127
Kişinin deruni özelliklerine vakıf olabilmek için hatıra önemli bir edebi türdür. Sartre'nin bu eserinde daraltıcı, boğucu insan kalabalıklarında gözlemleyici bir ruh ile kalpleri keşfetmenin yolları bizimle beraberdir. Kendini sorgulayan ve ben'ini bulan insan ruhen dinginliğe ulaşmış ve artık mutlu bir insandır. Sartre bütomanında bizlere insanın orta yaştaki kararsız ve bunalımlı dönemini kendi yaşamından Bîrtür biyografi gibi sunuyor. Böylece bize kendi iç dünyasının kapılarını açarken, insanın hayatını bir pencereden yalın gözlemlerle, iç karartacak kadar ustaca anlatıyor, Bu yüzden yazar sürrealist akımın en güçlü öncülerinden biri olmuştur. SEEBEB 9"789758 l! 59001 ISBN S?5-flS c 10-Ql,-4İ -iri-.. mtrrî-*. r'«W>i'«t'a'«Wı -»*-*> ,H.İ JI .Mm » WM'< lHW BI! >Bn H'; »İ nıı- jfc ,f*»M ı » lümıtt ' ^rtP 1 »" t .IV . ^ .. ij ilıı.MH iJt^ I i II II ıM I il [H(|(IMWııHllı||lljİ%ı||ılı|

Jean Paul Sartre - Bulantı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

20. yüzyılın önde gelen aydınlarından Jean-Paul Sartre, romanları, oyunları ve düşünce yazılarıyla varoluşçuluk düşüncesini olduğu kadar bütün bir yüzyılı da derinden etkilemiştir.Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartreın ilk romanı. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçu akımın sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştu. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentinin dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentinin kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartreın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttı. "Varoluş"la yüz yüze gelen Roquentinin geçirdiği değişimi anlatan Bulantı, varoluşçuluğun kült kitaplarından biri oldu.

Citation preview

Page 1: Jean Paul Sartre - Bulantı

Kişinin deruni özelliklerine vakıf olabilmek için hatıra önemli bir edebi türdür. Sartre'nin bu eserinde daraltıcı, boğucu insan kalabalıklarında gözlemleyici bir ruh ile kalpleri keşfetmenin yolları bizimle beraberdir. Kendini sorgulayan ve ben'ini bulan insan ruhen dinginliğe ulaşmış ve artık mutlu bir insandır. Sartre bütomanında bizlere insanın orta yaştaki kararsız ve bunalımlı dönemini kendi yaşamından Bîrtür biyografi gibi sunuyor. Böylece bize kendi iç dünyasının kapılarını açarken, insanın hayatını bir pencereden yalın gözlemlerle, iç karartacak kadar ustaca anlatıyor, Bu yüzden yazar sürrealist akımın en güçlü öncülerinden biri olmuştur.

SEEBEB

Aı9"789758l!59001

ISBN S?5-flSc10-Ql,-4İ

-iri-.. mtrrî-*. r'«W>i'«t'a'«Wı

•-»*-*>

,H.İJI.Mm»WM'<lHWBI!>BnH';»İ

nıı- jfc ,f*»M

ı » lümıtt ' ^rtP1

»"

t .IV. ^..Sıijilıı.MHiJt̂

I i II II ıM I il [H(|(IMWııHllı||lljİ%ı||ılı|

Page 2: Jean Paul Sartre - Bulantı

w^JYarftt»ı^ı.f^j^i%İai

. ni.ı>ıjiu-V.»Na,»ıı,Kİaf<İBi*» _

„ ■. ,^-.-a..«^w»to».;jfeiaffl

:_____..______. .

H

aW)

ES

jy3rcnsvrra vANnc

SENTEZ YAYINCILIK DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ

SARTRE

Page 3: Jean Paul Sartre - Bulantı

Kitabın Adı: Bulantı

Yazan: Jean'Paul Sartre

Yayın Sorumlusu: Mehtap Bilgin

Kapak Tasarım: Yakup Kamer

Fransızca'dan Çeviren: Melisa Türker

Baskı ' Cilt: Kaplan Ofset

Baskı Tarihi: Haziran 2003

ISBN: 975- 8590- 01- 4

BULANTI

Ç

e

v

i

r

e

n

M

e

l

i

s

a

T

ü

r

k

e

r

Page 4: Jean Paul Sartre - Bulantı

S

E

N

T

E

Z

N

E

Ş

R

İ

Y

A

T

S

a

n

.

T

i

c

.

L

t

d

.

Ş

t

i

.

Suterazisi Sk. No:31/l Sultanahmet- İstanbul Tel: (0 212) 517 21 04-516 65 85 E-mail: [email protected]

DGOöGEB

Page 5: Jean Paul Sartre - Bulantı

&

1905 yılında Paris'te doğan Santre, modern Fransız yazarlarının en ünlülerindendir. Felsefeci, sanatçı denemeci, eleştirmen, çağımızın ana sorunlarını çözümleyen, tartışan bir düşünür, özgürlüğü her şeyin üstünde tutan bir sanatçıdır. Pervasız bir ateisttir. Egzistansializmi herkesten fazla o meşhur etmiştir. Öğretmenlik, yazarlık yapmış, savaşta esir düşüp kaçmış, savaşın sonunda şöhretin doruğuna çıkmış bir kişidir.

Yüksek Öğretmen Okulunda Felsefe bölümünü bitirdi. Uzun yıllar öğretmenlik yaptı. Sonra kendini iyice felsefe ve sanata verdi. Les Temps Modernes dergisini çıkardı. Sartre'a göre "Edebiyat; yazarın hayattan ayrı düşmesinden ötürü hastalanmıştır. Yazar, dünya ile yeniden canlı bağlantı kurmak zorundadır. Yazar, bir anlaşma aracı olmasını sağlayarak dili iyileştirmek zorundadır."

Duvar adlı öyküsü belki de Sartre'ın düşüncesini bütün derinliğiyle veren bir öyküdür. Üstelik, O'Henry ile karşılaştırılınca kat kat üstün, anlatım biçimi de Hemingway'in

ümmmıtf

kısa öykülerinden çok daha zengindir. Yazıları başlangıçtan beri, yaşanılanların damgasını taşır. 1930-1940 yıllarını Bulantı"âz anlatmıştır. Bu yapıtın doğrudan doğruya, Sartre'ın kendi yaşantısını dile getirdiği, kuru düşüncede kalmadığı hiçbir okurun gözünden kaçmaz. 1939'da, savaş sırasında Duvar ile Bir Önderin Çocukluğu adlı uzun öyküsünü yazmıştır. Bir öyküler, varoluşçu amaçları, çağın törensel varoluşsal yaralarını kökten kavrayan bir biliçle, Yeraltından Notlar'dan bu yana bir eşi daha görülmemiş zenginlikte ruhbilimsel gözlemlerle kaynaşırlar. İlk oyunu Sinekler 1943'de yazılmıştır. Sartre burada varoluşçuluk tezini açıklamıştır.

Times Libetrary Supplement'ın görüşüne göre; "Voltair'le Sartre, her ikisi de edebiyatı hayatın bir parçası olarak tanırlar; ikiyüzlülüğe, hele edebi ikiyüzlülüğe karşı içlerinde gururla karışık bir nefret beslerler."

Egzistasializmin belli başlı konuları üstüne yazdığı sayfaların çoğunda, bir usta yatkınlık, yaşantıya bağlılık vardır. Duvar adlı kısa öyküsünde varoluşçu konularda biri

Page 6: Jean Paul Sartre - Bulantı

olan ölümle karşı karşıya kalma konusunun klasik bir yolda işlenişini görürüz. Bu konuyu Sartre'ın daha başka yapıtlarında da bulabiliriz: Kirli Eller ya da daha açıkça Mezarsız Ölüler de. Bu yapıtlarda insanın en yüce değeri, doğruluktur. Sartre insanın hiçbir zaman toplumsal yararlara bağımlı olmadığını belirtmek için yer yer konusundan uzaklaşır. Sartre'ın romanlarında içtenliğe ve düşünüme varmak amacıyla yapılan bir savaş vardır. Ona göre; "Düşünsel bilinç, ahlaki bilinçtir. İnsan hayatı umutsuzluğuna öte tarafından başlar. Mutlak acıyı hiçbir insan zaferi silemez. Yalnız yaptıklarından değil, yapmadıklarından da

sorumludur insan. Gerçek sanatçı yaşadığını yazan, yazdığını yaşayan sanatçıdır. Bir eserin tek değer ölçüsü sağlamlığıdır, hem kavrayacak, hem de kalıcı olacak."

Montigne, Pascal, Voltaire, Rousseau gibi Sartre da felsefe ile edebiyat sınırındadır.

En önemli Eserleri:

Ego'nun Aşkınlığı (1936), İmgelem (1936), Bulantı (1938), Bir Heyecanlı Kuramın Taslağı (1939), İmgelem-sel (1940), Varlık ve Hiçlik (1943), Sinekler (1943), Gizli Oturum (1944), Duvar (1945), Saygılı Yosma (1946), Varoluşçuluk (1946), Edebiyat Nedir? (1947), Baudelaire (1947), Kirli Eller (1948), Hürriyet Yolları (1949), Şeytan ve Yüce Tanrı (1951), Saint Genet (1952), Nekrassov (1955), Altona Mahkumları (1959), Diyalektik Aklın Eleştirisi (1960), Ailenin Delisi (1972), Bir Ahlak İçin Defterler (1983).

Edebiyat üzerine düşüncelerini üç cilt tutan Situations adlı kitaplarında toplamıştır. Sartre birkaç tane sinema senaryosu da yazmıştır: İş İşten Geçti ve Dişli. Sartre 'in bir de varoluşçuluğu açıklayan bir kitabı vardır. Egzistansializm Bir Hümanizm 'dir.

«MİÎMâMMp*NiŞiİ*fe'

ini» ı ıiMtıftuitılitniMnı

.ı»ı(tnıH»nWWÎ<jii|8jİ

ıııı(ııftıW1HlW(MİWSi>lW|IIIJHl<WİTg>jf#^Iİ<W>l

■n^muımt

jıiırtVıHâjriıljrımn ımür

■muiirtfiıHünrtJii^*

Page 7: Jean Paul Sartre - Bulantı

ll>Hl<fl'lHtljlW*I İ̂UI , ■ıhHiriMUmiı ■ frrnm*Mİfh>Iİ

tiL.nijm »■»Mrftf'İİ

BULANTI

B

azı olaylar önemsizmiş gibi görünselerde, küçük ayrıntıların üzerinde durmak, boşvermemek, yine de onlan gözardı etmemek gerek. Bir günlük tutularak her şey kontrol edilebilir. Olayları günü gününe yazmak daha iyi olacak. İnsanları, sokağı, şu masayı, tütün paketimi nasıl gördüğümü söylemem gerek, değişmiş olan bu çünkü. Size bu değişimin alanım ve özünü iyice anlatmalıyım.

Mesela paralel kenarlı bir dikdörtgen, belli bir biçimde duruyor. Bunun hakkında bir şey söylemeye çalışmak aptallık olurdu. Kaçınılması gerekende bu; söyleyecek bir şey olmadığında söylemeye çalışmak. İşte günce tutmanın tehlikeli yanı da budur sanırım. Her şey abartılır, her an tetikte olunur, gerçek sürekli zorlanır. Ama bir taraftan gerçek olan bir şeyde vardır ki bir an, başka bir ana uymaz. Her hangi bir şey bende önceki gün bıraktığı etkiyi bırakmayabilir. Gözümü iyi açmalıyım, yoksa yine her şey parmaklarımın arasından kayıp gidebilir.

Doğal olarak, size cumartesi ve ondan önceki gün olanları kesin olarak yazamam. Onlardan çok uzaktayım artık, ama şunu söyleyebilirim ki ne ilkinde ne de ötekinde hatırladığım kayda değer bir şey olmadı. Cumartesi günü I çocuklar taş sektirmece oynuyorlardı. Ben de onlar gibi denize bir taş atmak istedim. Ama sonra aniden taşı yere bıraktım ve oradan uzaklaştım. Bu halimi çocuklar görmüş olmalı ki arkamdan kahkahalarla güldüler.

Page 8: Jean Paul Sartre - Bulantı

S n

BULANTI

Olayların dışardan görünüşü böyle. Aslında olup bitenler bende belirli bir iz bırakmadı. Denize mi bakıyordum yoksa taşa mı bilmiyorum, ama gördüğüm bir şey bana tiksinti vermişti. Taş yassıydı, bir tarafı kuru, bir tarafı ıslak ve çamurluydu. Taşı, parmaklarımın kirlenmemesine dikkat ederek köşesinden tutuyordum.

Önceki gün daha da karmaşıktı. Hiçbir anlam veremediğim, birbirini takip eden yanılmalar, rastlantılar oldu. Kesin olan bir şey var ki, ya korktum, ya da buna bir benzer bir şey hissettim. Ama bunlan yazarak zaman kaybetmeyeceğim. Açıkça gördüğüm bir şey var ki, deli değilim ve kendimi de deli sanmaya hiç niyetim yok. Bu tuhaf bir şey gibi görünsede, bütün bu değişiklikler nesnelerle ilgili. Eğer neden korktuğumu bilseydim, bu da bir adım olurdu.

12

SAAT ON BUÇUK(*)

Page 9: Jean Paul Sartre - Bulantı

Daha sonraki günlerde durumum düzeldi. Anlaşılan geçirdiğim, bir delilik buhranıydı. Yaşadığım o acayip duygular bana çok komik geliyor; şu an onlan hissetmiyorum bile. Bu akşam kendimi daha rahat hissediyorum. Bende herkes gibi bir insanım. Bu oda benim, kuzeydoğu tarafında. Aşağısı Mutiles Sokağı ve yeni garın inşaat alanı. Victor Noir Bulvar'mı ve Rendez vous des Cheminots'nun kırmızı ve beyaz ışığını odamın penceresinden görebiliyorum.

Paris treni şimdi geldi. Yolcular, eski gardan çıkarak sokaklara dağılıyorlar. Yürürken çıkardıkları sesleri ve konuşmalarını duyuyorum. Birçok insan son tramvayı bekliyor. Penceremin altında, hava gazı fenerinin etrafında iç karartıcı, küçük bir grup oluşturmuş insanlar var. Tramvay on kırk beşten önce gelmeyeceği için bir süre daha böyle beklemek zorundalar. Gece çalışan tüccarlar umanm bu gece gelmez. Öyle çok uykum geldi ki, öylesine uykusuzum ki, iyi bir gece, tek bir gece tüm olaylan unutturacak. Saat on bire çeyrek var, gelselerdi şimdiye kadar gelirlerdi. Umanm ki bu Bay Rouen'in günü olsun. Her hafta gelir, ona birinci katta ki iki numaralı odayı ayırırlar. Yine de gelebilir. Çünkü yatmadan önce Rendez vous de

(*) Yazıldığı sırada akşamın on buçuğu olduğu kesin. Takip eden paragraf ötekilerden çok sonra, en erken ertesi gün yazılmış olabilir.

1"?!

Cheminots'da bir bardak bira içiyor. Zaten fazla gürültü de yapmaz. Ufak tefek, parlatılmış siyah bir bıyığı ve peruğu olan temiz bir adam. Tamam, geliyor işte!

Oh be, onun merdivenleri çıktığını duyunca kalp atışlanm düzene girdi. Bu kadar güven verici, düzenli bir çevreden korkacak ne var? Sanırım iyileştim.

İşte yedi numaralı, Abattoirs Grands Bassins treni. Büyük bir gürültüyle geliyor. Kalktı. Şimdi uyuyan çocuklarla ve tıka basa doldurulmuş valizlerle, Grands Bassins'e, karanlık doğu tarafına, fabrikalara doğru akıp gidiyor. Bu sondan önceki tramvay. Sonuncusu bir saat sonra geçecek.

Yatağıma gidip güzel bir uyku çekebilirim. Artık iyileştim. İzlenimlerimi, bir deftere küçük bir kız gibi günü gününe yazmaktan vazgeçtim. Tek bir durumda yazmak ilginç olabilirdi. O da....(*)

Page 10: Jean Paul Sartre - Bulantı

GÜNLÜK

(*) Tarihsiz sayfada ki yazı burada sona eriyor.

14BULANTI

29 OCAK 1932 PAZARTESİ

Bana bir şey olduğundan artık eminim. Sanki bir hastalık bütün vücudumu sinsice sardı; kendimi garip ve rahatsız hissettim. Bir defa yerini buldu ve oradan kımıldamadı, hepsi bu. Çok şaşarmış ve artık hiçbir şeyim olmadığını düşünmeye başlamıştım. Bu sadece boş bir uyarıydı. Böyle olmasını istemiyordum, onun için de kendi İcendime, bu duruma fazla önem vermemek için büyük bir caba harcadım.' Biz sadece üzerine ihtiras ve çıkar kalıplan yerleştirilmiş duygulara hizmet ederiz. Bunun yanında kendim hakkında ufacık bir şey bilebilseydem. Bildiğim şeyin üzerine eğilmenin tam sırasıydı.

Ama bende bazı değişiklikler vardı. Örneğin ellerimde yeni bir şey var, pipomu ve çatalımı tutmamda değişiklik var. Yoksa değişik tutmamı sağlayan elimdeki çatal mı? Biraz önce odama gitmek üzere kalktığımda, olduğum yerde aniden durdum. Sanki avucumda soğuk bir şey varmış gibi geldi bana. Bir çeşit kişilikmiş gibi dikkatimi çekiyordu. Avucumu açıp baktığımda, kapının tokmağını tuttuğumu gördüm.

Page 11: Jean Paul Sartre - Bulantı

Bu sabah kütüphanede, Autodidacte/*) günaydın

(*) Orgier P.„, adındaki bu kişi günlükte sık sık geçecektir. Bu kişi bir noter katibidir. Roquentin kendisiyle 1930'da Bouville Kütüphanesinde Umsmıştır. Bu kişi kitapta, "Autodidacte" olarak geçiyor.

17BULANTI

demek için yanıma geldiğinde tanıyabilmem için yüzüne uzun uzun bakmam gerekti. Yüzü tanıdık değildi, hatta onu hiç görmemiştim. Avucumda, beyaz büyük bir solucan gibi duran eli vardı. Elini hemen bıraktım. Kolu yavaş yavaş aşağı indi.

Sokakta ne olduğu bilinmeyen ve sürekli devam eden bir gürültü vardı.Anladım ki son haftalarda değişen bir şeyler vardı, ama neydi? Hiçbir şeye

dayanmayan soyut bir değişmeydi bu. Yoksa değişen ben miydim? Eğer ben değilsem, o halde bu oda mı, bu şehir mi, bu tabiat mı, hangisi?

Evet; değişen sanırım bendim. En basit ve en hoş olmayan çözüm bu. Bu ani değişikliklerin nedeninin kendim olduğunu kabullenmeliyim artık. Sürekli düşünen bir kimse olmadığım için, ben farkında olmadan, içimde küçük değişim nöbetleri birikiyor. Sonra günün birinde ortaya çıkıp, gerçek bir devrim yaratıyorlar. Bende ki kopuk ve sarsıntılı halin nedeni bu. Fransa'dan ayrıldığım zaman, aklıma estiği için böyle yapmış olduğumu düşünenler çoktu. Altı yıl sonra ansızın geri döndüğümde de yine aynı şeyi düşünebilirlerdi. Kendimi, Mercier ile birlikte, geçen yıl Petrou olayının ardından görevinden aynlan şu Fransız memurunun odasında görüyordum yeniden. Mercier, arkeolojik bir görevle Bengal'e gidiyordu. Kendisine eşlik etmem için bana baskı yapıyordu. Ben de hep Bengal'e gitmeyi arzulardım. Şimdi, kendi kendime neden diye düşündüğümde, Portal'a güvenmediği sonucunu çıkarıyorum. Benim kendisine göz kulak olacağımı tasarlıyordu. Reddetmek için hiçbir sebebim yoktu. Portal hakkındaki küçük dümeni o zamanlar çözmüş olsaydım, bu teklifi coşkuyla kabul etmem için bir neden daha olurdu. Bensetek bir söz söyleyemeden dondum kaldım. Ağzımdan tek söz çıkmıyordu. Gözlerimi, yeşil halının üzerinde, telefonun yanında duran, Khmere heykelciğine dikmiştim. İçim sanki ılık sütle dolmuş gibiydi.

Mercier, içinde bana karşı öfke duysada gizli bir melek sabnyla sordu:

"Neden bu kadar çekimser davranıyorsunuz? Kesin ve resmi bir cevap almalıyım, öyle değil mi? Nasıl olsa sonunda evet diyeceksiniz, bir an önce kabul etseniz iyi olacak."

Hoş kokan, kırmızı siyah bir sakalı vardı. Başını her oynatışında kokusundan bir nefes çekiyordum. Sonra birden, altı yıllık bir uykudan uyandım.

Karşımdaki heykel anlamsız, tatsız bir şeydi artık. İtici ve aptal görünüyordu. Neden Hindicini'de olduğumu bilmiyordum. Bu ülkede ne arıyordum? Bu adamlarla niçin konuşuyordum? Neden böyle garip giyinmiştim? İçimdeki tutku ölmüştü. Bu tutku ki, beni içine alıp yıllarca sürüklemişti. Kendimi boş hissediyordum. Fakat hepsi bu değildi. Karşımda gevşeklikle yoğrulmuş, yavan, koskocaman bir düşünce vardı. Bunun ne olduğunu bilmiyordum, ama beni öylesine bulandırıyordu ki ona bakmıyordum.

Page 12: Jean Paul Sartre - Bulantı

Bütün bunlar Mercier'in sakalının kokusuyla karışıyordu. Sarsıldım. Kanım beynime sıçramıştı. Kendimi toparlayarak, kuru bir sesle:

"Size çok teşekkür ederim. Ama yaptığım geziler sanırım yeterli artık. Fransa'ya dönme zamanım geldi," dedim.

İki gün sonra, Marsilya'ya giden vapurdaydım.

1819

BULANTI

Korktuğum, yanılmamış olmam, biriken bu belirtilerin hayatımda yeni bir yıkılışın habercisi olmalarıydı. Bu korku, ne zengin oluşumdan, ne ağır oluşumdan, ne de değerli oluşumdan kaynaklanıyor. Beni ele geçirip, bilinmeyen bir yere sürükleyen şeyin, yeniden canlanmasından korkuyorum. Bütün planlarımı, araştırmalarımı, kita-bımı bırakıp tekrar yollara mı düşmem gerekecek? Birkaç ay ya da birkaç yıl sonra yine düş kırıklığı, bitkinlik ve çöküntüler arasında mı uyanacağım? İçimde olanları çok geç olmadan görmek isterdim.

30 Ocak 1932 SALI

Y

eni bir olay yok. Dört saat kütüphanede çalıştım. Kitabımın XII. bölümünü, Rollebon'un Rusya'da kalışını anlatan kısmı tamamladım. I. Paul'ün ölümüne kadar geçen zamanla ilgili ne varsa toparladım. Bu işte bitmiş oldu. Temize çekip düzenledikten sonra geriye bir şey kalmıyor.

Saat bir buçuk, Mably Kafe'sindeyim. Aşağı yukarı her şey normal, sandviç yiyorum. Zaten kafelerde her şey normal olmaz mı? Özellikle, Mably Kafe'sinde, kafeyi işleten M. Fasquelle'nin, olumlu ve güven veren tavrı bunu hissetmenizi sağlardı. Birazdan kısa bir uykuya dalacak, gözleri şimdiden pembeleşmiş, ama tavırlanndaki kararlılık duruyor. Masalar arasında dolaşıyor, müşterilerine yaklaşıp, güvenle:

"Nasıl, memnun musunuz, efendim?" diye soruyor.Onu böyle canlı görünce gülümsedim. Kafe ikiden dörde kadar boş olurdu. M.

Fasquelle'nin kafası bu boş saatlerde boşalır. O zaman şaşkın şaşkın birkaç adım atar, garsonlar ışıklan söndürürler. O da bilinçsizce kendinden geçer. Bu adam yalnız

Page 13: Jean Paul Sartre - Bulantı

olduğu zaman uykuya dalar.Kahvede on beş, yirmi kişi vardır. Bunlar da, bekarlar, küçük mühendisler ve

memurlardır. Aile pansiyonlarında

2021

öğle yemeklerini çabucak yerler, sonra da biraz lükse ihtiyaç duyduklarından buraya gelirler. Kahvelerini içerler, as-poker oynarlar. Biraz da gürültü yaparlar, ama bu gü-rültü beni rahatsız etmez. Onlar da varlıklarını hissedebilmek için bir araya gelme ihtiyacı duyuyorlar.

Ben yalnızım, yalnız yaşıyorum. Hiç kimseyle bir bağlantım yok. Ne bir şey alıyorum, ne de veriyorum. Autodidacte'ı hariç. Bir de Rendez vous des Cheminots'un patronu Françoise var, ama o kadınla konuşuyorum sayılır mı? Bazı akşamlar, yemekten sonra biramı getirdiği sırada ona:

"Bu akşam vaktiniz var mı?" diye sorardım.

Hiçbir zaman hayır demez. Saat hesabıyla ya da bir günlüğüne kiraladığı birinci kattaki büyük odalardan birine gideriz. Ona para vermem. Bu ikimizin de işine geliyor, karşılıklı tatmin oluyoruz. O bundan zevk alıyor, Ona her gün bir adam gerek, elinin altında benden başkaları da var. Böylece ben de nedenini pek bilmediğim sıkıntılarımdan kurtuluyorum. Hemen hemeh hiç konuşmuyoruz. Herkes kendine bakıyor. Zaten ben her şeyden önce onun kafesinin bir müşterisiydim.

Bir zamanlar Anny'yi düşünürdüm. Hatta beni terk ettikten uzun bir süre sonra bile. Şimdiyse kimseyi düşünmüyorum. Kelimeler bazen hızlı, bazen yavaş akıp gidiyor. Her şeyi boşveriyorum. Hiçbir şeye takılıp kalmıyorum. Çoğu zaman kelimeleri bağlayamadığım için düşüncelerim havada kalıyor. Anlaşılmayan boş resimler çizip, yok oluyorlar. Bende onları hemen unutuyorum.

Gençlere imreniyorum. Kahvelerin içerken akla yatkın, kesin hikayeler anlatıyorlar. Dün ne yaptınız, diye sorul-

22BULANTI

duğu zaman bocalamıyorlar. Onların yerinde ben olsaydım geveler dururdum. Gerçek olan bir şeyde var ki uzun zamandır kimsenin benim ne iş yaptığımla ilgilendiği yok. İnsan yalnız yaşadığı zaman anlatmanın ne demek olduğunu bilemez. Aniden konuşan ve çekip giden insanlar ortaya çıkar. Başı sonu olmayan hikayelere dalarlar. Ne dediğini, ne olup bittiğini tekrar sorsanız, bir daha aynı şeyleri söylemezler. Bunu yanında özellikle kafelerde olmayacak türden şeyler çok anlatılır.

Örneğin cumartesi öğleden sonra, garın inşaat alanında, tahta kaldırımın ucunda, bin kadın elindeki mendili sallayıp, geri geri koşuyordu. Tam o sırada bir zenci sokağın

Page 14: Jean Paul Sartre - Bulantı

köşesini dönüyordu. Geri geri gelen kadın, tahtalardan yapılmış duvara duvara asılı fenerin altında adama çarptı. Burcu burcu ıslak kereste kokan bir tahta duvar, bir fener, bir zencinin kollarında sarışın güzel bir kadın ve ateş gibi yanan bir gökyüzü... Görünen manzara işte buydu. Dört ya da beş kişi olsaydık, olayı tüm ayrıntılarıyla fark edebilirdik ve bu iki çocuksu yüzde beliren şaşkınlığa da gülerdik. Yalnız yaşayan bir insan ender olarak güler. Bu bütünlük bende, kuvvetli ve hazin hisler uyandırdı. Sonra kayboldu. Bir saat sonra fener yandı, rüzgâr esiyordu, hava da kararmıştı. Geride de hiçbir şey kalmamıştı.

Tüm bunlar yeni değildi. Hiçbir zaman bu zararsız heyecanlan görmemezlikten gelmiyordum. Tam tersini yapıyordum. Bu heyecanlan yaşamak için azıcık yalnız kalmak ve zamanı gelince akla yatkınlıktan sıynlmak gerek. Yalnızlığın sınınnda insanlann yanında duruyordum. Bir tehlike anında onlara sığınacaktım. Aslında o zamanlar bir acemi gibi davranıyordum.

BULANTI

Bu neşeli ve akıllı seslerin ortasında yalnızım. Bütün bu insanlar, menuniyetlerini bildirmekle ve aynı fikirde ol^ duklarını söyleyerek vakit geçiriyorlar. Tanrım, hep beraber aynı şeyi düşünmenin ne anlamı varsa. İçe dönük halleri olan, o balık yüzlü insanlardan biri bazen onların arasından geçiyor. İşte o zaman ötekilerin suratlarının ne hal aldığını görmek yeter. Onlara göre böyle insanlarla anlaşmak hiçbir zaman mümkün değildir.

Sekiz yaşındayken Luxembourg Park'mda oynamaya giderdim. Bir adam vardı. Gelip, Auguste Comte Sokağı boyunca uzanan parmaklığın karşısındaki kulübenin içine otururdu. Hiç konuşmazdı, bazen ürkek bir tavırla ayağına bakardı. Baktığı ayağında bir potin vardı, ötekinde ise bir terlik. Bekçinin amcama dediğine göre eskiden okulda müdür yardımcısıymış. Üç aylık dönemin ders notlarını sınıfta, akademisyen giysisiyle okuduğu için emekliye ayırmışlar. Yalnız olduğunu hissettiğimiz için ondan çekinirdik. Bir gün kollarını uzaktan Robert'e sallayarak gülümsedi. Robert düşüp bayılacak gibi oldu. Bizi korkutan şey, ne adamın sefil hali ne de boynunda çıkmış olan ve yakasına değen ur'du. Bizi korkutan onun yalnızlığı idi. Öyle sanıyorduk ki kafasının içi yengeç ya da İstakoz düşüncelerle doluydu. Bizi korkutan da buydu işte. İstakoz fikirlerle doldurulmuş düşünceler, kulübede, ağaçların arasında, etrafımızdaydı.

Beni de bekleyen bu muydu, acaba? Yalnız olmak ilk kez canımı sıkıyordu. Çok geç olmadan ve küçük çocukları korkutmaya başlamadan, başıma gelen şeyi birine anlatmak istiyorum. Anny'nin burada olmasını isterdim.

Tuhaf o kadar sayfa yazdım, ama gerçeği söylemedim.

Gerçeğin hepsini söylemedim. Yahi tarihin altına, 'yeni

24

bir şey yok' diye yazarken bunu kötü niyetle yazmıştım. Asımda olay olağanüstü ya da utandırıcı değildi. Bu niyetle ortaya çıkmak istemiyordu. Gerçekten de yeni bir şey olmadı. Bu sabah kütüphaneye gitmek üzere Printania Otel'inden çıkıyordum, yerde bir kâğıt parçası sürünüyordu, almak istedim. Alamadım. Hepsi bu, hatta bu bir olay bile değil. Fakat doğruyu söylemek gerekirse bu olay bende derin bir etki yarattı. Artık özgür olmadığımı düşündüm. Kütüphanede bu fikirden kurtulmayı denedim, ama olmadı. Mably Kafe'sine kaçayım dedim. Işıklar bu düşüncemi dağıtır, diye

Page 15: Jean Paul Sartre - Bulantı

düşünüyordum. Ama olduğu yerde kaldı... İçimde, ağır ve acı. Bu sayfalan bana yazdıran o.

Bundan niçin bahsetmedim? Gururdan ve birazda beceriksizlikten. Arka arkaya gelen olaylara hakim olamam, o zamanda neyin ne olduğunu ayırt edemem. Ama şimdi böyle değil; Mably Kafe'sinde yazdıklarımı yeniden okudum ve utandım. Ne gizli şeyler, ne ruh durumları, ne de sözle anlatılmaz şeyler istiyorum. Neden içe dönük yaşayayım ki, ne rahibim, ne de bakir. Söyleyecek önemli bir şey yok, kâğıdı yerden alamadım hepsi bu.

Eski paçavraları, kestaneleri, hele kâğıtları yerden almayı çok severim. Onları avucumda tutmak çok hoşuma gider, hatta çocuklar gibi onları ağzıma götürmek isterim. Şatafatlı, ağır belki de insan pisliğine bulanmış kâğıtları yerden alıp, kaldırdığım zaman Anny çok kızardı. Bazen yakından bakarak elimle dokunurdum, bazen hışırtılarını duymak için yırtardım ya da çok ıslaksalar onları yakmaya çalışırdım. Bu da pek kolay olmazdı tabi. Sonra da çamura bulaşmış ellerimi, bir duvara ya da ağaç gövdesine silerdim.

25BULANTI

Nesneler madem ki canlı değiller insanı etkilememe-liler. Nesneler kullanılır, tekrar yerine konur, onların içinde yaşanır. Onlar aletten başka bir şey değildir. Ya ben? Beni etkiliyorlar. Dayanılır şey değil. Onlarla yaşamaktan korkuyorum, onları yaşayan hayvanlarmış gibi görüyorum.

Geçen gün, deniz kıyısında taşı elimde tutarken ne hissettiğimi daha iyi hatırlıyorum. Ve anlıyorum. Tatsız bir Bulantı anıydı. Ne tatsız bir şeydi! Ve taştan geliyordu. Eminim bundan, taştan ellerime geçiyordu. Evet böyleydi, tamamıyla böyle. Ellerin içinde bir çeşit Bulantı.

PERŞEMBE SABAHI KÜTÜPHANEDE

Otelin merdivenlerinde biraz önce Lucie'yi gördüm. Bir yandan merdivenleri siliyor, bir yandan da bayan patronuna belki yüzüncü kez şikayet ediyordu. Patronu, takma dişleri ağzında olmadığı için zorlukla konuşuyordu. Lucie ise kesintisiz ve akıllıca konuşuyordu.

"Kadın peşinde koşmasına razıyım, diyordu. Benim için fark etmez, hiç değilse bu durumda ona zarar gelmez."

Page 16: Jean Paul Sartre - Bulantı

Kocasından bahsediyordu. Bu küçük kara kız parasını çok yakışıklı genç bir adamın eline vermişti. Kadın bu evlilikte mutsuzdu. Kocası onu aldatmıyordu, dövmüyordu, ama içiyordu. Eve her akşam sarhoş geliyordu. Üç ayda saranp solmuştu, Lucie bunu içkiye bağlıyordu. Bana kalırsa adam verem.

"Üstesinden gelmek gerek," diyordu Lucie.

Bu durum eminim, onun içini yavaş yavaş ve sabırla kemiriyordu. Lucie buna aldırmıyordu. Ne kendini avutabilir, ne de kederi terk edebilirdi. Onu çok az düşünüyordu. Ne de olsa kocası onun sırtından geçiniyordu. Zaman zaman başkalarıyla birlikte oluyor, onlarla avunuyordu. Biraz ferahlıyordu böylece. Odalarında yalnız olduğunda Şarkı mırıldanıyor, fakat bütün gün suratını asıyor, bıkıyordu.

Boğazına dokunarak:

2627uüiüuiiiiüiniiiüîiiiı

BULANTI

"Buradan," diyordu, "geçmiyor işte." ^ Cimrice acı çekiyordu. Mutluluktan yana da cimriydi Kendi kendime, adamakıllı acı çekip umutsuzluğa dalmak istemiyor mu, diye soruyordum. Ama ne olursa olsun U onun için imkansızdı. Bir kere takılıp kalmıştı.

PERŞEMBE ÖĞLEDEN SONRA

Page 17: Jean Paul Sartre - Bulantı

28

M. de Rollebon çok çirkindi. Kraliçe Marie Antoinette, onu 'sevgili maymunum' diye çağırmaktan çok hoşlanıyordu. Maymun suratlı Voisenon gibi soytarılık yapmadan, sadece birlikte olduğu güzel kadınları tutkunun doruğuna götüren bir çekim gücüyle birçok kadın elde etmişti. Entrikalar çevirdi. 1970'de ortadan kayboldu. Rusya'da ortaya çıktı. I. Paul'un suikas-tinde birazcık parmağı vardı. Oradan daha da uzak ülke-lere, Hindistan'a, Çin'e, Türkistan'a gitti. Gene entrikalar çevirdi, ispiyonculuk yaptı. 1873'de tekrar Paris'e döndü. 1816'da gücünün zirvesine çıktı. Angouleme düşesinin tek güvendiği kişiydi. Bunalımlı çocukluk anılarına saplanıp kalmış bu yaşlı ve kaprisli kadın onu gördüğü zaman gevşiyor, gülümsüyordu. M. de Rollebon'da onun sayesinde, sarayda istediğini yaptırıyordu. Mart 1820'de Mile de Roquelaure adında çok güzel, on sekiz yaşında bir kızla evlendi. Evlendiğinde yetmişindeydi. Ömrünün sonunda istediğine kavuşmuştu. Yedi ay sonra ihanetle suçlandı, yakalandı. Zindana atıldı. Davasının soruşturması yapılamadan beş yıl sonra orada öldü.

Germain Berger'in hikayesini hüzünle tekrar okudum. M. de Rollebon'u önce birkaç satırdan tanıdım. Şu birkaç satır sayesinde hemencecik nasıl da sevivermiştim onu. Bu

29BULANTI

küçük ihtiyar adam için buradaydım. Seyehatten döndüğümde Paris'e veya Marsilya'ya yerleşmem çok iyi olacaktı. Fakat Markiz'in Fransa'da ki uzun konakla-masına anlatan belgelerin büyük bir kısmı Bouville Belediye Kütüphanesi'ndeydi. Roîlebon'un Marommes'de bir şatosu vardı. Savaştan önce bu kasabada torunlarından birisi yaşıyordu. Rollebor Campouyre adında bir mimardı. 1912'de öldüğü zaman Bouville Kütüphanesi'ne çok önemli bir bağış yapmıştı. Bunlar Marki'nin mektuplan, günlüğünden bir bölüm ve her çeşit belge idi. Henüz hepsini incelemedim.

Bu notlan yeniden bulduğum için çok mutluyum. On yıldan sonra tekrar okuyorum bunlan. Önceden daha sık yazdığımı fark ettim. O yıl M. de Rollebon'u ne kadar çok seviyormuşum. Hatırlıyorum bir salı akşamı, Mazarine'de bütün gün çalışmıştım. 1789-1790 yıllarındaki yazışmala-nnda Nerciat'ı ustaca avlamış olduğunu çıkardım. Geceydi, Maine caddesinden aşağı iniyordum, kestane satın almıştım. Mutluydum! Nerciat'ın Almanya'dan dönüşünde nasıl bir ifade takınmış olacağını düşünerek kendi kendime gülüyordum. Marki'nin yüzü mürekkep gibi, ben onunla ilgilendiğimden beri epey solmuş.

1801'den itibaren tutumundan hiçbir şey anlayamaz oldum önceleri. Belgelerin yokluğundan değil. Çünkü tam tersi mektuplar, hatıra yazıları, gizli raporlar, polis arşivleri hepsi vardı. Bu delillerde eksik olan şey kesinlik ve kararlılıktı. Çelişmiyorlar, ama uyuşmuyorlarda. Sanki aynı kişiden bahsetmiyorlar. Bunun yanında diğer tarihçilerde aynı türden bilgiler üzerinde çalışıyorlar. Bunu nasıl yapıyorlar? Daha

Page 18: Jean Paul Sartre - Bulantı

az mı zekiyim, yoksa çok mu titizim? Bu sorular ortaya çıkınca, sorundan tamamıylauzaklaştım. Temelde ne arıyorum? Bunu hiç bilmiyorum. Rollebon, uzun bir süre beni yazdığım kitaptan daha çok ilgilendirdi. Şimdi bu adam canımı sıkmaya başladı. Beni artık kitap ilgilendiriyor. Gittikçe artan bir kuvvetle yazma isteği duyuyorum. Yaşlandıkça böyle mi oluyorum ne!

Roîlebon'un, I. Paul'un öldürülüşünde önemli bir rol oynadığı, devamında çar hesabına doğuda büyük bir casusluk görevi kabul ettiği, Napoleon'a çalışıp, Alexandre'ı aldattığı söylenebilir kuşkusuz. Aynı zamanda Artois Kont'uyla mektuplaştı, ama daha az önemli bilgiler gönderdi ona. Tüm bunlar olmayacak şey değil. Fouche aym çağda, oldukça tehlikeli ve karmaşık bir komedi oynuyordu. Marki'de belki onun hesabına Asya'da ki prensliklerle silah ticareti yapıyordu.

Evet, bütün bunları yapmıştır, ama kesin değil. Hiçbir şeyin asla kamtlanamayacağma inanmaya başlıyorum. Bunlar olayları anlatan dürüst varsayımlar. Benden geldiklerini ve bildiklerimin sadece basit bir birleştirme tarzı olduğunu o kadar iyi anlıyorum ki. Rollebon'dan tek ışık bile gelmiyor. Olaylar, temel, somurtgan bir tavır takınmışlar, kendilerine vemek istediğim düzene uyuyorlar, ama bu düzenin dışında kalıyorlar. Tamamıyla düşsel bir çalışma yaptığım kanısındayım. Hem şuna da eminim ki söz konusu bir romanın kişileri olsaydı, ki bunlar daha gerçek, kesinlikle daha sevimli olacaklardı.

3031

lUHivimiiitüHi

CUMA ÖĞLEDEN SONRA

S

aatin üç olması daima ya çok geçtir ya da çok erken. Bugün hiç çekilmiyor. Öğle sonunun acyip bir anı. Cansız güneş, camların tozunu ortaya çıkarıyor. Solgun gökyüzü daha çok beyazımtrak. Sokaklarda oradan buradan akan sular donmuş.

Page 19: Jean Paul Sartre - Bulantı

Kaloriferin yanında oturuyor, yediklerimi hazmediyorum. Benim için bugün kaybolmuş bir gün. Karanlık basmadan hiçbir şey yapmayacağım. Ama gece olunca her şey değişecek. Her şey güneş yüzünden, şantiyenin üzerinde havada asılı duruyor, kirli beyaz süsleri belli belirsiz sanya boyuyor, solgun bir halde odama sızıyor ve masamın üzerine soluk, belirsiz dört yansı seriyor.

Pipom yaldızlı bir cilayla kaplanmış, ama iyice bakınca geriye sadece tahta parçasının üzerinde soluk bir sızıntı kalıyor. Ellerime varıncaya kadar her şey böyleydi. Güneş böyle olduğunda en iyisi gidip yatmak, ama dün gece kesintisiz uyuduğum için uykum yok.

Gökyüzünü, dün çok sevmiştim. Gülünç ve dokunaklı bir yüz gibi camlara dayanmıştı. Bu güneş ise, cimri ve yolunu bilen bir ışık. Bu ışık sevdiğim her şeyin üstüne düşüyor. Uykusuz bir gecenin sabahında, bir gün Önce alınmış kararlann üzerine, bir solukta yazılmış sayfalara

32BULANTI

inen bir bakış gibi. Geceleri yan yana ışıldayan Victor Noir bulvarının dört kafesi, onlar da belirsiz sevimliliklerini yitirmişler.

İnsanın tam olarak kendisiyle kalabileceği bir gün. Güneşin gönderdiği bu soğuk ışıklar, hoşgörüsüz bir yargı gibi gözlerden içime giriyor. İçin için yoksullaştırıcı bir ışıkla aydınlanıyorum. Kendimden tiksinti duyabilmem için on beş dakikanın bile yeterli olacağından eminim. Ben olmayayım teşekkürler, bunun için can atmıyorum. Rollebon'un Petersburg'da geçirdiği günler ile ilgili dün yazdıklarımı da bir daha okuyacak değilim. Kollaram iki yanda sarkık, isteksizce bir iki kelime karalıyorum, esniyorum, oturuyorum; güneşin batmasını bekliyorum. Karanlık basınca nesneler ve ben belirsizlik aleminden çıkacağız.

Rollebon'un I. Paul'un suikastinde rolü var mı, yok mu?

Evet, günün sorusu bu. Buraya kadar geldim. Cevabını bulamadan da devam edemeyeceğim.

Pahlen, Tcherkoff'a göra ona para veriyormuş. Suikastçilerin çoğu, Çar'ı tahttan indirip hapsetmekle yetineceklerdi, diyordu Tcherkoff. Ama Pahlen, Paul'un işini tamamen bitirmek istiyordu. Galiba, M. de Rollebon'-da suikastçileri, birer birer suikastin içine itmekle görevlendirilmişti.

"Her birini tek tek ziyaret etti. Olayı onların gözünde inanılmayacak bir güçle canlandırdı. Böylece onlarda bir öldürme çımgınlığı yarattı ya da geliştirdi."

Fakat Tcherkoff, aklı başında bir tanık dağil, ona güvenmiyorum. İşkenceci bir falcı ve yan deli. Her şeyi

33

Page 20: Jean Paul Sartre - Bulantı

şeytanca bir zekayla çekip çevirir. Rollebon'u bu melodram rolde hiç düşünemiyorum. Suikastin sahnesini canlandırmış mı, acaba? Yok canım soğuk adamdır o. Basitliğe meydan vermez, renksiz olan metodu göstermez, sezdirir. Sadece kendi gibi olan, entrikacı ve politikacılarla başarıya ulaşabilir.

Me de Charrieres onun için şöyle diyor:

"Adhemar de Rollebon konuşurken renkli konuşmaz, el kol hareketi yapmaz ve sesinin tonunu değiştirmezdi. Gözlerini yan kapalı tutardı. Böylece göz bebeklerinin kıyısı zar zor görünürdü. Onun, beni, birkaç yıldır gereğinden fazla sıktığını kendime itiraf etme cesaretini gösterebiliyorum. Rahip Mably, nasıl yazıyorsa o da öyle konuşuyordu."

Böyle bir adamın, rol yeteneği olabilir mi? Peki kadınları nasıl baştan çıkarıyordu? Bir de Segur'un anlattığı bir hikaye var. Bana gerçekmiş gibi geldi.

"1930'da Moulins yakınlarında bir handa, yaşlı bir adam ölüm döşeğindeydi. Bu adam filozoflar tarafından eğitilmişti ve Diderot'un arkadaşıydı. Yörenin rahipleri onu kurtarmak için çabalıyorlardı. Her çareye başvurmuşlardı, ama bu adam son dini törenin yapılmasını istemiyordu. Çünkü Kamutanrıcıydı.( > Rollebon'da oralardaydı ve o da hiçbir şeye inanmıyordu. Moulins papaz-larıyla bahse girdi. Bir hastayı Hristiyanhk duygularıyla doldurmak için belki iki saat bile gerekmez, dedi. Papaz bahse girdi ve kaybetti. Sabahın üçünde işe girişti, hasta saat beşte günah çıkardı ve yedide öldü.

(*) Kamutanncı (Panteizim): Tanrı'nın varlığını alemin varlığı olarak anlayan, bu iki varlığı tek varlık olarak düşünen felsefe öğretisi.

BULANTİ Papaz:

"Tartışma sanatında bu kadar usta mısınız?" diye sordu. "Bizimkileri bastırdınız!"

"Tartışmadım ki," diye cevapladı Rollebon. "Sadece onu cehennemle korkuttum."

Şimdi konumuza gelelim. Suikast eyleminde etkin bir rol oynadı mı, oynamadı mı? O akşam saat sekize doğru dostlarından bir subay onu evine kadar götürdü. Eğer evinden yeniden çıktıysa hiç endişelenmeden Saint Petersbourg bulvarından nasıl geçebildi, Paul yan deliydi. Akşam saat dokuzdan sonra ebeler ve doktorlar hariç tüm gelip geçenlerin durdurulması emrini vermişti. Şu saçma hikayeye inanmak mı gerek? Rollebon saraya ulaşabilmek için ebe kılığına girmiş olamaz mı? Her şeyden öte bunu da yapabilirdi. Şu da vardı ki suikast gecesi evinde olmadığından şüphe yoktu. Alexandre, ondan fazlaca şüpheleniyordu ki tahta çıkar çıkmaz yaptığı ilk işlerden biri Uzak Doğu'da bir görevi bahane ederek, Marki'yi uzaklaştırmak olmuştu.

Mm. de Rollebon beni şaşkına çevirdi. Kalkıp solgun ışıkta elimi kolumu hareket ettirdim. Işığın üzerimde değiştiğini gördüm. Bu ışığın beni nasıl tiksindirdiğini anlatamam. Esnedim. Masanın üzerindeki lambayı yaktım. Belki aydınlığı günün ışığıyla başa çıkar diye düşündüm. Ama hayır, lamba ayağımın dibinde küçücük bir bölgeyi zar zor aydınlatıyor. Lambayı kapatıp ayağa kalktım. Duvarda beyaz bir delik var, ayna. Bu bir tuzak ve biliyorum bu tuzağa düşeceğim. Yakalandım işte. Aynada kurşini şey belirdi. Yaklaştım ve ona baktım. Artık hiçbir Vere gidemem.

Bu, benim yüzümün yansıması. Boş geçen günlerde sık

Page 21: Jean Paul Sartre - Bulantı

34

35m11 m;

sık ona bakıp dalıyorum. Bana hiçbir şey ifade etmiyor. Diğerlerinde bir anlam var, ama benimkinde yok. Güzel mi, çirkin mi olduğuna karar veremiyorum. Ama çirkin galiba. Bana öyle söylemişlerdi. Buna aldırmıyorum, Aslında yüzüme bir nitelik vermelerine de kızıyorum. Fakat yine de yanaklarımın yumuşak bölgesine ve alnın üzerine bakınca hoş bir şey var. Kafatasımı kaplayan güzel, kırmızı alev. İşte bakması hoş olan bu. Yani saçlarım. Hiç değilse açık bir renk. Kızıl olmaktan mutluyum. Şansım varmış ki kafamda şansınla kestane arası gidip gelen o donuk renkli saçlardan biri yok. Yoksa yüzüm belirsizlik içinde kaybolur, başımı döndürürdü.

Bakışım sıkıntıyla, bu alnın, bu yanakların üzerinden iniyor. Hiçbir engelle karşılaşmadan sanki kuma saplanıyor. Orada bir burun, gözler ve bir ağız belirgin bir biçimde duruyor. Tüm bunların ne insani bir anlatımı, ne de bir anlamı var. Yine de Anny ve Velines bende canlı bir hal bulurlardı. Küçükken Bigeois Teyzem, 'Aynaya uzun süre bakarsan sonunda bir maymun görürsün,' derdi. Ben kendime daha uzun süre bakmış olacağım. Gördüğüm şey maymunun da altında, bitkiler aleminin smınnda ahtapotlar seviyesinde. Evet yaşıyor, yaşamıyor diyemem. Fakat Anny'nin söylediği canlılık bu değil. Hafif ürperişler görüyorum, kendimi koyverip yayılan, yavan bir ten görüyorum. Hele gözler; bu kadar yakından korkunç! Camgöz yumuşak, kör, kenarları kırmızı; balık pulu sanki.

Bütün ağırlığımla pervaza dayanıyorum. Yüzümü aynaya dokununcaya kadar yaklaştırıyorum. Gözler, burun ve ağız kayboluyor. İnsanca hiçbir şey kalmıyor. Dudak-ların şişkinliğinin her bir yanında esmer kırışıklar, kabartılar, yanaklann sarkıklan üzerinde beyaz ipek gibi ayv£

BULANTI

tüyleri kaplamış burun deliklerinden sarkan iki kıl. Kabartma bir jeoloji haritası gibi. Bu ayın yüzeyi gibi olan alem, her şeye rağmen benim alemim. Onun aynntılannı görmüş olduğumu söyleyemem, ama hepsini daha önce görmüş olduğumdan olsa gerek beni uyuşturuyor. Yavaşça uykuya dalıyorum.

Yeniden kendimi hissedebilmek istiyorum. İçten ve yoğun bir duygu beni kurtaracak. Gözlerim açık uykuya dalıyorum. Yüzüm aynada şimdiden büyüyor, büyüyor.... Işıkta silinip giden uçsuz bucaksız bir ayla bu.

Beni aniden uyandıran dengemi kaybetmem oldu. Kendimi sandalyeni üzerinde ata biner gibi buldum. Hâlâ uyuşuktum. Diğer insanlar da yüzlerini benim gibi acıyla yargılıyorlar mı, acaba? Bana öyle geliyor ki yüzümü, vücudumu hissettiğim gizli, organik bir duyguyla görüyorum. Diğerleri de öyle mi yapıyor?

Page 22: Jean Paul Sartre - Bulantı

Belki de insanın kendi yüzünü anlaması imkansız, ya da yalnız bir insan olduğumdan bu böyledir. Toplum içinde yaşayan insanlar, aynalarda, arkadaşlanna göründüğü gibi görünmeye alışmışlardır. Benim arkadaşlanm yok. Bunun için mi tenim bu kadar çıplak, acaba? Galiba öyle. Galiba doğa insansız.

Artık geceyi beklemekten başka hiçbir şey yapamam. Canım hiç çalışmak istemiyor.

3637

BULANTI

SAAT BEŞ BUÇUK

İşler çok kötü. Hiç iyi değilim! İçimde yine o pis şey var. Bulantı. Bu seferki yeni. Bir kafede yakaladı beni. Kafeler şimdiye kadar benim tek sığınağımdı. Çünkü hem kalabalıktılar, hem de iyi aydınlatılmışlardı. Artık bu da olmayacak. Odama tıkılıp kalacağım ve nereye gideceğimi bilemeyeceğim.

Patron kadınla yatmak için kafeye gitmiştim. Kapıdan girer girmez, garson kız Madeleine bana bağırarak: "Patron yok, alışveriş için kente gitti," dedi.

O anda kasıklarımda acı ve yoğun bir düş kırıklığı duydum, aynı anda da gömleğimin meme uçlanma süründüğünü duyuyordum. Etrafım çevrilmişti, renkli ağır bir anafora kapıldığımı hissettim. Sisten ve aynadaki duman ışıklarından oluşan bir anafordu bu. Dip tarafta da tahta sedirler vardı. Niçin onu görüyordum? Niçin buradaydılar? Bu neden böyleydi? Kapının eşiğindeydim ve ne yapacağımı bilmiyordum. Sonra bir kaynaşma oldu, tavandan bir gölge geçti ve kendimi ileriye itilmiş hissettim. Dalgalanıyordum, aynı zamanda her yanımda bulunan ışıklı sislerden sersemlemiştim. Madeleine kalçalarını sallayarak, pardösümü çıkarmaya geldi. Saçlarını arkadan bağladığını ve küpe takmış olduğunu fark ettim. Onu tanıyordum. Kulaklarına doğru yayılan büyük yanaklarına bakıyordum.

Bana gülümseyerek:

"Bir şey içer misiniz M. Antoine?"

İşte o zaman Bulantı yine belirdi. Sedirin üzerine yığılıp kaldım. Nerede olduğumu bile bilmiyordum. Renklerin çevremde yavaşça döndüğünü görüyordum ve kusacak gibi oluyordum. İşte o günden beri Bulantı beni bırakmıyor. Avucunun içinde tutuyor beni.

Page 23: Jean Paul Sartre - Bulantı

Parayı ödedim. Madeliene tabağı kaldırdı. Tahta sedirin oturduğum yeri çökmüş, kaymamak için tabanlarımı yere dayamalıyım. Hava soğuk. Başımı oynatamıyorum, ama gözlerimi oynatabiliyorum. Başım esnek, sanki boynumun üzerine öylesine yerleştirilmiş. Sanki olurda boynumu çevirirsem onu düşüreceğim.

Patron alışverişe gittiği zaman tezgahın başına kuzeni Adolphe geçerdi. Otururken ona bakmaya başladım, bakmayı sürdürdüm çünkü başımı çeviremediğim için başka çarem yoktu. Adolphe'in, mavi pamuk gömleği, çikolata renkli bir duvar üzerinde neşeli neşeli parlıyor. Bu bile Bulantı veriyor. Daha doğrusu Bulantının kendisi. Bulantı bende değil. Onu orada, duvarın üzerinde, askıların üzerinde, etrafımdaki her yerde hissediyorum. Sanki kafeyle bütünleşmiş, o bende değilde, onda olan benim.

Adolphe ayağa kalktı, birkaç adım attı, ellerini arkasında kavuşturuyor, gülümsüyor, başını kaldırıp topuklarının üzerinde geriye doğru yaylanıyor. Uyukluyor bu durumda. Sallanıp duruyor karşımda. Neredeyse düşecek. Sonra tam düşeceği sırada tezgahın kıyısını yakalıyor ve dengesini buluyor. Sonra yine başlıyor.

Bıktım ve hemen garson kızı çağırdım.

3839mtiüJHimmınnıiHmüH^üümımm«ııımuıııtın

"Madeleine, benim için gramafonda bir parça çalar mısın? Neyi sevdeğimi biliyorsun; Some of these days.

"Çalarım, ama şurada oturan beyler oyun oynarken müzik dinlemeyi sevmezler. Durun onlara bir sorayım." dedi.

Başımı zorlukla çeviriyorum. Adamlar dört kişiler. Madeleine, siyah çerçeveli kelebek gözlüğünü burnunun ucuna iliştirmiş, mor suratlı bir ihtiyarın kulağına eğiliyor. İhtiyar kartlarını göğsüne siper edip gözlüğünün altından bana bakıyor.

"Rica ederim buyrun," diyor.Teşekkür ediyorum. Madeleine gramofonu kuruyor ve benim şarkım çalmaya

başlıyor. Nakaratla söylenen eski bir ragtime bu. Bu şarkıyı, 1917 yılında, La Rochelle sokaklarında, ıslık çalarak şarkı söyleyen Amerikan askerlerinden duymuştum. Savaştan sonra doldurulmuş. Yine de kolleksiyonun en eski plağı; safir iğneli bir Pathe.

Birazdan nakarat gelecek. Özellikle orasını seviyorum. Şu an için caz çalıyor. Hiç melodi yok, sadece notalar, sayısız küçük sarsıntılar... Onları tutmak isterdim. Fakat biliyorum ki eğer onlardan birini durduracak olursam, parmaklarımın arasında basit ve bitkin bir sesten başka bir şey kalmayacak. Ölüp gitmelerini kabullenmeliyim. Hatta

Page 24: Jean Paul Sartre - Bulantı

ölümü istemem gerek.

Canlanmaya, mutluluk duymaya başlıyorum. Henüz olağanüstü bir şey yok. Bu, küçük bir Bulantı mutluluğu. Başka bir mutluluk var. Dışımızdaki bu çelik şerit, zamanımızı başından sonuna kadar yanp geçen, sert ve sivri uçlarıyla onu itip yırtan, kısa süren, müziğin dar süresi. Bir başka zaman var.

Birkaç saniye içinde zenci bir kadın şarkı söyleyecek.BULANTI

Bu kaçınılmaz. Müziğin bu gerçeği öylesine güçlü ki. Dünyanın üzerine çöktüğü zamandan gelen hiçbir şey onu kesemez. O kendi kendine, kendi emriyle duracak. Eğer bu güzel sesi seviyorsam, bunun içindir. Yoksa ne gürlüğü ne de hazinliği beni sevdiren. Yine de kaygılıyım. Plağı durdurmak için ufacık bir şey yeterli olacak. Basit bir zemberek kırılabilir, kuzen Adolphe'un kaprisi tutabilir. Ne kadar heyecan verici, hiçbir şey onu durduramaz, ama her şey onu kırabilir.

Son ezgi de sustu. Bunun ardından gelen sessizlikten işin tamamlandığını, bir şeylerin olduğunu iyice hissediyorum.

Sessizlik.Some of these days

You 'II miss me honey!Nasıl olduysa Bulantı hemen kayboldu. Sessizlik içinde ses yükselince bedenimin

katılaştığmı ve Bulantının yok olduğunu hissettim. Birdenbire böyle kaskatı, diptiri olmak sanki insana acı veriyordu. Aynı zamanda müziğin süresi genişliyor, bir hava tulumu gibi şişiyordu. Bizim zavallı zamanımızı duvarlara çarparak madeni geçiciliği ile salonu dolduruyordu. Müziğin içindeyim. Aynalarda ateşten küreler uçuşuyor, dumandan halkalar bunları sarıyor ve ışığın zor gülümseyişini bir gizleyip, bir açığa çıkararak dönüyorlar. Masanın üzerinde bira bardağım ufalıp kısaldı. Yoğun, vazgeçilmez bir hali var. Onu almak ve tartmak istiyorum. Elimi uzatıyorum... Aman Tanrım! Asıl değişen bi, yani benim hareketlerim. Kolumun bu hareketi. Görkemli bir melodi gibi gelişti, zenci kadının şarkısının uzunluğunca süzüldü. Sanki dans ediyorum.

40

41

Vücudumun, dinlenen bir açıklama makinesi olduğum düşünüyorum, heyecanlıyım. Ben gerçek maceralar yaşa. dım, ama onlarda hiçbir ayrıntı bulamadım. Hallerin seri zincirlerini görüyorum. Denizler aştım, arkamda denizle) bıraktım, nehirlerden yukarılara çıktım, ormanlara daldın ve hep başka şehirlere doğru yol aldım. Kadınlarım oldu bazen dövüştüm. Bir plak nasıl geriye dönmezse bende hiç geriye dönmedim. Tüm bunlar beni nereye götürdü? Şu dakikaya, şu tahta sedire, müzikle uğraşan şu ışıklı yuvarlağa...

And when you leave me

Ben Roma'da Tiber kıyısında oturmaktan, akşamları Barcelona'nın

Page 25: Jean Paul Sartre - Bulantı

Rambla'larında yüz defa bir aşağı bir yukarı gezinmekten zevk alan ve Angkor yakınında Prah-Kan'daki Baray adacığında bir Hint incirinin, köklerini Nagaslar'ın tapınağına doladığını gören bir insanım. Şimdiyse buradayım. Cılız gece dışanda kol gezerken ben şarkı söyleyen zenci bir kadını dinliyorum.

Plak durdu.

Gece usul usul, çekinerek içeri girdi. Görünmüyor, ama orada, lambaları örtüyor. Havada ki karanlık şey ciğerlere çekiliyordu. Bu gece hava soğuk, ama içimi ferahlatıyor.

Güçlükle kalktım. Aynada insanlıktan çıkmış bir yüzün kayıp gittiğini görüyorum. Dışan çıktım. Temiz hava bana iyi geldi. Birazdan sinemaya gideceğim.

Saat yedi buçuk, karnım henüz acıkmadı, film de saat dokuzda başlayacak. O saate kadar ben ne yapacağım? Isınmak için çabuk çabuk yürüyorum. Bir an duraksıyo-rum. Kente gitmek içimden gelmiyor. Aperatif saati çünkü, canlı nesneler, köpekler; insanlar, kendiliklerinden kımıl-

42P' BULANTİ

danan bütün yumuşak yığınlar... Şimdilik yeterince gördüm bunları.Sola döndüm, Noir Bulvar'ından Galvani Cadde'sine kadar yürüyeceğim. İleride

sadece taşlar ve toprak var. Taşlar sağlamdır ve yerinden kımıldamaz. Sağdaki kaldırımın üzerinde can sıkıcı bir yol ağzı var. Gidip gelen ışıklarıyla gaz halinde gri renkli bir yığın, deniz kabuklarını andıran bir gürültü çıkarıyor. Burası eski gar. Gar sayesinde, buraya on tane sokak feneri dikildi ve yan yana dört kafe açıldı. Şimdi yol bitti. Paradis sokağının kaldırımının uçundayım, son sokak lambasının yanında. Asfalt şerit burada tamamıyla bitiyor. Sokağın diğer tarafı karanlık ve çamur içinde. Paradis Sokağı'nı geçiyorum. Yürürken sağ ayağım bir su birikintisine girdi, çorabım ıslandı; gezinti başlıyor.

Bu Noir Bulvar'ı bölgesinde oturan kimse yoktu. Havası çok sert, toprağı da kısır olduğu için kimse buraya gelip yerleşmiyor. Şimdi de iki ayağım suya girdi. Yolun di-ğer tarafına geçtim. Öbür kaldırımın üzerinde bir tane hava gazı lambası var. Bir kara parçasının bitimindeki fener gibi yer yer çökük, yıkık bir tahta perdeyi aydınlatıyor.

Tahtalardan, afişlerin yırtık parçalan hala sarkıyor. Tah-talann arasından demiryolu ışıklannın parlaklığı görünüyor. Uzun bir duvar tahta perdeden sonra devam ediyor. Deliksiz, penceresiz, kapısız bir duvar. İki yüz metre uzaklıkta ki bir eve vanp dayanıyor. Sokak penceresinin aydınlattığı alandan çıktım. Delikten zifiri karanlığa girdim. Gölgemin sanki ayaklarımın altında eridiğini gördüm ve buz gibi bir suya daldığımı hissettim. Önümde, kat kat karanlıklann ardında soluk bir pembelik seziyorum. Burası Galvani Cadde'si. Dönüyorum. Hava gazı fenerinin

43BULANTI

ardında çok uzaklarda belirsiz bir aydınlık var. Orası da garla yanındaki dört kafe. Önümde, arkamda, birahaneler, içen, iskambil oynayan insanlar var. Burada ise sadece karanlık var. Ara sıra rüzgâr kulağıma çok uzaklardan gelen küçük bir askeri siren sesi

Page 26: Jean Paul Sartre - Bulantı

getiriyor. Evlerin gürültüleri, otomobil hırıltıları, bağnşmalar, havlamalar, aydınlık sokaklardan hiç eksik olmuyor. Sıcakta toplanıyorlar. Ama bu siren sesi, karanlıkları delerek buraya kadar ulaşıyor. Bu gürültü daha sert, diğerlerine göre daha az insanca.

Onu dinlemek için duruyorum. Üşüyorum, kulaklarım acıyor; soğuktan iyice kızarmış olmalılar. Kendi benliğimden arındığımı hissediyorum. Beni çevreleyen aralığın etkisi altındayım. Hiçbir şey yaşamıyor, rüzgâr ıslık çalarak eriyor, katı çizgiler gecenin içinde kaçıp gidiyor. Noir bulvarında, orta halli sokakların gelip geçenlere güldüğü o uslanmaz hal yok. Tamamıyla arka sokak, kimse ona özen göstermemiş. Bouville'liler biraz bakıyor ona, yolcular yüzünden ara sıra temizliyorlar. Ama bir süre sonra terk ediyorlar onu. O da gidip Galvani Cadde'siyle birleşiyor. Kent onu unutmuş. Adam bile öldürmüyorlar orada. Ne ölü var, ne öldüren. Noir bulvarının insanlıkla alakası yok, bir maden, üçgen gibi. Bouville de böyle bir bulvarın bulunması büyük bir şans. Böyle caddeler genellikle başkentlerde bulunur. Bunlar kenti oluşturmak için yapılan, yük garlannın, tramvay garajlanmn, mezbahaların, hava gazı depolannın bulunduğu, belediye sınınnın dışındaki acayip mahallelerdir. Sağanaktan iki gün sonra bile buralar hâlâ çok soğuktur. Çamurları, su birikintileri olduğu gibi durur. Hatta yıl boyunca, Ağustos ayı hariç hiç kurumayan su birikintileri de vardır.

Mutluyum; çünkü Bulantı orada, sarı ışığın içinde kaldı. Soğukta gece öylesineberrak ki. Ben de donmuş bir hava akımından farksız değil miyim? Ne kanım var, ne etim. Orada görünen soluk ışığa doğru bu uzun dereden akmalı, soğuktan başka bir şey olmamalı.

İki gölge görüyorum. İşte insanlar. Acaba burada ne anyorlar?Minyon tipli bir kadın, bir adamı kolundan çekiştiriyor. Aceleci bir ses tonu var.

Ama rüzgânn sesinden ne söylediklerini duyamıyorum.

Bir ara adamın:

"Sana çeneni kapat demiştim," dediğini duydum.

Kadın ise sürekli konuşuyor. Adam kadını birden itiyor, birbirlerine bakıyorlar. Sonra adam ellerini ceplerine sokup arkasına bakmadan yürüyüp gidiyor.

Adam gözden kaybolmuştu. Kadın hâlâ ardından bakıyordu. Kadınla aramda beş adım var yok. Birden acı acı bağırmaya başladı. Bu sesler sokağı olağanüstü bir yamanlıkla doldurdu.

"Charles, buraya gel. Çok mutsuzum! Yalvarıyorum sana! Söylediğimi anlamadın galiba. Bıktık artık!"

Kadına iyice yaklaşıyorum. Nerdeyse dokunacak kadar. O da ne? İnanılacak gibi değil! Bu Lucie idi. Otelde çalışan kadın. Kim derdi ki bu ateşten ten, bu acıdan yanan yüz onun. Ona yardım etmeye cesaret edemedim. Ama o benden isteyebilirdi. Yanından ağır ağır geçerken gözlerinin içine bakıyorum. O da bakıyor, ama çektiği acıdan beni görmüyor sanki. Bir iki adım attıktan sonra geri dönüyorum.

4445

BULANTI

Bu o, Lucie. Eskisi gibi değil ama. Bir delilik ve acı içinde. Çarmıhtaki İsa'nın

Page 27: Jean Paul Sartre - Bulantı

yaralarını kendilerine açsınlar diye bekleyen Hıristiyan azizleri gibi kollarını açmış, orada dimdik duruyor. Ağzı açık, nerdeyse tıkanacak. Sanki sokağın her iki yanındaki duvarlar büyümüş ve birbirlerine yaklaşmışlar, kadında bir kuyunun dibindey-miş gibi geliyor bana. Birkaç dakika bekliyorum. Olduğu yere yığılıp kalacak diye korkuyorum. Alışık olmadığı bu acıya dayanamayacak kadar cılız çünkü. Fakat hiç kımıldamıyor. Çevresinde ki her şey gibi o da taş kesilmiş sanki. Bir an onun hakkında yanılıp yanılmadığımı kendime soruyorum. Bu, birden gördüğüm asıl tabiat, değil mi acaba?

Luice hafifçe inledi. Şaşkın, büyük gözlerini açarak, ellerini boğazına götürdü. Hayır, böylesine acı çekebilme gücünü kendinden almıyor. Bu ona dışardan geliyor. Sebebi de bu cadde. Onu, omuzlarından tutup ışıklara, insanların arasına, tatlı ve pembe sokaklara götürmek gerek. Orada böylesine acı çekmez. Eski olumlu havasını tekrar yakalar ve acılan alışmış olduğu düzeyine döner.

Ona arkamı döndüm. Bütün bunlardan sonra yine de şansı var. Mesela, benim üç yıldır sakin bir hayatım var. Bu acıklı ayrılıklardan sonra ne elde ettim? Hiçbir şey! Boşluk. Çekip gittim.

PERŞEMBE SAAT ON BİR BUÇUK

Kütüphane de iki saat kadar çalıştım. Sonra da bir pipo içmek için Hypotheques Meydan'ma indim. Yer pembe tuğlalarla kaplı. Bouville'liler, meydan XVIII. yy.'dan kalma diye çok övünürlerdi. Gustave İmpetraz'nm heykeline genç kızlar kaçamak ve memnun bakışlarla bakıyorlar. Bu dev bronzun ismini bilmek zorunda değiller, fakat redingotunu ve silindir şapkasını görünce, onun yüksek tabakadan bir insan olduğunu anlıyorlar. Ona uzun uzun bakmaya gerek duymuyorlar, çünkü biliyorlar ki o da bütün konularda kendileri gibi düşünüyor. İmpetraz otoritesini, gücünü ve kocaman elinin altında duran kitap tomarlarından edindiği sonsuz bilgiyi, bu kadınların küçük ve dar düşüncelerinin hizmetine sunmuştu.

Büyük ansiklopedide bu adamdan bahseden birkaç satır var. Geçen yıl okumuştum. Kitap cildi pencerenin perva-zmdaydı, onların, arasından İmperatez'in yeşil kafasını görebiliyordum. Ancak 1890'a doğru yıldızının parladığım öğrendim. Milli Eğitim müfettişiymiş, değeri olmayan resimler yapmış, üç kitap yazmış: "Eski Yunanlılarda Halk Sevgisi Üzerine" (1887) "Rallin'in Eğitimi" (1891) ve "Bir Şairin Vasiyanetnamesi" (1899). 1902'de de yurtaş-tennı ve zevk sahibi insanlan acılar içinde bırakarak ölmüş.

Page 28: Jean Paul Sartre - Bulantı

4647

BULANTI

Alan belki de 1800'e doğru pembe tuğlaları ve evleriyle sevimli bir yerdi. Şimdiyse sert ve yavan. Az da olsa korkunç bir yan vardı burada. Bu da kaidenin üzerinde duran adamdan ileri geliyordu. Bu üniverste mensubunu, tunçtan kalıba dökerek bir büyücü haline sokmuşlar.

Aniden arkamda, zayıf bir gölge beliriyor. Irkiliyorum.

"Özür dilerim bayım. Sizi rahatsız etmek istemezdim, ama dudaklarınızın kımıldadığını gördüm de. Şüphesiz kitabınızın sözlerini tekrarlıyorsunuz. Kılı kırk yaran dizeler peşindeydiniz belki." Gülüyor.

Autodidacte'e şaşkın şaşkın bakıyorum. Pek etkilenmiş görünmüyor.

"Düz yazıda kılı kırk yaran dizelerden dikkatle sakınmak gerekmez mi?"

Gözünden düştüm galiba. Bu saatte burada ne yaptığını sordum. Patronunun izin verdiğini, kendini doğruca kütüphanede bulduğunu, öğle yemeği yemeyeceğini, kapanışa kadar kitap okuyacağını açıkladı bana. Artık onu dinlemiyordum. İlk söylediğini duydum.

"....Sizin gibi, bir kitap yazmanın mutluluğuna erişmek.

Benim de bir şeyler söylemem gerek.

"Mutluluk..." diyorum kuşkuyla.

Cevabımı yanlış anlıyor ve hemen düzeltiyor.

"Değerliliğine demem gerekiyordu bayım."

Merdivenden çıkıyoruz, canım çalışmak istemiyor. Biri masanın üzerine Eugenie Grandet'i bırakmış. Yirmi yedinci sayfası açık. Mekanik bir tavırla kitabı elime alıyorum ve ilk önce yirmi yedinci sonra da yirmi sekizinci sayfayı okuyorum. Başından başlamaya cesaretim yok.

Autodidacte, sert adımlarla duvarda ki raflara doğru ilerledi. İki cilt aldı ve bunları kemik bulan bir köpek edasıyla getirip masanın üzerine koydu.

"Ne okuyorsunuz?"

Sanırım bunu bana söylemeye çekiniyor. Az sonra zoraki bir tavırla kitapları bana uzatıyor. Kitaplar; "La taurbe et Les tourbieres" isimli Larbaletrier'in ve "Hitopadesa ou I'lntrruction Utile" isimli Lastex'in eserleri. Ne var bunda? Onu rahatsız eden bir şey görmüyorum. Bu kitaplar bana oldukça aklı başında gibi göründü. İçimi rahatlatmak için, Hitopadesa'yı şöyle karıştrıyorum ve içinde de üstün şeyler buluyorum.

İsteksizce çalışmaya koyuldum ve bu arada da Eugenie Grandet'i bıraktım. Autodidacte, saygılı bir hayranlıkla beni izliyor. Arasıra başımı kaldırıyorum ve boynunu çıktığı geniş dik yakalığını görüyorum. Giysileri eski, ama bembeyaz. Aynı raftan başka bir cilt daha aldı. Kitabın başlığını güçlükle okuyorum; "Caudebec'in Ok'u." Bu, Normandiya Tarihi'nin yazarı, Mile Julie Lavergne'in bir eseri. Autodidacte'nin okuduğu kitaplar beni hep şaşırtır.

Birdenbire son okuduğu eserlerin yazarları aklıma geliyor. Lambert, Langlois,

Page 29: Jean Paul Sartre - Bulantı

Larbaletrier, Lastex, Lavergne. Sanki kendini donatıyor. Sonunda onun metodunu anladım. Alfabetik sırayla okuyor.

Onu bir çeşit hayranlıkla izliyorum. Böylesine bir planı gerçekleştirmek büyük bir irade gerekmez mi? Yedi yıl önce bir gün, (Bana yedi yıldır okuduğunu söylemişti.) büyük bir edayla salona girmiş, duvarda dizili duran kitapları bir gözden geçirmiş ve Balzac'ın bir tiplemesi °lan Rastignac gibi, 'İnsanlık bilimi nihayet sen ve ben

4849

BULANTI

başbaşayız' demiş olsa gerek. Sonra en sağda ki kitabı almış, ilk sayfayı açmış, sarsılmaz kararına bir de saygı ekleyerek kitabı okumaya başlamış. Bugün L'ye geldi. J'den sonra K, K'den sonra L. Kırk kanatlıları okurken birden Kuantum Teorisi'ne geçmiş, sonra Timurlenk'le ilgili bir eserden Darvinizm'e karşı yazılmış bir Katolik eserine atlamış, bir an bile bıkıp usanmamıştı. Hepsini okumuş, Parthenogenese hakkında bilinenlerin yansı, canlı hayvan kesilerek yapılan deneylerin yansını kafasına doldurmuştu. Ardında ve önünde evren vardı. Sol uç taraftaki son cildi de kapatarak, şimdi ne yapacağım diyeceği gün yaklaşıyordu.

İkindi kahvaltısını yapacağı saat gelince bir dilim ekmek ve Gala Peter çikolatası yedi. Gözleri yan kapalı olduğundan kıvnk güzel kirpiklerin rahatça seyredebiliyordum. Bunlar kadın kirpikleriydi. Üstüne tütün kokusu sinmişti.

CUMA SAAT ÜÇ

A

ynanın kapanına kısılmaktan kaçıyım derken pencerenin kapanma kısıldım. Kollanmı sallayarak pencereye yaklaştım. Öyle bir esniyorum ki gözlerimden yaş geliyor. Kollanm iki yana sarkmış, alnımı cama dayıyorum. Bu ihtiyar kadın canımı sıkıyor. Şaşkın şaşkın bakmarak sürekli yürüyor. Duruyor atkısını düzeltiyor. Elleri titriyor. Yine yürümeye başlıyor. Noir bul-vanna sapacak galiba. Yüz adım kadar yürümesi gerek, ama bu hızla giderse bu yolu en azından on dakikada alacak. Ben de on dakika boyunca, alnım böyle cama yapışık onu seyredeceğim. Belki yirmi kez duracak, sonra gene yürümeye başlayacak.

Page 30: Jean Paul Sartre - Bulantı

Kendimi pencerenin önünden alıp, sendeleyerek odada dolaşıyorum. Aynaya takılıyorum. Kendimi seyrediyorum, kendimden iğreniyorum. Sonunda kendi hayalimden kaçıp kurtuluyorum, kendimden tiksiniyorum. Yatağıma atıyorum kendimi. Uyumak geliyor içimden. Tavana bakıyorum.

Zamanın sakin sakin kayıp gidişini duyuyorum artık. Tavanda hayaller görüyorum. Önce ışıklı halkalar, sonra "aÇİar, kelebekler gibi oradan oraya konuyor.

Sessizlik... İki yıl önce ne güzeldi. Gözlerimi kapalımda, başım bir an kovanı gibi uğuldamaya başlıyordu.

50

51BULANTI

İnsan yüzleri, evler, ağaçlar. Kamaishi'de bir fıçı içinde yıkanan bir Japon kadını. Kuskusun tadını, öğleyen Burgos sokaklarını dolduran yağ kokusunu, Tetuan sokaklarında ki kereviz kokusunu, Yunan çobanlarının kaval seslerini duyuyordum.

Kafamın içinde kızgın bir güneş büyülü cam gibi kayıyor, peşinden mavi bir gök parçası geliyor, birkaç sarsıntıdan sonra durgunlâşıyor. Bu yüzden içim yaldızla kaplanıyor. Kendimi geçmişe doğru kaydırıyorum.

Meknes'deyim. Berdai'ne camisiyle bir dut ağacının gölgelediği bu sevimli alan arasındaki dar bir sokakta, bir dağlı bizi korkutmuştu. Üzerimize üzerimize geldi, Anny sağımdaydı. Yoksa solumda mıydı?

Bu güneş ve mavi gökyüzü sadece birer aldatmacaymış. Bu yüzden belki yüzüncü kez yanılıyorum. Anılarım şeytanın kesesindeki altınlara benziyor. Hani şeytan kesesinin altın paralarla dolu olduğunu zannediyormuş da, keseyi açınca ölü yapraklar bulmuş.

Artık hiçbir şey görmüyorum. Geçmişi araştırıyorum, ama boşuna. İçinden ancak düş kırıntılarını çıkarabiliyorum. Bunlarında ne anlama geldiklerini; anı mı yoksa asılsız şeyler mi olduklarını iyice bilemiyorum.

Hâlâ çok iyi öyküler anlatabilirim. İyi de öykü anlatırım aslında. Ama bunlar iskeletten başka bir şey değil. Ara sıra öykülerimde atlaslarda rastlanan güzel ülkelerin isimlerini söylediğim olur. Aranjuez ya da Conterburg gibi. Hiç yolculuk yapmamış insanların okuduklarını gözlerinde canlandırmaları gibi bende de yepyeni imgelir uyandırırlar. Kelimeler üzerine hayal kurarım, işte hepsi bu.

Ölmüş her yüz öyküde yine de bir veya iki öykü canlıkalır. Yıpranmalarından korktuğum için onları anlatmaya çekinirim, ama ara sıra anlatırım. Bu öykülerden birini yine tuzağıma düşürdüm, kişileri davranışları, dekoru yeniden görüyorum. Derken birden bir yıpranmışlık hissettim. Duyguların dokusu altında bir kelimenen sivrildiğini gördüm. Orada hazır bekliyor ve biliyorum ki çok geçmeden sevdiğim birçok imgenin yerini alacak. Hemen durur ve başka bir şey düşünürüm. Hatıralarımı yormak istemem. Ama boşuna, gelecek sefer onları anlattığımda hepsi donup kalacaklar.

Masanın altına koyduğum kutuda bulunan Meknes'le ilgili fotoğrafları almak için yerimden kalkmaya çabalıyorum. Ama neye yarar ki. Bu çeşit uyartıcı nesneler, belleğimi artık hiç etkilemiyor. Geçen gün, bir kurutma kâğıdının altında, sararmış bir

Page 31: Jean Paul Sartre - Bulantı

küçük fotoğraf buldum. Havuz kenarında gülümseyen bir kadın resmiydi bu. Kim olduğunu çıkaramadım. Sonra arkasındaki yazıyı okudum: "Anny Portsmouth, 7 Nisan 27"

Hiçbir zaman gizli fikir beslemeden, kendimi yalnız bedenime ve ondan yükselen hafif düşüncelere adadığım yönünde bir duygu beslememiştim. Anılarımı şimdiki haliyle yeniden inşa ediyorum. Geçmiş... Ona boşu boşuna ulaşmaya çalışıyorum, nasılsa onu yakalayamam.

O sırada kapı vuruldu. Autodidacte geldi. Onu tamamen unutmuştum. Yolculuklarda çektiğim fotoğrafları göstereceğim dile söz vermiştim. Kahretsin!

Bir iskemleye oturuyor. Yatağın ucundan kalkıp ışığı yakıyorum.

"Gerek yoktu, böyle iyiydi."

"Resimleri göstermek için yaktım."

5253

BULANTI

"Bana resimleri gerçekten gösterecek misiniz?"

"Evet."önceden düşündüm aslında, umarım resimlere bakarken susar. Masanın altına

eğilip kutuyu, yeni boyanmış ayakkabılarının yanına doğru ittim. Bir kucak dolusu kartpostalla fotoğrafı kucağına yığdım. Bu fotoğraflar İspanya ve İspanyol Fas'ıyla ilgili.

"Çok şanslısınız! Yolculuklar en iyi okuldur derler. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?"

Anlamsız bir hareket yaptım, ama sözünü daha bitirmemişti."Yolculuklar insanı karkakanşık eder derler. Seyehat eden insanların ahlak ve

fizik olarak tamamen değiştiklerini okumuştum. Hatta döndüklerinde aileleri bile onları tanıyamıyormuş."

Elindeki kocaman fotoğraf demetini dalgın dalgın çeviriyor. Sonra Aziz Jeiöme'un, Burgos Katedral'inde ki bir kürsüye oyulmuş resmine uzun uzun bakıyor.

"İsa'nın Burgos'ta hayvan derisinden yapılmış tasvirini gördünüz mü? Ya kara Meryem? Burgos'da değil mi? Saragosse'ta mı? Hacılar Saragosse'dekini öpüyorlar değil mi? Döşeme taşlarından birinde ayağının izi varmış, değil mi? Bir delikteymiş ha? Anneler de çocuklarını bu deliklere atarlarmış, öyle mi? Ah bu gelenekler, bayım. Ne garip şeyler..."

Soluk soluğa iri büyük çenesini bana doğru döndürdü. Tütün ve bayat su kokuyordu. Güzel baygın gözleri ateş kütükleri gibi ışıldıyor, seyrek saçları kafasında buğudan bir gölge gibi duruyordu.

"Pascal'in dediği doğru mudur acaba? Gelenekler ikinci tabiatımız mıdır?""Bu onun fikri," dedim.

"Bende öyle düşünüyorum, ama kendime hiç güvenim yok. Her şeyi okumuş olmam gerek." Sonraki resim onu çıldırtıyor. "Segovie! Onunla ilgili bir kitap

Page 32: Jean Paul Sartre - Bulantı

okumuştum." Sonra az buçuk soylu bir tavırla ekliyor:"Yazarın adını artık hatırlamıyorum. Neydi, N... N... Nod..."Atılarak:

"Bu imkansız," diyorum. "Henüz Lavergne'desiniz. N'ye gelmediniz."Birden bir pişmanlık duyuyorum. Bana okuma yönteminden hiç

bahsetmemişti. Bu onda bir delilik olmalıydı. Gerçekten de şaşırdı. Sonra tek kelime etmeden başını eğdi, resimlere bakmaya başladı. On tane kadarına da baktı. Ama yarım dakika geçti geçmedi, konuşmazsa patlayacağım gördüm.

"Kendi kendime olan eğitimimi bitirdiğim zaman kihesabıma göre altı ay var, her yıl yakın doğuya gidenöğrenci ve öğretmenlere katılacağım. Böylece bilgilerimi

değerlendirmiş olacağım. Aynı zamanda değişiklikler ve: maceralar yaşamak hoşuma gider."

"Ne gibi serüvenler?" dedim şaşırmış bir tavırla."Her türlüsü. Maceranın büyüsünden bahsedilir hep, ı de öyle değil mi? Size

bir soru sorabilir miyim?""Nedir?"Kızararak, gülümsedi.

5455

"Belki de yersiz bir soru olacak?""Çekinmeyin, söyleyin."

Gözleri yarı kapalı bana doğru eğilip soruyor:

"Çok macera yaşadınız mı?"

Düşünmeden cevap verdim.

"Birkaç tane."

Pis kokan soluğunu duymamak için geri çekildim. Aslında çok macera yaşadığım için övünürüm hep. Fakat bugün bu sözleri söyler söylemez kendime karşı büyük bir öfke duydum.

"Size bir şey sora bilir miyim?" dedi.

İşte şimdi yandım! Şu ünlü serüvenlerden birini anlatmamı isteyecek. Ama ben bu konuda konuşmak istemiyorum.

Dar omuzlarının üzerinden eğilerek:

"Burası," dedim, parmağımı resimlerden birinin üzerine koydum. "Santillana. İspanya'nın en güzel köyü."

"Roman kahramanı, Gil Blas'ın Santillana'sı mı? Ah, sizinle konuşmak ne kadar yararlı!"

Ceplerine gravürler, resimler doldurduktan sonra, Autodidacte'yi yolladım. Hayatından memnun çekip gitti, ben de ışığı söndürdüm. Pipomu doldurup, yaktım.

Page 33: Jean Paul Sartre - Bulantı

Bacaklarımın üzerine bir palto örtüp, yatağa uzandım.

Hiç macera yaşamadım. Bazı öyküler yaşadım, bazı olaylarla karşılaştım, başıma olaylar geldi, artık adını siz koyun. Fakat bunların hiçbiri macera değildi. Bu bir kelime sorunu değil. Şimdi anlamaya başlıyorum. Kendimde bir şey var ki farkında olmadan her şeyden çok önemsiyorum. Bu sevgi değil... Tann'da değil... Ne ün, ne de

BULANTİ

zenginlik... Bu... Yaşantımın eşi olmayan, değerli bir nitelik kazanacağını ara sıra düşünüyordum. Bunun için olağanüstü koşullara gerek yoktu. İstediğim biraz kesinlikti. Şimdiki hayatımın hiçbir parlak yanı yoktu.

Kendi kendime macere yaşadım, diyorum. Benim elimden alınan şeyde bu işte. Aniden anladım ki altı yıl boyunca, belirgin bir neden olmadan kendime yalan söylemişim. Maceralar kitaplarda olur. Kitaplar da anlatılan her şeyde, doğal olarak gerçek olabilir.

Her şeyden önce başlangıçların gerçek başlangıçlar olması gerek. Yazık! Şimdi ne istediğimi o kadar iyi görüyorum ki. Fark edilen yeni başlangıçlar trompet sesi gibidir. Birden ortaya çıkarlar, can sıkıntısına son veren sürekliliği pekiştirir lir. Akşamların ardından seçilmiş akşamlardır bunlar. İnsan şöyle der: "Gezmeye başladım, bir mayıs akşamıydı." Gezersiniz, ay yeni doğmuştur. Aniden bir şey olduğunu düşünürsünüz. Ne olduğunu bilmezsiniz, ama karanlıkta hafif bir tıkırtı, sokaktan geçen belirsiz bir gölge... Fakat bu belirsiz olay diğerleri gibi değildir. O zaman kende kendinize, bir şey başlıyor dersiniz.

Bir şey bitsin diye başlar. Macera kendisine ek yapılmasına izin vermez. Sadece öldüğü zaman anlam kazanır. Bu ölüme, belki de benim olacak ölüme doğru, hiç dönmemecesine sürükleniyorum. Her an sadece kendisini takip ettirmek için ortaya çıkar. Her an'a tüm kalbimle bağlıyım. Onun tek olduğunu ve yerine koyamayacağımı biliyorum. Bununla birlikte geçip gitmesini engellemek için bir şeyde yapmayacağım.

Derken bir şeyin kırılma sesi duyuluyor. Macera sona

5657

BULANTI

erdi. Zaman günlük gevşekliğine bürünüyor. Geriye dönüyorum. Bu melodik şekil geçmişin ta içine kadar gömülüyor. Şimdi de son başlangıçla tek vücut haline geldi. Ama bir serüven ne yeniden başlar, ne uzayıp gider.

Evet istediğim buydu. Ve ne yazık ki hâlâ istediğim bu. Bir zenci kadın şarkı söylediği zaman hâlâ çok mutlu oluyorum. Kendi öz hayatım bu melodiye konu olsaydı, kim bilir hangi doruklara çıkacaktım.

Düşünce hâlâ orada. Adı, sanı yok. Sabırla bekliyor. Fakat niçin? Niçin?

CüMARTESt ÖĞLEYİN

Page 34: Jean Paul Sartre - Bulantı

A

utodidacte, okuma salonuna girdiğimi görmedi. Dipteki masanın ucunda oturuyordu. Önünde bir kitap vardı, ama okumuyordu onu. Kitaplığa sık sık gelen, kara yüzlü bir okul öğrencisine gülümseyerek bakıyordu. Çocuk, Autodidacte'in sağında oturuyordu. Autodidacte'-in kendisini seyretmesine bir an göz yumduktan sonra, dilini çıkararak yüzünü çarpıttı. Autodidacte kızardı, başını hemen kitabına eğip okumaya başladı.

Dün düşündüklerimi yeniden gözden geçirdim. Çok yavan düşünmüşüm. Maceranın gerçekleşip gerçekleşmemesi umurumda değildi. Ben sadece serüvenin bende var olup olmadığını merak ediyordum.

İnsan yaşadı mı başına hiçbir şey gelmez. Dekorlar değişir, kişiler girer, kişiler çıkar, görüntüler değişir yalnız... Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçim-de birbirine eklenir durur. Sonu gelmez, tekdüze bir hesap çizelgesidir bu. İnsan hiçbir zaman, bir kadını, bir dostu, bir kenti bir kez bırakıp gelmez.

Yaşamak budur işte. Ama hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir. Ne var ki, bu değişikliği kimse fark etmez. Kanıtı da ancak gerçek hikayelerdir. Olayları anlatırken, onların çıkış biçimini tam tersine döndürmüyor muyuz sanki? Gerçekte hep sondan başlanır. Son oradadır,

5859

BULANTI

görünmez olan oradadır. Başlangıcının değerini birkaç kelimeyle veren odur. Bunlar gelecek tutkuların ışığı ile aydınlanmışlardır. Sonra öykü sondan başa doğru devam eder. Mutluluklar birbirinin üzerine durmadan yığılır. Öykünün sonu onları kendine çeker, her an da kendinden bir öncekini çeker. Derken son onların hepsini birden kapıp, kavrayıverir.

Bende hayatımın anılarının, hatırlanan bir yaşantının ki gibi birbirini izlemesini ve düzenli olmalarını istemiştim. Zamanı kuyruğundan yakalamaya çalışmak gibi bir şey... Ama biz, yarının henüz orada olmadığını hep unutuyoruz.

PAZAR

Page 35: Jean Paul Sartre - Bulantı

B

u sabah, bugünün pazar olduğunu unutmuşum. Dışarı çıktım ve her zamanki gibi sokaklarda dolaşmaya başladım. Balzac'ın romanı Eugenie Grandet'i yanıma almıştım. Parkın kapısına geldim. Park ıssız ve çıplaktı. Bir an parmaklığa abandım öyle kaldım, sonra birdenbire bugünün pazar olduğunu anladım. Orada ağaçların ve çimelerin üzerinde sanki hafif bir gülümseme vardı. Bu hemen yazılacak bir şey değildi. Burası bir park, ve kış mevsiminde bir pazar günü, demek yeterli olacaktı.

Kapıyı bıraktım, orta halli insanların oturduğu evlerin ve sokaklann bulunduğu yana yöneldim. Alçak sesle bağırdım: "Bugün pazar!"

Evet bugün tatildi. Bütün evlerde, erkekler, pencere ardında tıraş oluyorlar. Genelevler ilk müşterilerine, yani köylüler ve askerlere kapılarını açıyor. Kente inen bütün sokaklarda, fabrikaların bitmek bilmeyen duvarları arasında upuzun, kara taburlar yola koyulmuş, kentin merkezine doğru ağır ağır ilerliyorlar. Onları karşılamak için yollar, ayaklanma günlerinin manzarasını almışlar.

Saat on buçuk. Ben yola koyuluyorum. İnsan pazar günü bu saatte BouviUe'de görülmeye değer şeyler görebilir, ama kilisedeki büyük ayinden sonraya kalmamak gerekir.

6061

Bouville'lilerin, bugün küçük Prado dedikleri, Tourneb-ride Sokağı'nm bu ihtişamlı kaderini, altmış yıl öncesine kadar kimse gözünün önüne getirme cesaretini gösteremezdi. 1847 yılında yapılmış bir plan gördüm, sokağın izi bile yoktu. O zamanlar dar, pis, karanlık bir yol olmalıydı her halde burası. Ama 1873'te Ulusal Meclis, Montmartre Tepesi'ne kilise yapılmasına karar vermiş.

Toumebride Sokağı genişti, ama pislikten geçilmiyordu. Üstelik kötü tanınıyordu. Bu yüzden sokağın yeniden yapılması zorunlu olmuş. Ve orada oturanlar, zorunlu olarak Sainte Cecile Alan'ının arkasına yerleştirilmiş. Böylece, Küçük Prado, özellikle pazar günleri, çıt kınl-dımlarla, seçkinlerin buluşma yeri haline gelmiş. Birbiri ardına, göz alıcı mağazalar açılmış. Paskalya'nm ertesi günü, Noel gecesi ve her pazar öğleye kadar bu mağazalar açık kalıyorlar.

Toumebride Sokağı'nda acele etmemek gerekir. Aileler ağır ağır yürürler. Kimi zaman bir sıra öne geçersiniz, çünkü bütün bir aile Poulon'a ya da Piegeois'ya girmiştir. Ama karşı yönden gelen aileler karşılaşıp birbirlerinin ellerine yapışınca, durup yerinizde saymanız da gerekebilir.

I Basse de Vieille Sokağı'nın köşesinde bizim sıra*

kiliseden çıkan dindarlann sırasıyla karşılaştı. Bir düzine^

Page 36: Jean Paul Sartre - Bulantı

insan birbirine çarpıyor, kasırgaya tutulmuş gibi selam-ilaşıyorlar. Bu yağlı ve soluk kalabalığın üstünde SainteCecile Kilisesi'nin o korkunç beyaz kitlesi yükseliyor,karanlık gökyüzü üstünde bir tebeşir beyazlığı bu; pırılpırıl duvarlarının içinde azıcık gece karanlığını da!

barındırır. Biraz değişikliğe uğramış olarak yeniden yola'BULANTI\ \

koyuluyoruz. Bay Coffier, arkama doğru itildi. Maviler giyinmiş bir kadın, sol yanıma abanıyor. Törenden çıkmış, gün ışığından kamaşan gözlerini kırpıştırıp duruyor. Önünde yürüyen şu incecik boyunlu bay da kocası.

Bitti artık, kalabalık seyrekleşti, şapka çıkarışlar azaldı, vitrinlerin çekiciliği kalmadı pek. Toumebride Sokağı'nın sonuna geldim. Sokağı geçip karşı kaldırımdan geri mi dönsem acaba? Bu kadar yeter gibime geliyor. Yeterince dazlak kafa, yeterince kuru, seçkin, silik insan yüzü gördüm. Marignan Alan'mdan geçeyim bari.

Saat birde Vezelize Birahane'sine girdim. İhtiyarlar her zamanki gibi buradalar. İçlerinden ikisi yemeye başlamış bile. Hem bir şeyler içen, hem de kâğıt oynayan dört kişi de var. Diğerleri, masalarının hazırlanmasını beklerken ayakta oyunu seyrediyorlar. İri yan, gür sakallı olanı borsa simsandır. Diğeri Denizcilik Kayıp Bürosu'nun emekli bir memuru. Delikanlılar gibi yiyip içerler. Pazarlan lahana ve sosis yerler. Geç gelenler yemeğe başlamış olanlara seslenirler:

"Yine, her pazar olduğu gibi lahana ve sosis mi?"

Oturur ve rahat bir nefes alırlar:

"Mariette, yavrum bana lahana, sosis bir de bira, köpüksüz olsun!"

Mariette iyi bir kızdır. Dipteki masalardan birine oturduğum sırada, Mariette'in vermut verdiği kırmızı yüzlü ihtiyarlardan biri çatlayacakmış gibi öfkeyle öksürmeye başladı.

Öksürüğünün arasından:

"Biraz daha versene canım!" diyor.

6263

Mariette, bu kez kızıyor:

"Canım siz de buluttan nem kapıyorsunuz. Bırakın da içki koyayım. Size bir şey söyleyen mi, oldu?"

Diğerleri gülmeye başladılar.

"Nasıl ağzının payını aldın mı?"

Eugenie Grandet'i okuyacağım. Hoşuma gittiğinden değil, ama bir şeyler yapmam lazım. Kitabın her hangi bir yerini açıp okumaya başlıyorum.

Yanımdakiler geldiğimden beri susuyorlardı, ama birden konuşmaya başladılar ve okumam kesildi.

"Off! Hava çok sıcak!.."

Page 37: Jean Paul Sartre - Bulantı

Mariette samimi bir tavırla masanın kenarına yaslandı."Evet, çok sıcak," dedi kadın. "Neredeyse bayılacağım. İnsan burada boğulur. Sonra

yağ kokuyor burası. Bozuldu burası artık. Mariette'çiğim pencereyi açın bari."

Karısının böyle insanın içini titreten konuşmasından etkilenen kocası kadının ensesini okşamaya başlıyor.

"Oh! Charles, yapma sevgilim huylanıyorum," diye fısıldadı kadın.

Ben hâlâ elimdeki kitabı okumaya çalışıyordum. Ama bir yandan da kadının söylediklerini duyuyorum. "Marthe'a söyleyeceğim, o da çok gülecek," dedi.

Yanımdakiler sustular. Turtadan sonra, Mariette onlara erik getirdi, kadın sevimli bir tavırla eriklerini yemekte, adam da gözlerini tavana dikmiş. Galiba normal halleri bu. Sessizlikte, konuşmak gibi ara sıra bir nöbet gibi geleyor onlara.

Kitabı kapattım. Dolaşmaya çıkacağım.

Vezelise Birahanesi'nden çıktığım zaman saat bire

64BULANTI

geliyordu. Öğle üstünü, hantallaşmış gövdemde hissediyordum.Eldorado Sineması'nın zili, açık havada çınlıyor. Güpegündüz duyulan bu zil

sesi, pazar gününün alışılmış gü-rültülerindendir. Yeşil duvar boyunca yüzden fazla insan kuyruk olmuşlardı. Tatlı karanlıklar, gevşemeler ve kapıp koyvermeler saatini tutkuyla bekliyorlar. Beyaz perdenin, sular altında bir çakıl taşı gibi parıldayacağı, kendileri için düşler kurmaya, konuşmaya başlayacağı saati bekliyorlar. Boş bir istek bu, ne yapsalar içlerinde bir şey kasılıp duracak. Çünkü pazar günlerinin boşa gitmesinden korkup duruyorlar.

Sessiz Bressan Sokağı'ndan geçtim. Güneş bulutlan dağıtmıştı. Ortalık günlük güneşlikti. Gökyüzü soluk maviydi. Uzakta Gezi Rıhtım'ı boyunca uzanan ak çimentodan parmaklığı görüyordum. Sağa dönüp deniz kıyısında dolaşan kalabalığa katıldım.

Sabahkinden daha karışık bir kalabalık bu. Bütün bu insanlar, öğle yemeğinden önce o kadar övdükleri bu güzelim insan çeşidini ayakta tutacak gücü artık yitirmişlerdi sanki. Uzaktaki su birikintisi, çekilmiş durumdaki bir denizdi. Birkaç kaya parçası bu aydınlık yüzeyi deliyor-lardı. Dalgalardan korunmak için, dibine dökülmüş olan ve aralarında dalgaların durmadan uğuldadığı yapışık dört köşe taşların yakınında, kumun üzerinde balıkçı kayıkları duruyordu. Dış limana girilen yerde, bir temizleme makinesi, güneşin ağarttığı göğün üzerinde heyula gibi beliriyordu.

Güneş, bir kadeh beyaz şarap gibi aydınlık ve donuktu. Işıkları, insan gövdelerini zar zor aydınlatıyordu. Onlara gölge ve derinlik sağlamıyordu. Çehreler ve eller soluk,

65

İUİÎÎMmillilüüJiltiüiülIİIİUİLiU

Page 38: Jean Paul Sartre - Bulantı

BULANTI

altın rengi lekeler gibiydi. Bütün bu insanlar sanki yerden bir karış yukarıda salınıp duruyorlardı.

Hareketlilik çok azdı. İnip çıkan birkaç şapka vardı, ama bu şapkalarda sabahki sihirli neşe yoktu. Birkaç yüzde keder okur gibi oldum. Ama hayır bu insanlar ne üzüntülüler ne de kederliler. Sadece dinleniyorlar. Birazdan evlerine gidecekler, yemek salonunda aileleriyle beraber bir fincan kahve içecekler. Şu an için en az harcamayla yaşamak, hareketlerden, sözlerden, düşüncelerden kısmak ve sırtüstü yatmak istiyorlardı. Bütün bir haftanın izlerini silmek için bir günleri vardı. Sadece bir gün. Dakikalar parmaklarının arasından akıp gidiyordu. Acaba, pazartesi sabahı saat dokuzda işe başlayabilmek için gerekli enerjiyi toplayacak zamanlan olacak mıydı? Deniz havası onlan canlandıracağı için derin derin nefes alıyorlardı. Bezgin bezgin yürüyordum. Dinlenmekte olan bu acıklı kalabalığın ortasında, katı ve taze bedenimi ne yapacağımı bilmiyorum.

Denizin rengi şimdi kurşiniydi. Ağır ağır yükseliyordu. Geceleyin iyice yükselecek. Bu gece Gezi Rıhtım'ı, Victor Noir Bulvar'ından daha ıssız olacak. Önce ileride, sol kanalda kırmızı bir ışık yanacak.

Güneş, denize doğru ağır ağır iniyordu. Geçerken Normand köşkünün penceresinden ışığı yansıyordu. Gözleri kamaşan bir kadın, elini tembelce gözlerine götürüp başını salladı.

Kesik bir gülüşle:"Gaston, ışık gözlerimi kamaştırıyor," dedi.Kocası:"Sadece batmakta olan bir güneş. Isıtmıyor, ama yine de insanın hoşuna

gidiyor," diye karşılık verdi.

66

IIşık azaldı. Bu kaypak saatte, bir şey geceyi haber veriyordu. Bu pazar güni} de

böylece geçmek üzereydi. Köşkler ve kurşini parmaklığın ortak anılan vardı sanki. Yüzler birer birer o boş anlamlarını yitiriyorlardı.

Bir hamile kadın, kaba görünüşlü bir delikanlıya yaslanmıştı:

Page 39: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Bak, bak, gördün mü? Orada işte!" diyordu."Ne?""Bak martılar orada işte!" dedi kadın.Delikanlı:"Ortada martı falan yok," dedi omuzunu silkerek. Ufuk çizgisinde biraz

pembelik vardı o kadar."Ama martılann sesini duydum. Bak dinle, sen de duyacaksın."Delikanlı sabırla:"Bir şey gıcırdamış olmalı," dedi.Bir hava gazı feneri panldadı, feneleri yakan adamın oradan geçtiğini sandım.

Fakat bu, güneşin son yansımasıymış. Kalabalık dağılıyor, denizin sesi açıkça duyuluyordu. Bir an için kendime insanlan sevmeyi başlayıp başlamadığımı sordum. Ama bu, her şeyden önce onlann pazanydı, benim değil.

Yanan ilk ışık, Cailebotte fenerinin ışığı oldu. Küçük bin oğlan yanımda durdu. Kendinden geçmiş bir halde:

"Aaa, fener," diye mınldandı.İşte o zaman yüreğim büyük bir macera hissiyle kabardı.

***

67BULANTI

yacak mı? Mabiy Kafesi'nin ışıklarına yaklaşıyorum. Şaşkınım, içeri girip girmemekte tereddüt ediyorum. Buğulu camdan içeriye bakıyorum.

İçerisi tıka basa dolu. İçilen sigaralar ve ıslak elbiselerin çıkardığı buhar yüzünden hava mavi. Kasiyer kadın tezgahın önünde. Onu iyi tanırım; benim gibi kızıl saçlıdır ve karnından bir hastalığı var.

Tepeden tırnağa titriyorum. O... O idi beni bekleyen, oradaydı. Kımıldamadan duran gövdesini tezgahın önünde dik tutarak gülümsüyordu. Bu kafenin derinliklerinden bu pazar gününün dağınık anları üzerine bir şeyler geliyor, o anları birbirine ekliyor ve onlara bir anlam veriyor. Bu sonuca varmak, alnımı şu cama dayayıp, narçiçeği bir perde üzerine gülümseyen, şu zarif yüzü seyretmek için bütün günü geçirmişim. Bütün her şey durdu, hayatım durdu. Bu büyük cam, bu ağır hava, su gibi mavi, suyun dibindeki kalın yapraklı, beyaz bitki ve ben, kendim. Tamamıyla dolu ve kımıltısız bir şekil oluşturuyoruz. Mutluyum.

Kendimi yeniden Redoute Bulvar'ında bulduğum zaman içimde acı bir pişmanlıktan başka hiçbir şey kalmamıştı. İçimden şöyle duyordum:

"Şu serüven hissi kadar dünyada önem verdiğim hiçbir şey yok. Ama canım istediği zaman geliyor. O kadar çabuk gidiyor ki, o gidince ben de kupkuru kalıyorum. Ömrümü boşa geçirdiğimi göstenmek için mi yapıyor, bu kısa alaycı ziyaretleri?"

Arkamda dümdüz, kocaman sokaklarda fenerlerin soğuk ışığında, sosyal bir olay can çekişiyordu.

Page 40: Jean Paul Sartre - Bulantı

Pazar gününün sonuydu bu.

PAZARTESİ

B

u cümleyi nasıl yazabilmişim: "Yalnızım, ama öyle yürüyordum ki şehre ilerleyen askeri bir birlik gibi. Rap rap."

Böyle cümleler kurmaya ihtiyacım yok. Bazı durumlarda dikkat çekmek için yazıyorum. Edebiyat yapmadan, kelimeleri düşünmeden, aklına ne geliyorsa yazmalı insan.

Dün gece kendimi pek yüce duymuş olmamdan tiksiniyorum aslında. Yirmi yaşındayken kafayı çeker, sonra Descartes gibi bir adam olduğumu haykırırdım. Kahramanlık tasladığımı çok iyi biliyordum, ama bu hoşuma bile gidiyordu.

Bu macera tutkusu olaylardan kaynaklanmıyor doğrusu. Anların zincirleniş tarzından bu. Zamanın işte böyle akıp gittiğini düşünüyorum. Hani insan bir kadın görürde bu kadının yaşlanacağını düşünür, ama yaşlandığını göremez. Yine de bazen yaşlandığını görür gibi olur ve kendisinin de onunla birlikte yaşlanacağını hisseder. Macera duygusu budur işte.

Yanlış hatırlamıyorsam buna, zamanın geriye dönül-mezliği denir. Basitçe, zamanın geri dönülmezliği macera duygusu olsa gerek. Öyle zamanlar vardır ki insan her istediğini yapabileceğini, geleceği yaşayıp geriye dönebile-

7071

BULANTİ

ceğini, bunun önemsiz bir şey olduğunu zanneder. Sanki zincirin halkaları sıklaşmıştır.

Anny, zamanın verebileceği her şeyi zamandan çekip almasını bilirdi. Ben Aden'de, o Cibuti'de bulunduğu sırada, yirmi dört saat için kendisini görmeye gittiğimde, yanından ayrılacağım ana bir saat kalana kadar çeşitli tatsızlıklar yapardı. Saniyelerin bir bir geçtiğini duymak için bir saat elverişli bir zamandır. O korkunç akşamlardan birini hatırlıyorum. Geceyansı yanından ayrılmam gerekiyordu. Bir açık hava sinemasına gitmiştik, umutsuzduk. O da ben de. Yalnız oyunu yöneten oydu. Saat

Page 41: Jean Paul Sartre - Bulantı

on birde, asıl film başlayınca, elimi tutup avuçlarında sıktı. Acı bir neşenin içimi kapladığını hissettim. Saatime bakmadan on bir olduğunu anladım. O andan sonra dakikalann bir bir aktığını hissetmeye başladık. Bu defa üç ay birbirimizi görmemek üzere ayrılıyorduk. Bir ara perdeden aydınlık bir şey geçti, ortalık aydınlandı. Başımı çevirince Anny'-nin ağladığını gördüm. Sonra tam saat on ikide, elimi iyice sıktıktan sonra bıraktı. Ayağa kalktım. Tek söz söylemeden yanından ayrıldım. Böylesi en iyisi ve güzeliydi.

SAAT AKŞAMIN YEDİSİ

Bugün bütün gün çalıştım. Altı sayfa yazdım, birazcıkta zevk aldım. Bunlar I. Paul'un saltanat dönemine ait soyut düşüncelerdi. Dünkü coşkudan sonra hiçbir yere çıkmadan sıkı çalıştım. Yüreğime seslenmeyi gereksiz buldum. Ama şu Rollebon canımı sıkıyor. En ufak şeylerde bile çekici oluyor. 1804 yılının Ağustos ayında Ukranya'da ne yapmış olabilirdi? Üstü kapalı sözlerle yolculuğundan şöyle bahsediyor:

"Benimle alay edenleri susturacak, korkutacak kozları elimde bulundurduğum halde beni küçümseyenlere, çabalarımı yadsıyanlara karşı susuyorsam, çabalarım bugün değerlendirilmiyorsa, gerçek yargıyı gelecek kuşakların vereceğine inandığımdandır."

Beni bir defa yanıttı. Bouville'e 1790 yılında yaptığı bir yolculuk hakkında, üstü kapalı sözler söylüyordu. Söylediklerini ve hareketlerinin anlamını çözebilmek için bir ayımı harcadım. Sonunda da çiftçilerden birinin kızını gebe bıraktığını ortaya çıkardım. Bu soytarılığın alası, değil mi?

Yalancı ve budala olan bu adama karşı büyük bir öfkeyle domduğumu hissediyordum. Belki de gücendiğim-dendir. Başkalarına yalan söylemişi tamam da, beni onlardan ayrı görmesini isterdim. Bana hiçbir şey söylemedi, hemde hiçbir şey. Alexandre ya da XVIII. Louis'e söy-

7273

BULANTI

lediğinden fazla bir şey. Rollebon'un iyi bin insan olması benim için çok önemli. Alaycı bir kurnazlığı olduğu kesin. Kim öyle değil ki? Hayatta olsa elini bile

Page 42: Jean Paul Sartre - Bulantı

sıkmayacağım bir ölüye bu derece zaman ayıracak kadar tarih araştırmalarına önem vermiyorum. Onun hakkında ne biliyorum? Gerçekte nasıl yaşadı? Keşke mektupları bu kadar yapmacıklı olmasaydı. Bakışlarını tanımak gerekirdi. Fakat ölmüş. Ondan sadece, "Strateji Üzerine Araştırma" ve "Erdem Üzerine Düşünceler" kalmış.

Kendimi bıraksam onu kafamda öyle iyi canlandıracağım ki. Çok az düşünüyor, ama her fırsatta derin bir incelikle yapılması gereken neyse onu yapıyor. Düzenbazlığı saf, doğal ve cömert, erdeme beslediği sevgi kadar samimi. Efendilerine ve dostlarına ihanet ettiğinde, tekrar geri dönüyor, olayları inceliyor, kendine dersler çıkarıyor. Her şeye sımsıkı bağlanabiliyor, ama kolayca da vazgeçiyor. Mektuplarına ve eserlerine gelince hiçbir zaman kendisi yazmamış, arzuhalciye yazdırmıştır. Yalnız bu düşündüklerim doğruysa Marki de Rollebor hakkında bir roman yazmam gerekecek.

74

PAZARTESİ GECE ON BtR

B

ütün bir günümü çalışmakla geçirdim. Akşam yemeğini Rendez vous des Cheminots'da yedim. Patron kadın oradaydı. Onunla sırf kibarlık yüzünden yatmak zorunda kaldım. Beni biraz tiksindirdi. Hem çok beyaz, hem de yeni doğmuş bir bebek gibi kokuyordu. Kendinden geçmiş, başını omzuma bastırıp duruyordu. İyi bir şey yaptığını sanıyordu. Bende dalgın dalgın yorganın altından cinsel organını

Page 43: Jean Paul Sartre - Bulantı

elliyorum. M. de Rollebon'u düşündüm. Onun hayatı hakkında bir roman yazsam ne olacak ki? Kim engel olacak? Kolumu patron kadının gövdesi boyunca aşağıya bıraktım ve ansızın üzerlerinden kocaman kıllı yapraklar sarkan bodur ağaçlarla dolu küçük bir bahçe gördüm. Karıncalar, kırkayaklar ve güveler cirit atıyordu. Koca yapraklar hayvanlar yüzünden kapkaraydı. Kaktüsle frenk incirlerinin ardında, parktaki Velleda heykeli parmağa ile edep yerin gösteriyordu. "Bu bahçe kusmuk kokuyor," diye bağırdım. Patron kadın:

"Sizi uyandırmak istemezdim, ama altımdaki çarşaf katlanmış ve Paris treninden inecek yolcularım var. Üstelik aşağıya da inmem gerek," dedi.

75BULANTI

■İl

MARDİ GRASH

Maurice Barres'yi dövdüm. Üç askerdik ve birimizin yüzünün ortasında bir delik vardı. Maurice Barres bize yaklaştı ve:

"İyi olmuş," dedi.Sonra her birimize bir demet menekşe verdi.Yüzü delik olan asker:"Bunu nereye koyacağım?" diye sordu."Kafanızın ortasındaki deliğe sokun," dedi Maurice."Senin kıçına sokacağım onu," diye cevap verdi asker.Sonra bizde, Maurice Barres'i dövür donunu çıkarttık. Bağırmaya başladı:"Dikkat edin pantalonum şeritlidir!"Kıçına vurup, kanayıncaya kadar patakladık. Kaba etlerine menekşe yapraklanyla,

Derouleden'in kafasının resmini çizdik.Son günlerde düşlerimi sık sık hatırlar oldum. Uykumda da galiba sağa sola

dönüp duruyorum. Çünkü her sabah yorganımı yaerde buluyorum.Bugün, Mardi Gras, Bouville'de artık pek bir şey ifade etmiyor. Zaten bütün

kentte, yüz kadar insan kılık değiştirip sokağa çıkıyor.

(*) MARDİ GRAS: Hristiyanlar'da kırk altı gün süren büyük perhizden, önceki gün.

76

Page 44: Jean Paul Sartre - Bulantı

ANNY'NİN MEKTUBU

Merdivenden inerken patron kadın seslendi: "Size bir mekup var!" Patron kadın, beni çalışma odasına götürdü. Sarı renkli, uzun ve şişkin bir zarf verdi. Mektup Anny'den geliyordu. Beş yıldır haber almamıştım ondan. Mektup önce Paris'teki eski adresime gitmiş. Zarfın üzerinde, 1 Şubat tarihi var. Mektup elimde, dışarı çıktım. Açmaya cesaret edemiyorum. Anny mektup kâğıdım değiştirmemiş. Kendi kendime saçlarını da değiştirmemiştir, diye düşünüyorum. Çünkü gür san saçlarını değiştirmek istemezdi. Yüzünün biçimini korumak için aynalarla durmadan savaşırdı, bunu tamamıyla kendi gibi olmak için yapardı. Belki de onun beğendiğim tarafı buydu.

Kullandığı mürekkebi de değiştirmemiş. Adresi yine mor mürekkeple yazmış. Keskin çizgili harfler hâlâ biraz parlıyor.

"Bay Antoine Roquentin" Zarfların üstünde adımı okumak her zaman çok hoşuma ! JÜder. Mektup oldukça ağır. İçinde en az altı sayfa olmalı.

ty zarflarını böyle şişirmek için ne yapar, bilmiyorum, a zarfların içinde hiçbir

zaman bir şey olmaz. 1924'ün azında zarfların içindeki dörde katlanmış küçük kâğıt-tıpkı bugünkü gibi çıkarırken aynı şeyi düşünürüdür.

BULANTI

Sislerin içinde onun gülümsemesini sanki yeniden gördüm. Ben otururken gülerek gelir, karşımda dururdu. Burnumun ucuna kadar sokulur, beni omuzlarımdan kavrayarak gergin kollarıyla sarardı.

Anny kurşun kalemle şu satırları yazmıştı:"Birkaç gün sonra Paris 'e geçeceğim. 20 Şubat günü, İspanyol Oteli 'ne gelip

beni görmeni rica ediyorum. Seni görmem gerek!

Anny."

Page 45: Jean Paul Sartre - Bulantı

Meknes'de, Tanger'deyken akşam döndüğümde, bazen yatağımın üzerinde bir not bulurdum. Not da, "seni hemen görmek istiyorum," yazardı. Hemen giderdim. Anny, şaşkın haliyle kapıyı açardı, bana söyleyecek hiçbir şeyi yoktu artık. Geldiğime de biraz içerlerdi. Ben yine de gideceğim. Beni belki görmek istemeyecek ya da otelde bana bu isimde kimse yok, diyecekler. Ama böyle yapacağını sanmıyorum. Fikrini değiştirmiş olsaydı, bu sekiz gün içinre bana yazardı.

Herkes işinin başında. Bu Mardi Gras tatsız geçeceğe benziyor. Mutiles Sokağı, yağmurlu havalarda olduğu gibi ıslak odun kokuyor. Bu acayip günleri sevmem. Sinemalarda filmler oynuyor; okullar bayram havası içinde. Sokaklardaki bayramsı hava insanın ilgisini çekiyor, ama bu garip hava biraz dikkatlice bakınca hemen yok oluyor.

Anny'yi görmeye elbette gideceğim. Ama gene de pek neşeli değilim. Mektubunu aldığımdan beri içimde bir boşluk hissediyorum. Karnımın aç olmamasına rağmen vakit geçirmek için Horlogers Sokağında, Camille'nin yerine girdim.

Burası sessiz, kutu gibi kapalı bir yer. Tiyatrodançıkanlar gece bir şeyler yemek için buraya uğrarlar. Geceleyin kente varan kamı acıkmış yolculara polisler burasını gösterirler. Tezgah bir girintinin içinde. Yanda bir salon daha var, ama orası çiftler için. Ben orayı hiç görmedim.

"Bana jambonlu bir omlet verin, lütfen."Masalara bakan kırmızı yanaklı iriyan kız, erkeklerle konuşurken gülmeden

edemez."Dolap kilitli. Jambonu çıkaramam. Kusura bakmayın veremeyeceğim. Onu

yalnız patron keser. Patatesli omlet istemez misiniz?"Bunun üzerine fasulye ısmarladım. Patronun adı Camille, sert bir adamdır.Garson kız uzaklaştı. Şu eski ve loş yerde yapayalnızım. Cüzdanımda Anny'den

bir mektup var. Sahte bir utanç, mektubu yeniden okumaktan alıkoyuyor beni. Cümleleri bir bir hatırlamaya çalışıyorum. Elimde evirip çeviriyorum, ama yine de okumuyorum.

Onu elbette gidip göreceğim. Onu tüm kalbimle hâlâ seviyorum. Ona saygı duyuyorum.

Bana gülümsüyordu. Önce gözlerini, sonra incecik bedeninin hatırasını unuttum. Gülüşünü elimden geldiği kadar tuttum aklımda. Üç yıl önce onu da kaybettim. Az önce mektubu patron hanımın elinden alırken, bu gülümseyiş birden gözümün önüne geldi. Anny'i gülümserken görür gibi oldum. Gene hatırlamaya çalışıyorum. Anny'nin bende uyandırdığı bütün sevgiyi duymak ihtiyacındayım. Fakat gülümseyişi hiç geri gelmiyor. Bitti artık. Bomboş, kupkuru kalakaldım.

Soğuktan titreyen bir adam içeri girdi.

7879

BULANTI

"Merhaba, baylar, bayanlar," dedi.

Yeşil pardösüsünü çıkarmadan oturdu. Ellerini ovuşturdu.

Page 46: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Ne istersiniz?"Adam irkiliyor. Gözleri tasalı:"Bir Byrrh verin, suyla olsun."Garson kız kıpırdamıyor. Sanki ayakta uyuyor. Tezgahın üzerinden alacağı şişeyi,

üzerinde kırmızı harfler bulunan beyaz etiketi, bardağa koyacağı ağdalı kara sıvıyı düşünüyor olmalı. Sanki kendisi içecekmiş gibi.

Anny'nin mektubunu tekrar cüzdanıma koydum. Geçmişteki bir insanı düşünebilmek mümkün mü, acaba? Seviştiğimiz süre içerisinde, en küçük anlanmızm, en hafif acılarımızın bile bizden uzaklaşıp, geride kalmasına izin vermemiştik. Sesleri, kokuları, gün ışığında ki renk ayrımlarını, hatta birbirimize söylemediğimiz düşünceleri, her şeyi yanımızda götürüyordum. Böylece her şey canlı kalıyordu. Onların kıvancı ve hüznü bugün bile hâlâ bizimle. Bir anı değildi bu. Gölgesi, gerilemesi, sığınağı olmayan amansız ve yakıcı bir sevgiydi. İstendiği zaman hemen beliriveren üç yıl. Bu ağır yüke dayanamadığımız için ayrılmıştık birbirimizden. Anny, beni birden bırakınca bu üç yıl, geçmişin içine yıkılıvermişti. Acı bile duyma-mıştım, bomboş hissetim kendimi. Sonra zaman akıp gitmeye başladı, boşluk büyüdü. Derken Saygon'dan Fransa'ya dönmeye karar verdiğim zaman henüz ayakta olan her şey yok oldu. İşte böyle, geçmişim kocaman bir delikten başka bir şey değil artık.

Bu adam gözünü benden ayırmıyor. Canımı sıkmaya başladı. Kendini beğenmiş olduğu belli. Garson kız iste-diklerini getirmeye karar verdi sonunda. İri, esmer kolunu kaldırıp şişeyi tutuyor ve bir bardakla birlikte getiriyor.

"Buyurun bayım."

Adam kibarca:"Adım Bay Achile'dir," diyor.

Kız yanıt vermeden bardağı dolduruyor. Adam, birden parmağını burnundan çekip iki elini de masaya dayıyor. Başını arkaya atıyor. Gözleri panldıyor. Soğuk bir sesle:

"Zavah kız!" dedi.

Kız şaşırıyor. Tabi ben de. Adamın yüzünde anlaşılmaz bir ifade var. Sanki bir başkası konuşmuş da şaşırmış gibi. Üçümüzde bu durumdan tedirgin olmuş bir haldeyiz.

Garson kız kendini toparlayarak Bay Achille'i küçümser bir tavırla süzüyor.

"Niçin zavallı bir kız oluyormuşum?" diye soruyor. Adam kıza bakıyor, sanki çekinir

gibi. Sonra gülüyor. "Canın sıkıldı. Ne var sanki? Lafın gelişi söyledim. Kötü niyet

yok ki bunda."Kız sırtını dönüp hızla tezgahın arkasına gitti. Adam akıllı alındığı belli. Adam hâlâ

gülüyor:

"Hah, hah... Ağzımdan kaçtı, canım. Yoksa kızdın mı? Kızmış!" diyor. Bana söyler gibi bir hali var adamın.

Hemen kafamı başka yöne çevirdim. Kız da eline başka bir iş aldı. Yağmur başladı işte! Camlara hafifçe vuruyor.

Page 47: Jean Paul Sartre - Bulantı

Garson kız lambaları yakıyor; saat henüz iki, ama hava karanlık olduğu için elindeki işi göremiyor. Ne tatlı şey şu »Şdc. İnsanlar evlerindedir şimdi; onlar da ışıklarını yakmışlardır. Kitaplarını okuyorlar, pencereden dışarı bakı-

8081

BULANTI

yorlar. Onlara göre.... Bambaşka bir şey bu. Onlar bambaşka yaşıyor onlar. Babalanndan kalma eşyalar, armağanlar ortasında yaşıyorlar. Şişe, kumaş, eski giysi, gazete dolu dolapları var. Her şeylerini saklamışlar. Geçmiş bu insanların lüksü olsa gerek.

Ya ben kendi geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmiş cebe konmaz ki. Bunu yerleştirecek bir evin olması gerekir. Benimse sadece bedenim var. Bedeniyle yalnız olan bu insan, anıları durduramaz, üzerinden aşıp gider onlar. Acı çekmemeliyim. Sadece özgür olmak istedim.

Ufak tefek adam, kıpırdanıyor, içini çekiyor. Paltosuna iyice sarılmış. Ama arasıra şöyle bir dikiliyor, insanca bir hâl alıyor. Onun da bir görünüşe göre bir geçmişi yok.

Adam yine bana bakıyor. Bu kez konuşacak. Aramızda bir yakınlık duygusu yok. Birbirimize benziyoruz sadece. O da benim gibi yalnız, ama yalnızlığın içine daha çok batmış. Kendi bulantısını ya da ona benzer bir şeyi bekliyor olmalı. Demek beni de tanıyan insanlar var artık. Yüzüme baktıktan sonra, bu da bizden, diyen kimseler var. Ne var? Benden ne istiyor öyleyse? Birbirimiz için yapacak bir şeyimiz olmadığını iyi biliyor olmalı. Aileler evlerinde anılarının ortasındalar. Ya biz ikimiz? Anıları omayan iki kayıp kişi. Ayağa kalkıp bana bir söz söylese yerimden sıçrayacağım.

Kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Gelen doktor Roge:

"Herkese merhaba!"

Doktor Roge kocaman gövdeli bir adam. Pazar günleri Vezelise Birahane'sinde görürüm onu, ama beni tanımaz. Joinville'li eski beden eğitimi öğretmenleri gibi iridir. Kollar, baldırım gibi; göğüs çevresi yüz on santim.

"Jeanne! Yavrucuğum!"

Koca fötr şapkasını asmak için portmantoya gitti. İşini bir yana bırakan garson kız, uykulu bir halde geldi.

"Ne içmek istersiniz doktor?"

Doktor, kızı ciddi ciddi süzdü. Güzel erkek yüzü dediğin böyle olur işte. Yaşantılar ve tutkularla yıpranmış, çökmüş. Ama doktor, hayatı anlamış ve tutkularını yenmesini bilmiş.

Derin bir nefes aldıktan sonra:

"Ne istediğimi hiç bilmiyorum," dedi.

Tam karşımdaki tahta sedire kendini bıraktı. Alnında ki terleri siliyor. Ayaklarının üzerinde durmak zorunluğun-dan kurtulunca rahat ediyor. Hükmedici iri siyah gözleri, insanın içine çekingenlik veriyor.

Page 48: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Ne içeceğim?... Eski bir elma rakısı yavrucuğum."

Kız, karşısındaki kocaman, yıpranmış yüzü kıpırdamadan seyrediyor. Ufak tefek adam başını kaldırıp bir yükten kurtulmuş gibi gülümsüyor. Doğru; bu dev gibi herif bizi kurtardı. İkimizi de avucuna alacak korkunç bir şey gerçekleşecekti yoksa. Rahatça nefes alıyorum. Artık insanların arasmdayız.

"Benim elma rakım hazır mı?" diye sordu doktor.

Kız hemen kendini toparlayarak oradan uzaklaştı. M. Achille çok sevinçli; doktorun ilgisini çekmek istiyor. Ama öyle cılız bir gövdesi var ki, tahta sedirin üstünde ne kadar debelense gürültü çıkaramıyor.

Kız elma rakısını getirdi. Bir baş işaretiyle doktora ufak ^fek adamı gösteriyor. Doktor Roge, gövdesini ağır ağır Çeviriyor. Boynunu döndürmek elinden gelmez.

82

83BULANTİ

"Bak hele! Seni aşağılık herif, burada ne işin var, ölmedin mi daha?" diyor. Sonra kıza dönüyor: "Bunu buraya alıyorsunuz demek?" diyor.

Yırtıcı gözlerle bakıyor. Her şeyi yerli yerine koyan, dümdüz bir bakış bu. Açıklıyor:

"Kaçığın biridir bu. Ne yaparsın!"

Şaka yaptığını göstermek zahmetine bile katlanmıyor. Kaçık dediği adamın kızmayacağını, gülümseyeceğini biliyor. Tamam, işte öteki de alçak gönüllülükle gülümsemeye başladı. Kaçığın biri! İçim rahat ediyor. Demek bu adam kaçığın biriymiş sadece.

Doktor gülümsüyor, işbirliği yapmak ister gibi bakıyor bana. Boyum poşum yüzünden her halde. Sırtımda bir temiz gömlek de var. Bu yüzden beni de şakasına ortak etmek istiyor.

Ben gülmüyorum, gösterdiği yakınlığa karşılık da vermiyorum. O zaman, gülümsemesini kesmeksizin, göz bebeklerinin korkunç ateşini üzerime dikiyor. Birkaç saniye, konuşmadan birbirimizi bakıyoruz. Beni süzüyor, değerlendiriyor.

Yüzünde bütün yüce çizgiler var. Alnı baştan başa geçen yatay çizgiler, gözlerinde ki kırışıklar. Ağzın iki yanındaki acı kıvrımlar, çene altındaki san büklümler. İşte talihli bir adam. Uzaktan görür görmez, acı çekmiş, yaşamış bir adam olduğunu düşünürsünüz. Yüzünü hak ediyor zaten, çünkü geçmişini elde tutmak ve kullanmak konusunda yanlışa düşmez hiç.

Doktor görmüş geçirmiş bir adam. Hayatı bunun

84

üzerine kurulmuş. Doktorlar, papazlar, yargıçlar, subaylar böyledir. İnsanı, sanki kendileri yaratmış gibi tanırlar.

M. Achille'in mutluluğu uzun zamandır ilk kez tatmış gibi bir hali var. Kim ne derse desin doktor onu avucunun içine almaya başardı. Bunalım geçirmek üzere olan yaşlı bir kaçığa yakınlık duyacak adam değil doktor. Onun deneyimi var. Deneyimi

Page 49: Jean Paul Sartre - Bulantı

meslek haline getirmiş. Doktorlar, yargıçlar, subaylar... Sanki yaratmışcasına tanırlar insanı.

M. Achille hesabına utanıyorum. İkimiz aynı hamurdan olduğumuz için omuz omuza vermemiz gerekirdi. Ama M. Achille, beni bırakıp karşı tarafa geçti. Deneyime gerçekten inanıyor. Ama benim ya da kendisinin değil, doktor Roge'nin deneyimlerine inanıyor. Biraz önce kendini garip hissediyordu, şimdi bir yığın benzeri bulunduğunu biliyor. Doktor Roge, bu adamları tanır, hatta gerekirse onların hikayelerini de anlatır M. Achille'e. M. Achille, birkaç bayağı kavramın içine sokulabilen önemsiz bir yaratık sadece.

Genel düşünceler daha pohpohlayıcıdır. Profosyo-nellerde, amatörlerde sonunda hep haklı çıkarlar. Sağduyuları, mümkün olduğunca az gürültü yapmalarını, az yaşamalarını, kendilerini unutturmalarını emreder onlara. Anlattıkları en iyi öykü işte böyle. Bu işler böyle olup biter, kimsede hayır diyemez buna. M. Achille'nin içi pek rahat değil. Doktorunsa konuşmaya hakkı var. Ömrünü boşa geçirmemiş, bu insan müsveddelerinin karşısında sakin ve güçlü, yükseliyor. O bir kaya.

Doktor Roge elma rakısını içti. İri gövdesi gevşiyor, göz kapaklan iniyordu. Yüzünü gözleri olmadan ilk kez görüyorum. Yanaklannın pembeliği iğrenç... Birden kavn-

85yorum gerçeği. Bu adam yakında ölecek. Kendisi de biliyor bu gerçeği, ayna da yüzüne bakması yeterli olacak. Yakında bir ceset olacak ya, her gün biraz daha benziyor ona. İşte onlann deneyimi, işte neden bu derece sık, ölüm kokuyor bu deneyim, dedim içimden. Bu onlann son savunmalan. Doktor da buna inanmaya can atar. İnsan geriye bakınca yargılar, kıyaslar ve düşünür. Ve bu korkunç ölü suratını aynada görmeye dayanabilmek için de deneyimin verdiği derslerin bu yüze hak olduğuna inandırmaya çalışır kendini.

Doktor hafifçe başını çevirdi. Göz kapaklan açıldı, uykuyla kızarmış gözlerini dikiyor bana. Gülümsüyorum. Bu gülüşün ona, kendinden saklamak istediği her şeyi göstermesini istiyorum. Göz kapaklan yeniden iniyor. Uyuklamaya başladı. Uykusunu gözetlemeyi M. Achille'e bırakıp dışan çıkıyorum.

Yağmur dindi, hava güzel ve gökyüzü güzelim kara imgeleri ufka doğru yayıyor. Kusursuz bir anın dekoru olmak için bu kadarı yeterde artır bile. Bu imgeleri yansıtmak için Anny yüreklerimizde küçük, karanlık su birikintileri yaratırdı. Ama ben fırsatı kullanmasını bilmiyorum. İçim boşalmış ve yatışmış halde, şu kullanılmamış gökyüzü altında rastgele yürüyorum.

Page 50: Jean Paul Sartre - Bulantı

86BULANTI

PERŞEMBE

Dört sayfa kadar yazı yazdım. Sonra uzun bir süre kendimi mutlu hissettim. Tarihin değeri hakkında çok fazla düşünmemek lazım. Çünkü insan bir süre sonra ondan tiksinme tehlikesiyle başbaşa kalıyor. M. de Rollebon'un şu anda varlığımı haklı gösterin tek neden olduğunu.unutmam gerek.

Tam bir hafta sonra Anny'yi görmeye gideceğim.CUMA

Redoute Bulvar'ında yoğun bir sis vardı. Göz gözü görmüyordu. Sağımda, otomobillerin farları ıslak bir ışık bırakıp geçiyorlar. Kaldırımın nerede bittiği belli değil. Çevremde insanlar var, ama kimseyi göremiyorum, çıkardıkları sesleri mırıltı halinde duyabiliyorum. Nereye gittiğimi bilmeden yürüyordum. Dikkatli yürümek, hatta ellerimi ileriye uzatmam gerekiyordu. Zaten bu işten hiçbir zevk almıyordum. Ama yine de otele dönmek istemi-yor-dum. Aradan yarım saat geçtikten sonra, uzakta mavimsi bir buhar gördüm. Oraya yöneldim. Çok geçmeden büyük bir aydınlığın kıyısına geldim. Tam ortada, ışıklarıyla sisi delip geçen Mably Kafe'sini fark ettim.Mably Kafe'sinde on iki tane lamba var. Ama yalnız ikisi yakılmıştı. Kasanın üstündekiyle tavandaki. Kafenin biricik garsonu beni karanlık bir köşeye sürüklüyor. "Buraya geçin efendim, temizlik yapıyorum." "Bir kahveyle birkaç çörek istiyorum." Karşılık vermiyor. Gözlerini ovuşturup uzaklaşıyor. Gözlerime kadar karanlık

Page 51: Jean Paul Sartre - Bulantı

içindeyim, buz gibi bir karanlık. Kaloriferin yanmadığı da belli.Yalnız değilim. Kafede benden başka insanlar da var. Onlara bakar görünmemek

için gözlerimi çeviriyorum.

8889

BULANTI

Biraz sonra çıtırtılar duruyor, bir etekliğin ucunu ve üzerinde çamurlar bulunan bir çift bot görüyorum. Bunların ardından adamın, sivri burunlu cilalanmış ayakkabıları görünüyor. Bana doğru geldiler, durdular, sonra geri döndüler. Adam paltosunu giyiyordu. O sırada kaskatı bir kolun ucunda, bir el, eteklik boyunca aşağı doğru inmeye koyuldu, biraz durakladı, sonra etekliği yokladı. "Hazır mısın?" diye sordu adam.

El açılarak, sağ bot üzerindeki iri bir çamur lekesine dokundu. Sonra gözden kayboldu.

Adam:"Of!" dedi.Portmantonun yanında duran bir valizi almışlardı. Çıktılar, sis içinde gözden

kaybolduklarını gördüm.Garson kahvemi getirirken:"Bunlar sanatçı," dedi. Sonra da:"Elektrikleri söndüreyim. Sabahın dokuzunda tek bir müşteri için iki lamba

yandığını görse patron çok kızar bana."Birden kafeyi bir boşluk kapladı. Yüksek camlardan grimsi hafif bir ışık

dökülüyordu."M. Fasquelle'i görmek istiyorum."Yaşlı kadının içeri girdiğini görmemiştim. İçeri giren buz gibi bir esinti içimi

titretti."M. Fasquelle daha aşağı inmedi.""Beni Mme. Florent gönderdi. Biraz rahatsız, bugün gelemeyecek."Mme. Florent, kasiyer, kızıl saçlı olanı. Yaşlı kadın:"Bu havalar, midesine iyi gelmiyor," dedi.Garson, ciddi bir tavır takınarak:"Evet, sis yüzünden... M. Fasquelle de rahatsız sanırım. Aşağı inmemesine

şaşıyorum. Telefonla da aradılar. Her zaman sekizde inerdi."Yaşlı kadın tavana arasına bakıyor:"Yukarıda mı?""Evet, odasında."Kadın, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldanarak:"Ölmüş olmasın..." dedi.Garson kız kızmaya başlamıştı:

Page 52: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Rica ederim, böyle konuşmayın lütfen."Sakın ölmüş olmasın.... Bu düşünce benimde kafamdan şöyle bir geçmişti.

Böyle sisli havalarda insan hep böyle şeyler düşünür.Yaşlı kadın gitti. Ben de öyle yapmalıydım. Burası hem karanlık hem de soğuk.

Sis, kapının altından sızıyor, yavaşça yükselerek her şeyi kaplıyor. Belediye Kütüpha-ne'sinde hem ışık, hem de sıcaklık bulabilirdim.

M. Fasquelle daha uyanmamıştı. Belki de başımın ü-stünde uyuyan değilde, bir ölü vardı. Sisli bir sabahta yatakta ölü bulundu deyip, altına şu satın geçerler: Kafe'de ise müşteriler her şeyden habersiz içkilerini yudumlu-yorlardı.

Fakat yatağında mıydı hâlâ? Çarşaflan aşağı düşmüş, kafasını döşemeye çarpıp yerde uzanıp kalmasın?

M. Fasquelle'i iyi tanınm, ara sıra bana hatırımı sorardı. İriyan, güleç yüzlü, tertemiz sakallı bir adamdır. Öldüyse

*o91

BULANTI

mutlaka bir kriz geçirmiştir. Bunu düşünmekten kendimi alamıyorum.

Dayanamıyorum ve yerimden kalkıyorum. Garson beni merdivende yakalarsa, bir gürültü duyduğumu söylerim. Garson, içeri girdi. "Borcunuz iki frank," dedi. "Yukarıdan bir gürültü duydum," dedim. "Olabilir, vakit epey geç oldu."

"Evet, ama bu bildiğimiz gürültülerden değildi. Hırıltıya benziyordu. Sonra boğuk bir ses duyuldu." Faltaşı gibi açılan gözleri hiç unutmayacağım. Kalleşlik ederek: "Çıkıp bakmalısınız," dedim.

"Hayır olmaz," dedi. "Bana sonra yapmadığını bırakmaz. Saat kaç?"

"On.""Eğer inmezse saat on buçukta çıkıp bakarım."

Kapıya doğru ilerledim.

"Gidiyor musunuz? Kalmayacak mısınız?""Hayır.""Hırıltılar çok muydu?"

Çıkarken, "Bilmem," dedim. "Aklım bu çeşit şeylere takılmıştı, belki bu yüzdendir."

Sis dağılmıştı biraz. Tournebride Sokağı'na varmak için acele ediyorum. Işıklarına ihtiyacım var. Ama hayal kmklığma uğradım. Işık vardı, ama insanın içini açan bir ışık değildi.

Sokakta birçok insan vardı. Özellikle de kadınlar Önce

92vitrinleri seyrediyorlar, sonra da içeri dalıyorlardı. Julien'in şarküteri dükkanının önünde durdum. Oradan beş dakika uzakta, M. Fasquelle odasında ölmüştü.

Çevremde sağlam bir dayanak, düşüncelerime karşı bir savunma aradım. Yoktu. Sis

Page 53: Jean Paul Sartre - Bulantı

gitgide deliniyordu. Ama sokakta ciddi bir tehdit olmasa da endişe verici bir şey sürükleniyordu. Yine de insan kendini korkmaktan alamıyordu. Alnımı vitrine dayadım. Rus işi bir yumurtanın mayonezi üzerinde koyu kırmızı bir damla çarptı gözüme. Bu kandı. Sarı üzerindeki kırmızı yüreğimi hoplattı.

Gözümün önünde aniden bir görüntü belirdi. Birisi yüzü koyun düşmüş, kanları tabaklann içine akıyordu. Yumurta kanın içine yuvarlanmıştı. Üzerindeki domates dilimi yanlamasına düşmüştü. Kırmızı üzerine kırmızı. Biraz mayonez akmıştı ve kan gölcüğünü ikiye ayıran, san bir krema birikintisi halindeydi.

"Bu çok saçma, silkinmeli ve kendime gelmeliyim. Kütüphaneye çalışmaya gideceğim," dedim kendi kendime.

Çalışmak mı? Tek bir satır bile yazamayacağımı iyi biliyordum. İşte bir gün daha gitti. Parktan geçerken, her zaman oturduğum sıranın üstünde, kıpırdamadan duran mavi pelerinli bir adam gördüm. İşte üşümeyen biri.

Okuma salonuna girdiğimde, Autodidacte dışarı çıkmak üzereydi. Beni yakaladı:

"Size teşekkür etmek istiyorum bayım. Verdiğiniz fotoğraflara bakarak unutulmaz saatler geçirdim," dedi.

Onu görünce içimde bir umut doğdu. Belki iki kişi bugünü daha kolayca geçiririz. Ama Autodidacte ile sadece görünüşte iki kişi olur insan.

93

Elindeki, Dinler Tarihi, kitabının üstüne vurdu."Başka hiç kimse bu geniş sentezi Nouçapie gibi yapamazdı, öyle değil

mi?" diye sordu.Bıkkın bir hali vardı, elleri titriyordu."Galiba rahatsızsınız," dedim.

"Sormayın başıma berbat bir olay geldi."Kitaplık memuru bize doğru yaklaşıyor. Ufak tefek, öfkeli bir Korsikalı'dır.

Ayakkabılarını gıcırdatarak, masaların arasında saatlerce dolaştı. Autodidacte yanıma sokuluyor. Neredeyse soluğunu yüzümde duyacağım.

Bir sır veriyormuş gibi:"Bu adamın önünde hiçbir şey söyleyemem size," dedi. "Eğer isterseniz?...""Neyi?"

Bir an kızarıyor, kalçaları kadın kalçası gibi oynuyordu. "Ah beyefendi! Çarşamba günü benimle birlikte öğle yemeğine gelmek lütfunda bulunur musunuz?" "Memnuniyetle."

Onunla yemek yemeye hiç de istekli değildim. "Oh! Beni çok mutlu ettiniz," dedi. Sonra hemen ekledi: "İsterseniz, gelip sizi evden alayım."Ardından da vakit bırakırsa kararımdan vazgeçerim, diye hemen gitti.Saat on bir buçuk. İkiye çeyrek kalaya kadar çalıştım. Verimsiz bir çalışma

oldu. Önümdeki kitaba bakıyordum, ama düşüncem Mably Kafe'sinden ayrılmıyordu. M. Fasquelle aşağı indi mi acaba?

Page 54: Jean Paul Sartre - Bulantı

Aslında onun ölmüş olduğuna pek inanmıyordum,94

BULANTI

canımı sıkan da buydu. Ne inandığım, ne de aklımdan söküp atabildiğim bir düşünce.

Saat bire doğru kimse kalmadı. Acıkmamıştım, dışarı çıkmak istemiyordum hiç. Biraz daha çalıştım; sonra birden yerimden sıçradım, sessizliğin altında kalmışım gibi hissettim.

Başımı kaldırdım. Yalnızdım. Kalktım. Bu gücümü yitirmiş nesnelerin arasında artık duramıyordum. Kaybedecek zamanım yok. Bu tedirginliğin temelinde Mably Ka-fe'sindeki olaylar yatıyor. Oraya dönmeli, M. Fasquelle'i dipdiri karşımda görmeli ve gerekirse sakalına ya da ellerine dokunmalıyım. Belki o zaman bu sıkıntıdan kurtulurum.

Pardösömü alıp acele ile giyindim. Parkı geçerken pelerinli adamın hâlâ aynı yerde oturduğunu gördüm.

Mably Kafe'si, uzaktan ışık saçıyordu. On iki lamba da yanmış olmalı her halde. Adımlarımı sıklaştırdım, bir an önce bitirmeliydim bu işi. Önce büyük camdan içeri baktım, kimsecikler yoktu. Kasiyer de, garson da yoktu. M. Fasquelle de yoktu.İçeri girmek için büyük bir çaba harcadım. Ayaktaydım. "Garson," diye sesledim. Kimse karşılık vermedi. Bir masada boş bir fincan vardı. "Kimse yok mu?"

Askıda bir manto asılı. Alçak bir masanın üstünde, siyah karton kutular içinde dergiler var. Soluğumu tutarak Çevremi dinliyorum. Özel merdiven hafifçe çıtırdadı. Gözlerimi merdivenden ayırmadan, geri geri giderek dışarı Çıktım.

Biliyorum, öğleden sonra saat ikide az müşteri olur.

95BULANTI

Galiba M. Fasquelle gribe yakalanmış. Garsonu da alışverişe göndermiştir. Ya da bir doktor çağırmaya. Fakat M. Fasqelle'i görmem gerek... Tournebride sokağının girişine doğru döndüm ışıklı ve ıssız kafeyi tiksinerek seyrettim. Birinci katta panjurlar kapalıydı.

Bende gerçek bir panik başladı. Artık nereye gideceğimi bilmiyorum. Rıhtım boyunca koştum. Beauvoisis Mahalle'sinin ıssız sokaklarına saptım. Evler kaçışıma bakıyorlardı. Nereye gitmeli? Her şey olabilir. Ara sıra dönüp arkama bakıyordum. Belkide iş arkamda gelişecek ve ben birden dönünce iş işten geçmiş olacaktı. Gözlerimi nesnelerden ayırmadığım sürece bir şey olmayacaktı. Tüm nesnelere bakmaya çalışıyordum. Değişimlerinin ortasında yakalamak için gözlerim birinden ötekine gidiyordu. Doğal bir halleri yoktu, ama ben güvenle onları her günkü kavramları içerisine yerleştirmeye çalışıyordum.

Kendimi Bassins du Nard rıhtımında buldum. Burada her şeyden uzakta olacak ve rahat edecektim.

O sırada, sesler duydum. Tam zamanıydı. Etrafımda dönüp, yeniden yürümeye

Page 55: Jean Paul Sartre - Bulantı

başladım.

Castiglione Sokağı'nda, konuşan iki adama yetiştim. Ayak seslerimi duyunca, irkilip ikisi birden geriye döndüler. Kaygı dolu gözlerle önce bana, sonra her hangi bir şey geliyor mu diye arkama baktıklarını gördüm. Demek onlar da benim gibiydi, demek onlar da korkuyorlardı? Tam onları geçerken bakıştık. Ama bakışları birden güven-sizleşti. Böyle bir günde kim olduğu belirsiz biriyle konuşulmaz.

Soluk soluğa Boulibet Sokağı'nda buldum kendimi. Oklar atılmıştı bir kere. Kütüphaneye dönecek, bir romanalacak, okumaya çalışacaktım. Parkın parmaklıkları boyunca ilerlerken, pelerinli adamı yeniden gördüm. Devamlı oradaydı, bomboş parkta.

Kütüphaneye gittim, okuma salonuna girdim, masalardan birinin üzerinde duran Parma Manastırı'nı aldım. Okuyup çevremi unutmaya, Stendhal'ın aydınlık İtalya'-sında bir sığınak bulmaya çalışacaktım. Ara sıra, kısa sanrılara dalıp unutuyordum kendimi, ama sonra durmadan boğazını temizleyen ufak tefek bir ihtiyarla iskemlesinin arkalığına dayanıp düşler kuran bir delikanlının karşısında, bu korkutucu günün içinde yeniden düşüyordum.

Saatler geçiyordu, camlar kararmıştı. Korsikalı'yı da saymazsak kütüphanede dört kişiydik. Ufak tefek bir ihtiyar, sansın genç bir adam, lisansını hazırlayan genç bir kadın ve ben vardım.

Saat yediye on var. Aniden kütüphanenin saat yedide kapanacağını düşündüm. Bir kez daha kendimi şehrin sokaklarına atacaktım. Nereye gidecektim? Ne yapacaktım?

"Baylar," dedi Korsikalı, "artık kapatıyoruz. Beş dakika sonra!"Korsikalı şaşırmıştı. Kararsız birkaç adımdan sonra gitti, bir elektrik düğmesini

kapattı. Ortadaki lamba hariç okuma salonunun lambaları söndü.Merdivenin son basamağında başımı kaldırdım. Yüzümde serin, küçük bir

okşama hissettim. Birisi uzakta ıslık çalıyordu. Göz kapaklanmı kaldırdım. Tatlı ve durgun bir yağmur yağıyordu. Dört sokak lambası meydanı aydınlatıyordu. Yağmur altında bir taşra kasabası meydanı.

9697

BULANTI

CUMARTESİ SABAHIÖĞLEDEN SONRA

Page 56: Jean Paul Sartre - Bulantı

Hafif sis günün güzel geçeceğini müjdeliyordu. Güzel bir güneş vardı. Kahvaltımı Mably Kafe'-sinde yaptım.

Kasada duran Mme. Florent, tatlı tatlı gülümsedi bana.

Oturduğum yerden seslendim:

"M. Fasquelle hasta mı?"

"Evet, şiddetli bir gribe yakalanmış. Birkaç gün yataktan çıkmaması gerekiyor. Bu sabah kızı, Dunkerque'ten geldi. Ona bakmak için burada kalıyor."

Mektubu aldığımdan beri, Anny'yi yeniden göreceğim diye ilk olarak gerçekten mutluyum. Altı yıldır neler yaptı acaba? Karşılaştığımız zaman sıkılacak, utanacak mıyız? Anny, tedirginlik nedir bilmez. Sanki dün yanından ayrılmışım gibi karşılayacak beni. Yeter ki budalalık yapıp da kızdırmayayım onu. İlk karşılaşmamızda elini sıkmamam gerektiğini unutmamalıyım. Elini sıkmamdan nefret eder.

Acaba kaç gün birlikte kalacağız? Belki de Bouville'e getireceğim onu. Birkaç saat burada kalsın, bir gece Britania Otel'inde kalsın yeter. Sonra iş değişir korku duymam bir daha.

98

Geçen yıl Bouville Müze'sini ilk ziyaret ettiğim zaman, Oliver Blevigne portresi ilgimi çekmişti. Ölçüleri mi kusurluydu, perspektifi mi? Bunu bilmiyorum, ama beni bir şey rahatsız ediyordu. Bu milletvekili, tablonun üzerinde rahat görünmüyordu. Onu birçok defa görmeye geldim. Roma ödülü almış, altı kez madalya kazanmış, Bordurin'in bir resim hatası yapmış olduğunu aklımdan bile geçirmek istemiyorum. Derken bugün öğleden sonra bir şantaj dergisinin Bouville Eleştiri'sinin eski bir koleksiyonunu karıştırırken işin aslını anlar gibi oldum. Kütüphaneyi hemen terk ettim, müzeye gidip bir tur attım.

Bordurin Renaudas Salonu'nun kapısı üstüne her halde bu yakınlarda, benim bilmediğim büyük bir tablo asmışlardı. Altında Richard Severand imzası vardı. Adı: Bekarın Ölümü, idi. Bu devletin bir bağışıydı.

Bekar adam beline kadar çıplaktı. Gövdesi yeşilimsiydi. Dağınık bir yatağın üzerine yığılmıştı. Darmadağınık çarşaf ve örtüler adamın uzun süre can çekiştiğini gösteriyordu. M. Fasquelle'i düşünerek gülümsedim. Yalnız değildi, kızı bakıyordu ona. Tabloda adamın metres olarak kullandığı, suratından ahlaksızlık akan bir hizmetçi kadın,

Page 57: Jean Paul Sartre - Bulantı

99BULANTI

dolabın çekmecesini açmış paraları sayıyordu. Loşluğun içinde alt dudağında bir sigarayla bekleyen, kasketli bir adam, açık bir kapıdan görünmekteydi. Duvann üzerinde bir kedi kayıtsızca süt içmekteydi.

Bu adam yalnız kendisi için yaşamıştı. Hayattaki tavrının sonucu olarak ölüm döşeğindeyken yanında kimse yoktu. Bu tablo bana son bir uyarı veriyordu. Hâlâ za-manım vardı. Ayaklarımın üzerinden geriye dönebilirdim.

Uzun Bordurin Renaudas salonunu bir uçtan bir uca geçtim. Geri döndüm. Hoşça kalın boyalı türbelerin içinde bütün inceliğiyle duran güzel zambaklar, hoşça kaim bizim gurur kaynağımız varlığımızın nedeni güzel zambaklar. Hoşça kalın sahtekarlar!

PAZARTESİ ÖĞLEDEN SONRA

Rollebon hakkında kitap yazmıyorum artık. Bu iş bitti artık. Bu adam hakkında kitap yazamam. Bundan sonra ki hayatımda ne yapacağım? Masamın başına oturmuştum. Saat üçtü. Moskova'dan zamanında çalmış olduğum mektupları yanıma koymuş yazıyordum.

"En kötü söylentilerin, ortalığa yayılmasına özen göstermişti. M. de Rollebon 13 Eylül tarihinde yeğenine vasiyetnamesini kaleme aldığını bildiriyordu. Bundan, bu manevraya boyun eğmek zorunda kaldığı anlaşılıyordu."

Marki buradaydı. Onu tarihsel varoluşun içine kesin olarak yerleştirmeyi beklerken, hayatımı kendisine ödünç veriyordum. Midemin boşluğunda hafif bir sıcaklık gibi hissediyordum onu.

Birden aklıma şöyle bir itirazın bana yapılabileceği geldi. Rollebon yiğenine samimi davranmıyordu. Darbe başarısızlığa uğrarsa I. Paul'e karşı yiğenini tanık olarak kullanıp işin içinden sıyrılmayı düşünüyordu. Kendini güçsüz bir insan olarak göstermek için vasiyetnamenin konusunu uydurmuş olması çok büyük bir olasılıktı.

Bu çok da önemli olmayan küçük bir itirazdı. Üzerinde durmaya değmezdi. Yine de karamsar düşüncelere dalmam »Çin yeterliydi. Kendime bezgin bir halde:

|,H1

Page 58: Jean Paul Sartre - Bulantı

ıoı

"Nasıl olur? Kendi geçmişimi bile elinde tutabilecek gücü olmayan ben, başkasınınkini kurtarmayı nasıl umabilirdim?" dedim.

Kalemimi elime aldım ve yeniden yazmaya çabaladım. Çalışmak istiyordum. Geçmişi, şimdiyi, geleceği ve dünya üzerinde olup bitenleri düşünmekten yorulmuştum artık. Sadece kitabımı bitirmemi hiçbir şeyin engellememesini istiyordum. Ama beyaz, dokunulmamış sayfalara gözüm takılınca durakladım. Kalemim havada öylece kaldım. Öylesine sert, göz alıcı ve öylesine şimdiki zamandaydı ki. İçinde şimdiki zamandan başka zaman yoktu. Üzerine yazdığım harfler henüz kurumamışlardı, ama benim değillerdi artık.

"En kötü söylentilerin ortalığa yayılmasına özen göstermişti." .

Bu cümleyi düşündüm önce. Benden bir şeyler vardı onda. Şimdiyse kâğıda kazınmıştı. Bana karşı birlik olmuşlardı. Bu cümleyi artık tanıyamıyor, düşünemiyordum da. Harfler şimdi parlamıyorlardı artık. Kurumuşlardı. Bu da yok olmuştu.

Sıkıntılı gözlerle çevreme bir göz attım. Şimdiki zamandan başka bir zaman yoktu. Geniş ve sağlam mobilyalar, şimdiki zaman içinde örümcek bağlamışlardı. Şimdiki zamanın gerçek varlığı kendini hissettiriyordu. Çünkü şu anda olan şey oydu; şu anda olmayanlar yoktu. Geçmiş yoktu. Ne cisimlerde ne de kendi düşüncemde. Kuşkusuz ben, uzun zaman önce geçmişim olmadığını anlamıştım. Şimdiye kadar onun benim ulaşamayacağım yerlerde olduğunu sanıyordum. Benim için geçmiş sadece emekliliğe ayrılmıştı. Bu varoluşun bir başka çeşidiydi. Bir

BULANTI

boş oturma ve işsizlik haliydi. Hiçliği düşünmek ne kadar acı. Şimdi nesnelerin göründükleri şeyler olmadığını biliyordum. Ve arkalarında hiçbir şey yoktu.Bu küçük düşünce beni birkaç dakika daha içine aldı. Sonra kendimi bu düşünceden kurtarmak için şöyle bir silkindim. Ardından kâğıt yığınını kendime doğru çektim. ".. ..vasiyetnamesini kaleme aldığını bildiriyordu..." Aniden sonsuz bir Bulantı içimi kapladı. Kalem mürekkep püskürterek parmaklarımın arasından düştü. Neler oluyordu? Bulantı mı, gelmişti yine? Hayır Bulantı değil. Odam her zamanki dost halini yitirmemişti daha. Yalnız, M. Rollebon ikinci kez ölüyordu.

Daha biraz önce buradaydı. İçimde, sakin, sıcacık duruyordu. Hatta zaman zaman onun kımıldadığını bile hissediyordum. Çok canlıydı. Şimdiyse ondan hiçbir şey kalmamıştı. Benim hatamdı. Ben hangi sözleri söylemek gerekiyorsa onları söylemiştim. Geçmişin var olmadığını söylemiştim. Sonra aniden, sessizce M. de Rollebon kendi hiçliğine geri dönmüştü.

Mektupları elime aldım. Artık çok geçti. Ellerimde kâğıt demetinden başka bir şey yoktu. Birde şu karmaşık öykü vardı: Rollebon'un yiğeni 1810 tarihinde çarın polisleri tarafından öldürülmüş. Mektuplarına el konup, gizli arşive gönderilmiş. Yüz on yıl sonra iktidarı ele geçiren Sovyetler, bu mektuplan gizli arşivden çıkarıp devlet

Page 59: Jean Paul Sartre - Bulantı

kitaplığına vermişler. Bende 1923 yılında bu kitaplıktan çaldım onları. Fakat bu bana gerçekmiş gibi görünmüyordu. Bu mektuplann neden odamda bulunduğunu açıkla-yacak bir yığın daha inandırıcı öykü uydurabilirdim. Ama bu pütürlü kâğıtlar karşısında tüm öyküler saman alevi gibi

102103

kalırdı. Rollebon'a ulaşmak için bu mektuplara güvenmek yerine, Rollebon'un ruhunu çağırmak daha akıllıca olurdu. O yoktu artık. Eğer ondan birkaç kemik kalmış olsaydı, kendileri için varolacaklardı. Biraz fosfat, kalsiyum karbonat, tuz ve sudan başka şey değillerdi artık.

Son bir girişimde bulundum ve genellikle Marki'yi hatırlamak için kullandığım Mme. de Genlis'in şu sözlerini tekrarladım:

"Küçük yüzü; buruşuktu, tertemizdi, açıktı, çiçek bozuğu gibiydi, gizlemek için çabaladığı muziplik yüzünden okunuyordu."

Yüzü usul usul göründü. Sivri burnu, mavi yanakları, gülümseyişi... Yüz hatlarına istediğim şekli verebiliyordum, hatta eskisinden daha kolay oluyordu. Yanlız, bu bende, yer etmiş imgeden başka bir şey değildi. Derin bir iç çektim ve sandalyenin arkalığına yaslandım. Kendimi dayanılmaz bir yokluk içinde hissettim.

***

Saat dördü vurdu. Bir saattir kollarım iki yana sarkmış, sandalyenin üzerinde oturup duruyorum. Karanlık bastırmaya başladı. Başka değişen bir şey yok odada. Masanın üzerinde yine beyaz kâğıt duruyor, dolmakalem ve mürekkep şişesi de yanında. Ama bu sayfaya artık hiçbir şey yazmayacağım. Mutiles Sokağı'ndan ve Redoute Bulvar'ından geçip arşivlere bakmak için kütüphaneye gitmeyeceğim.

104BULANTİ

Ayaklarımın üzerinde zıplamak, dışarı çıkmak, oyalanmak için ne olursa yapmak geliyor içimden. Ama şunu biliyorum ki, parmağımı bir oynatsam, oturduğum yerde oturmazsam, başıma bir şey gelecek. Bir daha bunun başıma gelmesini istemiyorum. Er veya geç, gelecek çünkü. Kımıldayamıyorum. Otomatik olarak, kâğıdın üzerinde yanm bıraktığım paragrafı okuyorum.

"En kötü söylentilerin ortalığa yayılmasına özen göstermişti. M. de Rollebon 13 Eylül tarihinde yiğenine vasiyetnamesini kaleme aldığını bildiriyordu. Bundan, bu manevraya boyun eğmek zorunda kaldığı anlaşılıyordu."

Büyük bir tutku gibi Rollebon işi de burada son buldu. Başka bir uğraşı bulmam gerekecek. M. de Rollebon benim ortağımdı. O, var olabilmek için bana ihtiyacı olan

Page 60: Jean Paul Sartre - Bulantı

kişiydi. Ben de varoluşumu hissetmek için ona ihtiyacı olan kişiydim. Bende ham madde vardı, ama bu ham maddeyi ne yapacağımı bilmiyordum. Bu ham madde; varlık, benim varlığımdı. Onun görevi ise temsil etmekti. Kendi yaşantısını temsil etmek için benim yaşamımı kullanıyordu. Artık varlığımı hissetmiyordum, artık kendimde değil ondaydım. Her davranışımın anlamı benim dışımda oradaydı; tam karşımda, onda. Artık ne kâğıdı ne de üzerine yazdığım cümleyi görüyordum. Fakat arkada, kâğıdın ötesinde Marki'yi görüyordum. Böyle yapmamı o istemişti. Böyle yapmam onun varlığını uzatıyor, sağlamlaştı-nyordu. Ben sadece onun varlığını sağlamlaştıran bir araçtım. Varoluş sebebim oydu. Beni, benliğimden o kurtarmıştı. Ben şimdi ne yapacağım?

Her şeyden önce kımıldamalıyım, kımıldamalıyım... Ah!

105

Bekleyip duran şey uyarıldı, üzerime atıldı. Benliğime akıyor, onla doluyum. Korkulacak bir şey değilmiş. Şey dediğim, kendimmiş. Varoluş, kurtulup üzerime atlayan varoluş, özgür kalıyor. Varoluşmaktayım.

Masanın üzerine yayılmış elimi görüyorum. Yaşıyor. 0 da benim. Açılıyor, parmaklan aralanıp sivriliyor. Sırt üstü duruyor. Bana şişman karnını gösteriyor. Elim geri dönüyor, karnının üstüne yayılıyor. Şimdi de bana sırtını gösteriyor. Elimi hissediyorum. Bu ben'im. Ağırlığı ben olmayan masanın üzerinde hissediyorum. Bu ağırlık izlenimi geçmiyor. Geçmesi için neden yok. Uzadıkça da çekilmez hale geliyor. Elimi nereye koysam bende varlığını sürdürecek. Ben onun varolduğunu duymaya devam edeceğim. Onu yok edemem. Ne elim, ne de bedenimin geri kalanını...

Sıçrayarak kalkıyorum, Eğer sadece düşüncemi engel-leye bilseydim, her şey daha iyi olurdu. Asıl tatsız olanlar düşünceler. Tenden bile daha tatsız. Uzayıp giderler ve geride garip bir tat bırakırlar. Düşünmek istediğimi düşünüyorum. İstemediğimi düşünmemeliyim. Bu da bir düşünce çünkü. Yeter artık, hiç bitmeyecek mi bu?

Düşüncem, ben demek. İşte kendimi bu yüzden durdu-ramıyorum. Varım çünkü, düşünüyorum. Kin v$ varolmanın verdiği tiksinti, bunlar kendimi var etmem ve varo-luşun içine gömülmem için bir yöntem. Arkamda bir baş dönmesi gibi düşünceler doğuyor, hissediyorum. Kendimi bıraksam, şuraya karşıya, gözlerimin önüne gelecekler. Ve bende sürekli bırakıyorum kendimi. Düşünce büyüyor, uçsuz bucaksız bir hal alıyor. Her yanımı dolduruyor Varlığımı yeniliyor.

BULANTI

Saat beş buçuk, kalktım. Dışarıya çıkıyorum. Neden? Uçünkü bunu yapmamam için başka bir neden yok. Kalsam da, bir köşeye kıvrılsam da kendimi unutamayacağım.

Burada olacağım, ağırlığımca döşemenin üzerine yükleneceğim. Varım.

Page 61: Jean Paul Sartre - Bulantı

M:

106107

BULANTI

ÇARŞAMBA

Kâğıt masa örtüsünün üzerinde, yuvarlak bir güneş ışığı var. Yuvarlağın içinde bir sinek zar zor yürüyor, sersemlemiş, ön ayaklarını birbirine sürtüyor ve ısınıyor. Ezersem ona iyilik etmiş olacağım. Yaldızlı tüyleri güneşle parlayan şu koca parmağın ortaya çıktığını görmüyor.

Autodidacte:"Öldürmeyin beyefendi ne olur!" diye bağırıyor.Eziliyor. Küçücük beyaz bağırsakları karnından dışarı fırlıyor, varoluştan

kurtardım onu. Kuru bir sesle Autodidacte'a:"Ona iyilik ettim," dedim.Burada ne işim var? Ama niçin burada olmayayım ki? Vakit öğle, uyku saatinin

gelmesini bekliyorum. (İyi ki uykusuzluk çekmiyorum.) Dört gün sonra Anny'yi göreceğim. Şimdilik tek yaşama sebebim bu işte. Peki sonra? Anny benden ayrıldığında? Gizli gizli neler umduğumu biliyorum. Benden hiç ayrılmayacağını umuyorum. Oysa Anny'nin benim önümde yaşlanmayı hiçbir zaman kabul etmeyeceğini iyice bilmem gerekiyor. Güçsüz ve yalnızım. Ona ihtiyacım var. Güçlü halimle görmek isterdim onu. Anny, yıkılmış kimselere hiç acımaz.

109

"iyi misiniz efendim? Kendinizi iyi hissediyor musunuz?"Autodidacte, gülen gözlerle bana bakıyor. Yorgun bir köpek gibi ağzı açık,

soluyor biraz. Saklamayacağım, bu sabah onu gördüğüm için adeta mutluluk duymuştum, konuşmak ihtiyacındaydım.

"Sizinle yeme yemek beni nasıl sevindiriyor bilemezsiniz!" diyor.

Page 62: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Üşüyorsanız kaloriferin yanına oturabiliriz. Bu baylar birazdan kalkacaklar, hesaplarını istediler."

Birisi benimle ilgileniyor, üşüyüp üşümediğimi soruyor. Bir başka adamla konuşuyorum. Yıllardır böyle bir şey olmamıştı bana.

"Gidiyorlar, yer değiştirelim mi, ister misiniz?"

Kalkan iki adam sigaralarını yaktılar. Çıkıyorlar. İşte açık havaya, güneşe kavuştular. Şapkalarını elleriyle tutarak, büyük vitrinler boyunca ilerliyorlar. Gülüyorlar, rüzgâr paltolarını şişiriyor. Hayır, yer değiştirmek istemiyorum. Neye yarar? Sonra, camların ardında, plak kabinelerinin, beyaz damlarının arasından denizi görüyorum. Yemyeşil, sımsıkı.

Kapının yanında, yuvarlak masada yemek yiyen adamı tanıdım şimdi. Sık sık Printania Otel'ine gelir, gezici bir tacirdir. Dikkatli ve güleç bakışlarını arada bir bana çeviriyor, ama görmüyor beni, yediklerini incelemeye dalmış. Kasanın öte yanında, kırmızı yüzlü, tıknaz iki kişi, şarap içerek midye yiyorlar. İncecik sarı bir bıyığı olan kısa boylusu, bir hikaye anlatıyor ve yalnız kendisi gülüyor. Ara sıra susuyor, sonra pırıl pırıl beyaz dişlerini göstererek gülüyor. Diğeri gülmüyor, bakışları kaskatı. Ama evet demek için başını sık sık sallıyor. Pencerenin yanında,

110BULANTI

güzel beyaz saçları geriye taranmış, seçkin yüzlü, esmer, zayıf bir adam, düşünceli bir halde gazetesini okuyor. Yanma, sedirin üzerine deri bir çanta koymuş. Vichy suyu içiyor. Birazdan bütün bu insanlar dışarı çıkacaklar, yemeğin verdiği ağırlığı ve rüzgârın yüzlerine deyişini duya duya, pardösüleri açık, başlan biraz sıcak, biraz gürültülü, kıyıdaki, çocuklara ve denizdeki gemilere bakarak parmaklık boyunca yürüyecek, işlerine gidecekler. Ben hiçbir yere gitmeyeceğim; işim yok benim.Autodidacte masum masum gülümsüyor, güneş seyrek saçlarının arasında oynaşıp duruyor. "Yemeğinizi seçmek ister misiniz?" Listeyi bana uzatıyor. Çerezlerden birini seçmek hakkım var. Beş sucuk dilimi, kırmızı trup, karides ya da hardal kerevizden birini seçeceğim. Escargot de Bour-gogne, bunların dışında.

Garson kıza:"Bana kırmızı turp verin," diyorum.Autodidacte listeyi elimden kapıyor."Daha iyi bir şey yok mu? Mesela Escargotde Bourgogne.""Ben salyangoz sevmem.""Ah! İstiridye, yemez misiniz?"

Garson kız:"Dört frank pahalıdır o," dedi."Olsun, istiridye getirin lütfen. Bana da kırmızı turp."

Kızararak açıklıyor:"Turpu çok severim de.""Ben de öyle."

Page 63: Jean Paul Sartre - Bulantı

111BULANTİ

"Daha sonra ne yemek istersiniz?" diye soruyor.Et yemeklerine bakıyorum. Sığır kızartması yemek isterdim. Ama liste dışı biricik

yemeği, yani tavuğu yemek zorunda kalacağımı önceden biliyorum."Beyefendiye bir tavuk vereceksiniz. Bana da sığır kızartması," diyor

garson kıza.Listeyi çeviriyor, şaraplar arkada yazılı.Ağırbaşlılıkla:"Şarap içelim," diyor.Garson kız:

"Doğrusu zahmete giriyorsunuz. Siz hiç içmezsiniz," diyor."Gerektiği zaman bir bardak şaraba dayanabilirim. Bize küçük şişe Rose d'Anjou

getirir misiniz, lütfen?"Autodidacte listeyi bırakıyor, ekmeğini küçük lokmalar haline getiriyor, çatal

ve kaşığını peçetesine siliyor. Gazetesini okuyan beyaz saçlı adama bir göz attıktan sonra bana gülümsüyor.

"Doktorum yasakladığı halde buraya, yanımda bir kitapla gelirim. Yerken okumak iyi değil, insan lokmalarını iyice çiğneyemiyor, ama demir gibi bir midem vardır, taş yesem öğütür. 1917 kışında, tutsaklığım sırasında, yiyecek o kadar kötüydü ki herkes hasta olmuştu. Ben de hastalar arasında yer aldım tabi, ama hiçbir şeyim yoktu."

Savaşta tutsak olmuş... Bundan ilkdefa söz ediyor bana. Şaşırıyorum. Onu Autodidacte'dan başka bir kimse olarak tasarlayamıyorum.

"Nerede tutsaktınız?"Cevap vermiyor. Çatalını koyup sınırsız bir şiddetle

112bakıyor bana. Dertlerini anlatacak işte. Kütüphanede başından kötü bir şey geçmiş olduğunu hatırlıyorum şimdi. Dikkatle dinlemeye başlıyorum. Bütün istediğim, başkalarının dertlerini dinleyip acınmak. Bu beni değiştirecek. Derdim yok benim, mirasyedi gibi param da var. Patronum da, karım da, çocuklarım da yok. Sadece vanm, hepsi bu. Bu dert öyle belirsiz, öyle metafizik bir şey ki, utanıyorum doğrusu.

Autodidacte konuşmak istemiyor gibi. Bakışı çok acayip. Görmek için değil bu bakış, ruhça anlaşmayı sağlamak için. Autodidacte'in ruhu, belli belirsiz göründüğü o ulu kör gözlerine kadar yükselmiş. Benim ki de öyle yapsın, gelip burnunu camlara yapıştırsın. İkisi de kibarca kırıtıp dursunlar.Ruhça anlaşma istemiyorum, daha bu kadar düşmedim. Geri çekiliyorum. Gözlerini gözlerimden ayırmadan, Autodidacte, belinden yukarısını masanın üzerinden ileriye eğiyor. Garson kız iyi ki turplarını getirdi. Sandalyesine yeniden yığılıyor, ruhu gözlerinden siliniyor. Uysal uysal yemeğe başlıyor. "Dertlerinizi

Page 64: Jean Paul Sartre - Bulantı

giderebildiniz mi?" İrkiliyor:"Hangi dertler?" diyor korku içinde. "Biliyorsunuz canım. Geçen gün sözünü etmiştiniz." Kıpkırmızı kesiliyor, kuru bir sesle: "Ha, evet geçen gün, hatırladım," diyor. "Efendim, şu kütüphanede ki Korsikalı yok mu, işte o Korsikalı... Aslında bu dedikoduları anlatarak canınızı sıkmak istemem."

Üzerinde durmuyorum. Hiç belli etmeden, olağanüstü bir hızla yiyor. Bana istiridyeler geldiği zaman, turplarını

113

bitirmişti bile. Tabağının üzerinde bir yığm yeşil sapla, biraz ıslanmış tuzdan başka bir şey yok.

Dışarıda iki genç, kartondan yapılmış aşçı mankenin sağ elinde tuttuğu yemek listesine bakmak için duruyorlar. Karar veremiyorlar. Kadın üşüyor, çenesini kürk yakasının içine sokuyor. Delikanlı önce karar veriyor, kapıyı açıyor ve kadının geçmesi için kenara çekiliyor.

Kadın giriyor. Çevresine sevimli bir şekilde bakıyor. Üşümüş, titriyor biraz.

Ağırbaşlılıkla:

"Sıcak burası," diyor.

Delikanlı kapıyı kapıyor.

"Günaydın," diyor.

Autodidacte dönüp kibarca cevap veriyor:"Günaydın."

Diğer müşteriler cevap vermiyorlar, ama seçkin beyefendi gazetesini biraz indirip yeni gelenleri gözden geçiriyor.

"Teşekkür ederim, zahmet etmeyin."

Yardım etmek için koşmuş olan garson kız, daha elini kaldırmadan delikanlı çevik bir hareketle pardösüsünü çıkardı. Ceket yerine fermuarlı bir deri kazak giymiş. Biraz hayal kırıklığına uğramış olan garson kız, genç kadına döndü. Ama delikanlı yine atılarak, yumuşak ve yerinde hareketlerle kadının mantosunu çıkarmasına yardım ediyor. Yakınımızda bir yerde yan yana oturuyorlar. Birbirleriyle yeni tanışmışa benziyorlar. Genç kadının bezgin ve saf bir yüzü var. Biraz küskün. Birden şapkasını çıkarıp siyah saçlarını gülümseyerek dağıtıyor.

114BULANTI

Autodidacte iyilik dolu bakışlarla onları uzun uzun seyrediyor, sonra bana dönerek sevgiyle göz kırpıyor. Sanki, ne kadar güzel bir çift, demek istiyor.

Çirkin değiller. Susuyorlar, birlikte olmaktan, birlikte görünmekten mutluluk

Page 65: Jean Paul Sartre - Bulantı

duyuyorlar. Kimi zaman Anny ve ben, Piccadilly'de bir lokantaya girdiğimizde, duygulu bakışların üzerimize çevrildiğini hissederdik. Anny'nin canı sıkılırdı, ama doğrusunu söyleyeyim, benim hoşuma giderdi. Özellikle şaşırırdım buna. Çünkü ne şu delikanlıya bunca yaraşan ak, paklaklık vardı bende ne de başkalannı duygulandıracak kadar çirkindim. Gençtik sadece. Başkalarının gençliğinden duygulanak çağa gelmiş bulunuyorum şimdi. Ama duygulanmıyorum. Kadının koyu renkli tatlı gözleri var. Delikanlının tunç rengi, hafif tüylü teni, irade gücü gösteren küçük, sevimli çenesi göze çarpıyor. Beni ilgilendirdikleri doğru, ama biraz canımı da sıkıyorlar. Onları kendimden öyle uzak hissediyorum ki. Sıcaktan gevşiyorlar, yüreklerinde aynı hafif ve tatlı düş sürüp gidiyor. Tedirgin değiller, san duvarlara ve insanlara güvenle bakıyorlar, dünyayı şu haliyle iyi ve yerinde buluyorlar. Her biri, belli bir süre için hayatının anlamını, Ötekinin hayatında buluyor. Yakında ikisinin tek bir hayatı olacak. Ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varamayacaklar.

Birbirlerinden çekinir gibi davranıyorlar. Bu durumu sona erdirmek için delikanlı, kararlı, ama tedirgin bir hareketle parmaklarının ucuyla kadının elini tutuyor. Kadın ağır ağır soluyor, ikisi birden yemek listesinin üzerine eğiliyorlar. Evet, ikisi de mutlu. Peki ya sonra?

Autodidacte, neşeli bir hal alıyor, bir şeyler biliyormuş gibi:

115

"Evvelsi gün gördüm sizi," diyor. Biraz bekliyor. "Müzeden çıkıyordunuz.""Ha, evet," diyorum. "Evvelsi gün değil cumartesi günüydü."

Evvelsi gün, müzeleri gezecek halim yoktu benim."Orsini suikastini gösteren şu ünlü ağaç oymasını gördünüz mü?"

"Böyle bir şey bilmiyorum.""Nasıl olur? Girerken, yandaki küçük odalardan birin-dedir. Bu, af çıkana kadar

Bouville'de bir tavan arası odasında saklanarak yaşamış Komün isyancılarından birinin eseridir. Amerika'ya gitmek istiyordu bu adam. Ama liman polisi açıkgözdür. Ne var ki

adam da yamanmış. İster istemez, işsiz olduğu için boş zamanlarını büyük bir kayın ağaç levhayı işlemekle geçirdi. Elindeki bütün avadanlık, bir çakıyla bir tırnak

törpüsüydü. Gözler, eller gibi ince ayrıntıları tırnak törpüsünü kullanarak yapıyordu. Levha, bir metre genişliğinde, bir buçuk metre uzunluğundadır. Eser yekparedir. Kralın

arabasını çeken atları saymayacak olursak her biri el büyüklüğünde yetmiş figür bulunduğunu görürüz. Hele çehreler, tırnak törpüsüyle yapılmış olan o çehrelerin hepsinde bir anlam, bir insanca yan var. Beyefendi, haddim olmayarak, görülmeye

değer bir eser diyeceğim."

Bu konuda konuşmaya girmek istemiyorum."Ben sadece Bordurin'in tablolarını görmek istemiştim."Autodidacte birden üzüntülü bir hal alıyor, titrek bir gülüşle:

116BULANTİ

"Büyük Salon'daki portreler mi?" diyor. "Doğrusu resimden hiç anlamam. Ama

Page 66: Jean Paul Sartre - Bulantı

Bordurin'in büyük bir sanatçı olduğunu, ustaca fırça kullandığını, bilmiyor değilim. Ne var ki tat alabilmek, estetik tadı duymak elimden gelmiyor,"

Yakınlık duyarak cevap veriyorum:

"Aynı şeyi ben de heykel sanatı için söyleyebilirim."

"Ah, efendim yazık ki benim için de öyle. Müzikten de, danstan da tat alamıyorum. Benim bildiğimin yansını bile bilmeyen gençlerin, bir tablo karşısında, tat alır göründüklerine bakıyor, bunun nasıl olduğuna akıl erdiremiyorum."

Cesaretlendirici bir hal takınarak:

"Öyle görünmek zorundalar," dedim.

"Evet, belki."

Autodidacte, bir ara düşlere dalıyor.

"Canımı sıkan şey, belli bir tada varamamaktan çok, insanın, geniş çalışma alanının bana yabancı oluşudur. Oysa ben bir insanım ve bu tabloları yapanlar da insanlar."

Birden yine söze başlıyor. Sesi değişti:

"Efendim, güzelliğin bir zevk meselesinden başka şey olmadığını düşünmek cüretini bir kere göstermiştim. Her çağ için ayrı kurallar yok mu? Müsaade eder misiniz efendim?"

Cebinden siyah deri kaplı küçük bir defter çıkardığını şaşkınlıkla görüyorum. Bir an karıştırıyor onu, sayfaların çoğu beyaz, arada bir kırmızı mürekkeple yazılı birkaç satır var. Sapsarı kesildi. Defteri, masanın üzerine koyarak, iri elini açık sayfanın üzerine bastı. Sıkıntıyla öksürüyor.

117BULANTI

"Arasıra aklıma, düşünceler geliyor. Garip bir şey bu. Oturmuş, birşeyler okurken nasıl oluyor bilmiyorum, ansızın aydınlanmış gibi oluyorum. Önceleri önem vermedim buna, ama sonra bir not defteri almaya karar verdim."

Susup bana bakıyor, bekliyor."Ha!" diyorum.

"Efendim, bu özdeyişler henüz taslak halinde, çünkü öğrenimim daha bitmedi."

Defteri titreyen elleriyle tutuyor, çok heyecanlı:"İşte resimle ilgili bir şey. Okumama izin verirseniz beni mutlu kılarsınız."

"Memnuniyetle," diyorum.Okuyor.

"On sekizinci yüzyılda doğru denilen şeylere bugün kimse inanmıyor. Öyleyse bu yüzyılın güzel dediği şeylerden hâlâ tat almamız niçin isteniyor?"

Yalvarır gibi bakıyor bana.

"Bu söz nasıl acaba? Belki biraz aykırı bir düşünce. Düşünceme, bir nükte havası vermek için böyle yaptım."

"Doğrusu... çok ilgi çekici geldi bana."

"Bu düşünceye başka yerde rastladınız mı?"

Page 67: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Hayır, bilmiyorum."

"Sahi mi, hiçbir yerde okumadınız mı?" diyor. Sonra yüzü kararıyor. "Demek ki doğru değil bu. sözler. Doğru olsaydı, bunu daha önce birisi mutlaka düşünürdü."

"Durun bir dakika," diyorum. "Düşününce aklıma geliyor. Buna benzer bir şey okuduğumu hatırlıyorum."

Gözleri parlıyor. Kalemini çıkardı.

118

Sağlam bir sesle soruyor:"Hangi yazarda?""Ee... Renan'da."Sevinçten uçuyor.Kalemin ucunu emerek:"Tam nerede olduğunu söylemek lütfunda bulunur musunuz?""Doğrusu, bunu çok eskiden okumuştum"

"Olsun, üzülmeyin siz."Renan adını, defterine, özdeyişinin tam üstüne yazıyor.

"Renan'la aynı düşünceye varmışım," diyor. Sonra sevinç dolu bir sesle:"Adını kurşun kalemle yazdım, ama bu gece üzerinden kırmızı mürekkep

geçeceğim," diye ekliyor.Bir an kendinden geçerek bakıyor defterine, başka özdeyişler okumasını

bekliyorum. Ama defteri sıkılganlıkla kapayıp cebine yerleştiriyor. Bu seferlik bu kadar mutluluğun yeterli olduğunu düşünmüş olmalı.

Yakınlık dolu bir sesle:"Arasıra böyle rahat rahat konuşabilmek ne güzel," diyor.Bu yersiz söz, bezgin konuşmamızın köküne kibrit suyu ekiyor. Uzun bif sessizlik

geliyor ardından.Genç kadın ve erkek geleli beri lokantanın havası değişti. Kırmızı yüzlü iki adam

konuşmayı kestiler, hiç sıkılmadan genç kadını gözden geçiriyorlar. Seçkin bay, gazetesini bıraktı, gençlere hoşgörüyle, hatta onlardan yana çıkarak bakıyor. Yaşlılığın bilge, gençliğin güzel olduğunu düşünüyor. Cilveyle başını sallıyor. Hâlâ yakışıklı

119

ve şaşılacak kadar dinç olduğunu, esmer teni ve ince vücuduyla kadınları hâlâ baştan çıkarabileceğini biliyor. Ama babacan duygular yaşayan birisi gibi davranıyor. Garson kızın duydukları daha yalın. Gençlerin karşısına dikilmiş, ağzı bir karış açık, seyrediyor onları.

Alçak sesle konuşuyorlar.

"Hayır Jean, olmaz."

Delikanlı tutku dolu bir canlılıkla mırıldanıyor:

Page 68: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Niçin?"

"Söyledim size."

''Bu bir sebep değil."

Birkaç kelime söylüyorlar, duyamıyorum. Sonra genç kadın yorgunluk dolu, tatlı bir hareket yapıyor.

Delikanlı alaylı alaylı gülüyor. Kadın devam ediyor:

"Bir... Bir aldanışa dayanamam da."

"Güven duymak gerek," diyor delikanlı. "Sizin şu andaki hayatınız yaşamak değil."

Kadın iç geçiriyor:

"Biliyorum!""Jeanette'e baksanıza."

Kadın, bir yüz hareketi yaparak:

"Evet," diyor."Onun yaptığını beğeniyorum doğrusu, güzel bir şey. Cesaretli davrandı."Genç kadın:"Biliyor musunuz, onun yaptığı, fırsatı kaçırmamaktan başka şey değil," diyor.

"İsteseydim ben de böyle yüzlerce fırsat bulurdum. Ama beklemeyi tercih ettim."

120BULANTİ

• Delikanlı tatlı bir şekilde: "Haklısınız, beni beklemekle doğru davrandınız,"

diyor.Bu sefer kadın gülüyor: "Saçma bir laf. Bunu söylemek istemedim ki." Onları dinlemiyorum artık, canımı sıkıyorlar. Birazdan yatacaklar. Biliyorlar bunu. Her biri, bunu ötekinin bildiğini de biliyor. Ama genç, temiz ve kibar oldukları, her biri kendisine ve karşısındakine duyduğu saygıyı sürdürmek istediği ve aşkın ürkütülmemesi gereken şiirsel bir şey olduğu için, haftada birkaç kere, balolara ya da lokantalara gidip o küçük törensel ve mekanik danslarını gösteriyorlar...

Zaman öldürmek gerekiyor zaten. İkisi de genç ve sıhhatli, daha otuz yıllan var. Bu yüzden acele etmiyorlar, bekliyorlar. Haklan var. Yattıklan zaman, hayatlannın sınırsız saçmalığını kapamak için başka bir şey bulmaları gerekecek. Peki... Kendi kendini aldatmak gerçekten kaçınılmaz bir şey mi?

Salona göz gezdiriyorum. Tam bir komedi bu. Bütün bu adamlar, ciddi bir surat takınarak oturmuş, yemek yiyorlar. Hayır, yemiyorlar, üzerlerine düşen ödevleri yerine getirmek için güçlerim pekiştiriyorlar. Her biri bir inat-çılığa kapılmış. Bu, varolduklannı duymaktan alıkoyuyor onlan. İçlerinden hiçbiri, her hangi bir kimse ya da bir şey için gerekli olmadığını düşünmeye kalkışmıyor. Belli etmiyorum, ama var olduğumu ve onlann da var olduğunu biliyorum. İnandırma sanatını bilseydim, beyaz saçlı kadının yanına gider, varoluşun ne olduğunu anlatırdım ona. Kafasının karışacağını düşününca kahkahayı bastım.

Page 69: Jean Paul Sartre - Bulantı

121

Autodidacte şaşkınlıkla bana bakıyor. Durmak istiyorum ama beceremiyorum; gözlerimden yaş gelene kadar gülü. yorum.

Autodudacte sıkılgan bir halle:"Çok neşelisiniz beyefendi," diyor."Düşünüyorum da," diyorum gülerek. "Ne düşünüyordum biliyor musunuz?

Burada bir sürü insanız, bedensel varlığımızı korumak için yiyip içiyoruz, ama var olmamız için hiçbir şey, hiçbir neden yok."

Autodidacte ciddileşti, söylediklerimi anlamak için çaba harcıyor. Hızlı gülmüşüm, birçok başın benden yana döndüğünü görüyorum. Gerektiğinden fazla konuştuğumu düşünüp üzülüyorum da. İşin aslına bakarsanız kimseyi ilgilendirmez bu.

Autodidacte ağır ağır tekrarlıyor:"Varolmaya devam etmemiz için hiçbir neden yok... Hayatın hiçbir amacı

olmadığını söylemek istiyordunuz kuşkusuz. Kötümserlik denilen şey budur, değil mi?"

Bir an düşünüyor, sonra tatlılıkla:"Birkaç yıl önce bir Amerikalı yazarın kitabını okumuştum," diyor. "Hayat

Yaşamaya Değer mi?"İleri sürdüğüm soru bu değil tabi. Ama hiçbir şey açıklamak istemiyorum.Autodidacte, avutucu bir biçimde:"Yazar, iradeye dayanan bir iyimserliği önererek bitiriyor kitabım," diyor.

"Anlam verilmek istenirse, hayatın bir anlamı vardır. Önce hareket etmek, bir işe girişmek gerekiyor. Daha sonra düşünüldüğünde zarlar atılmış, insan bağlanmış olur. Bu konuda ne düşündüğünüzü bilmek isterdim."

BULANTI

"Hiçbir şey," dedim.Daha doğrusu bunun, gezginci satıcı, genç erkek ve kadın ile beyaz saçlı

bayın kendilerine uydurup durdukları yalanın ta kendisi olduğunu düşünüyorum.

Autodidacte, biraz şeytanca, ama ağırbaşlılıkla gülümsüyor:"Ben de bu yazarın düşüncesine katılmıyorum. Hayatımızın anlamını bu kadar uzaklarda aramak zorunda değiliz." "Ya?""Amaç var, efendim, amaç var... İnsanlar var." Doğru. Onun Hümanist olduğunu unutmuşum. Bir an sessiz duruyor, bu arada sığır kızartmasının yarısıyla bir dilim ekmeği gerektiği gibi gövdeye indiriyor. Bu duygulu kişi, 'İnsanlar var...' diyerek kendini tepeden tırnağa dile getirdi. Ama bu sözü gerektiği gibi söylemesini bilmiyor. Ruhu gözlerinden taşıyor, doğru. Ne var ki ruh yeterli değil. Eskiden Paris'ti Hümanistler'le ahbaplık etmiştim. Onların, 'İnsanlar var...' deyişini belki yüz kere duydum, ama o başka bir şeydi. Hiçbiri Virgan gibi olamazdı. İnsan-sal çıplaklığında görünmek ister gibi gözlüklerini çıkarır, sonra insansal özümü

Page 70: Jean Paul Sartre - Bulantı

yakalamak ister gibi görünen, yorgun bakışlı, etkileyici gözlerini bana dikerek, bir şarkı mırıldanır gibi: 'İnsanlar var, dostum, insanlar!..' derdi. İnsanlara duyduğu her zaman yenileşen o hayret dolu sevgisi yüzünden tedirgin oluyormuş gibi 'var' sözcüğüne beceriksiz bir güç yüklerdi.

Autodidacte'm yüz hareketleri henüz bu yumuşaklığı kazanmamış, insanlara duyduğu sevgi, çocuksu ve sertdi. Ne de olsa bir taşra Hünamistiydi.

122123

"İnsanlar, evet insanlar ama... Onlara pek ilgileniyor gibi görünmüyorsunuz," dedim. "Daima yalnızsınız, daima burnunuzun ucunda bir kitap var."

Autodidacte ellerini çırpıyor, şeytanca gülmeye başlıyor:"Yanılıyorsunuz efendim. İzin verirseniz açıklayayım. Ne büyük yanılgı!""Sizin gibi hem görüş genişliğine hem de zeka keskinliğine sahip kimselere her

zaman rastlanmaz. Aylardır sizinle konuşmak ve daha önce nasıl bir kimse olduğumu, şimdi ne durumda bulunduğumu açıklamak istiyordum."

Tabağı sanki değiştirilmiş gibi tertemiz ve bomboş. Kendi tabağımın yanında, içinde koyu renk salçalı piliç bulunan kalaylı bir kap görüyorum birden. Pilici yemek gerek.

"Biraz önce Almanya'daki tutsaklığımdan söz etmiştim. Her şey orada başladı. Savaştan önce yalnızdım, bu işleri hiç düşünmüyordum, anne ve babamla birlikte ya-şıyordum; iyi insanlardı, ama onlarla anlaşamıyordum. O yılları düşündükçe... Nasıl olmuş da öyle yaşayabilmişim? Ölüydüm, ama farkında değildim bunun, bir pul koleksiyonum vardı."

Bana bakıp susuyor."Yüzünüz solgun, çok yorgun görünüyorsunuz. Canınızı sıkmıyorum, değil

mi?""Hayır, çok ilgilendiriyorsunuz beni.""Savaş çıkmıştı ve neden olduğunu bilmeden askere gitirâştîm. İki yıl geçmiş,

hiçbir şey anlamamıştım, çünkü cephe, hayatı düşünmeye zaman bırakmıyordu. Üstelik askerler kabaydılar. 1917 yılının sonunda, tutsak düştüm-

BULANTI

Tutsaklık hayatında, birçok askerin çocukluk inançlarına geri döndüğünü işittim daha sonralan."

Autodidacte, göz kapaklarını alevlenmiş göz bebeklerinin üzerine indirerek:

"Efendim, Tanrı'ya inanmıyorum ben, varlığı bilim tarafından yalanlanıyor Toplama kampında, insanlara inanmayı öğrendim."

"Başlarına gelene cesaretle dayanıyorlardı, değil mi?"Belirsiz bir şekilde:

Page 71: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Evet, bu da vardı," diyor. "Bize iyi davranıyorlardı zaten. Ama ben başka şeyden söz etmek istiyorum. Savaşın son aylarında bizi hemen hemen hiç çalıştırmıyorlardı. Yağmurlu havalarda, ahşap bir hangara sokuyorlardı. İki yüz kişi, orada yan yana duruyorduk. Kapıyı kapıyorlar, neredeyse zifiri karanlıkta, orada bizi üst üste bırakıyorlardı."

Bir an duruyor."Nasıl açıklayacağımı bilemiyorum efendim. Düşünün, bu insanlann hepsi

orada, iyice göremiyorsunuz onları, ama size dokunduklarını, soluduklarını duyuyorsunuz. Hangara ilk kapatıldığımızda öyle sıkışmıştık ki, boğulacağımı sanmıştım. Ama birden sınırsız bir sevinç doldu içime. Neredeyse bayılacaktım. Çünkü bu adamları kardeş gibi sevdiğimi hissetmiştim. Onlan teker teker kucak-lamak istemiştim. Bundan sonra oraya her dönüşümde, aynı neşeyi duydum."

Soğumuş pilicimi yemem gerek. Autodidacte yemeğini Çoktan bitirdi, garson kız tabakları değiştirmek için bekliyor. Devam etti:

124125

"Bu hangar, benim gözümde bir kutsallık kazanmıştı. Kimi zaman, nöbetçileri atlatıp tek başıma hangara gidiyor, orada karanlığın içinde yapayalnız duruyor, tatmış olduğum neşeyi hatırlayarak sanki kendimden geçiyordum. Saatlerin akışını fark etmiyordum. Ağladığım bile oluyordu."

Hastayım galiba. İçimi altüst eden bu korkunç öfkeye başka ne ad verilebilir? Evet, bir hasta öfkesi bu. Ellerim titriyordu, yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Sonunda, dudaklarım da titremeye başladı. Bütün bunların nedeni, pilicin soğuk olması. Ben de soğuktum. İşin en kötüsü bu zaten. İçim, otuz altı saatten beri böyle, buz gibi donmuş olarak kaldı. Öfke anafor gibi geçmişti içimden. Ürperiş gibi bir şeydi bu. Isının düşüşüne karşı savaşmak, ona tepki göstermek isteyen bilincimin bir çabasıydı. Ama boşunaydı bu. Autodidacte'ı ya da garson kızı, bir hiç yüzünden haşlayıp dövebilirim. Ama bu oyuna düşecek değildim. Öfkem yüzümde kalıyordu. Bir an her yanını ateş sarmış bir buz parçası, bir omlet olduğum gibi acı bir duyguya kapıldım. Yüzeyde kalan bu çırpıntı yok oldu. Sonra Autodidacte'm şunları söylediğini duydum:

"Her pazar, kilisedeki törene gidiyordum. Ben dine bağlı bir kimse olmadım hiçbir zaman, ama kilise törenindeki gerçek sırrı, insanların bir araya gelişinde aramak doğru olmaz mı? Tek kollu bir Fransız papazı töreni yönetirdi. Bir küçük orgumuz da vardı. Baş açık, ayakta dinlerdik. Ah, beyefendi, bu törenleri nasıl sevmiş olduğumu bilseniz. Şimdi bile, onları hatırlayarak, ara sıra pazar sabahları kiliseye giderim."

"Bu hayatı sık sık özlemiş olmalısınız."

126

"Evet efendim. 1919'da, yani tutsaklıktan kurtulduğum yıl, çok kötü aylar geçirdim. Ne yapacağımı bilmiyor, kaybolmuş gidiyordum. Nerede bir insan topluluğu görsem aralarına katılıyordum. Bir gün, tanımadığım bir kimsenin cenaze törenine bile katıldım," dedi gülümseyerek. "Umutsuzluğa kapıldığım bir gün de, pul kolleksiyonumu

Page 72: Jean Paul Sartre - Bulantı

ateşe attım. Ama sonradan tutunacağım yolu buldum.""Öyle mi?"

"Birisi öğüt verdi bana... Sizin sır saklayacağınızdan eminim efendim. Siz geniş görüşlü bir insansınız. Evet, ben sosyalistim."

Gözlerini yere eğdi, uzun kirpikleri titredi.

"1921 Eylül ayından beri Fransız Sosyalist Partisi, S.F.I.O. üyesiyim. Size söylemek istediğim buydu."

Neşeden yüzü pırıl pırıl. Bana bakıyor, başı geride, gözler yarı kapalı, dudaklar hafifçe aralık. Bir din kurbanını andırıyor.

"Çok güzel, çok iyi!" dedim.

"Davranışımı doğru bulacağınızdan emindim. Hayatımı şu yönü verdim ve şimdi çok mutluyum diyen bir kimseyi nasıl olur da kabahatli bulabilirsiniz?"

Kollarını açıyor, sanki damga yemeyi bekler gibi, ayalarım bana gösterecek biçimde ellerini uzatıyor. Gözleri cam gibi, ağzının içinde koyu ve pembe renkli bir kitlenin dönüp durduğunu görüyorum.

"Mutlu olduktan sonra..." diyordum."Mutlu mu dediniz?"Bakışı sıkıcı, göz kapaklarını iyice açtı, sert bir şekilde Sözlerini üzerime dikiyor:

127İkAlıt*.*.*-.

"Bu konuda bir yargıya varabilirsiniz efendim. Partiye girme karannı vermeden önce öyle korkunç bir yalnızlık duyuyordum ki, canıma kıymayı bile düşünmüştüm. Bu işten caymamın nedeni ölümümden kimsenin duygulanmayacağı, ölümde, hayatta olduğumdan daha yalnız olacağımı düşünmemdir."

Doğruluyor, yanakları şişiyor.

"Artık yalnız değilim beyefendi. Hiç yalnız kalmayacağım."

"Ya, demek çok tanıdığınız var?" diyorum.

Gülümsüyor. Yaptığım çocukluğu hemen kavrıyorum.

"Kendimi artık yalnız hissetmiyorum demek istedim. Tabi, her hangi bir kimseyle

Page 73: Jean Paul Sartre - Bulantı

birlikte bulunmam zorunlu değil."

"Ama parti örgütünde..." diyorum.

"Evet, orada herkesi tanırım. Ne var ki, çoğunun adlarını bilirim yalnız." Kurnaz bir tavırla ekliyor:

"İnsan, dostlarını böyle dar bir anlayışa dayanarak seçmek zorunda mıdır? Benim dostlarım, bütün insanlardır. Sabahleyin işime gittiğim zaman, önümde, arkamda insanlar görüyorum; onlar da işlerine gidiyorlar. Cesaret etsem gülümserim onlara. Sosyalist olduğumu, bu insanları hayatıma amaç edindiğimi, ama onların bunu bilme-diklerini düşünürüm. Bu benim için bir kutsal eğlencedir efendim."

Bakışlarıyla bir şeyler soruyor bana, başımı sallayarak söylediklerini doğru bulduğumu belirtiyorum; ama hayal kırıklığına uğradığını anlıyorum, daha fazla coşkunluk göstermemi isterdi. Elimden ne gelir? Söylediklerinde yeni

BULANTI

ve değişik bir şey bulamadımsa bu benim kabahatim mi? Konuştuğu sırada, daha önce tanımış olduğum Hüma-nistler'in hepsi gözümün önünden bir bir geçtiyse bu da benim kabahatim mi? O kadar çok Hümanist tanıdım ki! Radikal Hümanistler özellikle memurların dostudur. 'Solcu' Hümanist diye adlandırılan da, her şeyden fazla insansal değerlerin korunmasını dert edinmiştir; hiçbir partiden değildir, çünkü insansal olana hıyanet etmek istemez; ama yine de küçük insanlara yakınlık duyar. O güzelim klasik kültürünü alçak gönüllülerin emrine verir. Hümanist, genel olarak, karısını kaybetmiş, gözleri yaşlı bir kimsedir. Yıl dönümlerinde ağlar durur. Kedileri, köpekleri ve bütün gelişmiş memeli hayvanları da sever. Komünist yazar, insanları ikinci beş yıllık plandan sonra sevmektedir; sevdiği için cezalandırmaktan kaçınmaz. Bütün güçlü kişiler gibi gösterişsizdir ve duygularını saklamasını bilir. Ama bir bakış ya da sesine verdiği bir an-lamla, adaletle dolu acı sözlerinin ardında bulunan duyguları, insan kardeşleri için duyduğu o buruk ve tatlı duyguları hissettirir. Ortaya en çok çıkmış olan en genç Hümanist, yani Katolik Hümanist, insanlardan şaşkınlık ve hayranlıkla bahseder. 'Bir Londra'lı liman işçisinin ya da ayakkabı fabrikasında çalışan kızın, bu küçük insanların hayatı ne güzel bir, bin bir gece masalıdır', der. O, meleklerin Hümanizmini seçmiştir; onlar din ve ahlak bakımından yücelsin diye, güzel ve kasvetli uzun romanlar yazar. Bu romanlar sık sık Femina Ödülü'nü kazanırlar.

Sözünü ettiklerimiz en önemli rollerdir. Bunların yanında bir yığın Hümanist daha var. İnsan kardeşlerine bir ağabey gibi eğilen ve sorumluluklarını bilen Hümanist filozof. İnsanları oldukları gibi seven Hümanist; olmaları

128129

BULANTI

gerektiği gibi seven Hümanist; insanları, isteklerini göz önünde tutarak kurtarmak isteyen ve tutmayarak kurtarmaya çalışan Hümanistler; yeni mitoslar yaratmak isteyen Hümanist ve eskileriyle yetinen Hümanist; insanın ölümünü ve insanın hayatını seven Hümanistler. Her zaman güldürücü sözler söyleyen neşe dolu Hümanist; ölüm törenlerinde ve bekleyişlerinde rastlanan ağırbaşlı Hümanist. Hepsi birbirinden

Page 74: Jean Paul Sartre - Bulantı

nefret eder bunların, ama birer insan olarak değil, birer birey olarak. Ne var ki Autodidacte bilmiyor bunu. Bütün bu Hümanistler'i, torbaya konmuş kediler gibi içinde taşıyor, onlar birbirlerini paralıyorlar, ama Autodidacte bunu fark etmiyor.

Daha şimdidu; güvenini kaybetmiş gibi bakıyor bana. "Benim gibi hissetmiyor musunuz acaba?" "Hey Tanrım!.."

Tedirginliğini, bana kızar gibi olduğunu görünce, onu hayal kırıklığına uğratmış olduğum için bir an üzülüyorum. Ama canayakınlıkfa yeniden söze başlıyor:

"Biliyorum efendim, sizin araştırmalarınız, kitaplarınız var. Aynı davaya kendi yönünüzden hizmet ediyorsunuz."

Kitaplarım, araştırmalarım, sersem herif! Daha büyük bir çam deviremezdi.

"Bunun için yazmıyorum ben."

Autodidacte'm yüzündeki anlam birden değişti; düşman kokusu aldı sanki, bu halini hiç görmemiştim. Birbirimizden uzaklaştık.

Şaşırmış gibi görünmeye çalışarak:

"Peki... Niçin yazıyorsunuz acaba, sorabilir miyim?" dile sordu.

130

"Doğrusu... Ben de bilmiyorum, gelişi güzel bir şey bu, yazmış olmak için yazıyorum." Beni sıkıştırdığım sanarak gülümsüyor: "Issız bir adada olsanız yazar mıydınız? Başkaları tarafından okunmak için yazmaz mı insan?"

Sözüne sorgu biçimi vermesi alışkanlıktan. Aslında sormuyor, bir şey ileri sürüyor. Yapmacık çekingenliği ve yumuşaklığı ortadan kayboldu. Onu tanımıyorum artık. Sarsılmaz bir inatçılık beliriyor yüzünde, bir güven kumkuması haline girmiş. Şaşkınlığım geçmeden şunları söylediğini duyuyorum:

"Birisi, belli bir toplumsal çevre, bir arkadaş topluluğu için yazıyorum derse, ona sözüm yok. İyi bir iş yapıyor demektir. Siz de belki, gelecek kuşaklar için yazıyorsunuz... Kendinize rağmen, bir başkası için yazdığınızdan eminim."

Yanıt bekliyor. Konuşmadığımı görünce, hafifçe gülümsüyor:"Belki de insanlardan kaçan birisiniz." Bu yanıltıcı uzlaşma çabasının altından ne çıkacağını biliyorum. Benden az bir şey istiyor, bir yaftayı kabullenmemi istiyor sadece. Ama bir tuzak bu; isteğine baş eğersem Autodidacte kazanacak, beni sınırlamış, yeniden kurmuş ve aşmış olacak. Çünkü Hümanizm, bütün insansal davranışları kendi malı haline getirir ve hepsini birbirine katıştırır. Ona dosdoğru karşı gelirseniz oyununa düşmüş olursunuz; çünkü Hümanizm, karşıtlıklarına dayanarak yaşar. Dikbaşhlar, dar görüşlüler, yasa dinlemezler, ona "enilip dururlar; onların bütün sertliklerini, bütün

131

aşırılıklarını, Hümanizm sindirir ve köpüklü beyaz bir lenfa haline sokar. Düşünce düşmanlığını, Manikeizimi(*)s mistisizmi, kötümserliği, anarşizmi, bencilliği

Page 75: Jean Paul Sartre - Bulantı

sindirmiştir. Bunlar, varoluşlarını ancak Hümanizm içinde haklı çıkaran, tamamlanmamış düşünceler ve aşamalardır. Bu topluluk içinde, insanlardan tiksinen kimse de yerini bulur; bütünün uyumunu sağlayacak bir uyumsuzluktur sadece. Başkalarından tiksinen, bir insanoğludur, öyleyse Hüma-nist'in de belli bir yere kadar başkalarından tiksinmesi gerekmektedir. Ama o, tiksinme ve nefretini dozunda kullanan bilimsel bir insan sevmezdir. İnsanlardan, onları daha iyi sevebilmek için önce nefret etmiştir.

Ne beni de bunlarla kaynaştırsınlar, ne de güzel, kızıl kanım bu lenfatik ve cılız hayvanı semirtsin istemem. Kendime Hümanizm aleyhtarı dedirtmek gibi bir budalalık yapmayacağım. Hümanist değilim işte bu kadar.

Autodidacte, koruyucu, uzak bir bakışla süzüyor beni. Sözlerine dikkat etmiyormuş gibi:

"İnsanları sevmek..." diye mırıldanıyor.

"Kimleri? Şuradaki insanları mı?"

"Onları da. Herkesi sevmek gerek."

Genç çifte dönüyor, işte sevilmesi gereken şey. Bir an beyaz saçlı bayı seyrediyor. Sonra bana bakıyor. Yüzünde sessiz bir sorgunun belirdiğini görüyorum. Başımla, hayır der gibi bir hareket yapıyorum. Bana acır gibi bir hali var.

Sıkıntı içinde:

(*)Manikeizm: İranlı Mani'nin, Yahudilik dışındaki bütün dinlen birleştirerek kurduğu ve iyilikle kötülük ilkesine dayandırdığı yeni bir din.

BULANTİ

"Onları siz de sevmiyorsunuz," dedim. "Öyle mi efendim? Başka türlü düşündüğümü söylememe izin verir misiniz?"Tepeden tırnağa saygı kesildi. Ama gözlerinde adamakıllı eğlenen birinin alaycı bakışı var. Nefret ediyor benden. Bu manyağa yakınlık duyup acısaydım, büyük bir hata işlemiş olurum. Bu kez ben sorguya çekiyorum onu: "Şu arkanızda iki genç var ya, onları seviyor musunuz?"Delikanlıyla genç kadına yeniden bakıp düşünüyor. "Onları tanımadığımı söyletmek istiyorsunuz bana," diyor kuşkulu bir tavırla. "Evet efendim, onları tanımadığımı saklayacak değilim... Çünkü sevgi gerçek bir tanıyış değildir," diye ekliyor ukalaca gülerek. "Peki, sevdiğiniz nedir?""Genç olduklarını görüyorum, onlarda sevdiğim, gençliktir. Başka şeyler de var tabi." Sözünü kesip dinliyor. "Söylediklerini anlıyor musunuz?" diyor. Hem de nasıl. Çevresindeki yakınlıktan yüreklenen delikanlı, kendi takımının geçen yıl Le Havre Kulüpler'inden birine karşı kazandığı futbol maçını yüksek sesle anlatıyor.

"Bir öykü anlatıyor," diyorum."Ya! İyice anlayamıyorum. Ama sesleri duyuyorum. Biri tatlı, öteki kalın; sırayla

işitiyorum onlan. Öyle...Öyle yakınlık dolu bir şey ki bu."

"Ama ne yazık ki, ben konuştuklarını da anlıyorum."

Page 76: Jean Paul Sartre - Bulantı

132133

"Yani?"

"Ne olacak, bir komedi oynuyorlar.""Öyle mi?" dedi alaycı bir şekilde. "Gençlik komedi-sidir belki de. İzin verirseniz

bunun yararlı bir şey olduğunu söyleyeceğim. Onların yaşına dönebilmek için komedi oynamak yeter mi acaba?"

Alayını duymazlıktan gelerek, sözüme devam ediyorum:

"Sırtınız onlara dönük olduğu için söylediklerini anlayamıyorsunuz. Kadını saçlarının rengini söyleyebilir misiniz, peki?"

Şaşırıyor:

"Doğrusu... Koyu!""Gördünüz mü?""Neyi?"

"Orada oturan iki insanı sevmediğinizi gördünüz mü şimdi? Sokakta görseniz tanımazdınız onları. Çünkü onlar, sizin için birer simge sadece. Şu anda duygulanışınızın konusu onlar değil. Siz insanın gençliği, erkeğin ve kadının aşkı, insan sesi üzerinde duygulanıyordunuz."

"Peki bunların aslı yok mu?""Hayır, bunların hiçbiri yok. Ne gençlik, ne olgunluk, ne ihtiyarlık, ne de

ölüm."

Autodidacte'ın ayva gibi kaskatı ve san yüzü, sitem edercesine kasıldı. Aldırmadan devam ediyorum:

"Ardınızda oturan ve Vichy suyu içen ihtiyar adam gibi. Onda sevdiğiniz şeyin olgun adam olduğunu sanıyorum-Çöküşüne doğru cesaretle ilerleyen ve kendini kapıp koy-

BLUM I

vermek istemediği için özentiyle giyinen olgun adam, değil mi?""Ta kendisi," diyor cesaretle."Bu adamın, nasıl bir insan olduğunu fark etmiyor musunuz?"

Gülüyor, aklımı kaçırdığımı düşünüyor, beyaz saçlarla çerçevelenmiş güzel yüze şöyle bir göz atıyor.

"Sizin söylediğiniz anlamı taşıdığını kabul edelim, ama nasıl oluyor da bu insan hakkında yüzüne bakarak yargıya varıyorsunuz? Dinlenme halinde bir yüz hiçbir şey açıklamaz beyefendi."

Burnunun ucundakini görmeyen Hümanistler! Bu yüz öyle açıklayıcı bir yüz ki. Ama Hümanistler'in yumuşak ve soyut ruhu, bir yüzdeki anlamın etkisinde kalmaz hiç.

Autodidacte:"Nasıl olurda bir insan hakkında yargıya varabilirsiniz? Onun şu ya da bu olduğunu

nasıl söyleyebilirsiniz? Bir insanın niteliklerini kim tüketebilir? Kim, bir insanın

Page 77: Jean Paul Sartre - Bulantı

güçlerinin, olanaklarının hepsini tanıyabilir?" dedi.Bir insanı tüketmek! Autodidacte'ın farkında olmadan bu sözü ödünç aldığı

Katolik Hümanizmini giderayak selamlıyorum."Bütün insanların, evet bütün insanların hayranlığa değer olduklarını biliyorum.

Siz de hayranlığa değersiniz, ben de. Tanrı'nın yaratıkları olmamız bakımından tabi," dedim.

Anlamadan bakıyor bana, sonra ince bir gülüş beliriyor yüzünde:"Şaka ettiğinizden eminim. Ama bütün insanların

134

135

hayranlığımıza hak kazandıkları doğrudur. İnsan olmak güç efendim, çok güç!"

Bütün insanları Tanrı'da sevmek düşüncesinden farkında olmadan ayrıldı, başını sallıyor, acayip bir benzeşim olayıyla şu zavallı Guehenno'yu andırıyor şimdi.

"Özür dilerim," diyorum. "Ben bir insan olduğumdan pek emin değilim öyleyse. Çünkü insan olmayı hiçbir zaman güç bulmamışım ve kendini koyuvermek yeter diye düşünmüşümdür."

"Çok alçak gönüllüsünüz efendim. İçinde bulunduğumuz hale, yani insansal hale dayanmanız için, başkaları gibi sizin de sınırsız bir cesarete ihtiyacınız var. Biraz sonra belki ölebilirsiniz, bunu biliyorsunuz, ama yine de gülebiliyorsunuz. Nasıl, hayran olunacak bir davranış değil mi bu? En önemsiz davranışınızda bile," diyor sertlikle. "Sınırsız bir kahramanlık var."

Garson kız:

"Soğuk olarak ne istersiniz?" diye sordu.

Autodidacte bembeyaz kesildi, taşımsı gözleri yan kapalı. Yiyecek bir şey seçmeye beni davet eder gibi hafif bir el hareketi yapıyor.

Sınırsız bir kahramanlık göstererek:

"Peynir," dedim."Siz ne istersiniz?"Autodidacte irkiliyor.

"Ne? Evet, şey... Ben bir şey istemiyorum. Yemeğimi bitirdim."

"Louise!"

İki şişman adam hesaplarını ödeyip gidiyorlar. BirisiBULANTI

topallıyor. Patron kapıya kadar götürdü onları. Önemli müşteriler bunlar, içtikleri bir şişe şarap buz kovasında gelmişti.

Autodidacte'ı biraz pişmanlık duyarak seyrediyorum. Bir başka insana, insanlar için duyduğu sevgiyi açıklayabileceği bu yemeği hayal ederek sevinmişti. Konuşmak fırsatını o kadar az buluyor ki! Oysa ben bu zevkini berbat ettim. Aslında o da benim kadar yalnız, kimsenin kendisiyle ilgilendiği yok. Ama yalnızlığının farkında değil o.

Page 78: Jean Paul Sartre - Bulantı

Evet öyle. Ne var ki, onun gözlerini açacak olan ben değilim. İçim içimi yiyor, öfkeden çıldırıyorum, ama Autodidacte'a değil, şu zavallı beyni zehirleyenlerin hepsine; Virgan'a ve benzerlerine öfkeleniyorum. Onları karşıma alabilseydim çok şeyler söylerdim. Autodidacte, M. Achille gibi birisi, yani o da bizden, ama bilmeden ve iyi niyetle hıyanet ediyor.

Autodidacte'm bir kahkahası, içine daldığım kara düşüncelerden uyandırıyor beni.

"Özür dilerim... İnsanlara karşı beslediğim sevginin derinliğini, beni onlara iten atılışların gücünü düşündükten sonra, burada, karşı karşıya geçerek tartıştığımızı düşününce tutamıyorum kendimi... Gülmek geliyor içimden."

Susuyorum, zorla gülümsüyorum. Garson kız, üzerinde tebeşir rengi bir Camambert peyniri bulunan tabağı önüme koyuyor. Salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir tiksinti kaplıyor. Ne işim var burada? Ne diye kalkıp Hümanizm üzerinde konuştum? Bu insanlar niçin burada? Neden yemek yiyorlar? Onların, varolduklarını bilmedikleri besbelli. Çıkmak, her hangi bir yere gitmek istiyorum. Gerçekten kendi yerimi bulacağım, içine yerle-

136137

şeceğim bir yere... Ama benim yerim diye bir şey yok; ben fazlalığım.

Autodidacte yumuşadı. Daha fazla karşı koyacağımdan korkmuştu. Söylediklerimin hepsine bir çizgi çekmek istiyor. Sır veriyormuş gibi bir halle eğiliyor:"Aslında siz de onları seviyorsunuz efendim, benim gibi siz de seviyorsunuz, ayrılığımız yalnız sözcüklerde." Konuşamıyorum, başımı eğiyorum. Autodidacte'in yüzü neredeyse yanağıma değecek. Ukalaca gülümsüyor. Karabasanlarda olduğu gibi ta burnumun dibinde. Yutmaya karar veremediğim bir lokmayı güçlükle çiğneyip duruyorum. İnsanlar... İnsanları sevmek gerek. İnsanlar hayranlık duyulacak yaratıklardır. İçimi bir Bulantı kaplıyor.

Esaslı bir kriz tepeden tırnağa sarsıyor beni. Bir saatten beri geldiğini görüyordum. Ama bunu söylemek istemiyordum kendime. Ağzımdaki şu peynir tadı... Autodidacte çene çalıp duruyor, sesi tatlı bir vızıltı gibi geliyor. Ama neden söz ettiğini hiç mi hiç anlamıyorum. Başımı sallayıp duruyorum.

İnsanı kör eden bu açıklık, Bulantı değil de ne? Az mı kafa patlattım, yazı yazdım? Ama biliyorum, varım şimdi. Dünya var, ben bu dünyanın var olduğunu biliyorum. Hepsi bu, ama beni ilgilendirmez. Her şeye bu denli ilgisiz kalmam acayip, korkutuyor bu beni. Suyun üstünde taş sektirmek istediğim günden beri böyle oldu bu. Bu olaydan sonra başka Bulantılar geldi. Rendez vous Cheminots'da geldi, bir gece pencereden baktığım sırada, sonra bir pazar günü parkta bir tane daha, sonra da başkaları. Ama hiçbiri bu günkü kadar esaslı olmamıştı.

BULANTI

"... eski Roma'nın değil mi efendim?" Autodidacte sanırım bir şey soruyor. Ona dönüp gülümsüyorum. Ne oldu? Nesi var? Sandalyenin üstünde niçin dertop oldu?

Page 79: Jean Paul Sartre - Bulantı

Demek, başkalarını korkutuyorum artık. Sonunda bu olacaktı zaten. Ama önemli değil. Korkmakta pek haksız değiller. Aklıma esen her şeyi yapabileceğimi hissediyorum. Sözgelimi şu peynir bıçağını Autodidacte'in gözüne sokabilirim. Ondan sonra, buradakiler beni ayaklarının altına alıp, tekmeyle dişlerimi kırabilirler. Ama beni alıkoyan bu değil. Şu peynirin tadı yerine ağzımda kan tadını duysam da fark etmez benim için. Bir harekette bulunsam, gereksiz bir olayın ortaya çıkmasına neden olacağım; işte o durduruyor beni. Autodidacte'in haykırışı da, yanağından akacak kan da, şuradakilerin yerlerinden fırlayışı da fazlalık olacak. Böyle fazladan varolup giden bir yığın şey var.

Hepsi bana bakıyor, gençliğin iki temsilcisi, o tatlı konuşmalarını yanda bıraktılar.

Ayağa kalkıyorum, çevremde her şey dönüyor. Autodidacte, aklımdan kolay çıkarmayacağım o iri gözleriyle bakıyor bana."Gidiyor musunuz yoksa?" diye mırıldanıyor. "Biraz yorgunum. Davetiniz için çok teşekkür ederim. Hoşça kalın."

Ayrılırken bıçağı sol elimde tutmuş olduğumu fark ediyorum. Tabağımın üzerine atyorum; tabak tınlamaya başlıyor. Kimse çıt çıkarmıyor, salonu geçiyorum. Yemek-lerini bırakmışlar, bana bakıyorlar, iştahları kesildi.

Yine de belleklerine iyice kazısınlar diye çıkmadan önce geriye dönüp yüzümü gösteriyorum onlara.

138

139BULANTI

'Hoşça kalın baylar, bayanlar.

Yanıt vermiyorlar. Çıkıyorum. Yanaklarına renk gelir şimdi, hemen çene çalmaya başlarlar.

Nereye gideceğimi bilmiyorum. Kartondan yapılmış aşçının yanında dikilip duruyorum. Camın öte tarafından bana baktıklarını görmek için dönmem gerekmiyor. Şaşkınlık ve tiksintiyle gözlerler şimdi beni; kendileri gibi bir kimse, bir insan olduğumu düşünüyorlardı, ama onları yanıttım ben. İnsanca görünüşümü kaybettim artık. Sokağın diğer yanına geçiyorum. Öteki kaldırımda plaj ve soyunma kabinleri yanı sıra uzuyor.

Deniz kıyısında dolaşan, içleri bahar dolu, şiirsel yüzlerini denize çeviren bir yığın insan var. Güneşten ötürü bu, sanki bayram yapıyorlar. Geçen ilkbaharhklarını giyinmiş kadınlar görülüyor, keçi derisinden yapılmış eldivenler gibi bembeyaz ve upuzun geçip gidiyorlar. Liseye ya da ticaret okuluna giden yetişkin delikanlılar ve madalyalarını takmış ihtiyarlar da var. Tanımıyorlar birbirlerini, ama hava bunca güzel, kendileri de erkek oldukları için gizli bir anlaşmayla bakışıyorlar. Savaşın çıktığı gün erkekler tanış-masalar da kucaklaşırlar, her bahar gelince de gülüşürler. Bir papaz, dua kitabını okuyarak ağır ağır ilerliyor. Ara sıra başını kaldırıp denize beğenerek bakıyor. Deniz de bir dua kitabıdır. Tanrı'dan söz eder. Hafif renkler, hafif kokular, ilkbahar ruhları. 'Hava güzel, deniz yemyeşil. Bu kuru soğuğu nemli havalara tercih ederim.' Hepsi şair bunların. İçlerinden birini eteğinden yakalayıp, 'Bana yardım edin!' desem, 'Bu yengeç

Page 80: Jean Paul Sartre - Bulantı

de nereden çıktı?' der ve paltosunu elimde bırakarak kaçar.

Sırtımı dönüyorum onlara. İki elimle parmaklığa daya-nıyorum. Gerçek deniz soğuk ve karadır, içinde hayvanlar kaynaşır, insanları aldatmak için yapılmış şu incecik yeşil zarın altında sürünerek ilerler. Çevremdeki şu hava perileri, kendilerini bu aldanışa bırakmışlar, yalnız ince zarı görüyorlar; Tann'nm varlığını bu ince zar kanıtlıyor. Ben altını görüyorum. Cilalar eriyor, kadifemsi ufak deriler.

Tramvaya atladım, ama boşuna. Çünkü hiçbir yere gitmek istemiyorum.Camların ardından, mavimsi, katı ve gevrek nesneler, sert ve kesikli hareketlerle

geçip gidiyor. İnsanlar, duvarlar, açılmış pencerelerinden bir ev kara yüreğini sunuyor bana. Camlar kara renkli her şeyi mavileştiriyor. Duraksa-yarak, ürpererek ilerleyen ve birden duran şu sarı tuğlalı koca yapıyı da mavileştiriyor.

Elimi sedirin üzerine dayıyorum, ama çekmiyorum hemen; sedir varolan bir şey. Üzerine oturulmak amacıyla yapmışlar bunu. Deri, yay, kumaş alıp oturulacak bir yer yapmak düşüncesiyle çalışmaya koyulmuşlar. Çalışmalarını bitirdikleri zaman, ortaya çıkan şey bu olmuş. Onu buraya vagonun içine koymuşlardı. Vagon şu anda, titreyen camlanyla sarsılarak ilerliyor ve içinde şu kırmızı nesneyi taşıyor. Büyü yapar gibi. 'Bu bir tahta sedirdir,' diye mırıldanıyorum. Ama sözcükler dudaklarımda kalıyor, gidip nesneye yapışmak istemiyorlar. Nesne, kırmızı tüylü derisi, havaya dikilmiş, kaskatı, kırmızı renkli binlerce küçük ölü bacağıyla; ne ise öyle kalıyor. Ters dönmüş, kanlı ve şişmiş haliyle vagonun içinde, şu gri gökyüzünde salınıp duran bu karın, bir sedir değil. Sözgelimi bu, taşmış bir ırmağın gri renkli sularında, kamı şişmiş ve suyun akıntısına kapılmış ölü bir eşek de olabilir.

140141

BULANTI

Tahta sedirin oturulacak yerinin altında, tahta kısımda küçük bir gölge çizgisi var. Sedir boyunca esrarlı ve şeytanca uzayan bir ince kara çizgi, bir gülüş sanki. Bunun bir gülüş olmadığını biliyorum, ama yine de var bu; beyazımsı camların ve korkunç gürültülerin altında uzuyor; camlarda beliren, duran ve sonra yeniden uzaklaşan mavi imgelerin altında ayak direyip duruyor. Bir gülüşün belirsiz hatırası ya da yalnız birinci hecesi hatırlanan, kendisini bir yana bırakıp başka şeyler düşünmemizin daha iyi olacağını sezdiğimiz yan unutulmuş bir sözcük gibi ayak diriyor. Başka şeyle ilgileneyim; sözgelimi karşımda sedirin üzerinde yarı yatmış durumdaki adamla ilgileneyim. Pişi-rilmemiş topraktan mavi gözlü kafa. Sağ yanı çökmüş, sağ kolu gövdesine yapışmış, vücudunun bu yanı zar zor yaşıyor. Güçlükle, cimrilikle, sanki inme inmiş gibi. Ama bütün sol yanda, ufak, asalak bir varoluş var, bir yara. Kol titremeye başladı; yükseldi, ucunda el kaskatıydı. Sonra el de tit-remeye başladı. Kafanın hizasına gelince, bir parmak uza-nıp tırnağıyla saç dibini kaşımaya başladı. Tat duyuşu dile getiren bir anlam, ağzın sağ köşesinde belirdi. Sol köşesi eskisi gibi ölgün. Camlar titriyor, kol titriyor.

Biletçi yolumu keserek:

"Durağı bekleyin."

Page 81: Jean Paul Sartre - Bulantı

Onu itip atlıyorum tramvaydan. Dayanamıyordum. Nesnelerin bana bu kadar yakın olmalarına dayanamıyordum. Bir kapıyı itiyor, içeri giriyorum. Tüm varoluşlar bir atılışta doruklara konuyorlar. Kendime geldim şimdi, nerede olduğumu biliyorum. Parktayım. Koca koca gövdeler, gökyüzüne uzanan kara ve boğumlu eller arasında bir sıranın üzerine bırakıyorum kendimi. Bir ağaç, ayak-lanmın altında, toprağı biri kara tırnakla kaşıyor. Kendimi bırakmak, unutmak, uyumak istiyorum. Ama yapamıyorum bunu; boğuluyorum. Varoluş her tarafımdan; gözle-rimden, burnumdan, ağzımdan içeri dalıyor.

Ve birden, perde yırtılıyor. Anladım. Gördüm.

142143

BULANTI

AKŞAM SAAT BEŞ

Rahat olduğumu söyleyemem. Ama amacıma ulaştım, öğrenmek istediğimi biliyorum artık. Ocak ayından beri başımdan geçenlerin tümünü anladım. Bulantı yakamı bırakmadı. O kadar kolay da bırakacağını sanmıyorum. Ama onu, bir dert gibi hissetmiyorum artık. Bu geçici bir huysuzluk ya da bir hastalık değil; kendi öz varlığım, benim.

Biraz önce parktaydım. Başım öne eğik, iki büklüm oturmuştum. İçime korku salan, bu kapkara, boğumlu ve yaban kitlenin karşısında yapayanızdım. Sonra birden o kavrayışa vardım.

Bu soluğumu kesti. Şu son günlerden önce varo-luşmanın ne demek olduğunu hiç sezmemiştim. Ben de, deniz kıyısında baharlık elbiseleriyle dolaşanlar gibiydim. Ben de onlar gibi, 'Deniz yeşildir, yüksekteki şu beyaz nokta bir martıdır,' diyordum, ama bunun var olduğunu martının bir 'varolan martı' olduğunu sezmiyordum; çünkü genel olarak varoluş kendini saklar. Kafamın içi bomboştu ya da bir sözcük vardı yalnız; yani 'varlık' sözcüğü. Nesnelere baktığım zaman bile, onların varoluş-tuklarını düşünmekten çok uzaktım; bana sanki bir dekor gibi görünüyorlardı. Onları elime alıyor, araç olarak kulla-nıyordum. Dirençlerini önceden kestiriyordum. Ama bütünbunlar yüzeyde kalıyordu. 'Varoluş nedir?' diye sorulsaydı, özlerini değişime

Page 82: Jean Paul Sartre - Bulantı

uğratmadan, nesnelere dıştan eklenen boş bir biçimdir derdim. Sonra birden ortaya çıkmış, belirivermişti işte; apaçıktı, varoluş kendini açığa vurmuştu. Zararı dokunmayan soyut bir kategori havasını kaybetmişti; nesnelerin hamuruydu o, şu kök varoluştan yoğrulmuştu. Daha doğrusu, kök, bahçenin kapıları, sıra, yer yer kavrulmuş çimenler ortadan silinmişti; nesnelerin çeşitliliği ve bireyselliği bir dış görünüş, bir ciladan başka şey değildi. Bu ciladan erimiş, karmakarışık, devasa ve yumuşacık kitleler kalmıştı geriye. Çıplak, hem de müstehcen ve ürkütücü biçimdeki kitleler.Ufacık bir hareket yapmaktan bile alıkoyuyordum kendimi. Ama ağaçların ardındaki, müzik çalınan yerin mavi sütunlarını ve fener direğini, meşe kümelerinin içinde Velleda'yı görmek için kımıldamam gerekmiyordu. Bütün nesneler... Nasıl söylesem... Beni tedirgin ediyorlardı; daha hafifçe, daha kuru ve soyut biçimde, daha derli toplu varolmalarını isterdim. Oysa varoluş bir bükülmedin A-ğaçlar, koyu mavi sütunlar, bir fıskiyenin mutlu mırıltıları, canlı kokular, soğuk havada çalkalanan sıcak sis parçaları, bir sıra üzerinde sindirim yapan kızıl saçlı bir adam; bütün bu gevşeklikler birlikte ele alınınca, gülünç bir durum ortaya çıkıyordu. Gülünç... Hayır, oraya kadar varmıyordu bile; varolan hiçbir şey gülünç olamaz; bu durum, kimi belli durumları çok uzaktan yarım yamalak andırıyordu. Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış varolandan başka bir şey değildik. Burada bulunmamız için tek bir neden yoktu, hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her varolan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık olarak hissediyordu. Faz-

144145

lalık. Bu ağaçlar, bu kapılar, bu çakıl taşlan arasında kurabildiğim tek bağıntı işte buydu.

Ve ben, ben de fazlalıktım. İyi ki hissetmiyordum bunu, daha çok anlıyordum. Ama içim rahat değildi, hissetmekten korkuyordum. Şu gereksiz varoluşlardan hiç olmazsa birini ortadan kaldırmak için, canıma kıymayı düşünür gibi oluyordum. Ama ölümüm bile fazlalık olacaktı. Cesedim de; şu güleç bahçenin dibinde, çınar ağaçlannın arasında, şu çakıl taşlannın üzerinde, kanım da fazlalık olacak; en sonunda, temizlenmiş, kabuğu çıkanlmış, dişler gibi temiz, ak pak kemiklerimde fazlalık olarak kalacaktı. Her zaman için fazlalıktım ben.

Şimdi de kalemin ucunda saçmalık sözü beliriyor; az önce parkta onu bulamamıştım. Ama zaten onu aramıyordum. Ona gereksinim yoktu. Nesneler üzerinde, nesneler ile sözsüz olarak düşünüyordum. Saçmalık kafamın içinde bir düşünce değil, bir ses esintisi de değil. Ayaklarımın dibindeki şu uzun ölü yılan, şu tahta yılan. Yılan, pençe, kök ya da akraba tırnaklan ve hiçbir şeyi açıkça söylemeksizin varoluşun anahtarını, Bulantı'mm, kendi yaşantımın anahtarını bulduğumu anlıyordum. Nitekim, bütün sonradan anladıklanm da gelip bu temel saçmalığa dayanıyor. Saçmalık; bir söz daha; sözlere karşı debeleniyorum. Orada ise dokunuyorum buna. Fakat burada bu saçmalığın saltık niteliğini belirtmek isterim. İnsanlann renkli küçük dünyasındaki bir davranış, bir olay bir dereceye kadar saçmadır. Yani ona eşlik eden hallere, koşullara göre. Örneğin bir delinin gevezelikleri, onun içinde bulunduğu hale ve koşullara göre saçmadır, ama onun içinde bulunduğu taşkınlık haline göre, bu saçma değildir. Fakat, az önce bensaltlık'ın ya da saçma'nm deneyini yaptım. Şu kökün

Page 83: Jean Paul Sartre - Bulantı

BULANTI

kıyaslanınca saçma görüneceği hiçbir şey yoktu ortada. Ah! Sözlerle nasıl belirteceğim bunlan? Çakıllara, san ot tutamlanna, kuru çamura, ağaca göğe, yeşil bahçe kanepelerine göre saçma. Saçma, indirgenmesi olanaksız; hiçbir şey hatta doğanın derin ve gizli bir taşkınlığı bile açıklayamaz onu. Her şeyi biliyordum kuşkusuz, ne tohumun filizlendiğini, ne ağacın boy attığını görmüştüm. Fakat şu pütürlü iri pençenin karşısında ne bilmezliğin önemi vardı, ne de bilmenin. Açıklamalann ve nedenlerin dünyası varoluşun dünyası değildir. Bir daire saçma değildir, doğru parçasının, uçlanndan birinin çevresinde dönmesiyle anlatılabilir pekala. Fakat bir daire var değildir. Bu kök ise, tersine onu açıklayamayacağım ölçüde vardı. Boğumlu kımıltısız, isimsiz haliyle beni büyülüyor, gözlerimi daldmyor, beni sürekli kendi öz varoluşuna getiriyordu. 'Bir kök bu' diye, kendi kendime sürekli tekrarlıyordum. Ama boşuna bu onu etkilemiyordu. Onun kök olarak, emici tulumba olarak yaptığı görevden buna bu sert ve sıkı fok derisine, bu yalı, nasırlı, dik başlı haline geçilmeyeceğini açıkça görüyordum.

Görev hiçbir şeyi açıklamıyordu. Bir kökün ne olduğunu tamamen anlamaya olanak veriyordu, ama kökün kendisini anlamaya, hayır. Rengiyle, biçimiyle donmuş haliyle bu kök... Her türlü açıklamanın üstündeydi. Niteliklerin her biri ondan biraz kaçıyor, ondan dışarıya akıyor, yan katılaşıyor ve hemen hemen bir nesne oluyordu. Bu niteliklerin her biri kökün içinde fazlasıyla ve şimdi kötülüğün tümü kendinden biraz dışanya yuvarlamyor-muş, kendini yadsıyormuş ve bir çeşit acayip aşınlık içinde yok olup gidiyormuş izlenimini veriyordu bana. Topuğumu bu kara pencereye sürttüm. Biraz olsun146

147BULANTI

kabuğunu soymak istiyordum. Laf olsun diye, meydan okumak için, bu tabaklanmış deri üzerinde bir sıy-nğm saçma pembeliği belirsin diye. Dünyanın saçmalığı ile oynamak için. Fakat ayağımı çektiğimde kabuğun hâlâ kapkara olduğunu gördüm.

Kara mı? Sözcüğün sönüverdiğini, olağanüstü bir çabuklukla anlamınn akıp gittiğini duydum birdenbire. Kara mı? Kara değildi kök. Bu tahta parçasının üstündeki kara değildi. Bu... Başka bir şeydi bu. Daire gibi kara da varolmuyordu. Köke bakıyordum. Karadan öte bir şey miydi ya da aşağı yukarı kara bir şey miydi? Bilgiler evrenine girmiş gibi bir izlenim uyandırğı için araştırmaktan vazgeçtim. Evet aynı tedirginlik yüzünden daha önce de adlandırılmayan nesneleri inceden inceye yoklayıp durmuş, daha önce de boşu boşuna onlar hakkında bir şeyler düşünebilme yolların araştırmış, onların soğuk ve hareketsiz, niteliklerini kaçıp parmaklarımın arasında kaydığını görmüştüm.

Örneğin geçen akşam Rendez vous des Cheminots'da Adolpe'un pantolon askıları. Askılar mor değildi. Gömleğin üstündeki tanımı imkansız o iki leke yeniden gözleri-min önüne geldi. Ya çakıl taşı, bütün bu işleri başıma getiren o ünlü çakıl taşı. Değildi o da... Ne değildi, ne olmak istemiyordu iyice hatırlamıyordum. Ama onun pasif direnişini unutmamıştım. Ya Autodidacte'in eli... Bir gün kitaplıkta elini tutmuş

Page 84: Jean Paul Sartre - Bulantı

sıkmıştım, ne varki sıktığım şey tümüyle bir el değilmiş gibi bir izlenim uyandırmıştı bende. Kocaman ak bir kurt gelmişti hemen aklıma, oysa kurt da değildi.

Ya Mably Kafe'sindeki bira bardağının o garip say-

148damlığı, sesler kokular, tatlar böyleydi işte. Korkuyla yuvalarından fırlamış tavşanlar gibi burnunuzun dibinden hızla geçtiklerinde pek dikkat etmemişsiniz, onların çok sade güven verici olduklarını sanabilir, dünyada gerçek mavinin, gerçek bir kırmızının, gerçek bir badem ya da menekşe kokusunu varlığına inanabilirdiniz. Ama bir an için onları durdurabilseydiniz. Bu rahatlık ve güven duy-gusunun yerini derin bir tedirginlik alırdı. Renkler, tatlar, kokular asla gerçek değillerdi, asla bütünüyle ve yalnızca kendileri değillerdi. En yakın en ayrışmaz nitelik bile, kendi içinde, kendi özünde, kendine oranla bir fazla-lık taşıyordu. Orda, ayağının altındaki o karanın karaya benzer bir hali yoktu. Daha çok, karayı asla görmemiş, onu durdurmasını bilmeyen, anlamı belirsiz bir varlığı renklerin ötesinde düşünecek bir kimsenin karayı, düş gücüyle bulmak için harcadığı şaşkın bir çabayı andın-yordu. Bir renge benziyordu o, ama öte yandan, bir çürüğe, eziğe ya da bilmem bir salgıya, ya da başka bir şeye, örneğin bir kokuyada benziyordu ve eriyordu bu ıslak bir toprak kokusunda, ıslak ve ılık bir odun kokusunda, o sihirli ağacın üstünde bir cila gibi yayılmış kara bir kokuda, temizlenmiş, şekerli bir lif tadında eriyordu. Benimkisi yalnızca o karayı görmek değildi. Görüş soyut bir düşüncesidir. Oradaki kara, o şekilsiz cansız varlık uzaktan uzağa, görme, koklama va tatma duygularını aşıyordu. Ama bu bolluk kargaşaya dönüşüyor ve sonunda, fazlalık olduğundan, hiç olup çıkıyordu.

Olağanüstü bir andı bu. Hareketsiz, donmuş, korkunç bir kendinden geçmeye kapılmış halde şuradaydım. Ama bu kendinden geçişin tam içinde, yepyeni bir şey beliriyor-du. Bulantıyı anlıyor, onu elime geçiriyordum. Aslında,

149

buluşlarımı söz haline getirtiliyordum. Ama şu anda, onları sözcük haline getirmenin kolay olacağını sanıyorum. Bütün bunların özü olumsallıktır. Yani, varoluş zorunluluk değildir demek istiyorum. Varolmak, burada olmaktır sadece. Varolanlar ortaya çıkarlar, onlara rastlanabilir, ama hiçbir zaman çıkartamayız onları. Bunu anlamış kimselerin olduğunu sanıyorum. Ama onlar, kendi kendinin nedeni olan zorunlu bir varlık uydurarak bu olumsallığı aşmaya çalışmışlardı. Oysa, hiçbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz. Çünkü olumsallık bir sahte görünüş, ortadan kaldırılabilecek bir dış görünüş değildir; mutlak olanın kendisidir, bu yüzden yetkin bir temelsizliktir. Şu bahçe, şu kent, ben kendim, her şey temelsiz ve nedensizdir. Bunun farkına vardığınız zaman yüreğiniz bulanır.

Zaman durmuştu. Ayağımın dibinde kara bir birikinti; bu andan sonra her hangi bir şeyin gelmesi düşünülemezdi. Bu korkunç hazdan kurtarmak istiyordum kendimi, ama bunun elden gelebileceğini bile düşünemiyordum. İçindeydim onun; kara kök geçmiyordu, insanın boğazında kalan iri bir lokma gibi gözlerimde tıkanmıştı. Onu ne yutabiliyor ne de atabiliyordum. Gözlerimi kaldırmak için nice çabalar harcamıştım?

Page 85: Jean Paul Sartre - Bulantı

Acaba gözlerimi kaldırmış mıydım? Daha çok, başım arkaya devrilmiş, gözlerim yukarı çevrik bir halde yeniden ortaya çıkabilmek için, bir önceki an kendimi ortadan kaldırmamış mıydım? Gerçekten de, bir andan ötekine nasıl geçtiğimin farkında değildim. Ama birden, kökün varoluşunu düşünemez hale gelmiştim. Ortadan kaybolmuştu; hâlâ şurada, sıranın altında, sağ ayağımla ona değiyorum, diye tekrarlayıp durmam bir işe yaramıyordu. Varoluş uzaktan uzağa düşünülebilecek bir şey değildir. Sizi birden kaplaması, üzerinizde durak-

BULANTI

şaması, kıpırdamaz koca bir hayvan gibi yüreğinizin üstüne çökmesi gerekir... Ya da hiçbir şey yoktur artık.

Evet hiçbir şey yoktu artık, gözlerim bomboştu. Kurtuluşum içimi sevinçle dolduruyordu. Sonra, birden gözlerimin önünde hafif ve belirsiz hareketlerle kıpırdamaya koyuldu. Rüzgâr ağacın tepesini sallıyordu.

Bir şeyin kıpırdanışını görmek hiç de fena olmuyordu. Bir çift göz durmadan üzerime dikilen bütün şu hareketsiz varoluşlardan kurtarıyordu beni. Dalların sallanışına bakıp kendi kendime şöyle diyordum: 'Hareket dediğimiz şey de yok; hareket, geçişlerden, iki varoluş arasındaki aracılardan, güçsüz anlardan başka bir şey değil.' Onlann hiçlikten çıkıp yavaş yavaş olgunlaşmalarını, gelişmelerini gör-meye hazırlanıyordum. Varoluşları, doğuş anında yakalayacaktım sonunda.

Bütün umutlarımın ortadan kalkması için üç saniye yetti bile. Körler gibi çevrelerini yoklayan şu duraksamalı dalların üzerinde, varoluşa geçişi kavrayamıyordum bir türlü. Bu geçiş düşüncesi de bir insan icadıydı. Apaçık bir düşünce. Bu ufak kıpırdamaların hepsi bir yana gidiyor; kendileri için var oluyordu. Dallardan ve yapraklardan taşıp duruyorlar, bu kuru ellerin çevresinde dört dönüyor, onları küçük tayfunlarla çeviriyorlardı. Bir hareketin, bir ağaçtan farklı olduğu apaçıktı tabi. Ama o yine de bir mutlak olamadı. Bir nesne. Gözlerim, doluluktan başka bir şeye rastlamıyordu. Dalların ucunda varoluş kaynıyordu; durmadan yenilenen, ama hiçbir zaman doğmayan varoluş. Varolan rüzgâr gelip ağacın üzerine koca bir sinek gibi konuyordu ve ağaç ürperiyordu. Ama ürperiş ortaya çıkan bir nitelik; bir gizli güçten varlığın kendisine geçiş değildi; bir

150151

nesneydi, bir nesne ürperiş ağacın içine akıyor, onu ele geçiriyor, sarsıyor, sonra birden bırakarak, kendi üzerinde fırdolanıp dönmek için ileriye gidiyordu. Her şey dop-duluydu, açıkça varolan bir şeydi. Güçsüz bir an yoktu. Her şey, hatta en fark edilmez irkiliş bile varoluştan yapılmıştı. Ağacın çevresinde depreşip duran bütün bu varo-lanlar, hiçbir yerden gelmiyor ve hiçbir yere girmiyorlardı. Birden varoluyorlar ve sonra birden varoluştan kesili-yor-lardı. Varoluş bellekten yoksundur, kaybolmuşlarla ilgili tek bir anısı bile yoktur. Her yanda varoluş; bitimsiz, fazladan, her yerde ve her zaman varoluş; ancak yine varoluşla sınırlanan varoluş! Sıranın üzerine bıraktım kendimi; kökü olmayan bu varlıkların başıboşluğu beni sersemletmiş ve köreltmişti. Her yerde açılışlar, gelişmeler görülüyordu; kulaklarım varoluşun uğultusuyla doluydu. Etim

Page 86: Jean Paul Sartre - Bulantı

zonkluyor ve açılıyor, kendini bu evrensel uğultuya bırakıyordu; iğrenç bir şeydi bu. 'Peki birbirlerine bu kadar benzediklerine göre, niçin bu kadar varolan var?' diye düşünüyordum. Birbirinin eşi bunca ağaç neye yarar ki? Bunca boşa gitmiş ve inatla yeniden başlayarak, yine boşa gitmiş bunca varolan niye? Sırt üstü düşmüş bir hayvanın güdük çabalarını andıran bu uğraşma niye? Bu bolluk, yüce bir el açıklığına benzemiyordu. Tersine, kasvetli, acı çeken, kendi kendinden sıkılan bir bolluktu bu. Şu ağaçlar, şu koca beceriksiz gövdeler... Gülmeye başladım, kitaplarda anlatılan, o çiçeklenişler, çıtırtılar ve devasa açılışlar ile dolu güzelim baharlar gelmişti aklıma. Güçlü olma isteğinden ve hayat çatışmasından söz eden budalalar da görmüştük. Bir ağaca ya da bir böceğe acaba hiç bakmamışlar mıydı? Kabuğu yer yer kabarmış şu çınar ağacını ya da yarısına kadar çürümüş at kestanesini, gökyüzüne yük-

152BULANTI

selen genç ve acı kuvvetler gibi görmemi istiyorlardı. Ya şu kök? Onu da toprağı paralayan ve besinini ondan koparan yırtıcı bir pençe gibi görmem gerekecekti.

Nesneleri bu biçimde görmek olacak iş değil. Yumuşaklıklar, güçsüzlükler derseniz kabul. Ağaçlar salınıyordu. Gökyüzüne doğru fışkırmış mı? Bir çöküş daha çok; ağaç gövdelerinin yorgun organlar gibi buruş buruş olmasını, dertop olarak kat kat kara ve yumuşak bir yığın halinde toprağın üzerine çökmesini bekliyordum. Varolmak istemiyorlardı, ama bundan da kaçınamıyorlardı. İşin esası bu. Böylece usul usul, uyuşuk, bir şekilde kendi işlerini sürdürüp duruyorlardı. Öz su, damarlarda ağır ağır yükseliyor, kökler toprağa ağır ağır giriyordu. Ama her an, bütün bunları bir yana atıp kendilerini ortadan kaldırmak ister gibi görünüyorlardı. Yorgun ve yaşlı; istemeye istemeye varolmaya devam ediyorlardı. Çünkü ölmek için yeterince güçlü değillerdi, çünkü ölüm onlara ancak dışarıdan gelebilirdi. Ölümlerini, bir iç zorunluluk gibi kendilerinde sevinçle taşıyan yalnız melodilerdir. Ama melodi varolu-şan bir şey değildir. Varolan her şey, nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rastgele ölür. Kendimi geriye doğru verip gözlerimi kapıyorum. Ama o anda, imgeler kendilerini toparlayıp sıçnyor ve kapalı gözlerimi varoluşla dolduruveriyorlar. Varoluş, insanın sıyrılamadığı bir doluluktur.

Acayip imgeler, bir yığın şeyi dile getiriyorlardı. Gerçek şeyleri değil, onlara benzeyen başka şeyleri. Takunyalara, sandalyelere benzeyen tahta nesneler, bitkilere benzeyen başka nesneler. Sonra karşımda iki insan yüzü beliriyor; geçen pazar, Vezelise Birahane'sinde, yanımda yemek yiyen karı ve koca bunlar. Kırmızı kulaklarıyla, şiş-

153BULANTI

man, sıcak, zevk düşkünü, saçma bir görünüşleri var. Kadının omuzlarını ve gerdanını görüyorum. Çıplak varoluş. Bu ikisi evet, evet bu ikisi Bouville'de bir yerde varoluşup duruyorlar. O yumuşak gerdan serin kumaşlara sürünerek kendini okşamaya, dantellere gömülmeye ve kadın sutyenin içinde göğüslerinin varolup durduğunu duymaya, 'Benim güzel turunçlarım,' diye düşünmeye; gizli bir havayla gülümsemeye, gıdıklanan göğüslerinin yayılışına dikkat etmeye devam ediyor ve

Page 87: Jean Paul Sartre - Bulantı

birden hay- ._ kırdım. Gözlerim yuvalarından çıkmış.

Bu koskoca bulunuş üzerine bir düş mü kurdum yoksa? Bulunuş burada, parkın üstünde, ağaçların üzerine devrilmişti, yumuşacıktı. Her şeyi yapış yapış ediyordu; ağdalı bir reçel gibi. Ve ben, bütün bu bahçeyle birlikte onun içindeydim. Korkmuştum, ama aslında öfkelenmiştim; bunu öyle tatsız, öyle yersiz buluyordum ki. Bu iğrenç marmelattan nefret ediyordum. O kadar çoktu ki! Gökyüzüne kadar yükseliyor, dört bucağa yayılıyordu; jelatin-imsi kayısıyla her şeyi dolduruyordu. Parkın sınırlarından, evlerden, Bouville'den uzaklara kadar derinleştiğini görüyordum. Ben ne Bouville'de ne de başka bir yerdeydim, çalkalanıp duruyordum. Şaşırmış değildim, bunun dünya olduğunu iyice biliyordum; kendini birden çırılçıplak gösteren dünya. Bu saçmasapan koca varlığın karşısında öfkeden bayılacaktım. Bütün bunların nereden çıktığını, nasıl olup da hiçlik yerine bir dünyanın bulunduğunu bile soramıyordu insan. Bunun anlamı yoktu, dünya her yanda bulunuyordu, önde, arkada. Ondan önce hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey. Onun varolmadığı bir an yoktu. Beni tedirgin eden buydu işte. Şu akan kurtçuğun varolmaklığı için hiçbir neden yoktu kuşkusuz. Ama varolmamış olması daolanaklı değildi. Düşünülemez bir şeydi bu. Hiçliği tasarlamak için, önceden burada, dünyanın or-tasında, gözler faltaşı gibi açılmış, canlı olarak bulunmak gerekiyordu; hiçlik benim kafamdaki bir düşünceydi sadece, bu sınırsızlık içinde salınıp duran bir düşünce. Bu hiçlik varoluştan önce gelmemişti, o da ötekiler gibi bir varoluştu ve birçoğundan sonra ortaya çıkmıştı. 'Ne pislik, ne iğrenç şey!' diye bağırdım. Bu yapışkan pislikten kurtulmak için sarsal-adım kendimi. Ama iyice yapışmıştı; tonlarca varoluş vardı çevremde, bitip tükenmiyordu, bu koca sıkıntının dibinde boğuluyordum. Sonra birden, ortasında bir delik açılmış gibi bahçe boşalıverdi. Dünya, gelindiği gibi ortadan kayboldu ya da ben uyandım. Her neyse, onu bir daha görmedim. Çevremde, içinden kurumuş sarı dalların çıkıp dimdik durduğu sarı bir toprak kalmıştı yalnız.

Ayağa kalktım. Dışarı çıktım. Kapıya gelince arkama döndüm. O zaman bahçe gülümsedi bana. Uzun uzun baktım. Ağaçların, meşe kümelerinin gülümseyişi bir şeyler söylemek istiyordu, varoluşun gerçek sırrı buydu. Bir pazar günü nesnelerin üzerinde, bir çeşit elbirliği yapmak ister gibi bir hal olduğunu kavramıştım. Bu hal acaba bana mı yöneltilmişti? Anlamaya ulaştıracak araçlardan yoksun olduğumu sıkıntı içinde hissetmiştim. Elimde böyle bir tek araç yoktu. Ama o buradaydı, bekliyordu, bir bakışı andırıyordu. Burada, at kestanesinin gövdesi üzerindeydi... At kestanesinin kendisiydi. Nesneler, yan yolda duraklayan, kendilerini ve düşünmek istediklerini unutan, öylece kalı-veren, kendilerini aşan bir anlamla bir o yana bir bu yana giden düşüncelerdi sanki. Bu anlam canımı sıkıyordu, onu kavrıyordum, varoluşla ilgili olarak edinebildiğim bütün bilgiyi öğrenmiştim. Ayrıldım, otele döndüm.

154155

BULANTI

Page 88: Jean Paul Sartre - Bulantı

GECE YARISI

Artık kararımı verdim. Kitabımı yazmayacağıma göre Bouville'de kalmam için bir neden yok. Bundan sonra Paris'te yaşayacağım. Cuma günü beş treniyle yola çıkacağım. Cumartesi Anny'yi göreceğim, belki birkaç gün birlikte kalırız. Sonra bazı işlerimi halletmek ve bavullarımı hazırlamak için buraya döneceğim. En geç 1 Mart'a kadar Paris'te yerleşmiş olacağım.

CUMA

Rendez vous des Cheminots'dayım. Trenim yirmi dakika sonra kalkıyor. Gramafon çalışıyor. İçimde bir serüven duygusu var.

156157

Page 89: Jean Paul Sartre - Bulantı

CUMARTESİ

Anny kapıyı açtı. Üzerinde siyah renkli uzun bir elbise var. Her zaman olduğu gibi ne elini uzatıyor ne de günaydın diyor. Ben de formaliteleri ortadan kaldırmak için asık bir suratla ve çabucak sağ elimi pardösümün içine sakladım.

"İçeri gir ve istediğin yere otur, yalnız pencerenin yanındaki koltuğa oturma," dedi.

Anny'nin ta kendisi, evet bu o. Hiç değişmemiş. Kollarını iki yanma bırakmış, yüzü asık. Bu ona, ergenlik çağında bir kız hali verirdi eskiden. Ama şimdi küçük bir kıza benzemiyor. Şişmanlamış, göğüsleri iyice irileşmiş.

Kapıyı kapıyor, düşünceli bir halle kendi kendine:

"Yatağa mı otursam acaba..." dedi.

Sonunda, üzerine halı örtülmüş, sandık gibi bir şeyin üzerine bıraktı kendini. Yürüyüşü değişmiş, yüce bir ağırlık var hareketlerinde, yine de bir incelik göze çarpıyor, bu yaşta şişmanlamış olmasından sıkılıyor gibi. Ama her şeye rağmen bu o.

Anny gülmekten katılıyor:

"Neden gülüyorsun?"

Her zamanki gibi birden karşılık vermiyor, kavgacı bir hal alıyor.I BULANTI

"Sana söylüyorum, neden gülüyorsun?"

"Buraya geldiğinden beri sırıtıp durduğun için. Kızını evlendiren bir babaya benziyorsun. Haydi, ayakta durma. Pardösünü çıkar da bir yere otur. Evet, nereye istersen oraya."

Bir sessizlik kovalıyor bunu. Anny konuşmaya kalkışmıyor. Bu oda ne kadar çıplak! Anny eskiden, bütün yolculuklarında şallar, türbanlar, İspanyol atkıları, Japon maskeleri, Epinal resimleriyle dolu koca bir bavul taşırdı yanında. Bir otele iner inmez, ilk işi, bu bavulu açmak ve içindekileri çıkarmak, sonra değişken ve karmaşık bir düzene göre bunlan duvarlara, lambalara asmak ya da masaların üzerine ve yere sermek olurdu. Yarım saat içinde, en bayağı oda bile, dayanılmayacak kadar ağır ve iç gı-dıklayıcı bir kişilik kazanırdı. Belki bu bavul kayboldu ya da emanette kaldı. Banyoya yan açılan kapısıyla bu soğuk odanın uğursuz bir görünüşü var. Biraz daha lüks ve daha kasvetli, ama yine de benim Bouville'deki odama benziyor.

Anny hâlâ gülüyor. Genizden gelen bu kısa ve tiz gülüşü çok iyi hatırlıyorum.

"Doğrusunu söylemek gerekirse hiç değişmemişsin. Bu çılgın tavnn altında ne yatıyor?"

Page 90: Jean Paul Sartre - Bulantı

Gülümsüyor, ama üzerime çevrilen bakışında düşmanca bir merak var.

"Burası, senin içinde oturduğun bir odaya benzemiyor," diye düşünüyorum.

Belli belirsiz bir halle:

"Ya öyle mi?" diyor.

158159

BULANTI

Yeniden susuyoruz. Yatağın üzerinde şimdi, siyah elbisesi içinde solgun görünüyor. Saçlarını kesmemiş. Kaşlarını biraz kaldırarak, durgun bir halle bana bakıyor hâlâ. Söyleyecek bir şey yok mu? Öyleyse beni buraya niçin getirdi? Dayanılmaz bir sessizlik bu.

Birden acınacak bir halle:

"Seni gördüğüme sevindim," dedim.

Son sözcük boğazımda düğümleniyor, bunu söyleyeceğime sussaydım daha iyi. Kızacak besbelli. İlk on beş dakikanın çok güç geçeceğini düşünmüştüm. Eskiden, ister yirmi dört saat sonra, ister sabah uyanınca Anny'yi yeniden gördüğümde, onun beklediği sözcükleri; elbisesine, havaya, bir gün önce söylediğimiz son sözlere uygun düşen sözcükleri bir türlü bulamazdım. Peki ne istiyor? Kestiremiyorum bunu.

Başımı kaldırıyorum. Anny bir çeşit şefkatle bakıyor."Demek hiç değişmedin! Demek, her zamanki gibi salaksın."

Yüzünde bir doygunluk okunuyor. Ama öyle yorgun görünüyor ki!

"Sen bir işaretsin," dedi. Yolun kıyısında bir işaret taşı. Melun'ün yirmi yedi kilometre, Montargis'in kırk iki kilometre uzakta olduğunu ömrün boyunca hiç kılın kıpırdamadan anlatacaksın. İşte bu yüzden ihtiyacım var sana."

"Bana ihtiyacın mı var? Seni görmediğim şu dört yıl boyunca bana ihtiyacın mı oldu? Bunu benden iyi gizlemişsin."

Bunları söylerken gülümsüyordum. Kendisine kin beslediğim kanısına kapılmasın diye. Bu gülüşün pek iğreti olduğunu hissediyorum ve hiç rahat değilim.

160

"Çok aptalsın! Seni görmek ihtiyacını duymuyorum tabi. Bunu demek istiyordun değil mi? İnsanın içini açan bir görünüşün yoktur, sen de bilirsin. Benim ihtiyacını duyduğum senin yaşayıp gitmen ve değişmemendir. Sen, Paris'te ya da oraya yakın bir yerde duran şu platin metre gibisin. Herhangi bir kimsenin onu görmek istediğini hiç sanmam."

"Seni aldatan bu zaten."

"Neyse, önemli değil. Ben görmek istemiyorum. Ben, o metrenin varolduğunu, yeryüzü kuşağının kırk milyonda birini tam olarak ölçtüğünü bilerek sevinç duyuyorum. Bu evde ne zaman bir şey ölçülse ya da ne zaman metre hesabıyla kumaş alsam bunu düşünüdüm."

Soğuk bir tavırla:

Page 91: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Ya, öyle mi?" dedim.

"Seni, sadece soyut bir erdem, bir çeşit sınır gibi düşünebileceğimi bilirsin. Her seferinde yüzünü hatırladığım için, bana teşekkür etmelisin."

İşte yine ortaya çıkmıştı. Eskiden yüreğimde basit ve adi istekler beslediğimde, onu sevdiğimi, kollarıma almak istediğimi söylediğimde, katlanmak zorunda kaldığım kılı kırk yaran tartışmalar yine ortaya çıkmıştı. Şimdi böyle bir ihtiyaç hissetmiyorum. Belki de tek istediğim susmak ve onu seyretmek. Anny'nin karşımda oluşu gibi inanılmaz bir olayın önemini kavramaya çalışmak. Peki onun açısından bugün ötekilere benziyor mu? Elleri tiremiyor. Mektup yazdığı gün bana söyleyecek bir şeyi olmalıydı sanırım. Belki de bu basit bir kapristi. Şimdiyse uzun süredir söz konusu değil bu.

161BULANTİ

Anny birden öyle sevgiyle gülümsedi ki, ağlayacak gibi oldum."Platin metreden daha sık düşündüm seni. Seni düşünmediğim gün yoktu.

En önemsiz görünüşünü, kişiliğini açıkça hatırlıyordum."Kalktı, ellerini omuzlanma dayadı."Cesaretin varsa yüzümü hatırladığını söyle, şikayet eden sensin.""Hafızamın kötü olduğunu biliyorsun, yaptığın kurnazlık.""Kendin itiraf ediyorsun. Beni tamamen unutmuşsun. Sokakta görsen

tanır miydin?""Tanırdım, ama söz konusu olan bu değil.""Söyle hadi, saç rengimi olsun hatırlıyor musun?""Tabi ki, san."Gülmeye başladı."Marifet değil bu yaptığın. Saçlanmı şimdi görüyorsun ya."Eliyle saçlarımı ovuşturdu. Taklidimi yaparak:"Senin saçlann kırmızı," dedi. "Hiç unutmuyorum, seni ilk gördüğüm

zamanbaşında açık mor bir şapka vardı. Saçlanna hiç mi hiç uymamıştı. Bakması bile acı veriyor insana. Şapkan nerede? Hâlâ kötü bir zevke mi sahipsin? Görmek istiyorum."

"Onu artık takmıyorum."Gözlerini kocaman açarak, ıslık çaldı."Bunu tek başına mı düşündün? Öyleyse kutlanm. Tabi, çoktan düşünmeliydim

bunu. Bu saçlara hiçbir şey gitmez. En iyisi şapkayı kulaklanna kadar bastırman. Londra'dan

162aldığın şu İngiliz fötrü şapka gibi, saçlannın uclanm da şapkanın içine sokuyordun, saçının olup olmadığı bile belli olmuyordu."

Eski kavgalara son veren kararlı bir sesle ekliyor:"Sana hiç gitmiyor."

Page 92: Jean Paul Sartre - Bulantı

Hangi şapkadan bahsettiğini anlayamamıştım. "Bana yakıştığını mı söylüyordum?" "Söylüyordun tabi. Hatta bu konuda ısrarlıydın. Seni görmediğimi sandığın zamanlarda gizli gizli aynalara bakıyordun."

Geçmişle ilgili bu bilgi beni rahatsız ediyor. Anny'de anıları canlandıracakmış gibi bir hal yok. Bu günden olsa olsa dünden bahseder gibi konuşuyor. Eski inatlarını, fikirlerini ve inançlannı olduğu gibi korumuş. Benim içinse her şey bir belirsizlik içinde. Her türlü ödünü vermeye hazınm.

Birdenbire tek düze bir sesle:"Bak bana şişmanladım. İhtiyarladım artık. Kendime bakmam gerek."

Gerçekten öyle. Ne kadar da yorgun görünüyor! Tam onuşacakken hemen ekledi: "Londra'da tiyatro oynadım." "Candler'le mi?"

"Hayır. Tam sana göre laf. Candler'le tiyatro oynayacağımı kafana sokmuştun bir kez. Sana kaç defa daha söylemek gerek, Candler orkestra şefidir diye? Emperor Jones'u Sean O'Casey'nin Syge'nin piyeslerini, Britannicus'u(*) oynadık."

(*) Britannicus: Fransızlar'ın ünlü trajedi yazan Jean Racin'in (1639-699), en tanınmış eseridir.

163

Şaşırdım."Britannicus mu?" dedim."Evet. Bu yüzden ayrıldım. Britannicus'u oynama fikrini onlara ben verdim. Onlar

da bana Junie'yi oynatmak istediler."

"Öylemi?"

"Bense ancak Agrippne'i oynayabilirdim.""Ya şimdi ne yapıyorsun?"

Bunu sormakta geç kalmıştım. Acısı yüzünde beliriyor. Yine de hemen cevap verdi.

"Artık oynamıyorum. Seyahat ediyorum. Biri var geçimimi o sağlıyor."

Gülümsüyor."Bana oyla kaygılı gözlerle bakma. Acıklı bir şey değil bu. Sana her zaman

söyledim; birisinin metresi olmak umrumda değil. Zaten yaşlı birisi. Bana pek zararı yok."

"İngiliz mi?"

Canı sıkılmış bir tavırla:

"İngiliz olmuş, olmamış; seni ne ilgilendirir? Bu adamdan bahsetmeyelim. Senin içinde benim içinde hiçbir önemi yok bunun. Çay ister misin?"

Mutfağa girdi. Yatağın yanındaki komidinin üzerinde her zamanki gibi Micheles'in(*) Fransa Tarihi'nin bir cildi var. Şimdi fark ettim, yatağın üzerine bir resim asmış. Bu Emily Bronte'nin^**) kardeşi tarafından yapılmış portresi.

(*) Jules Micheles: (1798-1874) Fransız tarihçi. Tarihi, kuru bilgi yığınından kurtardığı, ruh ve heyecan kattığı, ayrıntılı bilgiler verdiği uzmanlarca kabul edilir.

(**) Emily Bronte: (1818-1848) Bronte kardeşlerden biri. "Rüzgârlı Bayır" adıl romanıyla

Page 93: Jean Paul Sartre - Bulantı

tanınır.

164BULANTI

Anny döner dönmez, aniden: "Şimdi sen anlat bakalım," dedi. Sonra yeniden mutfağa girip, kayboldu. Unutkan olmama rağmen bunu hatırlıyorum. Böyle ani sorular sorması beni hep rahatsız ederdi. Her defasında samimi bir çıkar, işi çabucak bitirebilme arzusu sezerdim çünkü bunlarda. Sanırım bu sorudan sonra artık kuşkulanmamam gerek. Benden bir şey istiyor. Şu an sadece başlangıç aşamasındayız. Sıkıntı verecek şeyleri ortadan kaldırıyoruz. İkinci derecedeki sorulan kesin olarak sonuca bağlıyoruz. Birazdan o da anlatacak. Birdenbire ona hiçbir şey anlatmamam gerektiğini hissettim. Ne anlatacağım ki? Bulantı, korku, varoluş... Tüm bunlan kendime saklamam daha iyi olacak.

"Haydi çabuk ol," diye bağırdı. Elinde bir çaydanlıkla geri geldi."Paris'te mi oturuyorsun?" Ilı "Bouville'de oturuyorum." |i|

"Neden? Evlenmedin umarım?" iflt "Evlenmek mi?" dedim sıçrayarak.Onun böyle bir şey düşünebilmesi çok hoş. "Saçma," dedim. "Eskiden beni, Natüralistsin diye azarlardın. Zaten sen ne olacağımız konusunda ki hikayelerden nefret edersin."

"Ama sen bunlardan hoşlanırdın," diye cevapladı. "Bunlan üstünlük sağlamak için söylüyordun. Konuşurken kızıyorsun, ama günün birinde gizlice evlenecek kadar kal-leşsindir. Tam bir yıl Şahane Menekşeler'e sensiz gitmeyeceğim diye tekrarladın, ama hasta olduğum bir gün tek başına gidip onu bir mahalle sinemasında seyrettin."

165

____BULANTI

Ciddi bir tavırla:

"Bouville'de yaşıyorum, çünkü M. de Rollebon hakkında bir kitap yazıyorum."

"M. de Rollebon mu? XVIII. yüzyılda mı yaşamıştı?""Evet.""Haa!"

Eğer bir soru daha sorarsa her şeyi anlatacağım ona. Sormadı, demek ki hakkımda edindiği bilgiyi yeterli buluyor. Anny dinlemesini çok iyi bilen biridir. Ne varki canı istediği zaman dinler. Ona bakıyorum. Göz kapaklarını indirdi, söze nerden, nasıl başlayacağını düşünüyor. Şimdi bende mi sorsam acaba? Ama hoşlanmayabilir. Ne zaman isterse o zaman konuşsun. Yüreğim küt küt atıyor.

Birdenbire:"Ben değiştim," dedi.

İşte nasıl başlayacağını buldu. Ama sonra susuyor. Bir şeyler söylemem gerek. Beyaz fincanlarla çayı getirdi. A-zap içindeyim. Gerçekten değişmiş miydi? Her hangi

Page 94: Jean Paul Sartre - Bulantı

bir şey değil, tam beklediği şeyi söylemeliyim. Şişmanlamış, yorgun görünüyor. Gerçekten bana söylemek istediği şey bu değildi.

"Bilmem, pek değişmiş bulmadım seni. Gülüşün, ayağa kalkış biçimin, omzuma ellerini koyusun, yalnız kaldığın zaman konuşma biçimin olduğu gibi duruyor. Sürekli Michales'in hikayesini okuyorsun. Sonra başka bir sürü şey daha..."

Omuzlarını silkti:

"Ben değiştim," dedi sert bir tavırla. "Tümüyle değiştim. Artık aynı kişi değilim. Daha ilk bakışta bunu fark edeceğini düşünüyordum."

Gelip önüme dikildi:"Haydi bakalım beyefendi. İddia ettiğin gibi güçlü olduğunu göster. Arada bul

nerem değişmiş?"Ne diyeceğimi bilemiyorum. Hâlâ gülümsüyor, ama canı iyice sıkılmış."Eskiden seni azaba sokan bir şey vardı. Ya da sen öyle olduğunu iddia

ederdin. Şimdi kayboldu. Kendini daha rahat hissetmiyor musun?"Ona hayır demeye cesaret edemedim. Tuzağa düşmemek, anlaşılmaz öfkeleri önlemek için çırpmıyordum. O yine oturdu.

"Eğer anlamıyorsan, çok şeyi unutmuşsun demektir. Bir zamanlar yaptığın kötülükleri hatırlıyor musun? Geliyor-dun, konuşuyordun ve gidiyordun. Bunları ters zamanlarda yapıyordun. Düşünsene hiçbir şey değişmemiş. İçeriye girmişsin, duvarda maskelerle şallar asılı. Ne bekliyorsun? O-tursana. Ama pencerenin yanındaki koltuğa oturma demekten özellikle kaçınacaktım.""Demek bana tuzaklar kuruyordun." "Tuzak değildi bunlar... Eğer sana böyle söylemesem gidip koltuğa oturuyordun.""Otursam ne olurdu?" dedim koltuğa bakarak. Sıradan bir koltuk gibi görünüyor. Oturaklı ve konforlu. "Kötülük gelir, daha ne olacak," dedi Anny kısaca. Israr etmedim. Anny'nin etrafı tabu eşyalarla çevrilmişti.

Birdenbire:"Bir şeyler sezer gibiyim," dedim ona. "Dur da düşüneyim, bekle. Sonuçta bu oda

bomboş. Girer girmez fark

166167

BULANTI

ettim bunu. Demek ki içeriye girecektim, gerçekten de duvarda o maskeleri, sallan ve bütün öteki şeyleri görecektim. Otelin havası, senin odanın kapısında dururdu, o-dan her zaman başka bir alemdi. Bana kapıyı açmayacaktın. Seni bir köşeye büzülmüş, belki yerde, oturmuş bulacaktım, bana ters ters bakacak, bekleyecektin. Ben konuşmaya başlayıp tek bir söz edince, kaşlarım çatacaktın. Bende nedenini bilmeden kendimi suçlu hissedecektim. Sonra dakikalar geçtikçe, beceriksizliklerimi açığa çıkaracak, suçumun içine gömülecektim..."

"Böyle bir şey, kaç kez geldi başına?""Yüz kez."

Page 95: Jean Paul Sartre - Bulantı

"En azından daha becerikli, daha açık göz müsün şimdi?""Hayır.""Bunu söylemene sevindim. Sonra?""Sonrası, yok artık...""Ha ha. inanmakta güçlük çekiyor," diye bağırdı tiyatro oynar gibi bir sesle.Yavaşça devam etti:"Bana inanabilirsin, artık ondan yok.""Artık kusursuz onlar yok mu?""Hayır."Şaşırmıştım, direndim."Yani sen... Bitti mi, o.... Facialar, o bir anlık facialar? Maskelerin,

atkıların, eşyaların, benim... Her birimizin küçük birer rolü vardı. Hani, başrolde hep sen vardın?"

Gülümsedi."Nankör! Kaç kez benimkinden daha önemli roller

168

verdim sana, ama fark etmedin. Evet. Artık bitti işte. Çok mu şaşırdın?"

"Evet, şaşırdım. Kusursuz Anlar, oyununun senden bir parça olduğunu, elinden alınınca sanki yüreğini sökmek gibi bir şey olacağını sanıyordum."

"Bende öyle sanıyordum," dedi. Hiçbir şeyden endişe duymamış gibiydi.Bende kötü bir etki yapan, bir çeşit alaycılıkla ekledi: "Görüyorsun ki bunsuz yaşayabiliyorum." Yüzünü gençleştiren bir gülümsemeyle havaya bakıyordu. Şişman küçük bir kız gibiydi. Gizemli ve hoşnut."Evet, değişmemiş olduğuna sevindim. Seni başka renge boyayıp, yerini değiştirseler, başka bir yolun kıyısına koysalardı, yönümü bulmak için belirli bir nesne olmayacaktı elimde artık. Senden vazgeçemem. Ben değişiyorum. Sense hep olduğun gibi kalıyorsun. Bende kendim-deki değişiklikleri sana bakarak ölçüyorum." Kendimi biraz incinmiş hissediyordum. "Bunun asıl yok," dedim gür bir sesle. "Tersine son zamanlarda çok değiştim, aslında ben..."

"Aman," dedi ezici bir gülümsemeyle. "Bunlar fikirlerin değişmesi. Ben tepeden tırnağa değiştim."

Birden irkildim. Kaybolmuş bir Anny'yi aramaktan vazgeçtim. İşte bu kız, sevdiğim ve beni etkileyen, tombul kız.

"Kesin bir inanış var bende. Fiziksel bir inanış. Kusursuz anlar olmadığını hissediyorum. Her zaman hissediyorum. Hatta uyurken bile onu unutamıyorum. Şu gün şu saatte hayatım değişti diyemiyorum hiçbir zaman. Fakat

169BULANTI

Page 96: Jean Paul Sartre - Bulantı

şimdi bu olay, dün başıma gelmiş gibi bir his duyuyorum. Gözlerim kamaşmış, hayran bir haldeyim. Rahatsızım, alışamıyorum bir türlü."

Bu sözleri sakin bir sesle söylemişti. Bu sözlerin altında sanki değişmiş olmanın verdiği gurur yatıyordu. Beni yine avucunun içine aldı. Gülünçlüğü, yapmacıkhğı, inceliği aşarak onun acayip dünyasına yeniden daldım. Hatta onunla birlikteyken, o küçük sarsıntıyı, damağımda ki o acılığı yeniden duydum.

Anny, susuyordu. Bilinçli bir susmaydı bu. Çayını içiyordu. Sonra fincanı bıraktı, kapalı ellerini sandığın kıyısına dayayarak dimdik durdu. Yüzünde birdenbire, o çok sevdiğim kibirli Medusa ifadesi beliriverdi. Kinli, buruşmuş, zehir gibi. Anny konuşurken yüz ifadesini değiştirmez, sadece yüzünü değiştirir. Tıpkı eski çağlardaki aktörlerin maske değiştirmeleri gibi. Bu maskelerin her biri de biraz sonra olup biteceklerin havasını verir ona. Konuşurken, bir maske beliriyor, değişmeden öylece kalıyor. Sonra düşüp ondan ayrılıyor. Anny, bana bakıyor, ama görmüyor sanki. Birazdan konuşacak, maskesine uygun acıklı bir söylev, bir yas şarkısı bekliyorum.

Bir cümle çıkıyor ağzından:

"Nasıl yaşadığımı ben de bilmiyorum."

Sözlerindeki uyum yüzüne hiç yansımıyor. Acıklı değil bu... Korkunç! Kuru bir umutsuzluğu anlatıyor. Ne acıma, ne gözyaşı. Evet, çaresizce kurumuş bir şey var onda.

Maske düştü. Anny gülümsüyor.

"Hiç de üzgün değilim. Üzülecek ne var ki? Eskiden oldukça güzel tutkularım vardı. Annemden tutkuyla nefret ettim."

Meydan okuyan bir tavırla ekledi:

"Seni ise tutkuyla sevdim.""Hiçbir şey söylemedim."Tüm bunlar, hepsi bitti artık."

"Bunu nasıl bilebilirsin?""Biliyorum. Tutkudan nefesimi kesecek hiçbir şeyle, hiç kimseyle

karşılaşmayacağımı biliyorum. Biliyorsun, birin sevmek, başlı başına bir girişim. Güç ister, yürek ister, körlük ister... Hele, ilk başta bir an var ki, uçurumdan atlaması gerekir insanın. Bir an bile düşünülse bu yapılamaz. Artık asla atlamayacağımı biliyorum."

"Neden?"Alaylı bir bakış attı bana, ama cevap vermedi. "Şimdi ölmüş tutkularımla yaşıyorum. On iki yaşımda, annem beni dövdü diye öfkelenip, kendimi üçüncü kattan atmaya kalkmıştım. O öfkeyi yeniden bulmaya çalışıyorum." Kayıtsızca, uzaklara bakar gibi ekliyor: "Nesnelere uzun zaman takılıp kalmam da iyi değil. Onlara ne olduklarını anlamak için bakıyorum. Sonra çabucak gözlerimi çevirmem gerekiyor." "İyi, ama neden?" "Beni tiksindiriyorlar."

Sakın o da?.. Kuşkusuz benzerlikler var yine de. Daha önce de bir kez Londra'da olmuştu. Birbirimizden habersiz aşağı yukarı aynı anda, aynı konulan, aynı şeyleri düşünmüştük. Ne kadar isterdim onun da... Fakat Anny'nin düşüncesi dolambaçlı yollardan geçiyor. Onu iyice anlamış olduğuna, insan hiçbir zaman emin olamaz.

Page 97: Jean Paul Sartre - Bulantı

Ama bundan emin olmam gerek.

170171

BULANTI

"Dinle sana bir şey söyleyeceğim. Kusursuz anlann ne demek olduğunu hiçbir zaman bilemedim. Bunu sende biliyorsun, bunu bana hiçbir zaman anlatmadın."

"Evet, biliyorum. Sen de hiçbir çaba harcamıyordun. Benim yanımda kazık vazifesi yapıyordun."

"Ne yazık ki öyle. Bunun bana neye mal olduğunu da biliyorum."

"Başına gelenlerin hepsini hak ettin. Suçlu olan sendin. Katı halinle sinirimi bozuyordun. Sanki, ben normalim der gibi bir halin vardı. Bedeninden manevi sağlık taşıyordu."

"Neler olduğunu açıklamanı senden defalarca istedim."Sinirli bir biçimde:"Evet, ama hangi ses tonuyla? Yapmacık bir nezaketle soruyordun. Aslında

en çok nefret ettiğim insan sen miydin? Sen değil miydin? Bunu ben bile bilmiyorum."Toparlanmak için çaba harcadı. Toparlandı ve gülümsedi. Çok güzel.

"Ne olup bittiğini sana açıklamak istiyorum. Hadi söyle bakalım, öğrenmek istediğin nedir?" "Onun ne olduğu?"

"Ayrıcalıklı durumlardan bahsetmiştim sana, değil mi?" "Sanmıyorum.""Evet, evet," dedi emin bir sesle. "Aix'de, adını hatırlayamadığım o

meydanda. Bir kafenin bahçesindeydik. Güneşli bir günde, portakal renkli bir şemsiyenin altında. Hatırlıyor musun? Limonata içiyorduk da toz şekerin içinde ölü sinek bulmuştum."

"Ha! Evet, olabilir.""İşte o zaman bu kafede sana bundan bahsettim.

Micheles'ın Tarihi'nin büyük baskısı dolayısıyla anlatmıştım bunu sana. Küçükken vardı bu bazkı bende. Şundan çok daha büyüktü, sayfalarında bir mantarın içi gibi soluk renkleri vardı. Mantar gibi de kokuyorlardı. Babam öldüğü zaman Joseph amcam bunlara el koydu, tüm ciltleri götürdü. İşte o gün ona, yaşlı domuz, dedim. Annem de beni dövdü. Ben de kendimi pencereden attım."

"Evet, evet... Bana bu Fransa Tarih'inden bahsetmiştin galiba. Bunu tavan arasında okumamış miydin? Görüyorsun hatırlıyorum. Az önce, bana her şeyi unutmuşsundur derken haksızmışsın bak.""Sus... Evet çok iyi hatırladığın gibi, o koca kitaplan tavan arasına götürüyordum. Çok az resim vardı içlerinde, her ciltte üç ya da dört tane belki. Bu resimlere karşı içimde olağanüstü bir sevgi vardı. Hepsini ezbere biliyordum. Micheles'in bin kitabını tekrar okuduğumda olacakları elli sayfa önceden biliyordum ve her okuduğumda yeni şeyler buluyordum. Hem bir incelikte vardı. Temsil edilen sahneler hiçbir zaman bir sonraki sayfayla ilgili değildi. Olayı aramak için kırk

Page 98: Jean Paul Sartre - Bulantı

sayfa ileri gitmek gerekirdi." "Sana yalvarıyorum, bana kusursuz anlan anlat." "Sana ayrıcalıklı anlardan bahsetmiştim. Resimlerde temsil edilenler onlardı işte. Bunlara ayrıcalıklı anlar adını takan bendim. Az bulunan bu resimlere konu olduklarına göre bu durumların ayrıcalığı, önemli olsa gerek, diye düşünüyordum kendi kendime. Birçoklan arasından seçilmişti bunlar, anlıyor musun? Oysa resim bakımından daha büyük değerde olan başka olaylar, tarih bakımından da önemi daha büyük olan başkaları vardı. Örneğin, bütün XVI. yüzyıl için topu topu üç resim vardı. Birisi II.

172173

Henri'nin ölümü, birisi IV. Henri'nin Paris'e girişi, birisi de Dük de Guise'nin öldürülmesi. Bunun üzerine bu olayların özel bir nitelikleri olduğunu düşündüm. Resimlerde benim bu düşüncemi doğruluyordu zaten. Çizgiler kaba sabaydı, kol ve bacaklar hiçbir zaman gövdeye tam bitişik değillerdi. Tüm bu kusurlarına rağmen, büyüklük vardı bunlarda. Örneğin, Dük de Guise'nin öldürülüşünü seyredenlerin hepsi şaşkınlıklarını ve öfkelerini, avuçlarını ileriye uzatıp, başlarını çevirerek belirtiyorlardı. Bir kora gibiydi bu, çok güzeldi. Hoş ya da nükteli fıkra niteliğindeki ayrıntıların unutulduğunu sanma, küçük soyluların yere düştüğü, köpek yavrularının kaçıştığı, tahtın basamaklarında soytarıların oturduğu görülüyordu. Fakat tüm bu ay-rıntılar, öyle bir ustalıkla işlenmişti ki, resmin geri kala-nıyla tam bir uyum halindeydiler. Böylesine kesin bir birliğe sahip tablolar görmüş olduğumu sanmıyorum. İşte bu tablolardan geldi bu."

"Ayrıcalıklı durumlar mı?"

"Yani, bu düşüncenin çıkış noktası işte. Bir kalitesi o-lan, çok az görülen, belli bir niteliği olan durumlardı. Üslup da diyebilirsin. Örneğin sekiz yaşındayken kral ol-mak, ayrıcalığı olan bir durum gibi görünüyordu bana. Ya ölmek... Gülüyorsun, ama öldükleri sırada resimleri yapılmış o kadar çok insan vardı, çoğu da öyle güzel sözler söylemişlerdi ki, bundan da şunu çıkardım; insan can çekişirken benliğinin üstüne çıkar. Bunu anlamak için bir ölünün odasında olmak yeter zaten. Ölüm ayrıcalıklı bir durum olduğu için ondan yayılan bir şey vardır. Bu orada ki herkese bulaşır. Bir çeşit büyüklük. Babam öldüğü sırada onu son kez göreyim diye beni odasına çıkarmışlardı. Mer-

BULANTI

divenden çıkarken çok üzgündüm, ama bir çeşit dini sevinçle de sarhoş gibiydim. Nihayet ayrıcalıklı bir duruma giriyordum. Duvara dayandım, yapılması gereken ha-reketleri yapmaya çalıştım... Ama halamla teyzem de oradaydılar, yatağın yanma diz çökmüşlerdi, hıçkırıklarıyla da her şeyi berbat ediyorlardı."

Bu son sözleri öfkeyle söyledi. Anısı sanki, hâlâ içini yakıyor gibiydi. Durdu, bu sahneyi tekrardan yaşamak için bu fırsattan yararlandı."Sonraları bütün bunları genişlettim. Sevişme eylemini demek istiyorum. Bak, örneğin, senin bazı... Bazı isteklerini kabul etmediğimi hiç anlamadıysan, bunları

Page 99: Jean Paul Sartre - Bulantı

anlamanın tam sırası. Benim için kurtarılacak bir şey vardı. Sonra, bunun üzerine hesaba katmam gereken çok daha fazla sayıda ayrıcalıklı durum olsa gerek, diye düşündüm." "Evet, ama işin aslı neydi?"

"Söyledim ya işte," dedi şaşırarak. "On beş dakikadır bunu açıklıyorum sana.""Yani insanlann özellikle çok tutkulu, kinle ya da sevgiyle kendilerinden

geçmiş olmaları mı, yoksa olayın dış görünüşünün büyük olması mı gerekiyordu... Şunu söylüyorum, onu görmek mi gerekir?"

"Her ikisi de. Yerine göre değişir," diye cevap verdi ters ters."Ya kusursuz anlar, buraya ne yapmaya geliyorlar?" "Onlar sonradan gelirler. Önce belirtiler haber verir. Sonra ihtişamlı durumlar yavaşça ve ihtişamla insanlann hayatına girerler. Bunun üzerine ayrıcalıklı durumu kusursuz bir an haline sokmak gerekiyor mu? Bu sorun ortaya çıkar."

174175

"Evet, anladım," dedim. Ayrıcalıklı durumların her birinde, yapılması gerekenler vardır, takınılması gereken tavırlar, söylenmesi gereken sözler vardır. Başka tavır ve sözler yasaktır. Bu mu söylediğin?"

"Peki, bu olsun.""Kısaca bu durum bir ham maddedir. İyi işlenmesi gerekir.""Önce olağanüstü bir şeyin içinde yer almak ve ona bir düzen verildiğini anlamak

gerek. Bütün bu koşullar gerçekleşmişse işte o an, kusursuz olur.""Şuna kısaca bir tür sanat eseri desene.""Daha önce de söylemiştin bunu bana. Ama hayır, bu bir görevdir. Ayrıcalığı

olan durumları kusursuz bir an haline sokmak gerekir. Bu bir ahlak sorunu. Evet, istediğin kadar gülebilirsin... Ahlak."

Hiç gülmedim. İçimden gelen bir atışla:"Dinle beni," dedim. "Ben de haksızlıklarımı kabul edeceğim. Seni hiçbir

zaman iyi anlayamadım. Hiçbir zaman sana içtenlikle yardıma çalışmadım. Bilseydim..."

"Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim," dedi alaycı bir tavırla. Bu gecikmiş pişmanlıklar için minnet beklemezsin her halde. Sana içerlemiş de değilim zaten. Hiçbir şeyi açıkça anlatmadım. Dilim tutulmuştu zaten. Bunu kimseye açamıyordum, özellikle de sana. O anlarda hep aksayan bir şey vardı. O zaman da şaşkına dönüyordum. Oysa içimde elimden gelen her şeyi yapıyormuşum gibi bir his vardı."

"Fakat ne yapmak gerekiyordu?""Ne aptalsın. Örnek verilmez ki. Duruma göre değişir bu."

176BULANTI

Page 100: Jean Paul Sartre - Bulantı

"İyi, ama bana ne yapmaya çalıştığını anlat." "O konudan bahsetmek istemiyorum. Ama eğer istersen okula giderken beni çok etkileyen bir öykü anlatabilirim sana. Bir zamanlar bir savaşta yenilip esir düşen bir kral varmış. Orada, zaferi kazanan karargahın yanında duruyormuş. Oğlu ve kızının zincire vurularak geçişlerini görmüş. Hiçbir şey söylememiş, ağlamamış da. Sonra uşağını da aynı şekilde geçtiğini görmüş. İşte o zaman ağlamaya, saçını başını yolmaya başlamış. Görüyorsun ki bu örnekler çoğaltılabilir. Demek ki öyle durumlar var ki, insan ağlamak zorunda kalıyor. Yoksa iğrenç bir duruma düşer. Ama ayağının üstüne bir ağaç kütüğü düştüğünde, insan istediğini yapar, ağlar sızlar. Aptalca olan şey, Stoacı olmaktır. Boşuna yer bitirir kendini insan." Gülümsedi:

"Bazen Stoacılar'dan da aşın olmak gerekiyordu. Seni ilk kez öpüşümü hatırlamıyorsun tabi."

"Evet, çok iyi hemde," dedim zafer kazanmış bir tavırla. Kew bahçelerinde Tamise kıyısındaydı bu.

"Ama hiçbir zaman bilmediğim şey şu; ısırganların üzerine oturmuştum, giysim sıyrıldığı için baldırlarım, bacaklarım dikenlerle örtülmüştü, en ufak bir harekette yeni yeni dikenler batıyordu. İşte böyle bir durumda Stoacı olmak yetmez. Beni hiç de heyecanlandırmıyordun, dudaklarını özellikle canım çekmiyordu, sana verecek olduğum o öpüşün çok daha büyük önemi vardı, bir bağlantı, bir antlaşmaydı bu. İşte o zaman anlıyorsun ya o acı yersizdi, böyle bir anda baldırlarımı, bacaklarımı

»düşünmezdim. Acıya aldırmam yetmezdi, acıyı duymam gerekiyordu." 177

Gururla, yaptığı işe hâlâ çok şaşan bir tavırla bana baktı."Seni öpmeye ben de kararlıydım, ama yine de seni yalvartıyordum. Öpücüğü

yöntemine göre vermem gerekiyordu çünkü. Senin öpücüğü elde etmek için direndiğin tüm zaman boyunca, duygularımı sanki ameliyat masasından geçiyormuşum gibi tümüyle iptal ettim. Tanrı'da biliyor ya, tenim çok naziktir. Ama ikimizde ayağa kalkana kadar hiçbir şey hissetmedim."

Tamam, tamam işte serüven diye bir şey yok. Kusursuz anlar yok. İkimizde aynı düşleri yitirmişiz. Aynı yolda yürümüşüz. Gerisini tahmin edebiliyorum. Hatta onun yerine söyleyeceklerini söyleyebilirim."O halde, her zaman çabalarını boşa çıkaracak, gözü yaşlı kadınlarla ya da kızıl saçlı bir tiple ya da başka biriyle karşılaşacağını hesaba katmış miydin?" "Doğal olarak," dedi isteksizce. "Bahsettiğin bu değil miydi?"

Page 101: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Kızıl saçlı bir adamın beceriksizliğini kabulle-nebilirdim sonunda. Çünkü başkalarının rollerini nasıl oynadıkları beni her zaman ilgilendirmiştir... Aslında sorun bu da değil. Daha çok...." "Ayrıcalıklı durumlar yok mudur?" "Evet, yoktur. Nefretin, aşkın ve ölümün üzerimize, kutsal cumanın alev dilleri gibi indiğine inanıyordum. İnsanın nefretle ya da ölümle ışıyabileceğini sanıyordum. Nasıl yanılmışım. Evet, 'Nefretin' gerçekten varolduğuna, gelip insanlara eklendiğine, onları kendilerinin üzerine yükselttiğine gerçekten inanıyordum. Oysa, nefret eden ve seven benden başka bir şey yok ortada. Üstelik şu ben, hep aynı şey; uzayan, bir türlü sona ermeyen bir hamur par-

BULANTI

çası... Kendine öyle benziyor ki, insanların nasıl olup da adlar yarattıklarına, ayrımlar gözettiklerine şaşmamak elden gelmiyor."Benim gibi düşünüyor. Ondan sanki hiç ayrılmamışım. "Beni dinle," diyorum.

"Senin güden güne uzaklaştığını, sonsuza dek hareket noktanı işaretlediğini görmektense bu daha iyi, biliyor musun? Seninle aynı biçimde değiştiğimizi

görüyorum. Şu anlattıklarının hepsini, ben r sana başka sözcüklerle anlatmak için gelmiştim. Varış \ noktasında buluştuk. Bundan ne kadar hoşlandığımı 1

anlatamam."s i

| Tatlı ve inatçı bir halle:] "Demek öyle?" dedi. "Değişmemiş olman daha çok

* hoşuma gidecekti. Bu daha uygun olurdu. Senin gibideğilim ben. Bir başkasının benimle aynı şeyleridüşündüğünü görmek hoşuma gitmez. Aldanıyorsunsanırım."

Ona, maceralarımdan, varoluştan söz ettim. Belki sözü uzatıyorum biraz. Dikkatle dinliyor, kaşlar kalkık, gözleri açılmış.

Sözümü bitirdiğim zaman içi rahatlamış gibi görünüyordu."Benim düşündüklerimin aynısını düşünmüyorsun ki. Kılım bile

kıpırdatmadan, nesnelerin çevrende bir çiçek demeti gibi düzenlenmesini istiyorsun sen. Ben, bu, kadanm istemedim hiçbir zaman; istediğim, bir şeyler yapmaktı. Maceracılık oyununu oynadığımız zaman, sen başına iş gelen kişiydin, o işi başına getiren kişiydim. Ben bir eylem adamıyım, diyordum, hatırlıyor musun? Oysa şimdi kısaca, bir eylem adamı olunamaz diyorum."

178BULANTİ

Söylediklerine inanıyor gibi görünmüyor olmalıyım ki, yeniden çabayla söze girişiyor:

"Sonra daha bir yığın şeyi sana söylememiştim, çünkü bunları sana anlatmak uzun sürecekti. Sözgelimi, tam eylem halindeyken, yaptığım şeyin... Korkunç sonuçlan olacağını kendime söyleyebilmem gerekiyordu. İyice anlatamıyorum..."

Kuşkuyla bakıyor bana.

"Sana inanacak olursam, her şeyi benim gibi düşünmüş olduğunu kabul etmem gerek."

Page 102: Jean Paul Sartre - Bulantı

Onu inandıramam, tedirgin ederim sadece. Susuyorum. Onu kollarımın arasına almak istiyorum.

Birden kaygılı bir halle bana bakıyor:"Bütün bunları düşündüysen yapacak ne var?"Başımı öne eğdim.

"Hayatıma... Hayatıma devam ediyorum," dedi usulca.Ona ne söyleyebilirim ki? Yaşama nedenleri biliyor muyum? Ben onun gibi

umutsuz değilim, çünkü hayattan beklediğim fazla bir şey yok. Ben daha çok... Bana verilmiş, hem de bir hiç karşılığında verilmiş olan hayat karşısında şaşkınım. Başımı kaldırmıyorum. Anny'nin gözlerini görmek istemiyorum şu anda.

Donuk bir sesle devam ediyor:"Yolculuk ediyorum ben. İsveç'ten geldim. Berlin'de sekiz gün kaldım. O

adam karşılıyor masraflarımı..."Onu kollarımın arasına alsam mı... Bu neye yarar? Hiç bir yararım dokunamaz

ona. O da benim gibi yapayalnız.Daha neşeli bir sesle:

"Ne homurdanıp duruyorsun öyle?"diyor.

Başımı kaldırıyorum. Tatlı tatlı bakıyor bana."Önemli değil. Bir şey düşünüyordum da.""Sen anlaşılmaz bir adamsın. Ya sus, ya da konuş!"Rendez vous des Cheminots'dan, gramafonda çaldırdığım eski

ragtimedan, bana verdiği garip mutluluktan söz ediyorum."Buralarda bulunamaz mı? Ya da arayamaz mı?" diye düşünüyorum

dedim.Yanıt vermiyor, söylediklerim onu ilgilendirmedi sanırım.Ama biraz sonra söze başlıyor. Düşüncelerini mi sürdürüyor, yoksa

kendisine söylediğime mi yanıt veriyor, anlayamıyorum."Tablolar, heykeller, işe yaramayan şeyler; karşımda bulunduklarında

güzeler. Müzik ise..""Ama tiyatro...""Tiyatro da ne olmuş? Bütün güzel sanatları sayacak mısın yoksa?""Sahnede kusursuz anlar gerçekleştirdiğini, tiyatroda oynamak istediğini

söylerdin eskiden.""Evet, gerçekleştirdim onlan, ama başkaları için. Ben toz içinde, hava

akımlannda, çiğ ışıklar altında ve kartondan dayanamlannın arasında oynuyordum. Genel olarak Thordndyke ile birlikte oynuyordum. Onu, Covent Garden'da oynarken görmüştüm. Suratına gülmekten kaçınamayacağım diye korkup dururdum."

"Peki kendini hiç rolüne kaptırdığın olmadı mı?""Ara sıra. Kendimi unuttuğum olmadı. Bizim için önemli olan, dibinde

göremediğimiz insanlann bulunduğu

180

Page 103: Jean Paul Sartre - Bulantı

181

kara delikti. Tam önümüzdeki kara delik. Onun içinde bulunanlara kusursuz bir an sunuluyordu tabi, ama bunun içinde yaşamıyorlardı onlar, kusursuz an gözlerinin önünde gerçekleşip duruyordu. Sanki biz yaşıyor muyduk? Hayır. Kusursuz an, sahnenin ne bu yanında ne de öte yanında değildi. Yoktu o. Ama herkes onu düşünüyordu. Anladın mı yavrum?" diyor bezgin bir halle, "hepsine boşverdim bu yüzden."

"Ben şu kitabı yazmaya çalışırken..."Sözümü kesiyor:"Geçmişte yaşıyorum. Başımdan geçmiş olan her şeyi yeniden ele alıp düzene

koyuyorum. Uzaktan kötülüğü dokunmuyor bunun. İnsanın kendini bırakacağı bile geliyor. Hikayemizin bütünü yeterince güzel bir şey. Ona şöyle bir dokunduğumda bir kusursuz anlar dizisi çıkıyor ortaya. O zaman gözlerimi kapıyor ve hâlâ içinde yaşadığımı hissetmeye çalışıyorum. Başka kişilerimde var. Kendimi bir nokta üzerinde toplamayı becermek gerek. Ne okuduğumu biliyor musun? Loyala'nın Ruhsal Egzersizle-ri'ni okuyorum. Çok yararlandım ondan. Önce dekoru düşüneceksin, ondan sonra kişileri. Sonra görüyor insan," diyor manyakça bir tavırla.

"Beni doyurmazdı bu.""Beni doyuruyor mu sanıyorsun?"Bir süre susuyoruz. Karanlık bastırıyor. Yüzünün solgun lekesini zar zor

seçebiliyorum. Siyah elbisesi, odayı dolduran karanlığa karışıyor. Hiçbir şey düşünmeden, içinde biraz çay bulunan fincanımı tutup dudaklanma götürüyorum. Çay soğumuş, sigara içmek istiyorum, ama cesaret edemiyorum. Birbirimize söyleyecek şeyimiz

182BULANTI

kalmadı gibime geliyor, sıkılıyorum. Daha dün, ona soracak bir yığın sorum vardı. Daha önce nerede bulunmuştu, ne yapmıştı, kimlerle karşılaşmıştı? Ama bütün bunlar Anny'nin kendini onlara verdiği ölçüde önemliydi benim için. Meraklanmıyorum şimdi. Bütün bu ülkeler, geçtiği bütün kentler, kendine kur yapan ve belki de sevdiği bütün erkekler içine işlememişti, ilgisizlikle karşılamıştı hepsini. Karanlık ve soğuk bir denizin yüzünde güneşin şöyle bir yansıyışını andırıyordu onlar. Anny karşımda, dört yıldır birbirimizi görmedik, ama birbirimize söyleyecek sözümüz yok artık.

Anny birden:"Artık gitmelisin," diyor. "Birini bekliyorum.""Şeyi mi?""Hayır, bir Alman'ı bekliyorum. Bir ressam."Gülmeye başlıyor. Karanlık odada bu gülüş acayip yankılar bırakıyor.

Page 104: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Al işte, bize benzemeyen biri. Henüz benzemiyor. Bir şeyler yapıyor, kendini harcıyor bu adam."

J| İstemeye istemeye kalkıyorum: i "Seni ne zaman göreceğim?" I "Bilmem, yarın akşam Londra'ya gidiyorum." "Dieppe'den mi?""Evet. Sonra Mısır'a gideceğimi sanıyorum. Bir daha kışa Paris'ten geçerim belki. Mektup yazanm sana." Çekinerek:

"Yarın, bütün gün boşum," diyorum. Kuru bir sesle: "Evet, ama benim bir yığın işim var," diye karşılık

183

veriyor. "Seni göremem. Mısır'dan yazacağım. Adresini ver bana yeter."

"Peki."

Alacakaranlıkta, adresimi bir zarf parçasının üzerine yazıyorum. Bouville'den ayrıldıktan sonra, mektuplarımı yeni adresime göndermeleri için Printania Otel'indekiler-den rica etmeli. Aslında bana mektup göndermeyeceğini biliyorum. Belki on yıl sonra görürüm onu. Belki de son olarak görüyorum. Yalnız ondan ayrılıyorum diye üzüntülü değilim, yeniden yalnızlığıma düşeceğim, diye de korkuyorum.

Ayağa kalkıyor, kapıda dudaklarımdan hafifçe öpüyor. Gülümseyerek:

"Dudaklarını hatırlamak için yaptım bunu," diyor. "Ruhsal egzersizlerim için anılarımı tazelemem gerek."

Kolundan tutup kendime çekiyorum onu. Karşı koymuyor, ama başıyla hayır diyor.

"Hayır. Bu beni ilgilendirmiyor artık. Yeniden başlanmaz... İnsanların yaradığı iş göz önüne alınınca, ilk rastladığım güzelce bir delikanlı senin yerini tutabilir zaten."

"Peki, sen ne yapacaksın?"

"Söyledim ya, İngiltere'ye gideceğim."

"Hayır canım, şey demek istiyorum..."

"Ha, anladım. Hiçbir şey!"

Kolunu bırakmadan, tatlılıkla:

"Deme seni yeniden bulduktan sonra terk etmem gerekiyor," dedim.

Yüzünü iyice seçiyorum şimdi. Birden soluyor, çökü-BULANTI

Page 105: Jean Paul Sartre - Bulantı

veriyor. İhtiyar bir kadın yüzü, tiksindirici bir yüz. Bu yüzü bile bile takınmadığından eminim. Anny bilmediği halde, belki de kaçındığı halde beliriyor bu yüz.

Ağır ağır."Hayır," diyor. "Hayır, sen beni yeniden bulmadın."Kolunu kurtarıyor. Kapıyı açıyor. Koridor çok aydınlık.

Anny gülmeye başlıyor."Şansı yok zavallının! İlk kez rolünü iyi oynadın, ama hiç de makbule geçmedi.

Hadi, hoşça kal."Ardımdan kapının kapandığını duyuyorum.

184185

BULANTI

PAZAR

Bu sabah trenin kalkış saatlerine baktım. Eğer bana yalan söylemediyse beşi otuz sekiz geçe kalkan Dieppe treniyle gidecek. Sabah, Menilmontant sokaklarında dolaştım durdum, öğleden sonra da rıhtımda. Birkaç adım, birkaç duvar var aramızda. Saat beşi sekiz geçe, dünkü görüşmemiz bir anı olacak. Dudakları ağzıma değen tombul kadın, geçmiş günlere gömülüp, sıska küçük kızın yanına gidecekti. Ama o, henüz burada olduğuna göre, onu görmek, kandırmak, yanıma alıp sonsuza kadar birlikte olmak mümkün. Hiçbir şey geçmiş değildi. Kendimi henüz yalnız hissetmiyordum.

Düşüncemi Anny'den başka yöne çevirmek istedim, çünkü yüzünü ve vücudunu gözümün önüne getirince çok sinirlenmiştim. Ellerim titriyordu, ürpermeler geçiri-yordum. Elden düşme kitap satıcılarının sergilerindeki kitapları karıştırmaya başladım; özellikle müstehcen kitaplara bakıyordum; ne olursa olsun insan dalıyor bir kere onlara.

Orsay Gan'nın saati beşi çaldığında ben, Kırbaçlı Doktor başlıklı bir kitabın resimlerine bakıyorum. Pek değişik değildi bunlar, hepsi birbirine benziyordu. İri yan sakallı bir adam vardı, elindeki kamçıyı kocaman kalçalara vurmak için kaldırmıştı. Saatin beş olduğunu anlayınca,

Page 106: Jean Paul Sartre - Bulantı

186

kitabı öteki kitaplann içine attım. Hemen, bir taksiye atlayıp Sainte Lazare Gan'na gittim.

Yirmi dakika kadar peronda dolaştım, sonra onlan gördüm. Anny, kendisine bir hanımefendi havası veren kalın bir kürk manto giymişti. Yüzünde kısa bir tül vardı. Dostunun sırtında da deve tüyü bir palto. Güneşten yanmış,

hâlâ genç, iri ve çok yakışıklı bir adamdı. Bir yabancı olduğu belli, ama İngiliz değil; belki bir Mısır'lı. Beni görmeden trene bindiler. Konuşmuyorlardı. Sonra adam inip birkaç gazete satın aldı. Anny kompartımanın camını, indirdi, gördü

beni. Öfkelenmeden, anlamsız gözlerle uzun uzun baktı. Sonra adam yeniden vagona bindi. Tren kalktı. O anda, eskiden birlikte yemek yediğimiz

Piccadilly'deki o lokanta gözümün önüne geldi. Sonra her şey kararıp kayboldu. Yürüdüm. Yorulduğumu anlayınca bir kahveye girdim, uyukuya dalmışım. Sonra

garson gelip beni uyandırdı. Bunları da yarı uykuda yazıyorum.Yann öğle treniyle Bouvüle'e döneceğim. Bavullanmı hazırlamak ve bankadaki

işlerimi düzenlemek için iki gün kalmam yetecek. Aynlacağımı önceden haber vermediğim için, otelden on beş günlük fazla kira vermemi isteyecekler sanınm. Ödünç aldığım kitaplan, kitaplığa geri vermem de gerekecek. Ne olursa olsun, hafta sonundan önce Paris'e dönmüş olacağım.

Peki bu değişiklik bana ne kazandıracak? Ötekiler gibi bir kent. Bir ırmakla ikiye bölünmüş. Öteki deniz kıyısın-daydı; bunun dışında ikisi de birbirlerine benziyorlar. İnsan işlenmemiş, çorak bir toprak bulur, büyük oyuk taşları yuvarlaya yuvarlaya getirir oraya. Kokular bu taşlarda tutsaktır, kokular havadan daha ağırdır. Bazen pencereden

187BULANTI

dışan atılır onlar ve rüzgâr alıp götürünceye dek de orada kalırlar. Açık havada gürültüler. Kentin bir ucundan girip bütün duvarlardan geçtikten sonra öteki ucundan çıkarlar ve bazen güneşin pişirdiği doluların yardığı bu taşlar arasında fır fır dönerler.

Kentlerden korkarım. Ama onlardan dışan çıkmamak gerek. Uzaklaşmaya kalkışacak olursanız bitkiler çemberiyle karşılaşırsınız. Bitkiler, kentlere doğru kilometrelerce sürünerek yayılmışlardır. Beklemektedirler. Kent ölünce, bitkiler onu kaplayacak, taşlann üzerine tırmanacak, onlan sıkıştıracak, her yanlanna girecek, uzun kara kıskaçlanyla onlan parçalayacak, delikleri tıkayacak ve her yandan yeşil ayaklar sallandıracaklar. Canlı olduklan sürece kentlerde kalmak gerek, kapılanna dayanmış o koca saç yığınının içine tek başına girmemek gerek, onu bir başına kıvnlmaya ve çıtırdamaya bırakmak gerek. Kentlerde hayvanların inlerinde, organik artıkların birikintileri ardında sindirime çekildiği ve uyuduğu saatleri iyi seçebilir ve kendinizi bu saatlere göre ayarlayabilirsiniz. Yalnız en az korkuncu olan madenlere rastlayabiliriz.

Bouville'ye döneceğim. Bitkiler, Bouville'i yalnız üç yandan sarar. Dördüncü yanında, tek başına kıpırdanıp duran bir suyla dolu koca bir delik var. Rüzgâr evlerin

Page 107: Jean Paul Sartre - Bulantı

arasından eser. Kokular her yerde olduğundan daha kısa bir süre kalır olduklan yerde. Çünkü rüzgâr onları denizin üstüne sürer, suyun yüzünde delişmen sis parçalan gibi uzaklaşır giderler. Yağmur yağar. Gökyüzünden bakıldığında Bouville'de her şey beyaz ve tombuldur. Oraya gideceğim. Ne korkunç!

Sıçrayarak uyandım. Vakit gece* yansı olmuş. Altı saatönce Anny Paris'ten aynldı. Vapur denize açıldı Anny bir Sma^uyuyor, güvertede de yakışıklı esmer adam sığa-ra içiyor.

188189

BULANTI

SALI BOUVİLLE'DE

Bouville'deyim. Özgürlük dedikleri bu mu? Ağır ve durgun denizi görüyorum.

Hava güzel.

Özgürüm. Hiçbir yaşama nedeni kalmadı artık bana. Bildiğim bütün nedenler beni bıraktı. Başkaları da aklıma gelmiyor artık. Daha genç sayılırım, yeniden başlamaya yetecek gücüm var. Ama nereden başlamalı? En şiddetli korkulara, Bulantılara, düştüğümde beni kurtarır diye Anny'ye ne kadar güvenmiş olduğumu ancak şimdi anlıyorum. Geçmişim öldü, M. de Rollebon öldü, Anny sadece bütün umutlarımı kırmak için geri geldi.

Bugün hayatım sona eriyor. Yarın, içinde bunca zaman yaşadığım ve ayaklarımın ucunda uzanan şu kenti terk edeceğim.

Bütün hayatım arkamda kaldı. Onu baştan aşağı görüyorum. Onunla ilgili pek az şey var söylenecek, kaybedilmiş bir partidir hayatım, hepsi bu. Bouville'e tantanayla girişimin üzerinden üç yıl geçti. Birinci partiyi kaybetmiş, ikincisini oynamak istemiş, onu da kaybetmiştim. Ben de artık Anny gibi yapacağım, öldükten sonra yaşamaya devam edeceğim. Yemek, uyumak; uyumak, yemek. Ağır ağır, yavaş yavaş varolup gitmek.Bulantı biraz yakamı bıraktı. Ama ben yine de geri döneceğini biliyorum. Çünkü

Page 108: Jean Paul Sartre - Bulantı

benim normal halim o. Ne var ki bugün, vücudum onu kaldıramayacak kadar bitkin. Hastalar da, kimi zaman acılarını duymayacak kadar bitkin düşerler. Canım sıkılıyor, başka bir şey değil. Ara sıra öyle şiddetle esniyorum ki, gözlerimden yaş geliyor. Derin, kopkoyu bir sıkıntı bu; varoluşun ta kendisi; benim yapıldığım hamur. Ama işi hırpaniliğe vurmuyorum, tam tersine, bu sabah yıkandım, tıraş oldum. Bu minicik bakım işlerini düşününce, onları nasıl olup da yapabildiğimi kavrayamıyorum; o kadar boşuna şeyler ki! Onları, benim yerine alışkanlıkların yaptırdığı belli. Alışkanlıklar hâlâ canlı, uğraşıp duruyorlar, ağlarını yavaş yavaş belli etmeden kuruyorlar, süt anneler gibi yıkıyor, kuruluyor, giydiriyorlar. Yoksa beni bu tepeye getiren de mi onlar? Nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Dautry merdiveninden çıktığım belli; peki o yüz on basamağı teker teker çıktım mı? Bu merdiveni, birazdan ineceğimi tasarlamak belki daha da güç. Oysa biliyorum bunu, biraz sonra Coteau Vert'in aşağısında bulacağım kendimi.

Ayağımın altında uzayan, Bouville'in gri kıvılcım-lanışlanna bakıyorum. Güneş altında, deniz kabuklan yığınına, kemik parçalarına, kum tepelerine benziyor. Bu yıkıntılar arasında kaybolmuş ufacık cam ya da mika yansıları ara sıra hafif alevler saçıyor. Deniz kabukları arasında uzayan arklar, kanallar, çukurlar, ince çizgiler bir saat sonra sokak haline girecek, bu sokaklarda duvarlar arasında yürüyeceğim.

Şu tepenin üstünde, kendimi onlardan ne kadar uzak hissediyorum. Sanki başka bir türdenim ben. Bütün gün

190191

BULANTI

çalıştıktan sonra bürolardan çıkıyor, evlere ve alanlara neşeyle bakıp, bu kentin, kendi kentleri olduğunu, bir 'güzel burjuva kenti' niteliği taşıdığını düşünüyorlar. Korkmuyorlar; kendi yurtlarında olduklarını hissediyorlar. Musluklardan akan evcil kent suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan başka şey bilmezler. Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını, dünyanın belli ve değişmez yasalara göre işlediğini günde yüz kere görürler.

Bir değişiklik olsa, doğa birden kıvranmaya başlasa, ne olur? O zaman doğanın şuracıkta olduğunu anlar, yüreklerinin çatlayacak gibi çarptığını duyarlar. Dalgakıranları, savunma duvarları, elektrik santralları, izabe fırınları, şahmerdanları o zaman ne işlerine yarayacak? Her zaman gerçekleşebilir bu, hatta biraz sonra bile. İşaretleri var zaten. Sözgelimi birden yalnızlığa gömülmüş kimseler de görülecek. Yapayalnız, korkunç iğrençlikleri içinde yapayalnız insanlar sokaklarda koşuşacak; gözleri bir yere dikili, dertlerinden hem kaçıp hem onu içlerinde taşıyarak, ağızlan açık, kanatlarını çırpan dil böcekleriyle önümden yorgun argın geçecekler. O zaman katıla katıla güleceğim. Gövdem, düğün çiçekleri ve kasımpatılan gibi açılan ne olduğu belirsiz pis kabuklarla kaplı olsa bile güleceğim. Sırtımı bir duvara dayayıp önümden geçtikleri sırada, 'Biliminiz nerede? Hümanizminize ne oldu? Düşünen kamış onurunuzdan ne haber?' diye haykıracağım. Korkmayacağım, hiç olmazsa şu anda korktuğumdan fazla korkmayacağım. Hangi değişiklik olursa olsun, bu; varoluşun

Page 109: Jean Paul Sartre - Bulantı

şu ya da bu biçime girmesi olacak. Bir yüzü ağır ağır yiyen bütün gözler, fazlalık olacak, ama ilk ikisinden daha fazlalık değil. Benim asıl korkum varoluştan.

Karanlık bastırıyor, kentte ilk ışıklar yandı. Tanrım! Kent, bütün geometrisine rağmen ne kadar doğal görünüyor. Gecenin altında nasılda ezilmiş gibi. Öyle... Buradan onu gören yalnız ben miyim acaba? Ayaklarının altında, doğanın derinliklerine gömülmüş bir kenti, bir tepenin doruğundan seyreden başka bir falcı yok mu? Olsa ne olur sanki? Ona ne söyleyebilirim ki?

Bedenim yavaşça doğuya yöneliyor, biraz sallanıyor ve yürümeye başlıyor.

192193

ÇARŞAMBA BOUVİLLE'DE SON GÜNÜM

Bugün Bauville'de son günüm. Autodidacte'ı bulmak için kenti baştan başa dolaştım. Eve gitmediği belli. İnsanların sevmediği bu Hümanist, utanç ve korku içinde rastgele dolaşıp duruyordur şimdi. Başına gelenlere pek şaşırmadım, çünkü yumuşak ve korku dolu kafasının, bir rezaleti üzerine çeker gibi olduğunu uzun zamandır hissediyordum. Kabahati o kadar az ki; genç çocuklar için duyduğu o alçakgönüllü ve uzak aşka, şehvet adı verilemez bile; Hümanizmin bir çeşidi sayılabilir bu. Ama bir gün kendisini yapayalnız bulması gerekiyordu. Bay Achille gibi, benim gibi. Bizim türümüzden o, iyi niyetli bir kimse. Artık yalnızlığın içine girdi, bir daha çıkmamak üzere. Kültür düşleri, insanların anlaşma üzerine kurduğu düşler, birden yıkılıp gitti. Önce korkuyu, yılgıyı duyacak. Uykusuz geceler geçirecek, sonra bitip tükenmeyen sürgün günleri art arda sökün edecek. Akşamlan, kitaplığın avlusuna gelip dolaşacak, pırıl pınl yanan pencerelere uzaktan bakacak ve uzun kitap raflannı, deri ciltlerini, sayfalarında tüten kokuyu hatırlayınca içi gidecek. Onunla birlikte çıkmadım diye üzülüyorum. Ama kendi istemedi, hatta kedisini yalnız bırakmamı rica etti. Yalnızlık denilen mesleğe çıraklığa başlıyordu. Mably

BULANTİ

afe'sinde yazıyorum bunlan. Kahveye önemseyerek girdim; patronu, kasadaki

Page 110: Jean Paul Sartre - Bulantı

kızı seyretmek ve onlan son olarak gördüğümü iyice hissetmek istiyordum. Ama Autodidacte'ı unutamadım bir türlü. Tersyüz olmuş sitem dolu yüzü; kana bulanmış yakası gözümün önünden gitmedi. Bu yüzden kâğıt istedim, başına gelenleri yazacağım şimdi.Öğleden sonra saat ikiye doğru kitaplığa gittim. Şöyle düşünüyordum: 'İşte kitaplık. Buraya son kez giriyorum.' İçeride çok az insan vardı. Burasını görmek içimi sızlatıyordu. Çünkü bu kitaplığa bir daha hiç gelmeyeceğimi biliyordum. Salon sanki buhardan yapılmış gibi hafifti. Gerçek değildi sanki, al renge bulanmıştı; batan güneş, kadınlara aynlmış okuma masalannı, kapıyı, kitap-lann sırtlannı kızıla boyuyordu. Bir an, yaldızlı yapraklarla dolu bir ormanın bitkileri arasında yürüyormuşum gibi tatlı bir duyguya kapıldım; güldüm. 'Çoktan beri gülmemiştim,' diye düşündüm. Korsikalı, ellerini arkasına kavuşturmuş, pencereden bakıyordu. Ne görüyordu acaba? Impetraz'ın kellesini mi? Ama ben hiçbir şey görmeyeceğim. Çünkü altı saat sonra Bouville'den ayrılmış olacağım. Geçen ay ödünç almış olduğum iki kitabı, Korsikalı'nm yardımcısına ayrılmış masanın üzerine bıraktım. Yeşil bir fış kopanp verdi bana. "Buyurun Bay Roquentin." "Teşekkür ederim."

"Şimdi onlara hiç borcum yok artık, burada hiç kimseye borcum yok. Birazdan gidip Rendez vaus des Cheminots'-un bayan patronuna hoşça kal diyeceğim. Artık özgürüm, diye düşündüm. Bir an durdum. Bu son anlan Bouville'de

194195

uzun bir gezinti yapmaya, Victor Hugo Bulvan'nı, Galvani Caddesi'ni, Tournebride Sokağı'nı bir daha görmeye mi ayırsam acaba? Bir ormanın içini andıran bu yer öyle sakin, öyle temizdi ki. Bulantı bile buraya uğramamıştı. Gidip sobanın yanına oturdum. Bouville Gazete'si masanın üzerine bırakılmıştı. Elimi uzatıp onu aldım.

"Köpek tarafından kurtarıldı."

"Remiredon'da mülk sahibi olan M. Dubosc dün akşam Nauis Panayır'ından bisikletle dönerken..."

O sırada yanıma şişman bir kadın gelip oturdu. Şapkasını yanına koydu. Etrafını küçümser tavırlarla süzdü. Çantasından ciltli bir kitap çıkardı, çenesini tombul ellerine dayayarak dirseklerini masanın üzerine koydu. Karşımda da ihtiyar bir adam uyuyordu. Onu tanıyordum; çok korktuğum o gece bu adam da kitaplıktaydı. O da korkmuştu sanırım. Ama şimdi hepsi geride kaldı, diye düşündüm.

Saat dört buçukta Autodidacte içeri girdi. Elini sıkıp onunla vedalaşmak istedim. Ama son konuşmamız pek hoşuna gitmemiş olmalı ki şöyle uzaktan bir selam verip her zamanki gibi içinde bir dilim ekmek ve bir çikolata bulunması gereken küçük beyaz bir paketi benden epeyce uzağa koymak üzere yürüdü. Biraz sonra, resimli bir kitapla geri döndü ve kitabı paketinin yanına koydu. 'Son olarak görüyorum onu,' diye düşündüm. Yarın akşam, daha ertesi günün akşamı, ondan sonraki akşamlar, bu masaya gelecek ve

Page 111: Jean Paul Sartre - Bulantı

ekmeğiyle çikolatasını yiyerek kitap okuyup duracak. Okurken, ara sıra küçük defterine bir özdeyiş yazmak için duracak. Oysa ben Paris'te, Paris sokaklarında yürüyeceğim. Yeni insanlar göreceğim. O

196BULANTI

ada bulunduğu, düşünceli, ablak yüzünü lambalar ay-nlattığı sırada, benim başımdan neler geçecek acaba?"Bouville ve çevresinden haberler"

"Monistiers""Jandarma karakol komutanlığının 1932 yılında ki çalışmaları. Monistiers

Jandarma Karakolu Komutanı Gaspard'la beraberindeki dört jandarma MM La goutte. Nizan, Pierpont ve Ghil 1932 yılında hiç boş oturmamışlardı. Gerçekten jandarmalanmız yedi ağır, seksen iki hafif suça, yasa ve tüzüklere aykırı yüz elli dokuz davranışa, altı intihara ve üçü ölümle sonuçlanan on beş otomobil kazasına el koymuşlardır.'

"Jouxtebouville.""Jouvlebouville borazancıları dostluk derneği." "Bugün genel prova yıllık konser için kart dağıtımı."

"Compostel.""Belediye Başkanı'na Legion d'honneur nişanı takma töreni."

"Bouville turizmi. 1924 te Bouville izcilik örgütünce kurulmuştur.""Bu akşam saat yirmi kırk beşde Fredinent Byron Sokağı on numarada, A

salonunda aylık toplantı. Gündem: Son tutanağın okunması, yazışmalar, yıllık yemekli toplantı. 1932 giderleri, mart ayı gezi programı, çeşitli sorunlar, yeni üyeler.""Bouville, hayvanları koruma derneği." "Gelecek perşembe günü, Bouville, Ferdinant Byron Sokağı on numarada, C salonunda, saat 15.00'de başlayıp 17.00'ye kadar sürecek olan yıllık toplantı. Mektupların

197

başkanlığa, genel merkeze, ya da Galvani Sokağı yüz elli dört numaraya gönderilmesi."

"Bouville bekçi köpekleri derneği... Bouville savaş sakatlan derneği... Taksi sahipleri sendikası... Bouville öğretmen okulları dostluk komitesi."

Ellerinde çantaları, iki liseli çocuk içeri girdi. Korsikalı, lise öğrencilerini sever, çünkü onları babaca gözaltında tutabilir. Sık sık, sırf zevki için, iskemlelerinin üzerinde kıpırdanıp durmalarına, gevezelik etmelerine göz yumar, sonra hırsız gibi yaklaşarak arkalarına dikilir ve çıkışmaya başlar: 'Sizin gibi yetişkin delikanlılar öyle mi davranır? Bu halinizi düzeltmezseniz kütüphane yöneticisi olan bay, müdürünüze şikayette bulunacak.' Çocuklar karşı gelecek olurlarsa korkunç gözleriyle onlara bakar: 'Adlarınızı söyleyin bakayım!' der. Okudukları kitaplarla da ilgilenir. Kitaplıktaki bazı kitaplar,

Page 112: Jean Paul Sartre - Bulantı

kırmızı bir haçla işaretlenmiştir; cehennemin ta kendisidir onlar. Gide'in, Diderot'nun, Baudelaire'in yapıtları ve tıp kitapları bunlar arasındadır. Liseli bir öğrenci, bu kitaplardan birini okumak isterse Korsikalı hemen işaret ederek öğrenciyi bir köşeye çağırır ve sorguya çeker. Biraz sonra parlar, sesi bütün okuma salonunu doldurur: 'Siz yaştakiler için çok daha ilgi çekici ve öğretici kitaplar var. Ödevlerinizi yaptınız mı bakalım? Hangi sınıftansınız? Onda mı? Peki, saat dörtten sonra yapacak bir şeyiniz yok mu? Öğretmeniniz buraya sık sık gelir, sizi ona şikayet edeceğim.'

Çocuklar sobanın yanında dikilmiş duruyorlardı. Küçüğünün çok güzel koyu renk saçları vardı. Teni neredeyse saydam, küçücük ağzı yaramaz ve gururlu. Bıyıklan yeni terlemiş iri kıyım arkadaşı, dirseğine dokunup bir şeyler fısıldadı ona. Küçük yanıt vermedi, ama yüzünde

BULANTI

güven ve küçümseme dolu hafif bir gülümseyiş belirdi. Sonra ikisi birden, acele etmeksizin raflardan bir sözlük seçtiler ve kendilerine yorgun bakışlannı çevirmiş olan Autodidacte'a yaklaştılar. Sanki onu görmüyor gibiydiler, ama gelip Autodidacte'in tam yanına oturdular. Küçük esmer öğrenci Autodidacte'in solunda, iri kıyım arkadaşı da onun solunda yer almıştı. Ellerindeki sözlüğü hemen karıştırmaya başladılar. Autodidacte, salona şöyle bir göz gezdirdi. Sonra okumaya devam etti. Hiçbir okuma salonu, bundan daha güven verici bir görünüşte olamazdı; çıt bile çıkmıyordu. Şişman kadının soluğunu duyuyordum yalnız, kitaplara eğilmiş başlardan başka şey görülmüyordu. Bununla birlikte daha o anda tatsız bir olayın ortaya çıkacağını sezdim. Kitaplara dalmış gibi başlarını eğmiş olan bütün bu insanlar birer komedi oynuyorlardı sanki; biraz önce üstümüzden bir acımazlık soluğunun geçişini duymuştum.

Okumam sona ermişti, ama gitmeye karar veremi-yordum; gazetemi okur gibi yaparak bekliyordum. Merakımı ve tedirginliğimi arttıran şey, ötekilerin de beklemesiydi. Yanımdaki kadın kitabının sayfalannı daha çabuk çeviriyor gibi geliyordu bana. Birkaç dakika geçti, sonra fısıltılar işittim. Başımı yavaşça kaldırdım. Çocuklar önlerindeki sözlüğü kapamışlardı. Küçük esmer olanı konuşmuyordu, kibarlık ve ilgiyle dolu yüzünü sağa doğru çevirmişti. Omzunun arkasında yan yarıya saklanmış olan sarışın arkadaşı kulak kabartıyor ve kıs kıs gülüyordu. 'Acaba konuşan kim?' diye düşündüm.

Konuşan Autodidacte'tı. Yanındaki genç çocuğa eğilmiş, gözleri gözlerinde, ona gülümsüyordu. Dudaklarının kıpırdadığını ve ara sıra uzun kirpiklerinin titrediğini

198199

BULANTI

görüyordum. Böyle genç görünüşlü halini bilmiyordum onun; hoş bir adam oluvermişti. Ama ara sıra sözünü kesiyor ve arkasına korkuyla bakıyordu. Öğrenci, onun söylediklerini sanki bir su gibi içiyordu. Bu sahnenin olağanüstü bir yanı yoktu, yeniden okumaya başlamak üzereydim ki öğrencinin, elini arkasından masanın kena-rında ağır ağır kaydırdığını gördüm. Autodidacte'm göremediği bu el bir süre yoluna devam etti ve çevresini yoklamaya koyuldu; sonra şişman sarışının koluna rastlayınca ona bir çimdik attı. Autodidacte'm söyledikleriyle sesini çıkarmadan dalga geçen sarışın, boş bulunmuştu. Birden yerinden fırladı, şaşkınlık ve hayranlıkla ağzı iyice

Page 113: Jean Paul Sartre - Bulantı

açıldı. Esmer öğrenci saygılı ilgi halini bozmamıştı. Bu yaramaz elin, onun eli olduğuna inanmak zordu. 'Ona ne yapmak istiyorlar acaba?' diye düşündüm. Ama tam o sırada kendisine baktığımı gördü; konuşmasını hemen kesti ve tedirgin bir halle dudaklarını sımsıkı kapattı. Cesaretim kırılmış bir halde, başımı hemen döndürdüm ve gazetemi okuyormuş gibi yaptım. Ama şişman kadın kitabını .itmiş ve başını kaldırmıştı. Sanki büyülenmiş gibiydi. Kadının patlayacağını hissediyordum. Oradakilerin hepsi durumun patlak vermesini istiyorlardı. Ne yapabilirdim? Korsikalı'ya göz attım, pencereden bakmıyordu artık, bize doğru yarı dönmüş duruyordu.

Aradan on beş dakika geçti. Autodidacte yeniden fısıldamaya başlamıştı. Ona bakmaya cesaret edemiyordum, ama gençleşmiş, sevgi dolu halini ve üzerine çöktüğü halde fark etmediği ağır bakışları gözümün önüne kolayca getiriyordum. Bir aralık güldüğünü duydum, çocukça, tiz bir gülüştü bu. İçimi korkuyla doldurdu. Pis çocuklar, bir kediyi suda boğmaya hazırlanıyorlardı sanki. Sonra birdenfısıltılar kesildi. Bu sessizlik korkunç geldi bana, işin : sonuydu bu, öldürücü andı. Gazetenin üzerine eğilmişim okuyor gibi yapıyordum, ama bir şey okuduğum yoktu, kaşlarımı kaldırıp elimden geldiğince yukarı bakarak, sessizliğin içinde karşımda olup bitenleri görmeye çalışıyordum. Başımı hafifçe çevirince gözucuyla bir şey ■ yakaladım. Bu demin masa boyunca ilerlemiş olan küçük ve beyaz eldi. Esmer ve tüylü bir nesne korkarak onun ;. yanına geliyordu. Tütünden sararmış kalın bir parmaktı bu. Küçük ve beyaz elin yanında bir erkeklik organı bütün kabalığıyla görünüyordu. Parmak bir aralık durdu, kaskatıydı, sonra birden çekinerek okşamaya başladı onu. > Şaşırmamıştım, ama öfkelenmiştim Autodidacte'a. Buda-. la, içine düştüğü tehlikeyi anlamıyor muydu? Bir kurtuluş \ yolu vardı, bir tek şansı vardı. İki elini masanın üzerine, ; kitabının iki yanına koyup hiç kıpırdatmadan dursaydı ; başına geleceklerden bu seferlik kurtulurdu. Ama bu şansını kaçıracağını biliyordum. Parmak, hareketsiz duran . elin üzerinde yavaş yavaş, gidip geliyordu. Birden başımı

I kaldırdım, bu inatçı gidiş gelişe dayanamıyordum. Uyarmak için, Autodidacte'm

bakışlarını yakalamaya çabalıyor ve hızla öksürüyordum. Ama Autodidacte, gözlerini kapamış, gülümsüyordu. Diğer eli masanın altında kaybolmuştu. Öğrenciler gülmüyorlardı artık, sapsarı kesilmişlerdi. Küçük esmer çocuğun dudakları sanki kenetlenmişti, korkuyordu; olayların kendi gücünü aştığını hissetmişe benziyordu. Ama elini çekmiyordu, masanın üzerinde, biraz kasılmış halde hareketsiz tutuyordu onu. Arkadaşı korkmuş ve aptallaşmış bir halde ağzını

Page 114: Jean Paul Sartre - Bulantı

açmıştı. Korsikalı o sırada haykırmaya başladı. Kimse duymadan gelip Autodidacte'm iskemlesinin arkasında

200201

durmuştu. Yüzü pancar gibiydi, güler gibi bir hali vardı, ama gözleri kıvılcımlar saçıyordu. Oturduğum yerde sıçradım, ne var ki üzerimden ağır bir yük kalkmış gibi oldu. Bekleyiş, dayanılmayacak kadar ağırdı. Bunun bir an önce sona ermesini istiyordum. İsterlerse Autodidacte'ı dışarı atsınlar, ama bu bir an önce sona ersin. Çarşaf gibi bembeyaz kesilmiş iki öğrenci, göz açıp kapayıncaya kadar çantalarını alıp ortadan kaybolmuşlardı.

Öfkeden çılgına dönmüş olan Korsikalı:"Gördüm sizi, bu kez gördüm," diye haykırıyordu. "Yalan söylemeyiniz artık. Bunu

da inkar etmeye kalkışacak mısınız ha? Yaptığınız dümeni görmüyorum sanıyordunuz değil mi? Benim gözlerim kör değil aslanım. Dur bakalım, sırası gelecek, biraz sabırlı ol, yakaladığım zaman ona pahalıya mal olacak diyordum. Adınızı da, adresinizi de biliyorum. Patronunuz Bay Chuillier'i de tanıyorum. Kitaplık yöneticisiden mektup alınca, yarın asıl o şaşıracak. Değil mi? Susun!" diye haykırdı gözlerini devirerek.

"Bu işin burada kalacağını da sanmayın sakın. Fransa'da mahkemeler var, sizin gibi herifler için. Beyefendi bilgi ediniyordu sözümona, kültürünü arttınyordu. Kitaplar için ya da bir şey sormak için gelip beni rahatsız ediyordu. Bunlan hiçbir zaman yutmadım, ne sandınız siz?"

Autodidacte şaşırmış gibiydi. Bunu yıllardır beklemiş olmalı. Korsikalı'nın çıt çıkarmadan gelip arkasında duracağı ve kulaklarında öfkeli bir sesin çınlayacağı günü yüz kere gözünün önüne getirmiş olmalı. Ama her akşam kitaplığa gelmekten ve harıl harıl okumaktan geri kalmıyordu. Arada bir hırsız gibi, beyaz eli ya da belki de küçük bir çocuğun bacağını okşuyordu. Yüzünde daha çok

BULANTI

bir boyun eğme görüyordum."Ne demek istediğinizi anlamadım," diye kekeledi, "ben buraya yıllardır

gelirim."Kızmış gibi, şaşırmış gibi görünmek istiyor, ama inançla yapmıyordu bunu. Olayın

burada olduğunu, hiçbir şeyin onu durduramayacağını, onu dakika dakika yaşamak gerektiğini biliyordu.

Yanımdaki kadın, "Aldırmayın söylediklerine gördüm ben," dedi. Ağır ağır yerinden kalktı. "Hem de ilk görüşüm değil. Geçen pazartesi, bundan biraz geç, neler yaptığını gördüm, ama bir şey söylemek istemedim. Gözlerime inanamıyordum doğrusu. İnsanların bilgi edinmek için geldikleri ciddi bir yerde, bir kitaplıkta yüz kızartıcı şeyler olabileceğine inanmazdım. Benim çocuğum yok ama, evlâtlarını çalışsınlar diye buraya gönderen ve onlann rahatsız edilmediklerini sanan, üstelik bunun gibi canavarların çocukların ödevlerini yapmalarına engel bile olduklarını bilmeyen annelere acıyorum doğrusu."

Page 115: Jean Paul Sartre - Bulantı

Korsikalı, Autodidacte'a yaklaştı:"Hanımın dediklerini duydunuz, değil mi?" diye haykırdı suratına. "Numara

yapmaya kalkışmayın. Aşağılık herif, sizi herkes gördü."

Autodidacte onurlu bir şekilde:"Rica ederim, ağzınızı bozmayınız," dedi. Bu da rolünün bir parçasıydı. Belki

her şeyi açıklamak, kaçmak istedi, ama rolünü sonuna kadar oynamak zorundaydı şim-di. Korsikalı'ya bakmıyordu, gözleri büsbütün kapalı gibiydi. Kollan iki yanına sarkmıştı, bir ölü gibi solgundu. Sonra birden yüzü kıpkırmızı kesildi.

Korsikalı öfkeden boğulacak gibiydi:

202203

"Ağzımı bozmayayım mı? Pis herif! Sizi görmediğimi mi sanıyorsunuz? Gözetlediğimi söylemedim mi? Aylardır gözetliyordum sizi."

Autodidacte omuzlarını silkip kitabına dalmış görünmeye çalıştı. Yüzü kızarmış, gözleri dolmuştu, çok ilgi duyuyormuş gibi bir hali vardı. Bir Bizans moza-yiğinin reprodüksiyonuna dikkatle bakıyordu.

Kadın, Korsikalı'ya bakarak:

"Amma pişkin adam be, okumaya devam ediyor," dedi.

Korsikalı kararsızdı. O sırada, Korsikalı'nm yıldırdığı çekingen ve uysal bir delikanlı olan yardımcısı, masanın ardından ağır ağır ayağa kalkmış, sesleniyordu. "Paoli, ne oluyor?" Kararsızlık dolu bir an geçti, bu iş burada kalır diye umutlandım bile. Ama Korsikalı içinde bulunduğu durumu düşünüp kendini gülünç bulmuş olmalı. Sesini çıkarmayan kurbanına ne diyeceğini bilemeden sinirli bir halle, iyice gerilip boşluğa koca bir yumruk attı. Autodidacte korku içinde döndü. Ağzı açık, Korkisalı'ya bakıyordu; gözlerinde korkunç bir ürküntü vardı.

"Eğer beni döverseniz, sizi şikayet ederim," dedi güçlükle. "Kendi isteğimle gideceğim buradan."

Ben de ayağa kalktım, ama iş işten geçmişti. Korsikalı zevkle inleyerek, yumruğunu ansızın Autodidacte'in burnuna yapıştırdı. Bir an esmer bir yumruk ve bir yenin üstünde, Autodidacte'in utanç ve acıyla açılmış gözlerinden başka bir şey göremedim. Korsikalı yumruğunu çekince Autodidacte'm burnu kanamaya başladı. Ellerini yüzünü kapamak istedi, ama Korsikalı ağzının kenarına bir kere daha vurdu. Autodidacte iskemlesine yığılarak çekingen ve tatlı gözlerle önüne baktı. Sol eliyle kanayan

BULANTI

burnunu silmeye çabalarken, sağ elini masanın üzeride gezdirerek paketini bulmaya çalışıyordu.

Kendi kendine konuşuyormuş gibi, "Gidiyorum," dedi.

Yanımdaki kadının benzi atmıştı, gözleri panldıyordu:

"Pis herif, çok iyi oldu!" dedi.

Page 116: Jean Paul Sartre - Bulantı

Öfkeden titriyordum. Masanın çevresini dolanıp bacaksız Korsikalı'yı yakasından tutarak havaya kaldırdım. Masanın üzerine fırlatacaktım. Elimde çırpınıp duruyor, beni tırmalamaya çalışıyordu, ama kısa kolları yüzüme yetişmiyordu. Hiçbir şey söylemiyordum, burnunun üzerine bir yumruk yapıştınp yamyassı etmek istiyordum sadece. Anlamıştı bunu, yüzünü korumak için dirseğini kaldırdı. Korktuğunu görünce sevinmiştim. Birden bağırıp çağırmaya başladı:

"Yabani herif, bırak beni! Sen de mi onun gibisin yoksa?"Onu neden bıraktım, hâlâ anlamış değilim. İşlerin karışmasından mı

korkmuştum? Yoksa Bouville'de geçirdiğim tembellik yıllan beni yumuşatmış mıydı? Eskiden olsa, çenesini dağıtmadan bırakmazdım onu. Ayağa kalkabilmiş olan Autodidacte'a döndüm. Ama bana bakmak istemiyordu, başı önüne eğik, paltosunu askıdan almak üzere ilerledi. Kanı dindirmek ister gibi sol eliyle sürekli burnunu yokluyordu. Ama kan durmuyordu. Autodidacte'ın fenalaşmasından korkuyordum. Kimseye bakmadan mınldandı.

"Yıllardır gelirim buraya..."Ayaklarını yere basar basmaz, bacaksız Korsikalı durumu egemenliği altına

almıştı:

204205

BULANTI

"Defolun buradan," dedi Autodidacte'a. "Bir daha da adımınızı atmayın, yoksa sizi polisle dışarı attırırım."

Autodidacte'e merdivenin altında yetiştim. Tedirgindim, onun utancından utanıyordum, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Beni görmüyormuş gibi bir hali vardı. En sonunda mendilini çıkardı, burnunu sildi.

"Gelin bir eczaneye gidelim," dedim beceriksizce.Yanıt vermedi. Okuma odasından gürültüler geliyordu. Hepsi birden konuşuyor

olmalı. Kadın tiz bir kahkaha attı.

Autodidacte:"Bir daha hiç gelmeyeceğim buraya," dedi. Arkasına dönüp ne yapacağını bilmez

gibi merdivene, okuma salonunun girişine bakıyordu. Başını çevirince burnundan gelen kan, takma yakasıyla boynunun arasından aşağı aktı. Ağzı ve yanakları kana bulanmıştı. Kolundan tutarak:

"Gelin," dedim.Ürpererek, şiddetle çekti kendini: "Bırakın beni!""Yalnız kalmanız doğru olmaz. Yüzünüzü yıkamak, ilaç sürmek gerek.Biraz önce söylediklerini tekrarlıyordu: "Rica ederim efendim,

bırakın beni!"

Neredeyse bir sinir buhranına tutulacaktı. Uzaklaşmasına eögst-olmak istemedim. Batan güneş bir ara kambur sırtını aydınlattı, sonra gözden kayboldu. Kapının eşiğinde, yıldız biçiminde bir kan lekesi vardı.

Page 117: Jean Paul Sartre - Bulantı

YARIM SAAT SONRA

Güneş batıyor, tren iki saat sonra kalkacak. Parkı, bir baştan diğer başa ilk kez geçtim. Baulibet Sokağı'nda dolaşıyorum. Genel olarak bu sokakta yürüdüğüm zaman, kalın bir sağduyu yığınından geçiyormu-şum gibi gelirdi bana. Hantal ve geniş Boulibet Sokağı kaba saba ciddiliği, katranlı kambur yüzeyiyle, zengin kasabalardan geçtikleri zaman, bir kilometreden fazla, her iki yanlarında kocaman iki katlı binaların uzadığı kentler arası yolları hatırlatıyordu. Köy yolu diye adlandırdığım bu sokak, bir ticaret limanına hiç uymadığı ve iğreti durduğu için hoşuma gidiyordu. Evler, bugünde yerli yerinde, ama bir kır evi görünüşlerini kaybetmişler, birer apartman haline gelmişlerdi. Biraz önce parkta da aynı izlenime kapılmıştım; bitkiler., çimenler, Olivier Masqueret fıskiyesi, anlamsız olmak için çaba harcayarak bir inatçılık görünümüne bürünmüşlerdi. Anlıyorum şimdi. Beni ilk bırakan, kent. Daha Bouville'den ayrılmadım, ama şimdiden burada değilim. Bouville susuyor. Bana hiç aldırmadan, eşyasını, bu akşam ya da yarın yeni gelenlere taptaze sunabilmek için derleyip düzenleyerek örten bu kentte hâlâ iki saat kalmak zorunda oluşum garibime gidiyor. Her zamankinden daha fazla unutulmuş hissediyorum kendimi. Birkaç adım atıp duruyorum. İçine düştüğüm bu unu-

206207

BULANTI

tuluşu tadıyorum, iki kent arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor. Beni kim hatırlar? Londra'da bulunan etine dolgun bir kadın belki. Peki, ama düşündüğü ben miyim acaba? Sonra o adam da var, o Mısırlı. Belki şimdi odasına girmiş, onu kolları arasına almıştır. Kıskanç değilim, bu kadının öldükten sonra yaşamaya devam ettiğini biliyorum. Karşısındaki adamı bütün varlığıyla sevse bile bir ölü kadın aşkından başka şey olmaz bu. Onun son canlı aşkını ben yaşadım. Ama adam ona zevk duyurabilir. Kadın, ruhsal kargaşa içine batıyor ve kendinden geçiyorsa varlığında kendisini bana bağlayan bir şey kalmamış demektir. Zevk duyuyorsa ben, onun için sanki hiç karşısına çıkmamış bir insandan farksızım, beni bir anda içinden çıkarıp attı demektir; dünyadaki bütün bilinçler de beni içlerinden attılar, boşadılar. Tuhafıma gidiyor bu. Oysa varolduğumu iyice biliyorum, burada bulunduğumu biliyorum.

'Ben' deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, varolduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş, uzun uzun esniyorum. Kimse, hiç kimse için! Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o. Bilincimde kendimle ilgili ufacık, renksiz bir anı

Page 118: Jean Paul Sartre - Bulantı

sallanıyor.

Işıl ışıl, hareketsiz, bomboş bilinç, duvarların arasına konulmuş; kendi kendine yaşamını sürdürüp gidiyor. Kimse yok bu bilincin içinde artık. Biraz önce birisi ben, benim bilincim diyordu kim? Dışarıda gürültülü sokaklar vardı; bilinen renkleri ve kokulan ile sokaklar. Kimsenin olmayan duvarlar ve kimsenin olmayan bir bilinç kaldı geriye. Hepsi şu. Duvarlar ve bu duvarlar arasında unutul-muş ve bırakılmış bilinç. Varoluşunun anlamı da şu: Bilinç, fazlalık olmanın bilincidir. Genişler, dört bucağa yayılır, koyu renkli duvarın üzerinde lambalar boyunca ya da karşıda akşamın sisleri içinde kendini kaybetmeye uğraşır. Ama hiçbir zaman unutmaz kendini; bu durumda bile kendini unutan bir bilinç olmanın bilincidir. Onun alınyazısı bu. Boğuk bir ses şunları fısıldıyor: 'Tren iki saat sonra kalkacak.' Sesle birlikte bu sesin bilinci de var. Bir yüzün bilinci de var. Kana bulanmış, ağır ağır geçiyor; gözlerinden yaşlar akıyor. Bu yüz duvarlar arasında değil, hiçbir yerde değil. Ortadan kayboldu, onun yerini başı kana bulanmış kambur bir gövde alıyor, ağır adımlarla uzaklaşıyor, her adımda duruyor sanki, ama durmuyor. Karanlık bir sokakta yürüyen bu gövdenin bilinci de var. Gövde yürüyor, ama uzaklaşmıyor. Karanlık sokak bitmiyor, hiçlik içinde kayboluyor. Bu sokak duvarların arasında değil, hiçbir yerde değil. Sonra, 'Autodidacte kentte dolaşıp duruyor,' diyen bir sesin bilinci var.

Ama aynı kentte değil, hayır bu anlam taşımayan duvarların arasında değil. Autodidacte, kendisini unutmayan yırtıcı bir kentte dolaşıyor. Onu düşünenler var. Korsikalı, şişman kadın, belki de kentteki herkes. Henüz kaybolmuş değil o, ben dediği şeyi kaybedemez. İşkenceyle kıvranan; iyice öldürmedikleri kanlı benliğini unutamaz. Dudakları, burun delikleri acır durur, 'Canım acıyor,' diye düşünür. Yürür, yürümesi gerek. Bir an dursa, kütüphanenin duvarları dört bir yanını çevirir, hapseder onu. Korsikalı yanmasında biter ve aynı sahne, bütün ayrıntılarıyla yeniden başlar. Kadın pis pis gülümseyerek, 'Bu aşağılık herifleri prangaya vurmalı,' der. Yürür, evine gitmek istemez. Korsikalı, iki öğrenci ve kadın, onu odada

208209

BULANTI

da beklemektedirler. Sahne yeniden başlar, 'Yalan söyle^ meye kalkmayın, gördüm sizi.' Şöyle düşünür: 'Tanrım, keşke şunu yapmamış olsaydım, keşke yapmak elimden gelmeseydi, gerçek olmasaydı bu!'

Endişeli yüz, bilinci önünde gelir ve gider. 'Belki canına kıyacak.' Hayır, bu yumuşak ve her yanı çevrili ruh ölümü düşünemez.

Bilincin, bilgisi de var. Duvarların arasında durgun ve bomboş olan, içini dolduran insanlardan kurtulmuş ve hiçbir kişiliğe bağlı bulunmadığı için korkunçluk niteliğini edinmiş olan kendini, yer yer görür. Ses fısıldar: 'Bavullşı fişe geçirildi. Tren iki saat sonra kalkıyor.' Duvarlar, sağş sola kayar. Asfaltın da, demir satan mağazaların da, kışlî| pencerelerinin de bilinci var. Ses fısıldıyor, 'Son olarak.'

Otel odasında, Anny'nin, şişman Anny'nin, yaşlanmış Anny'nin bilinci, acı çekişin bilinci var; ayrılıp giden ve bir daha dönmeyecek olan duvarların arasında bilinçlidir acı. 'Sonu gelmeyecek mi bunun?' Ses duvarlar arasında bir caz havası

Page 119: Jean Paul Sartre - Bulantı

tutturmuş: "Some of these days." Bitmeyecek mi bu? Ve melodi arkadan, yavaşça, yakalamak için geliyor, sesi bastırıyor ve ses durmayı beceremeden şarkı söylüyor; gövde ilerliyor ve bütün bunların bilinci var; yazık ki bilincin de bilinci var. Acı çekecek, ellerini ovuşturarak, kendine acıyacak hiç kimse yok ama. Kimse. Bu, dört yol ağızlarının katışıksız bir acısı; unutulmuş bir acı. Ama kendini unutamayan bir acı. Sonra ses, 'İşte Rendez vous des Cheminots,' diyor ve Ben, bilincin içinden fışkırıyor; Benim bu, yani Antoine Roquentin, birazdan Paris'e hareket edeceğim, patron kadına veda etmek için geldim buraya.

"Size hoşça kal demeye geldim.""Gidiyor musunuz M. Antoine?""Paris'e yerleşeceğim. Değişiklik olsun diye.""Şanslısınız."Bu koca yüze, nasıl değdirebiliyordum dudaklarımı? Vücudu artık benim değil.

Dün bile, siyah yün elbisenin altında, vücudunu gözümün önüne getirebilirdim. Bugün elbise öte yanına geçilmezlik niteliği kazanmış. Derisinin altında damarları belli olan bu beyaz vücut bir düş müydü?

"Sizi arayacağız," diyor patron kadın. "Bir şey içmez misiniz? Ben ısmarlıyorum."

Oturuyoruz, kadeh tokuşturuyoruz.Sesini biraz alçaltıyor. Kibar bir acımayla:"Size çok alışmıştım. Ne iyi anlaşıyorduk," diyor."Görmeye gelirim sizi.""Tabi, M. Antoine. Bouvielle'den geçtiğiniz zaman, şöyle bir uğrayıp

bizim de hatırımızı sorarsanız. Gidip Mme Jeanne'a bir merhaba diyeyim, hoşuna gider diye düşünmelisiniz. İnsanların ne olduklarını öğrenmek hoşa giden bir şey değil mi? Zaten, tanıdıklar gelip bizi görürler her zaman. Gemici müşterilerimiz vardır. Açık denizlerde çalışırlar, kimi zaman iki yıl görmem onları, Brezilya'da ya da New York'tadırlar. Bordeaux'da ulaştırma işleriyle uğraştıkları da olur. Sonra bir gün ansızın ortaya çıkarlar, 'Günaydın Mme. Jeanne,' derler. Birlikte bir kadeh içeriz. İsterseniz inanmayın, ama hangi içkiyi sevdiklerini hatırlarım. Aradan iki yıl geçmiş olsa da, 'M. Pierre'e susuz bir vermut, M. Leon'a da bir cinzano getirin,' derim Madeleine'e. 'Patron, nasıl hatırladın?' derler. Ben de, 'Mesleğim bu benim,' diye karşılık veririm.

210211

BULANTI

Salonun dibinde şişman bir adam var. Jeanne ile birkaç günden beri yatıyor. Çağırıyor kadını:

"Patroncuğum!"Ayağa kalkıyor kadın:"Özür dilerim M. Antoine."Garson kız geliyor yanıma:

Page 120: Jean Paul Sartre - Bulantı

"Demek bizi bırakıp gidiyorsunuz?""Paris'e gidiyorum."Kurula kurula:"Paris'te kaldım ben," diyor. "İki yıl, Simeon'da çalıştım. Ama burasını

özledim."Bir an duraksıyor, sonra bana başka söyleyeceği olmadığını fark ediyor:"Eh, o zaman hoşça kalın M. Antoine."Elini önlüğüne silip uzatıyor."Hoşça kal Madeleine."Gidiyor.Patron kadın geri gelmiyor. Şişman ellerini tutkuyla mıncıklayan dostunun

avuçlarına bırakmış.Tren kırk beş dakika sonra kalkıyor.Vakit geçsin diye paramı sayıyorum.Aylık bin iki yüz frank, fazla bir şey değil. Ama kendimi biraz zora sokarsam

yetmesi gerek. Üç yüz franklık bir oda, yiyecek için günde on beş frank, geriye dört yüz elli frank kalıyor. Bu, çamaşır, ufak tefek masraflar ve sinema için. Şimdilik iç çamaşırına ve elbiseye ihtiyacım yok. Dirsekleri biraz parlıyor, ama elbiselerimin ikisi de temiz; bakımlı giyersem daha üç dört yıl yeter bana.

Yaş otuz! 14.400 frank yıllık gelir. Her ay karşılığı alınan kuponlar. Oysa yaşlı bir kimse değilim ben. Bir şey versinler yapayım, ne olursa olsun... Başka şey düşünsem daha iyi. Çünkü şu anda, kendi kendime komedi oynuyorum. Hiçbir şey yapmak istemediğimi çok iyi biliyorum. Bir şey yapmak, bir parça varoluş daha yaratmak demektir, oysa şu durumda gerektiği kadar varoluş var.

Aslında, kalemi elimden bırakamıyorum. Bulantıya kapılacağım diye korkuyorum, yazarken onu geciktiriyorum gibime geliyor. Bu yüzden aklıma geleni yazıyorum.

Beni sevindirmek isteyen Madeleine, bir plak göstererek uzaktan sesleniyor:"Sizin plağınız M. Antoine, sevdiğiniz plak, son olarak dinlemek ister misiniz?" "Lütfen."Kibarlık olsun diye böyle diyorum, yoksa caz dinleyecek durumda değilim pek. Ama yine de dikkat edeceğim, çünkü Madeleine'in dediği gibi, bu plağı son olarak dinliyorum. Çünkü, eski bir plak bu, çok eski, taşra için bile eski sayılır. Paris'te boşuna arayacağım onu. Madeleine, plağı gramofona koymaya gidiyor, şimdi dönecek; çelik iğne, çizgilerin içinde zıplamaya, gıcırdamaya başlayacak ve çizgiler onu helezon biçiminde, plağın merkezine kadar getirdiklerinde sona erecek bu, 'Some of these days'ı söyleyen boğuk ses ebediyen susacak. Başlıyor.

Güzel sanatlarla acılarını avutan avanaklara ne buyurulur. 'Zavallı amcam öldüğü zaman Chopin'in Prelüdleri bana acımı öyle unutturdu ki!' diyen Bigeous

212213

BULANTI

Page 121: Jean Paul Sartre - Bulantı

Halam gibi, konser salonları; gözlerini kapayarak, solgun yüzlerini alıcı anten haline getiren bu ezik, bu talihin sillesini yemiş kimselerle ağzına kadar doludur. Yakaladıkları seslerin, tatlı ve besleyici bir halde içlerine aktığını düşünürler. Acılarının, tıpkı genç Werther'in acılan gibi müzik haline girdiğini sanırlar. Güzelliğin, yaralarını sardığına inanırlar. Sersemler.

Bu müzikte, acı dindirme niteliği bulup bulmadıklarını bana söylemelerini isterdim. Biraz önce mutluluk içinde yüzmekten çok uzaktım. Dıştan bakılınca, düşünmeden paramı sayıp duruyordum. Ama derinlerde, gece gündüz yakamı bırakmayan ve belirlenmemiş sorgular, dilsiz şaşkınlıklar şeklini almış olan bütün şu düşünceler kıpırdamadan duruyordu. Anny'yle, boşa gitmiş hayatımla ilgili düşünceler. Daha altta da Bulantı, bir şafak gibi çekingen duruyordu. Ama o anda müzik duyulmamıştı; üzüntülü ve durgundum. Çevremdeki bütün nesneler benimle aynı maddeden, yani bir çeşit sakil acıdan yapılmıştı. Dünya o kadar çirkindi; dışımda, masanın üze-rindeki şu kirli bardaklar, aynanın lekeleri, Madeleine'nin önlüğü ve patron kadının şişman sevgilisi, dünyanın varoluşunun kendisi o kadar çirkindi ki, kendimi yakın-larımın yanında gibi rahat hissediyordum.

Şu anda saksafonun şarkısı duyuluyor. Utanıyorum. Küçücük, parlak bir acı doğdu; bir örnek acı. Saksafonun dört notası. Gidip geliyorlar. 'Bizim gibi yapmak, ölçüyle acı çekmek gerekir,' diyorlar sanki. Evet, doğru! Ben de bu biçimde acı çekmek isterim tabi. Ölçüyle, hoşgörürlüğe kapılmadan, kendime acımadan, kupkuru bir katışık-sızhkla acı çekmek. Ama bardağımın dibinde biram ılıksa, aynada koyu renkli lekeler varsa, fazlalıksam; en içten veen katışıksız acım, ayı balığı gibi, hem bir yığın et, hem geniş bir deriyle ve insanın içine dokunan ıslak, ama kötülük dolu gözlerle sürüklenip hantallaşıyorsa bu benim kabahatim mi? Hayır, plağın üzerinde çepeçevre dönen ve gözlerimi kamaştıran bu ufak elmas acının, dindirici olduğu söylenemez kuşkusuz. Alaycı bile değil. Kıvançla dönüyor, kendinden başkasıyla ilgilenmeyerek, bir orak gibi dünyanın tatsız yakınlığını kesip attı. Dönüyor şimdi ve hepimiz; Madeleine'i, şişman adamı, patron kadını, beni ve masaları, tahta sedirleri, lekeli aynayı, bardaklan, birlikte bulunduğumuz, evet sadece birlikte bulunduğumuz için kendimizi varoluşa bırakmış olan hepimizi, düzensizliğimiz içinde, günlük aldırmazlığımız içinde yakaladı. Kendim ve onun önünde varolanlar hesabına utanıyorum.

Bu ufacık acı, varolan bir şey değil. İnsanın canını sıkıyor bu nitelik. Yerimden kalkıp plağı üzerine konduğu yuvarlaktan çekip alsam, iki parça etsem bile ona dokunmuş olmam. O, ötede kalıyor, her zaman her hangi bir şeyin, bir sesin ya da bir keman notasının ötesinde. Kat kat varoluşun ötesinden kendini açığa vuruyor; sımsıkı ve incecik. Onu yakalamak istediğinizde varoluşlardan başka şeyle karşılaşmıyorsunuz; anlamsız varoluşlara çarpıp duruyorsunuz. Hepsinin ardında kalıyor, onu duyduğumu bile söyleyemem; ben onu açığa vuran sesleri, hava titre-şimlerini duyuyorum. Varoluşmuyor o, çünkü fazlalık hiçbir yanı yok; onun dışında her şey ona göre fazlalık. O ise öylesine olan bir şey.

Bende var olmak istedim. Başka bir şey istemedim hatta. İşte yaşantımın gizli nedeni: Aralarında bağ yokmuş gibi görünen tüm bu çabalann altında aynı isteği bulu-

Page 122: Jean Paul Sartre - Bulantı

214215

yorum. Bir saksafon notasının sesini nihayet açık, belirli bir hale sokmak için varoluşu benliğimden dışarıya atmak, dakikaların yağlarını boşaltmak, onları sıkıp kurutmak, kendimi arıtmak, sertleştirmek. Öğütlü bir öykü olabilirdi. Hatta zavallı bir adamcağız varmış, yanlış dünyaya gelmiş. O da diğer insanlar gibi parkların, meyhanelerin, ticaret kentlerinin dünyasında var olmaktaymış. Ama başka yerde yaşadığına tabloların bezleri ardında, Tintoretto'nun dükkanları ile Gozzoli'nin babacan Floransa'lan ile kitaplann sayfaları Fabrice del Dorigo ve Julien Sorel ile, gramofon plaklarının ardında cazların sert, uzun ilinti-leriyle yaşadığına inandırmak istiyordu kendini. Aptallaş-mış gibi davrandıktan sonra anladı. Gözlerini açtı, yanlışlık olduğunu gördü. Tam o sırada bir meyhanede, bir bardak ılık biranın karşısındaydı. Tahta sedirin üzerine yığılıp kaldı.

"Aptalın biriyim ben," diye düşündü. Tam bu sırada, varoluşun diğer yakasında, ancak uzaktan görülebilen ve yaklaşılamayan diğer dünyada, ufak bir melodi dans etmeye, şarkı söylemeye başladı. 'Benim gibi olmak, ölçüyle acı çekmek gerek.'

Plâk dönüyor.

Plağın burası çizilmiş olmalı, cızırdayıp duruyor. Ama insanın içini daraltan bir şey var. O da şu: İğnenin plak üzerinde öyle kısaca öksürmesi, melodiye hiç dokun-muyor. Melodi öyle uzakta ki! Bunu da anlıyorum, plak çizik olup eskiyebilir, şarkıcı kadın belki de ölmüştür, ben birazdan buradan ayrılıp trenime bineceğim. Ama bir şim-diden öteki şimdiye düşen geçmişsiz ve geleceksiz varoluş ardında, her gün biraz daha ayrışan, pul pul dökülen ve

BULANTI

ölüme doğru kayan su seslerinin ardında melodi, hiç değişmeden, sımsıkı ve genç bir halde acımasız bir tanık gibi duruyor.

Ses kesildi. Plak biraz gıcırdayıp duruyor. Yersiz bir düşten sıyrılan kafe, varoluş zevkini geviş getirip duruyor. Patron kadının yüzü kıpkırmızı; yeni dostunun beyaz yanaklarını çimdikliyor, ama bir türlü renk getiremiyor onlara. Ölü yanakları bunlar. Kılımı kıpırdatacak halim yok, uyukluyorum. New York'ta bir apartmanın yirminci katında sıcaktan bunalan, yeni tıraş olmuş, kalın kara kaşlı bir Amerikalı soluk soluğadır; ter damlaları yanaklarından aşağı süzülür. Sırtında bir gömlek, piyanosunun başına oturmuştur. Ağzında bir tütün tadı, düşüncesinde belli belirsiz bir melodi hayaleti vardır. 'Some of these days.' Tom, kıç cebindeki içki şişesiyle birazdan gelecek, ikisi birden deri koltuklara gömülüp ağzına kadar dolu bardaklarla viski içecekler ve gökyüzünün ateşi gelip göğüslerini yakacak; sıcak ve sınırsız bir uykunun ağırlığını duyacaklar. Ama önce şu melodiyi not etmeli. 'Some of these days.' Terli el, piyanonun üzerindeki kalemi yakalıyor. 'Some of these days, you'll miss me honey.'

Böyle olup bitti bu. Böyle ya da başka türlü, ne fark eder? Şarkı böyle doğdu. Doğmak için bu kömür kaşlı Yahudi'nin bedenini seçti. Kurşun kalemini gevşek gevşek tutuyor. Yüzüklü parmaklanndan kâğıdın üzerine ter damlalan düşüyor.

Page 123: Jean Paul Sartre - Bulantı

Niçin ben değilim? Niçin tam da içi pis bira ile alkol dolu bir ayı gerekiyordu."Madeleine, şu plağı yeniden koyar mısınız? Gitmeden önce bir daha

dinleyeyim."

216217

BULANTI

Madeleine gülmeye başlıyor. Gramofonun kolunu çeviriyor, işte başladı. Ama ben kendimi düşünmüyorum artık. Bir temmuz günü, odasının bunaltıcı sıcağında bu ezgiyi besteleyen o adamı düşünüyorum. Bu caz havasının, saksofonun ak ve ekşi ezgilerinin arasında düşünmeye çalışıyorum onu. Bunu besteledi, sıkıntıları vardı, işler umduğu gibi gitmiyordu. Üstelik onun istediği gibi düşünmeyen bir sevgilisi de olabilirdi, sonra o da birer erimiş yağ haline sokan o korkunç sıcak dalgası vardı. Tüm bunların imrenilecek bir yanı yok. Ama şarkıyı duydukça, bu şarkıyı New York'da ki adamın beslediğini düşündükçe onun çektiği acıyı ve döktüğü terleri... Heyecan verici buluyordum. Şanslı adammış. Ama kendisi bunu farkında değildi galiba. Mutlaka şöyle düşünmüştür: 'Biraz şansım varsa bu zımpırtıdan en azından elli dolar alırım.' Yıllardan beri ilk defa bir adam ilginç görünüyordu bana. Hakkında bir şeyler bilmek isterdim. Nasıl bir üzüntüsü olduğunu, bir kadınla mı yoksa yalnız mı yaşadığını öğrenmek isterdim. Hümanizm adına değil, tam tersine bu şarkıyı bestelediği için. Onunla tanışmak istemiyorum. Belki de ölmüştür. Onu, bu plağı dinlerken düşünmek istiyorum sadece. Öyle sanıyorum ki, birisi çıkıpta o adama, 'Fransa'nın yedinci kentinde, gar dolaylarında birisi seni düşünüyor,' derse, istifini bozmazdı. Ama ben onun yerinde olsaydım, bunu öğrenince mutluluk duyardım. İmreniyorum ona. Artık gitmeliyim. Kalkıyorum, bir an duruyorum, zenci kadının sesini de dinlemek isterdim, son bir kez.

Söylüyor. İşte kurtulanlar iki kişi oldu bile. Yahudi ve Zenci kadın kurtulmuşlar. Belk itamâmen kaybolmuş olduklarına, varoluşun içine batıp gittiklerine inanmışlardı.Oysa, onları düşündüğüm gibi, tatlılıkla kimse beni düşünemez. Kimse düşünemez. Anny bile. Onlar benim için birer ölü, birer roman kahramanı sayılabilirler; varoluş günahından temizlemişler kendilerini. Baştan başa değil kuşkusuz, ama bir insanın elinden geldiğince temizlemişler. Bu düşünce, birden allak bullak ediyor beni, çünkü bundan umudumu kesmiş bulunuyorum. Bir şeyin hafifçe bana süründüğünü duyuyorum, ama kıpırdamaya cesaret edemiyorum; çünkü kaçmasından korkuyorum. Unutmuş olduğum bir şey bu. Bir çeşit sevinç.

Zenci kadın şarkısını söylüyor. Onun var olduğu şu halde kanıtlanabilir mi? Birazcık da olsa, kendimi çok yılgın hissediyorum. Çok umudum olduğundan değil elbette.Some ofthese days You 'II miss me honey Ben de deneyeyim mi acaba? Söz konusu olan bir müzik havası değil elbette. Ama bende başka türden bir şeyler yapamaz mıydım? Bir kitap mesela. Başka şey olmaz ki zaten. Ama bir tarih kikabı değil? Tarih, eskiden varolan şeylerden söz eder. Bir varolan başka bir varolanın varoluşunu dpğrulayamaz. Benim hatam M. de Rollebon'u canlandırmaya kalkmak olmuştu. Yazacağım kitap başka türlü olmalı. Mesela öykü. Olamayacak bir

Page 124: Jean Paul Sartre - Bulantı

öykü, bir serüven. Güzel ve çelik gibi sert olmalı, varoluşlarını gösterip insanları utandırmalı.

Gidiyorum, içimde bir belirsizlik duyuyorum. Çok kararsızım. Bir karar almaya cesaret edemiyorum. Değerli, yetenekli olduğuma inanabilseydim... Ama asla bu tür bir şey yazmadım, tarih yazıları yazdım, hem de çokça. Bir

218219kitap. Bir roman. Romanımı okurlar. 'Bu kitabı Antoine Roquentim yazmış, kafelerden çıkmayan kızıl saçlı biriydi.' derlerdi. Şu zenci kadının yaşamını düşündüğüm gibi, onlarda benimkini düşünürdü. Değerli ve yan destanlaşmış bir şey düşünür gibi. Bir kitap yazmak için yorucu çalışmalar yapmak gerekir. Ama benim varoluşumu ve bu varoluşu duymamı engelleyemez. Fakat bir an gelir ki kitap biter. Benden sonra aydınlandığından ufacık bir ışık çizgisi de geçmişimi ısıtırdı sanırım. Belki bu kitap sayesinde ben de tiksinmeden geçmişimi hatırlayabilirim. Belki bir gün, özellikle bu anı, böyle iki büklüm, trene binmek için beklediğim bu sıkıcı anı düşünerek, yüreğimin hızlı hızlı çarptığını duyacağım, ve kendi kendime şöyle diyeceğim: "O gün, o saatte başlamıştı her şey." Geçmiş* teki evet yalnızca geçmişteki varoluşumu ancak böyle kabul edeceğim. Gece oluyor. Printania Oteli'nin birinci katında iki pencere aydınlandı. Yeni gann inşaat alanı ıslak kereste kokuyor. Yarın Bouville'ye yağmur yağacak.

SON

220

SENTEZ

Page 125: Jean Paul Sartre - Bulantı

YAYINCILIK DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ

GAZAP ÜZÜMLERİÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYORKIRMIZI VE SİYAHSAVAŞ VE BARIŞ (4 CİLT)ACIMAKHACI MURAT

Page 126: Jean Paul Sartre - Bulantı

ANNAKARENİNAARKADAŞKUMARBAZANAYERALTINDAN NOTLARGORIOT BABAİTİRAFLARIMBUDALA (2 CİLT)MARTIN EDENDON HİKAYELERİJOHN STEİNBECKHEMİNGWAYSTENDHALTOLSTOYSTEFAN ZWEİGTOLSTOYTOLSTOYGORKİDOSTOYEVSKİGORKİDOSTOYEVSKİBALZACTOLSTOYDOSTOYEVSKİJACK LONDONŞOLOHOV

SEFİLLER (4 CİLT)BABALAR VE OĞULLARVADİDEKİ ZAMBAKDİRİLİŞTANRILAR SUSAMIŞLARDIRSUÇ VE CEZA (2 CİLT)BULANTINANAKARAMAZOV KARDEŞLER(2 CİLT)ÖLÜ CANLARYÜZBAŞININ KIZIPARMA MANASTIRISİLAHLARA VEDAKIRMIZI ZAMBAKDENEMELER

VİCTOR HUGO

Page 127: Jean Paul Sartre - Bulantı

TURGENYEVBALZACTOLSTOYA. FRANCEDOSTOYEVSKİJ.P. SATREEMİLE ZOLADOSTOYEVSKİGOGOLPUŞKİNSTENDHALHEMİNGWAYA. FRANCEMONTAIGNE

* *p* ** WT* I

________

Bu kitap Müslüm Tarafından taranmıştır.