şu ifadeleri kullanırlar: İmam,

kadı, müctehid, Maverâünnehir’in en büyük ve

en meşhur Hanefî fıkıhçısı ve usûlcüsü, Hadis

ilminde huccet, Kelâm ve Münâzara ilminde

otoritedir.4 İmam Serahsî, hocası Halvânî’nin

vefatı üzerine hem Şemsü’l-Eimme unvanını

almış, hem de ders kürsüsünün başına geçmiş-

tir. O ilim bakımından akranları arasında birinci

sıradadır.

İlim seviyesi bakımından Serahsî, “meselde

müctehid” sayılmaktadır. Yani çözüm bekleyen

bir hukûkî meselede Hanefî mezhebinin kuru-

FIKIH Abdullah KAHRAMAN*

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba64 65

Page 35: M. Nihat MALKOÇ

cu imamlarından herhangi bir rivâyet yoksa o

ictihâd edebilirdi. Meselede müctehid seviye-

si, Ebû Hanîfe’den doğrudan ders almış olan

İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed b. Hasen

eş-Şeybânî, İmam Züfer b. Hüzeyl, İmam Hasan

b. Ziyâd el-Lü’lüî’nin oluşturduğu tabakadan he-

men sonra gelen üçüncü tabakadır.

Zamanının yöneticilerine haksız vergiler

sebebiyle eleştiri yönelten Serahsî’nin 30 cilt-

lik fıkıh kitabı olan el-Mebsûd’u zindanda veya

hapiste ezberinden yazdığı rivâyet edilir. Ancak

tamamını olmasa da bir kısmını hapiste yazdı-

ğı kesindir. Serahsî, Doğu Karahanlıların şu üç

hükümdarı zamanında hapiste kalmıştır: Şem-

sülmülk Nasr (460–473 h.), Hıdır Han (Nasr’ın

kardeşi) (473–474 h.) ve Ahmed Han (Hıdır’ın

oğlu) (474–487 h.). Bu kadar uzun süre hapis-

te kaldığına göre bu cezâyı gerektirecek ol-

dukça ciddî bir suçunun olması gerekir.5 Ancak

Serahsî’nin bu cezâyı hak edecek bir suç işleme-

diği, tok sözlü oluşu ve düşmanlarının husûmeti

sebebiyle mahkûm edilmiş olduğu da söylen-

mektedir. Buradaki husûmetin sebebi, fıkhî bir

anlaşmazlıktan ziyâde, devrinin yöneticileri ile

yaşadığı itikâdî düşünce farklılığı da olabilir. O,

meşhur eseri el-Mebsûd’un bir yerinde, haksız

yere sürülerek hapsedildiğini, eşinden çocuğun-

dan ve kitaplarından ayrı kaldığını, gecelerin ka-

ranlıklarında ağlayarak, göz yaşı dökerek, duâ

ile huşû ile kurtuluşunu istediğini ifade etmek-

tedir.6

Serahsî’in, mahkûmiyetinin ilk yıllarında çok

sabırlı, mütevekkil ve başlamış olduğu telif işi-

ni bitirmekten başka bir şey düşünmediği an-

laşılmaktadır. Ancak hapis hayatı ilerledikçe ve

bilhassa el-Mebsûd adlı eserinin sekizinci cildi-

ni tamamlamış olduğu iki yıllık süreden sonra

“kurtuluş için duâ”, “iftiracıları itham” gibi ko-

nuları ele aldığı görülmektedir. Serahsî, hürri-

yetini elde etmek için artık sabırsızlanmaya ve

sık sık bunu dile getirmeye başlamıştır.7 Zaman

zaman da içinde bulunduğu durumdan kurtul-

ma ümidini kaybettiği ifadelerine yansımıştır.

Nitekim bir eserinde şöyle dediği nakledilmek-

tedir: “Kıyamet günü bana sermaye olsun ve

ben de kazançlı kimselerden olayım diye, ilimde

derine gidenlerin yolunu tutarak, diğer nasîhat

edenlerin arasında benim de sarf ettiğim “söz”

sebebiyle hapse düşmüş ve dünyada kurtuluşa

ermekten ümîdimi kesmiş durumdayım. Yüce

Allah ancak takvâ sahiplerinden hoşnut olur ve

O, sâlih kullarını kendine velî edinir. Hâin olan-

ların hîle ve düzenini hedefe vardırmaz ve iyi in-

sanların da mükâfatını zâyî etmez. Evvel ve âhir

hamd Allah’adır.”8

Serahsî’nin geride bıraktığı değerli eserlere

bakıldığında, hapishane hayatı da dâhil, ilmî fa-

aliyetini oldukça yoğun ve titiz bir şekilde sür-

dürdüğü görülür. Eserlerinde verilen başlangıç

ve bitiş tarihleri dikkate alınarak zaman zaman

günde 260 sayfanın yazdırıldığı, 15 sayfanın al-

tına ise düşülmediği söylenmektedir.9

Serahsî, hukûkun genel esaslarını orta-

ya koymaya çalışan ve uygulayan bir hukuk

âlimidir. Onun geniş görüşlülüğünü, prensiplere

riâyetini ve hukukçuluğunu anlatmak üzere şöy-

le bir örnek verilir: Serahsî’ye göre uzak fayda

ve menfaatler uğruna yakın menfaatler feda

edilmelidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) dev-

DipnotProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN

1. Serahsî, el-Mebsût, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1986, X, 21.

2. Leknevî, s. 95.

3. Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 96–97.

4. Taşköprîzâde, Tabakât, s. 75; Leknevî, s. 158.

5. Hamidullah, Serahsî, X, 504.

6. Mebsût, XII, 108.

7. Tuğ, s. 48.

8. Tuğ, s. 44.

9. Salih Tuğ’un yapmış olduğu hesaplama ve değerlendirme-lerden bu sonuç çıkmaktadır. Bkz. Salih Tuğ, “Eserlerinde Raslanan İfadelerine Göre İmam Serahsî’nin Hapis Hayatı”, 900. Ölüm Yıldönümü Münasebetiyle Büyük İslâm Hukuk-çusu Şemsu’l-E’imme es-Serahsî Armağanı, Ankara Üni-versitesi Basımevi, Ankara 1965, s. 50.

10. Muhammed Hamidullah, “Fıkıh Usûlü Tarihi” (ter. Suat Sez-gin), İslâm Hukuku Etüdleri, Zafer Matbaası, İstanbul 1984, s. 69–70.

11. Hamidullah, Serakhsî, I, XLVIII.

“Serahsî’nin geride bıraktığı değerli eserlere bakıldığında, hapishane hayatı da dâhil, ilmî faaliyetini oldukça yoğun ve titiz bir şekilde sürdürüldüğü görülür. Eserlerinde verilen başlangıç ve bitiş tarihleri dikkate alınarak zaman zaman günde 260 sayfanın yazdırıldığı, 15 sayfanın altına ise düşülmediği söylenmektedir.”

rinde meydana gelen meşhur Hudeybiye barı-

şında da bu prensip uygulanmıştır. Ona göre Hz.

Peygamber (s.a.v.), ortada devam etmekte olan

bir savaş olmadığı halde, Hudeybiye’de mecbur

değilken bile bir sulh anlaşmasını kabul etmiş-

ti. Mekkeliler söz konusu dönemde ona zarar

veremezlerdi. Bununla birlikte Hz. Peygamber

(s.a.v.), Mekkelilere istediklerini vermeye râzı

olmuştu. Zira o dönemde Medine, aynı kuvvet-

te iki düşmanın, yani güneyden Mekkelilerin ve

kuzeyden Hayber Yahudilerinin tehdidi altın-

daydı. Bir önceki sene her ikisi birden Hendek

savaşında Medine’yi kuşatmışlardı. Her ikisiyle

birlikte çarpışacak kadar kuvvetleri yoktu. Biri

karşısında tamamen serbest kalabilmek için di-

ğeriyle ne pahasına olursa olsun bir sulh yapıl-

malıydı. Mekke ile sulh yapılmış, Müslümanların

düşmanlarıyla yapacakları bir savaşta tarafsız

kalmak şartıyla her istedikleri verilmişti. Mek-

kelileri müttefikleri Hayberlilerden ayırmak Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in en parlak diplomatik zaferi

idi. Kur’an’ın ifadesiyle bu zafer, “feth-i mübîn”

ve “nasr-ı azîz” olmuştu.10

Serahsî, büyük bir âlim olmasının yanında,

müttakî, dinî hassâsiyeti yüksek, samîmî ve

ihlâslı bir âlimdir. Onun dinî hassasiyetini gös-

termek üzere şöyle bir olay nakledilmektedir:

Serahsî, öğrencilerinden birinin kuyunun başın-

da hazır olmadığını görünce nerede olduğunu

sormuş. Orada bulunanlardan birisi arkadaşının

abdest almaya gittiğini, kendisinin ise soğuk ol-

ması sebebiyle abdest almadığını söylemiş. Bu

duruma kızan ve abdestsiz derse gelmenin doğ-

ru olmadığını düşünen Serahsî, “Sen bu durum-

dan utanmıyor musun?” diyerek ona çıkışmış,

kendisinin Buhârâ’da öğrenci olduğu sıralarda

bir gün ishal olduğunu, bu yüzden kırk kez ab-

dest almak zorunda kaldığını, odasına her geri

dönüşünde yazı yazdığı mürekkebinin donduğu-

nu ve ısıtmak için koynuna soktuğunu anlatmış-

tır.11

İmam Serahsî, yaşadığı zor şartlara rağmen

Hanefî fıkhında meşhur olmuş birçok öğrenci

yetiştirmiştir. el-Mebsûd adlı Hanefî fıkıh an-

siklopedisi başta olmak üzere pek çok kıymetli

eser de bırakmıştır. O, Mergînân’da (Mergîlân),

483/1090 yılında vefat etmiştir.

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba66 67

Page 36: M. Nihat MALKOÇ

Bu kitapta, “mânevi değerlerimizin millî tem-

silcisi ve sözcüsü” olarak gördüğümüz aziz büyü-

ğümüz Mehmed Âkif Ersoy’un 1912-1913 yılları

arasında yazıp yayınladığı kısa “Tefsir Yazıları”,

1913-1919 aralığında kaleme

aldığı “Manzum Tefsirler” ve

1910-1920 senelerinde cami

kürsülerinde ve halk arasında

dolaşıp yaptığı konuşmalar,

verdiği “Vaazlar” derlenmiş

bulunuyor.

Samimi inanç, din kardeş-

liği ve millet sevgisi gibi yük-

sek duyguların, yerine göre

bazen bir ilim sükûneti, bazen

ağlatan coşkun bir heyecanla

ifade edildiği bu yazı, şiir ve

konuşmalar, bizlere inancımı-

zı yaşama ve dinimize hizmet

yolunda birer rehber olacak

değerdedir...

Cenab-ı Hak’tan, bizlere de dinimizi yaşama ve

yolunda hizmet edebilme aşk ve heyecanını, gay-

ret ve ehliyetini lütuf buyurması duasıyla...

İstiklâl Marşı’mızın yazarı büyük şair Mehmet

Akif Ersoy, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında

yetişen ve birbirinden güzel şiirleri ile gönülle-

rimizde taht kuran nadir simalardan biridir. “Ko-

nuşma dilinin şiirle ifadesi” gibi oldukça zor bir işi

onun seviyesinde başaran ikinci bir isim yoktur de-

nilebilir. Bu yüzden hemen herkes, onun şiirlerin-

den en azından birkaç beyti ezberinden okuyabilir.

Mehmet Akif hakkında ya-

pılan inceleme ve araştırma-

lar, daha çok onun şairlik ta-

rafı üzerine olmuştur. Hâlbuki

onun aynı zamanda nesir yazı-

ları ve yabancı dillerden yaptı-

ğı tercümeleri de vardır. Baş-

muharrirliğini yapmış olduğu

Sırât-ı Müstakim ve devamı

olan Sebîlürreşâd mecmuala-

rında seri yazıları çıkmıştır. Bu

yazıların bir kısmı, bazı Kur’an

âyetlerinin tefsiri konusunda-

dır, diğer bir kısmı ise, yapmış

olduğu tercümelerdir. Ayrıca,

Balkan Harbi ve Millî Mücadele

yıllarında değişik camilerde verdiği vaazlar ve îrâd

ettiği hutbelerin özet metinleri de bu mecmuada

neşredilmiştir.

1908 Meşrutiyeti’nin 23 Temmuz’da ilânından

hemen sonra 27 Ağustos’ta “Sırâtımüstakîm”

adıyla ilk nüshası çıkarılan bu haftalık dergi, se-

kizinci cildinin ilk sayısı olan 8 Mart 1912 tarihli

183. nüshasından itibaren isim değişikliği yaparak,

“Sebîlürreşâd” adıyla devam etmekte idi.

Dergi bu şekilde, 17 yıl (1908-1925) süren neşir

hayatında 25 cilt ve 9 bin sayfa tutan 641 sayı çık-

mıştır. Milli Mücadeleye katıldığı 1920-1923 yılla-

rında İstanbul’dan ayrılmış, üç sayı Kastamonu’da

ve bir sayısı Kayseri’de olmak üzere 464- 527 sayı-

ları Anadolu’da, Ankara’da yayınlanmıştır.

İlk sayısında “haftalık gazete” olarak tanıtılan

dergi, sonradan “haftalık risâledir” diye tarif olun-

muş; ancak bu ibare de kaldırılarak, ihtiva ettiği

konuların belirtilmesiyle yetinilmiştir. Dergi ger-

çekte, ilk devresinde daha çok ilmi, ikinci devresin-

de ise fikrî, fakat daima İslâm adına tebliğ, irşad,

telkin, ikaz ve -bilhassa 1923 sonrasında- müca-

dele tavrında olmak üzere, dergi ile haftalık gazete

arasında bir özellik taşımaktadır.

8 Mart 1912 tarihli 183. sayısından itibaren

muhtevâsında yenilikler yapan dergi, önce “İlmî”

ve “Siyaset ve Hayât-ı İslâmiyye” adını verdiği iki

kısma ayrılmış; bunlar da kendi içinde ayrıca bö-

lümler halinde tertiplenmişlerdir.

İşte Mehmed Akif Bey’in, derginin daima birin-

ci sayfasına konulan ve ilmi kısmın ilk bölümünü

teşkil eden “Tefsîr-i Şerif” yazıları da 183. sayıdan

itibaren yayınlanmaya başlamıştır.

M. Ertuğrul Düzdağ büyük emek mahsulü bir

çalışmayla, Mehmed Âkif Ersoy’un bir eksik cep-

hesini daha tamama erdiriyor. Bu kitapta, “mânevî

değerlerimizin millî temsilcisi ve sözcüsü” ola-

rak gördüğümüz aziz büyüğümüz Mehmed Âkif

Ersoy’un 1912-1913 yılları arasında yazıp yayın-

ladığı kısa “Tefsir Yazıları”, 1913-1919 aralığında

kaleme aldığı “Manzum Tefsirler” ve 1910-1920

senelerinde cami kürsülerinde ve halk arasında

dolaşıp yaptığı konuşmalar, verdiği “Vaazlar” der-

lenmiş bulunuyor. Bu ciltte Mehmed Akif Beyin

36’sı düzyazı, 18’i manzum olmak üzere 54 tefsir

yazısı ile 9 vaaz konuşmasının tamamı bir araya

toplanmıştır.

Mehmet Akif Ersoy Tefsir Yazıları ve Vaazlar

Tevekkül ve TevhidYazar: İmam Gazali Gelenek YayıncılıkTel: 0534 300 41 06

Korkutarak Değil Sevdirerek Din EğitimiYazar: Hatice Kübra Tongar Hayy KitapTel: 0 212. 352 00 50

Biz Vatanımıza Hasret Öldük YavrularımYazar: Oğuz ÖzdemYurt Kitap YayınlarıTel: 0312 417 35 49

Diriler İçin Bir Yasin Okuması Yazar: Ayşe Şener Mana YayınlarıTel: 0212 533 05 35

Makbul ve Maktul İbrahim PaşaYazar: Kadir Mısıroğlu Sebil YayınlarıTel: 0216 553 51 51

KİTAPLIK

KİTAP Yusuf HALICI

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba68 69

Page 37: M. Nihat MALKOÇ

* Öğretmenler, öğrencilerine karşı hoşgörülü ve güler yüzlü olmalı

* Çocuğun başarılı olabileceği ortamlar hazır-lamalı

* Hatalar karşısında affedici olmalı

* Hatalarını kendilerinin bulmalarına yardımcı olmalı

* Onlara isimleriyle hitap etmeli

* Çocukların ilgi ve yeteneklerini dikkate almalı

* Çocuklara yapabilecekleri görevler vermeli

* Gençlerdeki kimlik krizinin çözülmesine yar-dımcı olmalı

* Grup dışı kalmış, terk edilmiş çocuklara özel-likle dikkat edilmelidir.

Bunlar grup faaliyetlerine, sınıf içi aktivite-lere yönlendirilmelidir. Gençlerin problemlerini çözmede okul yönetimi, danışman rehber öğ-retmen, veli ve öğretmen kendi aralarında iyi bir iletişim kurarak işbirliğine gitmelidir. Genç; çevresinden iyi ilişki, arkadaşlık, dostluk, ya-kınlık ve sevgi bekler. Gençlere sevgi ile yakla-şılmalı, konuşularak dinlenilmelidir. İnsanî iliş-kilerde ortak bir dilimiz olmalıdır. Sorumluluk, hoşgörü, doğruluk, dürüstlük, adalet, disiplin, cesaret, sevgi ve saygı esas olmalıdır.

Gerçek zenginlik; insanlara güler yüz göster-mek, onların sevgisini ve saygısını kazanmak, sıkıntı ve problemler karşısında sabırlı olmak, güzel olanları takdir etmek, başkalarındaki en iyiyi bulabilmek, iyi bir insan olarak hatırlan-maktır diyebiliriz. Çocuklarımızla aynı yöne ba-kabiliyor, onların ellerinden tutabiliyor, onları dinleyip, anlayabiliyorsak aşılamayacak hiçbir güçlük yoktur. Öğretmen girdiği ilk sınıfta ka-lıcı izler bırakmak istiyorsa; samimi olduğunu gösterecek cana yakın davranışlar sergilesin. İyi bir rehber olduğunu hissettirsin. Dersi zorlaş-tırmayıp kolaylaştırsın. Öğrenciler okuldan zevk alsınlar. Neşelensinler, gülsünler, birbirlerini kı-rıp incitmeden birbirleriyle şakalaşsınlar.

Öğretmen öğrencilerine cesaret ve güven versin. Onlara başarı hikâyeleri anlatsın. Öğret-

men iyi bir gözlemci ise, bu onun iyi yolda ol-duğunu gösterir. Öğrenciler özgür bir ortamda yetişmelidir. Bırakın rahatlıkla kendilerini ifade etsinler. Ne derler; “Gözler yalan söylemez.” Öğrencilerinizin gözleri sizin nasıl bir öğretmen olduğunuzu anlatır. Sevilen öğretmenin dersi-nin nasıl geçtiği bilinmez. Eğer öğretmen sevil-miyorsa dersler sıkıcı olur, öğrenci bir an önce sınıftan çıkmak ister, zil çalsa diye zili bekler. Sıkıcı olan öğretmenin dersi bitmez. Öğretmen öğrenciyi sıkmadan dersini işlemelidir. Hangi dersler sevilmiyorsa bilin ki o öğretmen sevil-meyen öğretmendir.

Öğrenciyi başarılı yapan da başarısız yapan da öğretmenin tutum ve davranışlarıdır. Öğ-retmen okuma sevgisi verdiği gibi okumadan nefret de ettirir. Öğrenci öğretmenini sevmeli ki koşa koşa okuluna gitsin. Okulu çekilmez bir hale getirmeyelim. Yüreğimiz bir sevgi pınarı gibi çağlayarak aksın ki, ülkemiz insanlarını, de-ğerlerini ve ülkesini seven insanlarla dolup taş-sın. Sınıfını bir bahar havasına çevirmek isteyen öğretmenin hem kalbi hem de gözleri gülmeli ki ülke gül bahçesine dönüşsün.

Zaman zaman öğrencilerinize sorun baka-lım. Kendilerini sıkan davranışlarınız nelerdir? Sebeplerini mutlaka öğrenin ona göre de çare-sine bakın. Genellikle öğrenciler şu sebeplerden dolayı dersten sıkılır: Ya bilgi verme yöntemi-niz iyi değil, ya da öğrencinin seviyesine uygun bilgiler vermiyorsunuz. Şayet böyle bir durum varsa öğretmenin yapacağı ilk iş dersi eğlence-

“Öğretmen girdiği ilk sınıfta kalıcı izler bırakmak istiyorsa; samimi olduğunu gösterecek cana yakın davranışlar sergilesin. İyi bir rehber olduğunu hissettirsin. Dersi zorlaştırmayıp kolaylaştırsın. Öğrenciler

okuldan zevk alsınlar. Neşelensinler, gülsünler, birbirlerini kırıp incitmeden birbirleriyle şakalaşsınlar.”

Öğretmen Öğrencisine Nasıl

Davranmalı?

EĞİTİM Ali ÖZKANLI

“Dersi sıkıcılıktan kurtarmanın yollarından birisi de öğrenci görüşlerine sık sık başvurmaktan geçer. Anket türü yapacağınız çalışmalar size yön verecek, size yol gösterecektir. Öğrencilerin tespit ettiği konulara gereken önemi verdiğiniz zaman, inanın işiniz çok kolaylaşacaktır.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba70 71

Page 38: M. Nihat MALKOÇ

li, zevkli bir hale dönüştürmektir. Bunun için de ders anlatırken şaka, mizah, espri, hikâye, şiir vb. etkinliklerle dersi sevimli hale, okulla öğren-ciyle ilgili fıkralar, şakalar anlatarak dersi zevkli hale getirmeliyiz. Sınıfı neşelendirecek bir fıkra-ya ne dersiniz?

Türkçe öğretmeni: “Su’ kelimesini dilbilgisi yönünden inceleyelim.” Resim öğretmeni: “Su-yun resmini çizelim.” Müzik öğretmeni: “Flütle-rinizi koruyun, ıslanırsa iyi ses çıkmaz.” Fen Bil-gisi öğretmeni: “Suyun biyolojik yapısını incele-yelim.” Sosyal Bilgiler öğretmeni: “Tarihte kaç su baskını olmuştur? Kim söyleyecek?” Beden Eğitimi öğretmeni: “Haydi çocuklar, yüzme der-sine…” İngilizce öğretmeni: “Water (su) geliyor, everybody (herkes) kaçsın.” diye işler dersini.

Dersi sıkıcılıktan kurtarmanın yollarından bi-risi de öğrenci görüşlerine sık sık başvurmaktan geçer. Anket türü yapacağınız çalışmalar size yön verecek, size yol gösterecektir. Öğrencilerin tespit ettiği konulara gereken önemi verdiğiniz zaman, inanın işiniz çok kolaylaşacaktır. Öğret-men kendini iyi bir öğrenci olarak görür ve ona göre de davranırsa çok fazla sorunla karşıla-şacağını sanmıyorum. Öğretmen hayata hep olumlu bakmalıdır.

Olumlu bakan insan, olumlu düşünür, olumlu düşünen de mutlu olur. Ne derler: “İyi bakan iyi görür.” İyi görenler çevresinden iyilik, güzellik masajları alarak, sıkıntılarını unutur, stresten kurtulur ve huzurlu olur. İyi ve güzel düşünmek beden ve ruh sağlığımız için de gereklidir. Olum-suz düşünen insanların enerjilerini tükettikleri-

ni, çabuk hasta olduklarını, verimliliği düşürdü-ğünü, huzursuzluğa sebep olduğunu konunun uzmanları haber veriyor.

Edgar Guest, “İsteyen başarır. Başaranlar senden çok üstün insanlar değil. Yüreklilik insa-nın ruhundan gelmeli. Büyük insanların başlan-gıçtaki durumlarından bir farkının olmadığını anla. Gücünü topla ve ben de yapabilirim de.” der. Öğrenmeyi kolaylaştıran teknikleri bilirsek başarıya ulaşmamız daha kolay olur. Aktif dinle-me, yeterli araç-gereç kullanma, not alma, ye-rinde soru sorma öğrenmeyi kolaylaştırır. Soru sorma öğrenmenin en güzel yollarından biridir. Bilemediğinizde, bulamadığımızda, kafanız ka-rışınca, meraklandığınızda ve ihtiyacınız olunca hiç durmayın, hemen soru sorun.

Öğrenme ortamını oluşturmak için neler yapmalıyız? Öncelikle amacın iyi tespit edilmesi, öğrenmeye ilgi uyandırmak, öğrencinin istek ve görüşünü almak, araç ve gereçleri yerinde kul-lanmak, sınıfı birlikte yönetmek, iyi bir rehber olmak ve mutlaka değerlendirmenin yapılması gerekir. Öğrencilere fikir üretmeyi öğretme yol-ları için; onlara değişik yönden sorular sormak, başka türlü yapmanın yollarını araştırtmak, oyunlu kelimeler kullanmak ve başkalarının gö-rüşünü dinlemeyi öğretmek gerekir.

Öğrencinin direniş gücünü artırma yollarını sağlamak için de maneviyat gücünü artırmak, onları dinlemeyi bilmek, korku ve tedirginlik-lerine yardımcı olmak, kendilerine güvenlerini artırmak, iyi arkadaş seçebilmelerine yardımcı olmak gerekir.

Öğrencilerin öğretmenlerle ilgili şikâyetlerine baktığımızda genelde şu sözleri duymaktayız: Öğretmenimiz bizi sevmiyor, anlamıyor, dinle-miyor, bizimle ilgilenmiyor, hiç gülmüyor, rahat konuşamıyoruz. Her gün aynı elbiseyi giyiyor, kız-erkek ayırımı yapıyor, derse hazırlıksız giriyor, zor sorular soruyor, çok ödev veriyor...

Yine öğrenciler öğretmenlerin sevilmeyen davranışlarını şöyle sıralıyorlar: Öğrencilere

“Öğrencinin direniş gücünü artırma yollarını sağlamak için de maneviyat gücünü artırmak, onları dinlemeyi bilmek, korku ve tedirginliklerine yardımcı olmak, kendilerine güvenlerini artırmak, iyi arkadaş seçebilmelerine yardımcı olmak gerekir.”

değer vermemesi, çok sıkıcı bir insan olması, problemleri görmezlikten gelmesi, dersi zorlaş-tırması, konuşmalarının öğrenciyi incitip yara-laması, tutarlı ve güvenli olmaması, öğrencileri-ne hakaret etmesi, sabırsız olması, hemen ceza vermesi, hoşgörülü olmaması, kendini övmesi, herkesi eleştirmesi, öğrencilerle iletişiminin iyi olmaması, idealist olmamasıdır.

Problemli öğrencilerle özel iletişim kurmak öğretmenin en önemli görevlerinden biridir. Aslına bakacak olursak problemli çocuk yoktur. Problemi çözülemeyen öğrenci veya problemi çözemeyen öğretmen vardır, diyebiliriz. Prob-lemli öğrenciler dediğimiz öğrenciler kimlerdir? Gelin bunlara bir bakalım: Ailevi yönden sorun yaşayanlar en başta gelmektedir. Baş problem de bu zaten. Ailede şiddet, kavga, baskı vb. ya-şanıyorsa, öğrenci başarısızsa, korkuları varsa, inatçı, sıkılgan ve yalancı ise bu öğrencilerle özel olarak ilgilenmemiz gerekmektedir.

Öğrencilere yararlı olabilmek için; konuy-la ilgili bilgi sahibi olmak, ailelerle yakın bir iş birliğine girmek, öğrenciyi tanıyarak izlemek, yeterince dinlemek, karşımıza alarak sevgi ve dostluk mesajları vermek gerekir. Öğrenci siz-den korkup kaçmamalı, neden mutlaka anlatıl-malıdır. Yapılan olumsuz davranışlar hissettiril-melidir. Öğrenciye güven vermeli, cesaretlendi-rilmeli, teşvik edip desteklenmelidir. Öğretmen öğrencisini sözlerinden daha çok davranışla-rıyla etkilemelidir. Mutlaka ilgi gösterilmelidir. Problemlerin çoğu gerek ailelerin gerekse de öğretmenlerin ilgisizliği ve iletişimsizliği prob-lemleri işin içinden çıkılmaz hale getirmekte ve problemlerin çözülmesi zorlaşmaktadır.

Problemi gerçekten çözmek istiyorsak; öğ-renciyi iyi dinlemeli, doğru bilgi vermeli, utan-dırmamalı, kişiliklerini kabul etmeli, övgü takdir ve onay beklediği unutulmamalı, baskılardan uzaklaşmalı, samimi ve dost olduğunuz hisset-tirilmeli, sevgimizi yüzlerine karşı söylemeliyiz.

Öğrenciyi kurtarmak, hem aileyi hem de ge-leceği kurtarmak demektir. Sevgi dilini iyi kulla-

nan insanlar problemleri kolayca çözerler. Ata-

sözünde; “Sözler kalpten çıkarsa kalbe ulaşır,

ağızdan çıkarsa kulaktan öteye gidemez.” de-

nilmektedir. Söz nereden çıkarsa oraya ulaşır.

Sevgi dolu bir kalp, kalplere etki ederek dostluk

kapılarının açılmasına sebep olur.

İyi bir öğretmen, öğrencilerini ciddiye alır,

problemleriyle ilgilenir, olgundur, samimidir,

adildir, sabırlı ve iyi bir örnektir. İdeal öğret-

men, mesleğine saygılı, kendini eğitime ada-

mış, çevresiyle iyi ilişkiler kurmuş, önyargısız,

paylaşımcı, yönlendiren, önder olmalıdır. Tercih

edilen öğretmen, ahlâklı, fedakâr, kişilikli, gü-

zel ve etkili konuşan, iletişimi iyi olandır. Etkili

konuşmak çok önemlidir. Etkili bir konuşmaya

sahip olmak için; öncelikle konuya çok iyi ha-

zırlanmak, yeri ve zamanı iyi belirleme, vücut

dilini iyi kullanma, kılık kıyafete gereken özeni

gösterme, güler yüzlü ve sempatik olma, vücut

dilini ve sesi iyi kullanma, konuya ilgi çekme, ko-

nuya ilginç giriş yapma, seviyeye göre konuşma,

konunun açık ve sade dille olması, konuşmanın

bir bütünlük arz etmesi, konuşurken kolaydan

zora gitme, vurgu yapma, abartıdan kaçınma,

ilgiyi canlı tutma ve konuşmayı ilginç cümle ile

bitirme.

Kendimizi dinletmek için dinleyiciye sempa-

tik olmamız gerekir. Kendimizi sevdirmeliyiz ki,

iletişimimizde problem olmasın. Sevgi sihirli bir

duygudur, karşılıksız kalmaz, sevgi ile attığımız

bir adım inanılmayacak başarılar getirir. Kalbi-

mizden çıkan içten duygular, güzel bir duadır.

Bu konuyla ilgili şu güzel sözlere gelin hep bir-

likte kulak verelim:

“Ben dua edip Allah’tan kuvvet istedim, o

bana zorluklar verdi. Ben ondan ibret ve hikmet

istedim, o bana problem ve hastalık verdi. Ben

ondan zenginlik istedim, o bana sağlık ve akıl

verdi. Ben ondan sevgi istedim, o bana prob-

lemli öğrenciler verdi. Ben ondan cesaret iste-

dim, o bana tehlikeler verdi. Ben ondan başarı

istedim, o bana zaman verdi. Ben ondan hayır

ve sevap istedim, o bana öğretmenlik verdi.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba72 73

Page 39: M. Nihat MALKOÇ

Kardaşlık

Kerkük, Musul, Halep eş... Mardin, Urfa,

Antep kardeş... Merkezi İstanbul’da olan

Doğu Türkistan Vakfı’nın uzun zamandan

beri yayımladığı Kardaşlık adlı bir dergisi var-

dır. Ne güzel isim bu. Ruhu ve gönlü okşayan,

geçmişten geleceğe uzanan bir insanlık bildiri-

si âdeta. Anadolu’da insanlar birbirlerine ‘kar-

daş’ diye hitap eder. Derginin sayfalarında bir

seyahate çıktığımızda Kerkük, Musul ve Kuzey

Irak’ta yaşayan Türkmen kardeşlerimizin edebî

birikimini, tahassüsünü, tefekkürünü ve inancı-

nı görürüz. Folklor, şiir, hikâye, çocuk edebiyatı,

diğer sanatlar ve yayın dünyası hakkında önem-

li makaleler, araştırmalar, yazılarla röportajlar

yer alıyor.

Türkmen kültürü, edebiyatı ve medeniyeti

öne çıkarılıyor ama hiçbir zaman o topraklarda-

ki diğer ırklara, dinlere ve topluluklara bir öfke

görmedim, bir kin, bir husumet bir düşmanlık

emaresine rastlamadım. Aksine ismiyle mü-

semma olan dergi, sadece Türkmenlerin, yal-

nızca Türklerin kardeşliğini değil, âdeta Hazret-i

Âdem’in çocukları olması münasebetiyle bütün

insanların kardeşliğine dikkat çekiyor. Kerkük

türkülerinde, Türkmen şiirlerinde ve hoyrat-

larında daima muhabbet kumaşı dokunur. Bu

sevgi ve merhamet damarına bütün insanlığın

ihtiyacı var.

Arakan’da bugün çamurlu ve taşlı yollara

basa basa kilometrelerce mesafeyi kat eden

o çoluk çocuk, o yaşlı insanlar, hepimizin, tüm

insanlığın yüreğini kanatmalıdır. Açlıktan, yok-

luktan bir deri bir kemik kalmış o masum be-

beklerin görüntüleri, süslü ve abartılı sofralara

oturduğumuzda iştahımızı kesmelidir. Geç-

mişte Halepçe’de Kürt kardeşlerimize katliam

yapıldığında hepimiz kahrolmuştuk. Bugün de

Kerkük’te Türkmen kardeşlerimizin haksızlığa

uğraması, tedirgin edilmesi sadece Türklerin

değil, Arapların, Kürtlerin ve diğer bütün Müs-

lüman toplulukların, hatta insanlığın vicdanını

yaralamalıdır.

İnsanlık büyük bir imtihan veriyor. Hepimiz,

herkes çok ağır bir sınavdan geçiyoruz. Şefkat

ve merhamet damarımız kurumamalıdır. Sela-

haddin Eyyübî Kudüs’ü zulümden, talandan, kat-

liamdan kurtarıncaya kadar üzüntü içinde yaşa-

mıştı. Doğru dürüst uyuyamamış, yemek yiye-

memişti. Bugün de Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da

olan ve bitenler, rüyalarımıza girmeli, keyfimizi

kaçırmalı, rahatımızı bozmalı, bizi daha düşün-

celi, mustarip, uyanık ve hassas kılmalıdır.

Ben Güneydoğu Anadolu’muzun küçük bir

ilinde, üç dilin konuşulduğu bir şehirde doğup

büyüdüm. Memleketimizde Türkçe, Arapça ve

Kürtçe konuşulurdu. İnsanlar hiç bir zaman bir-

birine yan bakmazdı. Tam aksine halk arasın-

da yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşma her

daim vardı. Birbirleriyle alışveriş yapanların,

ziyaretleşenlerin, komşuluk yapanların konuş-

ma dilleri farklı olsa da gönül dilleri aynıydı.

Ramazanlarda aynı dinî hassasiyetle oruçlarını

tutar, camilerde birlikte saf tutar, bayramlar-

da da coşkuyu ve neşeyi paylaşırlardı. Kaşlar

hiç bir zaman kimseye çatılmazdı. Zira o kü-

çük şehrimizde İslâm hükmediyordu. Bugün de

bu ruha Türkiye’de, Suriye’de, Irak’ta, İran’da,

KÜLTÜR M. Nuri YARDIM*

“Bugün Kerkük’te Türkmen kardeşlerimizin haksızlığa uğraması, tedirgin edilmesi sadece Türklerin değil, Arapların, Kürtlerin ve diğer bütün Müslüman

toplulukların, hatta insanlığın vicdanını yaralamalıdır.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba74 75

Page 40: M. Nihat MALKOÇ

Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Afrika’da ve Müslü-

man toplulukların hüküm sürdüğü veya yaşadı-

ğı bütün topraklarda ihtiyacımız vardır. İslâm’ı

hakkıyla yaşamamız ve o muhteşem ‘kardaşlık

iklimi’ni aramızda yaşatmamız gerek.

Osmanlı’yı, ihtişamı ve zarafeti ile birlikte

düşünelim. Kavmiyetçilik yapmadığı gibi ‘yara-

dılanı Yaradan’dan ötürü’ sevdiği için koca bir

devleti 624 yıl zinde ve ayakta tutmuştur. “İn-

sanı yaşat ki Devlet yaşasın.” felsefesini şiar

edinen ecdadımız, üç kıtaya adalet dağıtmış,

yeryüzünde merhameti yaşatmıştır. Birbirleri-

ne zulmeden bazı Hıristiyan mezheplerin men-

supları bile, Osmanlı’nın insana değer veren

düzenine sığınmış ve kutlu topraklarımızı tercih

etmiştir.

Peki, ne oldu bize? Bazı gafiller, nasıl oluyor

da Müslümanlıklarını bir kenara bırakıp İsrail’in

oyununa, süper güçlerin tuzağına kendi rızala-

rıyla düşüveriyorlar. Öz kardeşlerinin yanların-

da olacaklarına yüzyıllardan beri halklarını sö-

müren emperyalist devletlerin sözlerine kulak

veriyorlar. Bu ne menem anlayış, ne biçim bakış

ve ne talihsiz bir ufuksuzluktur? Yüzyıllardan

beri farklı ırklardan olsa da dindaşları oldukları

için barış içinde yaşadıkları toplulukları huzur-

suz etmek, insanlığın hangi kitabında yazıyor?

O ejderha gibi ağzını açmış canavar devletle-

rin, petrollerine, paralarına ve huzurlarına ta-

lip olduklarını bilmiyor, görmüyorlar mı? İslâm

tarihini incelediğimizde bizi en çok mahveden

hususun ‘tefrika’cılık olduğunu görürüz. Birlik,

dirlik ve düzen bizi güçlü kılmıştır. Biz iri ve diri

olduğumuzda dünyaya huzuru, adaleti ve barışı

getirmişiz. Şüphesiz ki bu, İslâm’ın Müslüman-

lara cihanşümul tebliğ emridir. Nizam-ı âlem’e

de, Kızılelma’ya da, Cihan hâkimiyetine de böyle

ulaşılır.

Yazıya bir tekerleme ile başlamıştım. Rab-

bimden, bu kardeşlik rüzgârının bütün İslâm

diyarını kuşatmasını diliyorum. Horasan’dan

Kahire’ye, Semerkant’tan Bağdat’a, Grozni’den

Üsküp’e, Urumçi’den Bosna’ya, Bakü’den

Arakan’a, Tebriz’den Kahire’ye, Diyarbakır’dan

İstanbul’a, Konya’dan Kayseri’ye, Mekke’den

Kudüs’e büyük medeniyetimizin bütün şehir-

lerini sarıversin bu uyanış ve diriliş şuuru! Bu-

günkü sıkıntıların biteceği, üzüntülerin sevince

dönüşeceği vakitler çok uzak değil. Ne demiştik:

Mardin, Urfa, Antep eş... Kerkük, Musul, Halep

kardeş... Mazlum şehirlerin Türkiye’de 81 kar-

deşi vardır, unutulmasın. Yaşasın, yayılsın ve

cümle cihanı kaplasın İslâm kardeşliği!

Türk ordusu, komutanı eriyleBayrağımı mavi gökten indirtmezHudut boylarında alın teriyleBayrağımı mavi gökten indirtmez.

Yurt savunmasında silahı çatarMayın tarlasında pusuya yatarGözünü kırpmadan nöbeti tutarBayrağımı mavi gökten indirtmez.

Elinde kalemi şafak bir sayarSessiz serzenişi komutan duyarSıla bir özlemdir ok gibi koyarBayrağımı mavi gökten indirtmez.

Ayağında potin omuzda mavzerGedikli zabitim karargâh gezerZafer türküsünü sevgiyle bezerBayrağımı mavi gökten indirtmez.

Gönül defterine hasreti dokurYavukludan gelen mektubu okurGurbetin koynunda nağmeler şakırBayrağımı mavi gökten indirtmez.

Rabia BARIŞ

Zafer Türküsü

“İnsanlık büyük bir imtihan veriyor. Hepimiz, herkes çok ağır bir sınavdan geçiyoruz. Şefkat ve merhamet damarımız kurumamalıdır. Selahaddin Eyyübî Kudüs’ü zulümden, talandan, katliamdan kurtarıncaya kadar üzüntü içinde yaşamıştı. Doğru dürüst uyuyamamış, yemek yiyememişti.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba76 77

Page 41: M. Nihat MALKOÇ

Eğitim ordusunun fedakâr ve cefakâr ne-

ferlerinden olan öğretmenlerin, tüm me-

sai, enerji ve birikimlerini eğitim-öğreti-

me hasretmeleri gerekirken; maaşlarının yeter-

sizliği, geçim sıkıntısı ve bir kısım ihtiyaçlarını

karşılama mecburiyeti gibi sebeplerden müte-

vellit ek iş yapmak zorunda kaldıkları geçmişten

günümüze inkâr edilemez bir vakıadır.

Burada, bugünü bir tarafa koyup, “Osmanlı

zamanında durum nasıldı; öğretmenler ve ge-

nel anlamda memurlar, ihtiyaç halinde ticaret-

le de uğraşabiliyorlar mıydı?” sorusuna cevap

aramaya gayret edeceğiz. Osmanlı dönemin-

deki uygulamaya baktığımızda, devletten maaş

alan memur ve öğretmenlerin, meslekleri dışın-

da ek bir işle, bilhassa ticaretle uğraşmalarının

birçok açıdan mahzurlu bulunduğunu ve yasak-

landığını müşahede ediyoruz. Hele de işportacı-

lık, pazarcılık gibi işlerle iştigal etmeleri meslekî

itibarları ve toplum nezdindeki saygınlıkları ci-

hetinden sakıncalı görülmüştür. Osmanlı’nın

son dönemine ait bazı Osmanlı arşiv belgelerin-

de yer alan bilgiler bunu teyit etmektedir.

Memurlara Ticaret Yasağı 1917’de Çıktı

1917-1918 yıllarında dönemin İttihat ve

Terakki hükümeti, Dâhiliye Nezareti (İçişleri

Bakanlığı) Hukuk Müşavirliğinin konuyla ilgili

görüşünü sormuştur. Müşavirlik, yaptığı değer-

lendirme neticesinde, yasaklanması gerektiği

istikametinde kanaat bildirmiş ve meslekî say-

gınlık/sıfat ile bağdaşmadığına dikkat çekmiş-

tir: “Devlet memurlarının ticaretle uğraşma-

larını yasaklayan bir kanun veya nizamnâme

olmamakla beraber memurların bu tür işler

yapması, taşıdıkları sıfatla uyuşmamaktadır.

Dolayısıyla resmî devlet görevlilerinin ticaretle

iştigal etmemeleri şu ana kadar bir teamül hali-

ne gelmiştir. Esas itibariyle de ceza kanununun

89. maddesi vali, mutasarrıf ve kaymakamlar

ile bunlar derecesindeki memurların, ahalinin

ihtiyacına yönelik eşya ticaretinde bulunama-

yacaklarını hükme bağlamıştır. Bunun yanında

diğer bazı memur gruplarının da ticaret yapma-

sını engelleyen özel kanun hükümleri mevcut-

tur. Bu sebeple yalnız bazı memurları değil bü-

tününü kapsayacak tarzda bir kanun çıkartılıp

ticaret yasağı getirilmesi uygun olacaktır.”

Müşavirliğin görüşü hükümet tarafından be-

nimsenmiş ve 2 Ekim 1917’de “Memurların tica-

retle iştigallerinin yasaklanması hakkında kanun”

çıkarılmıştır. Buna göre devletten maaş alan bü-

tün memurların, hâkimler ve belediye memurla-

rının, kâr etmek gayesiyle doğrudan veya vasıtalı

bir biçimde ticaretle uğraşmaları yasaklanmıştır.

Yasağa rağmen ticaretle meşgul olmaya devam

eden memurların, bir daha devlet hizmetinde is-

tihdam edilmemek üzere memuriyetten atılma-

larına; 5 liradan 10 liraya kadar para cezasına

çarptırılmalarına karar verilmiştir.1

Öğretmenlerin Ticaret Yasağından Rahatsızlığı

Sultan V. Mehmed Reşad’ın onayıyla yürür-

lüğe giren kanun, İstanbul’da ek işlerle meşgul

olan kimi öğretmenleri rahatsız etmiştir. Bu

kapsamda, Numune-i Şükran Mektebi öğret-

menlerinden Selami Bey’in iki arkadaşıyla bir-

likte Galata’da ticaretle uğraştığı, polis müdüri-

“Osmanlı’yı, ihtişamı ve zarafeti ile birlikte düşünelim. Kavmiyetçilik yapmadığı gibi ‘yaradılanı Yaradan’dan ötürü’ sevdiği için koca bir devleti

624 yıl zinde ve ayakta tutmuştur. ‘İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın.’ felsefesini şiar edinen ecdadımız, üç kıtaya adalet dağıtmış, yeryüzünde merhameti

yaşatmıştır.”

Osmanlı’da Memur ve Öğretmenlere

“Ticaret Yasağı”

TARİH İsmail ÇOLAK

“Eğitim ordusunun fedakâr ve cefakâr neferlerinden olan öğretmenlerin, tüm mesai, enerji ve birikimlerini eğitim-öğretime hasretmeleri gerekirken; maaşlarının yetersizliği, geçim sıkıntısı ve bir kısım ihtiyaçlarını karşılama mecburiyeti gibi sebeplerden mütevellit ek iş yapmak zorunda kaldıkları geçmişten günümüze inkâr edilemez bir vakıadır.”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba78 79

Page 42: M. Nihat MALKOÇ

arada diğer seyyar öğretmenlerden de, gerek

Maarif Nezareti gerekse Şura-yı Devlete posta

ve telgrafla şikâyetler ve ticaret yasağına iliş-

kin kanunun düzeltilmesine matuf talepler art-

mıştı. Yoğun talepler sonucu mevzu, 19 Ağustos

1918’de Şura-yı Devlet Tanzimat Dairesinde

tekrar değerlendirilmiş; Maarif Nezaretinden,

Tedrisat-ı İbtidaiye Şube Müdürü Halid Bey’in gö-

rüşlerine müracaat edilmesi kararlaştırılmıştır.

Halid Bey yaptığı mütalaada, ücretli sey-

yar muallimlerin, öteden beri ikinci işle uğ-

raşmalarına mani olunmadığını vurgulamıştır.

Tedrisat-ı İbtidaiye Kanunu’nun 49. Maddesinin,

öğretmenler ile memurlar arasında fark gözet-

tiğine dikkat çekerek, özel kanundaki bir hük-

mün daha sonra neşredilen umumî bir kanunla

bozulamayacağını dile getirmiştir. Dolayısıyla

haftanın belirli zamanlarında ders veren seyyar

muallimlerin, ister maaşlı, ister ücretli olsun ti-

caret yasağından muaf tutulmalarını talep et-

miştir. Üstelik öğretmen sayısının yetersizliğine

ve maaşların da düşüklüğüne parmak basmış

ve ticaret yasağının uygulanmasının öğretmen

açığını daha da artıracağı uyarısında bulunmuş-

tur.

Öğretmenlerin taleplerini ve Halid Bey’in

görüşlerini, 19 Ağustos 1918’deki toplantısında

gündeme alan Tanzimat Dairesi, orta yolu bul-

muş; bütçeden maaş namıyla para alan öğret-

menlerin ister daimî, ister seyyar olsun, ticaret

yapamayacakları; ama ücret adı altında para

alanların bu yasağın kapsamı dışında kalacakla-

rı kararına varmıştır. Karar, 21 Eylül 1918’deki

Heyet-i Umumiye toplantısında da aynen kabul

edilmiştir.4

yeti tarafından tespit edilmiştir. Mesele Maarif

Nezaretine (Eğitim Bakanlığına) intikal ettiril-

miş; 16 Aralık 1917 tarihli tezkireyle, Sadaret

(Başbakanlık) makamından görüş istenmiştir.

Maarif Nezaretinin tezkiresi, 10 Şubat

1918’de Şura-yı Devlet (Danıştay) Tanzimat

Dairesinde görüşülmüş ve kanun kapsamına

öğretmenlerin de girdiği, dolayısıyla ticaret

yapmalarının yasaklanması yönünde karar çık-

mıştır. Konu, 17 Nisan 1918’deki Şura-yı Devlet

Heyet-i Umumiyesinde de ele alınmıştır. Bura-

da maaşlı öğretmenler ile ücretli (seyyar) öğ-

retmenler arasında bir ayırıma gidilmiş ve üc-

retli çalışanlara ticaret yasağı getirilemeyeceği

hükme bağlanmıştır.2

Galatasaray Lisesi’nden İzzed Bey’in Şikâyet Dilekçesi

Heyet-i Umumiyenin bu kararına rağmen

ticaret yasağı, uygulamada, bütün öğretmen-

ler için geçerli olmuştur. Bu durum ücretli

olup, ticaretle de meşgul olan öğretmenle-

rin şikâyetine ve hak arayışına yol açmıştır.

Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi) öğretmen-

lerinden İzzed Necmeddin Bey ve iki arkadaşı,

17 Haziran 1918 tarihli başvurularında ücretli

öğretmenlere yönelik ticaret yasağının yersiz

olduğunu ve kaldırılması gerektiğini dile ge-

tirmişlerdir. İzzed Bey dilekçesinde, şikâyet ve

taleplerini ihtiva eden maruzatını uzun uzadıya

şöyle anlatmıştır:

“Haftada yedi saat ders vermek suretiyle

seyyar muallim olarak vazife yapıyorum. Son

olarak yayınlanan bir kanunla memurların ti-

caret yapması yasaklanmıştı. Bu kanunun ihti-

va ettiği alan Şura-yı Devletten sorulduğunda;

ücret mukabilinde görev yapanların ticaretten

men olunmadıkları, ancak maaş alanlar için ti-

caret yasağının söz konusu olduğu beyan edil-

mişti. Karardaki bu açıklığa rağmen yasağın

seyyar muallimlere de uygulandığı görülmekte-

dir... Seyyar muallimler günde bir veya iki saat

ders verdikten sonra kalan zamanlarını istedik-

leri gibi değerlendirmede serbesttirler. Bu se-

beple, bunların daimî muallimlere veya diğer

memurlara kıyasen ticaretten men edilmeleri

doğru değildir. Nitekim nezaretinizden, mü-

talaa istemek gayesiyle Sadaret’e gönderilen

16 Aralık 1917 tarihli yazıda, ücretli ve maaşlı

arasındaki fark beyan edilerek, ücretlilerin es-

kiden beri ticaret yapabildikleri hatırlatılmıştı...

Heyet-i Umumiyenin aldığı ikinci kararda seyyar

muallimlerin ticaretle meşguliyetlerine cevaz

verilmiştir. Seyyar muallimlerin, günde bir veya

iki saatlik dersleri için on saatlerini feda ve israf

etmeleri doğru değildir. Bu ana değin kusursuz

olarak vazifemizi yaptığımız gibi senelerden

beri ikinci bir işle de meşgul olabiliyorduk. Her

birimiz namuskârane pek çok muamelat ve ta-

ahhüdat altına girerek birçok iş yapmışızdır ve

yapmaya da devam ediyoruz. Bin türlü zahmet

ve müşkülle, namusumuzla kazandığımız ve

ailemizin nafaka ve iaşesini temin etmeye tah-

sis ettiğimiz sermayelerimiz, bu defaki yasak-

la tehlikeye düşmüştür. Bu sebeple, seyyar ve

daimî muallimleri birbirinden ayıracak bir kara-

rın alınması hususunda keyfiyetin, tekrar Şura-

yı Devlet’e havale buyurulmasını arz ederim.”3

Karar: Maaşlılara Yasak, Ücretlilere Serbest!

İzzed Necmeddin Bey’in başvurusu, 25 Ha-

ziran 1918’de Şura-yı Devlete sunulmuştur. Bu

“Osmanlı dönemindeki uygulamaya baktığımızda, devletten maaş alan memur ve öğretmenlerin, meslekleri dışında ek bir işle, bilhassa ticaretle uğraşmalarının birçok açıdan mahzurlu bulunduğunu ve yasaklandığını müşahede ediyoruz.”

Dipnot

1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Dâhiliye Nezareti Hukuk Müşavirliği (DH.HMŞ), Belge No: 3-1/7-9; Dâhiliye Nezare-ti İdare-i Umumiye (DH.İ.UM), Belge No: E-40/3; Düstur, 2. Tertip, c.9, s.737. Ayrıca bkz. Vahdettin Engin, “Şerefli Mesleğin Çileli Mensupları: Öğretmenler”, Tarih ve Mede-niyet dergisi, Kasım 1998, Sayı: 56, s.8-9.

2. BOA, Şurayı Devlet (ŞD), Belge No: 232/15, lef 9, 11, 12; Engin, aynı makale, s.9.

3. BOA, aynı belge, lef 8; Engin, aynı makale, s.10.

4. BOA, aynı belge, lef 1, 2, 4, 5, 6; Engin, aynı makale, s.11.

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba80 81

Page 43: M. Nihat MALKOÇ

“Hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür.” denilir. Peygamberlerin dışında herkes hata yapabilir. Peygamberlerden dahi beşerî ilişkilerde “zelle” dediğimiz olmaması daha münasip olan söz ve davranışlar sadır olmuştur. Mükemmellik yal-nızca Allah’a mahsustur.

İnsanlar, okudukları, yaşayıp tecrübe ettikle-ri, gezip gördükleri ile sürekli öğrenme halinde-dir. Kimisi okuyarak öğrenir, kimisi de yaşadığı acı tecrübelerle başını duvarlara vura vura öğ-renir. Öğrenme becerisi, kişinin zekâsına, ilgi ve alakasına göre değişir. Yağmur, bütün araziye eşit oranda yağar ama her toprak, kalitesi ora-nında yağmurdan istifade eder.

Çevremizde dine, ahlaka, edebe ve teamül-lere aykırı söz ve davranışlara sıkça rastlarız. Küçük hatalardan tutun da fecaat diyebilece-ğimiz işlerle karşılaşırız. Yanlış gördüğümüz iş-ler, eğer sevdiğimiz insanlardan gelirse şaşırır, üzülür, onun adına mahcup oluruz. Hataların tekrarlanmaması için dostumuzu nazikçe ikaz etme gereği duyarız.

İnsanların çoğu, gördüğü hatayı kişinin yüzü-ne söylemeye cesaret edemez, ardından dedi-kodu yapar. Bazıları hem yüzüne söyler, hem de dedikodu yapar. Dedikodular, ilgilinin kulağına gittiğinde kalbi kırılır, dedikodu yapandan so-ğur. En büyük kırgınlıklar, dargınlıklar ve hatta kul hakları dedikodu sebebiyle oluşur.

Gördüğümüz hatalara karşı tutumumuz na-sıl olmalıdır? Hataları nasıl düzeltmeliyiz? Her önüne gelenin bir başkasını vicahî ya da gıyabî yönden eleştirme hakkı var mıdır? Eleştirinin kuralı, adabı ve ahlakı nedir? Kısaca buna de-ğinmek istiyorum:

İki tür tenkit/eleştiri vardır: Müspet ve men-fi. Eğer, gördüğümüz hatayı düzeltmek ve hata sahibinin davranış gelişmesine katkı sağlamak amacıyla lisanı-ı münasiple bir ikaz yapıyorsak bu müspet bir tenkit olur. Buna herkesin belli ölçülerde ihtiyacı da vardır. Hatalarda kasıt ve ısrar yoksa her hataya da anında müdahale

etmek gerekmez. Bilgisizlikten, tecrübe eksikli-

ğinden ve dalgınlıktan kaynaklanan ve tekrar-

lanan hataları sadece hata sahibine söylediği-

mizde ona en güzel iyiliği yapmış oluruz. Yapıcı

tenkitin muhatabı agâh biri ise memnun olur,

teşekkür eder, memnun olmaz da savunmaya

geçerse fazlacapolemiğe girmeden onu hatası

ile baş başa bırakırız. Zira tenkidin faydalı ol-

ması için, tenkit edilenin de kendini geliştirme-

ye açık olması gerekir.

Menfi tenkit ise, görülen ya da özel araş-

tırma (tecessüs) ve açık bulma sonucu yapılan

vicahi ya da şifahi tahripkâr eleştirilerdir. Bu

tenkit türü, dinimizce de günah sayılmıştır. Hü-

curat Suresi 12. âyet bu nevi tenkitleri söz ko-

nusu eder ve bunu günah (ism) olarak niteler.

Bir kişi ya da kurumu itibarsızlaştırma amacı

taşıyan tenkitler asla masum değildir. Eğer bir

kişi ya da kurum, eleştiriye açık değilse, hataları

meşru gösterme gayretinde ise ve bu hatalar

topluma zarar verme istidadı gösteriyorsa bu

durumda basın yayın dâhil her türlü yöntem

kullanılarak açıkça tenkit yapılabilir. Zira bu

tenkit yaklaşımında def-i mefsedet(kötülükleri

bertaraf etme) gayesi vardır.

Tenkidin usûlüne gelince kısaca şunları söy-

leyebiliriz:

A. Tenkitçi Açısından;

1. Tenkitçi, önce gördüğü ya da duyduğu yan-

lış hakkında, ilgiliden açıklama isteyecek, bu

tenkidi yaptığı için mahcubiyet duyduğunu

belli edecek.

EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL

“Hatalar, hataları doğuruyor, gıybet ve dedikodular, insanların arasını açıyor, fitne ve fesada yol açıyor. Bu da dalga dalga yayılarak ümmetin birbirine düşmesine kadar varıyor.”

“İnsanların çoğu, gördüğü hatayı kişinin yüzüne söylemeye cesaret edemez, ardından dedikodu yapar. Bazıları hem yüzüne söyler, hem de

dedikodu yapar.”

“Tenkit”Eleştiri Ahlâkı

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba82 83

Page 44: M. Nihat MALKOÇ

2. Eğer iddia doğru ise, bu konuda kendi kana-

atini, dinî, ahlakî ve örfî temelleri ile birlikte

izah edecek. Yaptığı işi, samimi olarak dinî

ve ahlakî hassasiyet saiki ile yapacak. Hiç

kimsenin, hataları düzeltmenin bir yolu olan

tenkidi, kişisel egosunu tatmin etmek amacı

ile kullanmaya hakkı yoktur.

3. Asla suçlamayacak, kendisine değer verdi-

ğini ama bu söz ya da davranışı kendisine

yakıştıramadığını belirtecek. Hata ile kişi

arasına mesafe koyacak. Kişiyi değil, hatayı

eleştirecek.

4. Eleştirisini, baş başa yapacak. İyi niyetli ol-

duğunu hissettirecek. Bir kişi, eşi, çocukları,

sevdikleri arasında ya da toplum için asla

eleştirilmez. Peygamberimiz (s.a.v.), bir hata

gördüğünde, isim vermeden, kimseyi hedef

almadan, yoksa ben mi yanlış görüyorum

dercesine “Bana ne oluyor ki sizden bazıları-

nın şöyle şöyle yaptığını görüyorum.” derdi.

5. Tenkitçi, tenkit ettiği kimse ile arasında ge-

çen diyaloğu başkası ile paylaşmayacak.

B. Tenkidin Muhatabı Açısından;

1. Tenkide muhatap olan kimse, önce tenkit ko-

nusunun doğruluğuna bakacak, tenkitçiyi so-

nuna kadar dinleyecek, sözünü kesmeyecek.

Suçluluk duygusu ile hareket etmeyecek.

2. Tenkitçinin üslubuna ve niyetine bakacak.

Eğer iyi niyetli olduğunu düşünüyorsa asla

savunmaya geçmeyecek, tenkitçiye hatasını

düzletmesine yardımcı olduğu için teşekkür

edecek.

3. Muhatap, icbari bir sebep dolayısı ile bu ha-

taya bilerek ya da bilmeden düştü ise, hatayı

savunmadan, mevcut durum hakkında açık-

lama yapabilir. “Eğer, biliyorum, yaptığım

pek şık olmadı ama şu şu sebeplerden dolayı

bu netice hâsıl oldu” gibi.

4. Muhatap, tenkitçiye “Sen bana böyle diyor-

sun ama sen çok mu masumsun, sen de vak-

tiyle şöyle şöyle yapmamış mıydın?” şeklin-de karşı atağa geçmeyecek.

5. Muhatap, makul düşünecek, söz konusu olan şey hata ise kabul edecek, hatadan etkilenen kimselerden özür dileyecek, helallik isteye-cek. Kişinin hatasını kabul etmesi, bir acziyet değil, erdemdir.

Hatalar, hataları doğuruyor, gıybet ve dedi-kodular, insanların arasını açıyor, fitne ve fesa-da yol açıyor. Bu da dalga dalga yayılarak üm-metin birbirine düşmesine kadar varıyor.

Her konuda olduğu gibi tenkit konusunda da en güzel örnek Hz. Peygamber Efendimiz’dir. O, hiçbir hatayı hoş görmeden adamına göre hareket eden, muhatabı ezmeden yapıcı bir üs-lupla yapardı. O, boğazına kadar şirke ve hura-feye batmış bir toplumun çoğunluğunu ashab-ı kiram haline getirdi.

İbrahim Ethem’in bazı dostlarınGiydikleri, yamalıdır unutma! Ben müminim deyip duran müminlerHelâl lokma, yemelidir unutma!

Hakk’ı gizleyenin bedeni nârdaRabbim müminleri koymasın dardaZulüm yapanlara, her hâl-ü kârdaSen haksızsın, demelidir unutma!

İstemeyi bilen, nasibin alırHak’tan mahrum olan hep yaya kalırİmandan da önce, o önce gelirİlim dînin, temelidir unutma!

Lebbeyk sedâsıyla Kâbe’ye ermekHicaz’da Ravza’nın güllerin dermekCennette Allah’ın cemâlin görmekHer müminin, emelidir unutma!

Hâlis olmalıdır kuldaki emelMenzile götürmez çürükse temelNiyetin ameli, bilinen amel“Niyet kalbin, amelidir” unutma.! ! !

Hanifi KARA

Niyet Kalbin Amelidir

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba84 85

Page 45: M. Nihat MALKOÇ

Sadra Şifa Eylemek İçin

“Sabır”

Sabır konusunda günümüzde çok ciddi sı-kıntıların var olduğu hepimizin bildiği bir gerçek… Sabırsızlıktan çok fazla şikâyetçi

olmamıza rağmen, reflekslere yenik düşüp bi-zim de sabırsız olduğumuz bir gerçek. Çünkü tamamen insanî bir duygu… İnsanî duyguların hepsinin zararlı olduğunu söylemek zor, çünkü bunların hepsi yerli yerinde kullanıldığı takdirde hayatımıza bir anlam katıyor.

Dünyada hiçbir kötülük, üzüntü, acı vs. ol-masaydı; iyilik, sevinç, tatlı gibi kavramların ne olduğunu da bilemeyecektik. Yine her şeyin iyi, güzel, doğru olduğunu düşünürsek de kötünün, üzüntünün, yanlışın ne olduğunu bilmeyecek-tik. Aslında dünyada adaletli bir nizam var ama bunu görmekte bazen tembelliğe düşüyoruz ya da kabullenmek istemiyoruz. Oysa kâinattaki bu ahengi görebilmek için hayatı, insanı ve kâinatı iyi okumak lazım. Yaşadığımız zaman diliminde bir-çok nesneye çabucak ulaşıyoruz, iletişimimiz çok hızlı, eskisi gibi mektup yazıp haftalarca, aylarca beklemiyoruz. Yazdığımız e-postalar saniyeler içinde muhatabına ulaşıyor, hem de yolda kaybol-ma riski olmadan… Oysa mektup, duyguların ve düşüncelerin kâğıtla göz teması kurup, kalemin, mürekkebin kâğıtla buluşmasının sağlanmasıdır. Bir bakıma duygu ve düşüncelerin soyutluktan somut hale dönüşerek muhatabına ulaşmasıdır. Belki biraz zahmetlidir; kâğıt bulacaksınız, kalem alacaksınız ve dakikalarca yazacaksınız, belki bir yerleri beğenmeyip yırtacaksınız ve yeniden ye-niden yazacaksınız. Ama duygu ve düşüncelerin karşı tarafa ulaşmasını sağlamak açısından an-lamlı ve değerli bir uğraştır mektup yazmak. Aynı zamanda sabır işidir. Kalp sabırla ferahlar bazen. Hızlı zamana ayak uydurayım derken kalbimizin hızlı hızlı atması belki bizim erken yorulmamıza sebep oluyordur. Ya da sonbaharda sararan yap-rağı, ilkbaharda yeşeren yaprağı görmemize en-gel oluyordur. Veyahut bir çocuğun tatlı tebessü-münü görmemizi engelliyordur.

Günümüzde çok küçük yaştaki çocukların elin-de tablet ve telefonları görüyorum. Bakıyorum çocuklara, elindeki küçücük plastik parçasına bağlanmış ve dakikalarca, saatlerce oyun oynu-yorlar. Dünya ile bağlantıları kopuyor bir anda…

Teknolojiyle bu kadar fazla haşir neşir olmak iyi değil, çünkü bizler robot değiliz. Bazı ebeveyn-lerin çocukları biraz başından uzaklaştırıp kafa dinleyeyim diye düşünerek tablet ve telefona terk etmelerinin maalesef acı faturaları çıkıyor ortaya… Çocukları belki biraz uzaklaştırarak ka-falarını dinliyorlar ama ileride konuşmak istedik-leri vakit, konuşacak bir çocuk bulamayacaklar etrafında! Çalıştığım yerde bazı arkadaşların çocukları geliyor ve zaman zaman konuşuyoruz. Sonra telefonda oyuna dalıyor ve bir bakıyorum ki hayattan tamamen kopmuşlar, ne söylediğimi duyuyor ne de oyun karşısında gösterdiği tepki-lerden haberdar. Bir bakıma bu çocuklar tablet ve telefondaki oyunlarla uyuşturulmuş oluyor. Uyuşturulan beyinlerin bir şey düşünmediğini, düşünmeyen beynin de erken yaşlandığını göz önüne alırsak tehlikenin seviyesi daha net teza-hür edilebilir sanırım. Yine bu şekilde yetişen ço-cuklar, tabletsiz ve telefonsuz kaldıklarında çok sabırsız, asabi, aşırı hareketli hâle geliyor ve et-raflarına ister istemez zarar verebiliyorlar.

Yaşadığımız dünyada her şey bir anda olup bitmiyor, her şey bir sebebe bağlanmış ve bu şartların bir bir oluşmasıyla olaylar meydana ge-liyor. Kış mevsiminden yaza birden geçmiyoruz, arada ilkbahar mevsimini yaşıyoruz. Karanlıkken hava birden aydınlanmıyor yavaş yavaş aydınla-nıyor. Bu olan biten birden olsaydı belki korku-dan ödümüz kopabilir ve hayata çok daha erken veda edebilirdik. Hayat, heba edilemeyecek ka-dar uzun, acele etmek için kısa bir macera…

Evvela kendimize sabırlı olmayı öğretmemiz lazım. Hayatımızdaki hiçbir şeyin birden olma-dığını idrak etmek ve hayatımızı ona göre şekil-lendirme gayreti içinde olmamız kaçınılmaz. İşe başlayan biri hemen emeklilik hesabı yapmaya başlarsa, Allah ömür verirse o yıllar, insan için çekilmez bir hal alır. Oysa insanlara, vatanına, kendisine güzel işler yapabilmeyi murat ederse insan, belki daha huzurlu bir hayat sürebilir. Sab-rın atasözlerimizde de zengin bir yeri var. Demek ki geçmişten bu yana sabır konusunun sancıları görülmekte. Tüm duygular elbette insan için ve bu duyguları yerli yerinde kullanabildiğimiz ka-dar huzurlu ve mutlu oluruz diye düşünüyorum.

EĞİTİM Erol AFŞİN

“Hayat, heba edilemeyecek kadar uzun,acele etmek için kısa bir macera…”

kasım

/201

7

somuncubaba somuncubaba86 87

Page 46: M. Nihat MALKOÇ

Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00

Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79

[email protected] www.somuncubaba.net

2017 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte

Yıllık Abone Bedeli

120

2017 Yılı

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir

Telefon:

Faks:

E-posta:

Vergi Dairesi: Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi: İmza:

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.Türkiye : 120 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD

(0422) 615 15 54444 36 61

ABONE İLETİŞİM HATTI

(0546) 544 60 44

Osmanlı’daKadın Hakları

Zühal ÇOLAK

Ümmü Varaka (r.anhâ)

N. Nida DURAN

Ailede ŞiddetiNasıl Önleriz

Sümeyye Büşra YILDIZ

Sadece MaddiyatOkul Başarısı Getirmez

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

Page 47: M. Nihat MALKOÇ

www.somuncubaba.net

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 24 • SAYI: 205 • KASIM 2017 • Fiyatı: 10 TL

205

0 0 2 0 5

Dervişlerin Teberrük Âdeti

SadeceAllah RızasınaTalip Olmak

Öğretmen ÖğrencisineNasıl Davranmalı?

Lâleli Camii ve Lâleli Baba

M. Nihat MALKOÇ

Musa TEKTAŞ

Ali ÖZKANLI

Kadir ÖZKÖSE