40
AŞİYAN Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi Mart 2012 / Sayı 3 •Hadi Ölüm Gidelim •Cehennemin Kapısı Aralanana Dek Yazmak •Selim İleri Röportajı Dosya Aaa, Bunun Kitabı Çıkmış! www.asiyandergisi.com www.facebook.com/bounasiyan www.twitter.com/asiyandergisi

Aşiyan Sayı 3

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Aşiyan Dergisi'nin üçüncü sayısı

Citation preview

AŞİYAN Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi

Mart 2012 / Sayı 3

•Hadi Ölüm Gidelim

•Cehennemin Kapısı AralananaDek Yazmak

•Selim İleri Röportajı

DosyaAaa, Bunun Kitabı Çıkmış!

www.asiyandergisi.comwww.facebook.com/bounasiyanwww.twitter.com/asiyandergisi

2 AŞİYANKonur Sokak No: 39 / 1 - 2 Kızılay / Ankara Yazışma: P.K. 79 Yenişehir / Ankara Tel: 0312-419 69 13 Faks: 0312-419 69 14 www.hece.com.tr [email protected]

ÖZEL SAYILARIHECE DERGİSİ

3AŞİYAN

AŞİYAN

Boğaziçi Üniversitesi Aylık Edebiyat Dergisi

Boğaziçi Üniversitesi Adına SahibiFırat Demir

Genel Yayın YönetmeniFırat Demir

Yayın KuruluAyşe Gül Cevahir

İslâm DalpFirdevs Ev

Fatma KahramanM. Berkan Şimşek

Reklam İşleri SorumlularıM. Safa Yaşar

RedaksiyonÇağrı Mutaf

Grafik/TasarımYunus Emre Açıl

Haber KuruluMuazzez Karacan

Merve Şen

FotoğraflarFirdevs Ev

Deniz Lefkeli

Matbaaİnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi Baskı

Tesisleri Çobançeşme M. Sanayi C. Altay Sk. No: 8PK: 34196 Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul

Matbaa Sertifika No: 10614

Katkıda BulunanlarMurat Alataş

Yazı Göndermek İç[email protected]

Websitewww.asiyandergisi.com

www.facebook.com/bounasiyanwww.twitter.com/asiyandergisi

İletiş[email protected]

İçindekiler

Haberler 4Göze Çarpanlar 7Şiir- Maden İşçisi 8Şiir- Karga 8Öykü- Günaydın 9 Deneme- Ve Bay İd Sahneyi Terkeder... 11Eleştiri- Cehennemin Kapısı AralananaDek Yazmank 12Deneme- Biri Bir Şey Deniyor, Ne Ola ki? 14Şiir- En El Hak 14 Öykü- Her Geceden Farksız 16Dosya- Uyarlamaya Giriş 17Dosya- Bir Vaka, Bir Zihin Bir Yürek 18Dosya- Bazıları Daha Eşittir 21Dosya- Romandan Senaryoya 22Şiir- Madam Sulhet I 24Dosya Eki- Yine, Yeni, Yeniden... Uyarlama Eserler 25Şiir- Yedikule 26Şiir- Islak Kediler Hikayesi 26Öykü- Yaşlılık 27İnceleme- Hadi Ölüm Gidelim 28Deneme- Ciğer Mavisi 30Şiir- Çikolata, Kahve Evim 32Deneme- Yolculuk Oynamak 33Röportaj- Selim İleri Röportajı 34Deneme- Uykusuzluk Falları 37Deneme- Merhaba Renkler 38

“Burası Aşiyan; benim değil, gerçek yolda ilerleyen temiz, cesur, yiğit gençlerindir...”Tevfik Fikret

Bu dergide yer alan yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aittir.

4 AŞİYAN

Aydın Doğan Öykü Ödülü Selim İleri’yeAydın Doğan Vakfı’nın Yönetim Kurulu, 1996 yılından bu yana düzenlenen Aydın Doğan Ödülü’nün, 2012 yılında “öykü” dalında verilmesine karar verdi.Doğan Hızlan (Başkan), Semih Gümüş ve Ömer Türkeş gibi isimlerin de aralarında bulunduğu Seçici Kurulu, uzun edebiyat hayatına sığdırdığı öyküleri, romanları, deneme yazılarıyla Türk edebiyatında ayrıksı bir yere sahip olması, geleneksel öykücülüğümüzü sahiplenerek kendi dilini ve üslubunu yaratması, gelenekle yeni arasında bir geçişi temsil etmesi ve sadece öykücü yanı ile değil, edebiyat yaşamı boyunca Türk edebiyatına yaptığı katkılar nedeniyle Selim İleri’yi bu alanda ödüle layık gördü. Ödül töreni 10 Nisan 2012 Salı günü İstanbul Hilton Şadırvan ve Balo Salonu’nda yapılacak. KAYNAK:Ntvmsnbc

Harry’le Bı̇rlı̇kte Büyüyenlere...

Dünya çapında ün kazanan Harry Potter serisinin yazarı J.K Rowling, yeni romanının yetişkinlere hitap edeceğini açıkladı.Kitabın basılması için ABD ve İngiltere’deki “Little, Brown” yayıneviyle anlaşmaya varan yazar, kitabın adı, konusu ya da yayımlanış tarihi hakkındaysa hiçbir açıklama yapmadı.Harry karakterinin Manchester –Londra arasındaki bir tren yolculuğu sırasında aklına düştüğünü söyleyen Rowling, serinin ilk kitabı olan Harry Potter ve Felsefe Taşı’nı 1997 yılında, yedinci ve son kitap olan Harry Potter ve Ölüm Yadigarları’nı ise 2007’de yayımlamıştı.

KAYNAK:Anadolu Ajansı

Telefon Kulübesı̇ Mı̇ ?Hayır, Kütüphanesi

Tasarımcı John Locke, insanların daha çok kitap okuması gerektiği fikrinden yola çıkarak Phone-books adlı bir proje geliştirdi. Kafasında, telefon kulübelerine eklemlenen kitaplıklarla, insanların kitap alıp, yerine yenilerini koyacakları bir işleyiş hayal ettiğini söyleyen tasarımcı, New York’ta yerleştirdiği kitaplıklardan birinin hayal ettiği şekilde işlev gördüğünü, fakat diğerinin kitap raflarıyla birlikte çalındığını sözlerine ekledi.

KAYNAK:Sabah

Haberler

5AŞİYAN

Bodrumda Bulunan Eşsı̇z Koleksı̇yon

1994 yılında 66 yaşında vefat eden Billy Wright’a ait çizgi roman koleksiyonu, Dallas’taki Heritage Müzayede Evi’nde düzenlenen açık artırmada 3.5 milyon dolara satıldı. Koleksiyoncular, Wright’ın yeğeni Michael Rorrer’ın, geçen yıl ölen yengesinin evini temizlerken bodrumdaki bir dolabın içinde

bulduğu 345 çizgi romandan oluşan koleksiyonun bir eşinin daha kalmadığı görüşünde.Müzayedede yer alan eserler arasında,orijinal fiyatı yalnızca 10 sent olan ve Batman’ın nasıl ortaya çıktığını anlatan 1939 tarihli “Detective Comics No. 27” çizgi romanı, 523 bin dolar ile en yüksek fiyata alıcı

bulurken, Süpermen serisinin ilki olan 1938 baskısı “Action Comics No. 1”, 299 bin dolara, 1940’da yayımlanan Batman çizgi romanının ilk sayısı ise 275 bin dolara satıldı. Adolf Hitler’in kapağında yer aldığı “Captain America No. 2” ise 114 bin dolara alıcı buldu.

KAYNAK:AA,Hürriyet

Kurbanlar, Katı̇ller Ve Dedektı̇flerÜniversitemizin Edebiyat Kulübünün Türk Edebiyatı Komisyonu olarak edebiyatı bir araştırma alanı, bir oyun ve bir ortak dil olarak kullanmayı seçen bizler, etkinliklerimize Türk ve dünya edebiyatından örneklerini tartışacağımız Polisiye Okuma Grubu ile devam ediyoruz. Şubat ayında gerçekleşen tanışma toplantısının ardından polisiye öykünün öncüsü Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayetleri ile açılan okuma grubumuz Mayıs ayında noktalanacak.Eğer sizler de bizim polisiye ve dedektiflik öykülerine olan düşkünlüğümüzü paylaşıyorsanız en kısa zamanda bizle iletişime geçip grubumuzun bir parçası olabilirsiniz. Bu arada etkinliğimizin sürpriz söyleşiler ve film gösterimlerini de içerdiğini belirtelim.

Facebook’un Austen Oyunuİngiliz yazar Jane Austen’ın romanlarında yarattığı dünya, Rogues and Romance adlı Facebook oyunu ile Mart ayında Facebook kullanıcıları ile buluşuyor.Legacy İnteractive tarafından yaratılan ve yazarın en ünlü karakterlerinden Elizabeth Bennet ve Mr. Darcy’nin Gurur ve Önyargı romanından kaçtığı oyun ayrıca Austen’ın altı romanını da hikayeye katıyor. Oyunu oynayacakların görevi, ikiliyi yakalayıp, romana dönmeleri için ikna etmek. Romanlardaki anahtar bölgelerin adapte edildiği oyunun yaratıcılarına göre, bugüne dek birçok şekilde beyazperde, tiyatro, roman vs. gibi çalışmalara adapte edilen Jane Austen, sosyal medya sitesi oyunu olarak tasarlananan ilk yazar. KAYNAK:Sabitfikir

Haberler

6 AŞİYAN

Hayal Kurmak Özgürleştı̇rirKurucu kadrosunda Altay Öktem, Barış Müstecaplıoğlu, Doğu Yücel, Erbuğ Kaya, Hamit Çağlar Özdağ, Kayra Küpçü ve Yiğit Değer Bengi‘nin yer aldığı Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği, FABİSAD, ülkemizde fazla ciddiye alınmayan, alınsa da pek çok kişi tarafından alt tür yaftasıyla sunulan fantastik, bilimkurgu ve korku türlerinin gelişmesine ve yaygınlaşmasına katkıda bulunmayı şiar ediniyor.Sevin Okyay, Giovanni Scognamillo, Kenan Yarar, Sadık Yemni ve Hasan Çolakoğlu gibi isimlerinde aralarında bulunduğu dernek üyeleri, bu türlerde üretim yapmak isteyenlere fırsat sağlamak ve üretilen eserlerin birçok kişiye ulaşması için paneller, yarışmalar, festivaller ve daha pek çok farklı faaliyetler düzenlemeyi planlıyor. KAYNAK:Egoistokur

500 Yenı̇ Masal

Almanya’nın en eski şehirlerinden Regensburg’de sihirli hayvanlar, cesur prensler ve şeytani cadıların olduğu 500 adet yeni masal bulundu.150 yıldır Alman tarihçi Franx Xaver von Schönwerth’e ait arşivde yer alan hikayeler, efsane, mit ve masallardan oluşuyor. Yapılan açıklamaya göre, Schönwerth’in arşivinde masalların yerel versiyonlarının yanı sıra, yeni masallar da yer alıyor.Yıllarını halka, hizmetlilere ve işçilere gelenek ve göreneklerini, tarihlerini ve alışkanlıklarını sorarak geçiren tarihçiye ait bazı masallar, Prinz Roßzwifl adıyla yayınlamıştı.

KAYNAK:Ntvmsnbc

Kayıp Hı̇kaye Gün Işığında

Charlotte Brontë’nin uzun zamandır kayıp olan ve L’Ingratitude adıyla anılan kısa hikâyesi ilk kez yayımlanacak. Kız kardeşi ve kendisinin Fransızca öğretmeni olan Constantin Heger’ın verdiği üzerine yazdığı ve gramatik olarak hatalarla dolu bu hikaye yazarın bilinen ilk ev ödevi olma özelliğini de taşıyor. Fabl benzeri bu öyküde babasının aşırı korumacı tavırlarından kaçan düşüncesiz genç bir farenin maceraları anlatılıyor. Öykünün La Fontaine’nin çalışmalarından uyarlandığını düşünen Brükselli arşivci ve Brontë uzmanı Brian Bracken taslağı Belçika’daki Royal de Mariemont Müzesi’nde buldu.Heger’e aşık olduğu bilinen Brontë’nin, Villette ve The Professor romanlarını da bu aşktan esinlenerek yazdığı düşünülüyor.

KAYNAK:Guardian

Haberler

7AŞİYAN

Latin Harfleriyle Kâmûs-ı Türkî 1901 yılında İkdam Gazetesi’nde yayımlanan, Şemseddin Sami’nin Kamus-i Türki’si 112 yıl sonra Latin harfleriyle raflardaki yerini aldı.Yrd. Doç. Dr. Raşit Gündoğdu, Yrd. Doç. Dr. Niyazi Adıgüzel ve Ebul Faruk Önal tarafından hazırlanan sözlüğün sunuş yazısında dilde kullanılan kelimelerin anlamının herkes tarafından bilinmesinin mümkün olmadığı, bu nedenle kelime-lerin manalarını açıklayan sözlüklere ihtiyaç duyulduğu ifade edildi.Kelimelerin, 31 harften oluşan Osmanlıca alfabeye göre sıralandığı eser, özel-likle Osmanlıcayı yeni öğrenmekte olan tarih, edebiyat, arşivcilik ve kütüphane-cilik öğrencilerine yardımcı olmayı hedefliyor. Çalışmada önce kelimenin Osmanlı harfleriyle, daha sonra Latin harfleriyle okunuşu yazıldı. Sözlükte kelimenin manası esnasında orijinaline sadık kalınmaya çalışıldı ve bazı yerlerde sadeleştirilme yoluna gidildi.Latin harfleriyle basılan sözlükte, ‘’Kamus-ı Türki’’nin orijinal giriş sayfası, Şemseddin Sami ile İkdam Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Başyazarı Ahmed Cevdet’in yazdığı önsözlere de yer verildi.

KAYNAK: Sabah

Orhan Veli’nin Sesinden ŞiirlerKız kardeşi Füruzan Yolyapan’ın yıllarca sakladığı ve klasik bantlardan da önceki bir teknikle “tel”e okuduğu kayıtlarda Orhan Veli, en beğendiği 22 şiirini seslendi-riyor.Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Beni Bu Güzel Havalar Mahvetti kitabı ve bu kitapla birlikte verilen CD, Orhan Veli’nin çok eski bir kayıt yöntemi olan “tel”e okuma ile kaydettiği ses kayıtlarından oluşuyor. Bu kayıtlarda Orhan Veli’nin kendi sesin-den dinleyeceğimiz şiirleri ve bir de Karagöz oyunu bulunuyor. Kız kardeşi Füruzan Yolyapan’ın yıllarca sakladığı ve klasik bantlardan da önceki bir teknikle “tel”e okuduğu kayıtlarda Orhan Veli, en beğendiği 22 şiirini seslendi-riyor. Bir dost ortamında kaydedilen bu şiirler, ölümünden yıllar sonra, Orhan Veli hayranları için gün ışığına çıkıyor. Orhan Veli’nin kızkardeşi Füruzan Yolyapan, bu kayıtların bir evde, bir yılbaşı eğlencesi sırasında kaydedildiğini tahmin ettiğini ama bu konuda pek bilgisi olmadığını, kayıtların da kendisine küçük ağabeyi Adnan Veli ölünce onun ahbabı Orhan Boran’dan geldiğini söylüyor. Beni Bu Güzel Havalar Mahvetti’de ayrıca, Orhan Veli’nin hiç bilinmeyen bir yanını, Karagöz oyunlarına merakını, oynatmadaki ustalığını da öğreniyor, kısa bir Karagöz muhaveresini kendi sesinden dinliyoruz.

Kaynak: Ntvmsnbc

Nâzım Hikmet’ten Piraye’ye 581 Mektup

Mehmet Fuat’ın hazırladığı Nâzım Hikmet’ten Piraye’ye Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları tarafından özel bir baskıyla basılan bir kitaptan ve içinde 26’sı zarfları ile birlikte birebir çoğaltılan mektupların bulunduğu özel bir kutudan oluşuyor. Sadece 1000 adet basılan ve her ikisi de ortak olarak numaralandırılan kitap ve kutu içinde yer alan mektupların

tasarımını GMK Başkanı Grafik Tasarımcı Yeşim Demir, Yapı Kredi Yayınları için özel olarak hazırladı.

Kaynak: Cumhuriyet Haber Portalı

Göze Çarpanlar

8 AŞİYAN

maden işçisiNEMO

gayet kolay giymesi verirsen onlara da. bedenler yorgun olsa dabağlamak kolay beyaz yıldızlı bir kravat. dimdik durmak da kolay eğilmedikçe koca bir kürek-atmak için, toprağa.

gayet kolay yemesi midede hastalık yoksa. alışmamış olsa daiçmek kolay benim gibi-bir kadeh şarap. bıçak kullanmak da kolay suratında yuva yapmış sinekten-büyükse, ekmek.

gayet zordur var saymasıbakma acıyan suratlara. İki gözü olsa daölmek kolay hâlâ, yoksa para yoksa banka-dasesini kesmek de kolay öğün verirsen koca bir adama, Afrika’da.

KargaÇAĞRI MUTAF

Tutmuş mavikarası gece göğünün kanatları altında yara açarak can veren kuşları,tüyleri tül köz bezeli bulutçul çöküşleri, eriyerek.Dişleyerek kabrin toprağını açlıklardan bıkmışçaDirim.

Ve tanrılar kendilerine geri verilen şiddeti uyardılar!

Önce öç duydu gözler, işitti yakan düşlerini nesnelerin sonrabeklemiş ve gidememiş hüznün kulakbebekleri.Ne ışık görülür toprak üstünde arşınlanınca dünya.Ne düşleyerek kibrin yalağından içilen son nefes pınarındacan verecek umut, lanetin aciz patlamalarıyla alay etmeden.

Saf haliyle bir şişede korku, bulaşacak ellerinize!

Ve tanrılar kendilerine geri verilen kudrete inandılar!

O doğuşun dibine akan soğukluğa sormalı Karga:Saf bir hüzün, beklerken Araf’takalır mı öcün korkusu hainlerin mezarlarında?Başladığı yerde sonlanıyor her dirimAraf’tan sonra öç var mıdır cehennemde?

O korku bulaşacak sonsuzluğuna çürümüş damarlı katillerin!

Ve tanrılar kendilerine geri verilen kurbanlarına sordular:

Katliniz delili değil mi Yüce Sevinin mevcudiyetinin?

Şiir

9AŞİYAN

Günaydın?

FİRDEVS EV

Rüyasında bir köpeği kovaladığını görüyordu. Son derece şekilsiz, betonu ayaklarını yakan bir yokuş boyunca, basit bir sokak köpeğini… Yetişebilmek için canını dişine takıyor, tırnaklarını asfalta geçirerek hız kazan-maya çalışıyor, bir yandan nefes nefese kalıyor ama bir yandan da hiç yorulmuyor oluşunu fark edip kendini tatminsiz hissediyor, bir an önce çıldırıp bu rahat ruh halinden çıkmak için yanıp tutuşuyordu. Hızı artıyor gibiydi gittikçe; fakat her nasılsa, yolun kenarındaki çınar ağacının hiç değişmiyordu yeri.Bir korku çığlığıyla uyanmadı; onun çığlığı rüyayı “bitiremeden” uyandığı içindi. Yorganına hızlıca bir yumruk geçirdi ve hızını alamayınca bir tane daha, bir tane daha… Çareyi onu duvara fırlatmakta bulduktan sonra ya-taktan kalktı. Yerde cansız yatan yorga-na son bir tekme… Gözlerini sımsıkı yummuş vaziyette aynanın karşısına geçti hemen. Yumruklarını şakaklarına bastırıyor, dudakları açık şekilde dişlerini sıkıyor ve yavaş yavaş, belli ki bir hayli zorlanarak, ağzına bir gülümseme şekli vermeye çalışıyordu. Bütün mimiklerini yorarak rahatlamaya başlayınca gözlerini çok yavaş ve tedirgin bir biçimde açmaya çalıştı. Aynada artık diş ma-cunu reklamlarından çıkmış bir gülümseme parlıyordu. Büyük bir heyecanla haykırdı: “Gü-nay-dın Fikret Tunç! Bu sabah nasılsın, umarım dün gördüğümden bir susam boyu bile olsa iyisindir! Gü-nay-dıın!” Bugün ofiste zor bir gün olacaktı, düşününce morali bozuldu. Muhtemelen o suratsız patron yine herkese takacak, ortalığı ayağa kaldıracaktı. Yüzü ekşidi ama bir yandan da utanmıştı nedense. Bu endişeli düşüncelerle yolda yürürken birden karşıdan birinin geldiğini fark etti.

Aniden güçlü bir nefes çekti içine. Gittikçe kendisine doğru yaklaşan kişinin kim olduğunu daha görmemişti ama yine de telaşlanıyordu. Hemen duruşunu dikleştirdi, kendine bir çeki düzen verdi, hızlı bir hareketle önce nefesinin kokusunu test etti sonra saçlarını geriye yapıştırdı. İşte ordaydı, yüz yüzeydi. Pazara gitmek üzere çantasını koluna takmış, kısa boylu, şirin, yaşlı bir hanımefendi. - Günaydın, bayan! Umarım bugün keyfiniz yerindedir!Oh! Doymuş bir büyük bir nefes vücudundan çıkarken yüz ifadesi sarf ettiği büyük coşkunun etkisiyle sırıtır vaziyette kalmıştı. Kadın önce şaşırarak suratına baktı ama sonra bulaşmak istemeyen bir tavırla kafasını öne eğip yürümeye devam etti. Fikret Tunç kendini inanılmaz

rahatlamış ve tatmine ulaşmış hissetti önce. Yapması gerekeni yapmıştı. Mora-linin bozukluğunu yansıtmamış, “günaydın”ını vermişti. Acaba anlamış mıydı endişeli olduğunu, patronunu düşündüğünü? Gülümsemesini bu sefer gayet ustaca ayarladığını düşünmüştü ama ya gözleri gülmediyse? Kafasını çevirip yaşlı kadına bir kez daha seslenecekti ki solundaki evden bir çocuğun çöp atmak için kapıyı açtığını fark edip hiç tered-düt etmeden görev aşkıyla ona döndü:

- Günaydın, genç adam! Çocuk aniden sıçramış, korkudan elindeki çöpleri yere düşürmüştü. Cevap veremedi ama adamın arkasından şaşkınca bakmaya devam etti. Çocuklar hedef kitlesi içerisinde en zor ve önemli kısmı oluşturuyordu. Onların kesinlikle, hiçbir şekilde mutsuz olduğunu görmemesi gerekirdi. Kesinlikle! Çocuklara örnek olmak lazımdı, onları incitmemek lazımdı, onlara güzel ve inanılmaz mutlu bir dünyada yaşadıklarını arada hatırlatmak lazımdı. Çocuğa verdiği her zamankinden yüksek sesli “günaydın” için kendiyle gurur duydu. Sokağı döndükten sonra görece ıssız olan yola girmişti. Apartmanlar ve evlerden ziyade mahallenin ter-zisi, elektrikçisi ve başka dükkanların olduğu bu sokak-

Öykü

10 AŞİYAN

tan geçerken “Aslında neden erken açmıyor dükkanını esnaf?” diye düşünürdü hep. Tüpçünün önünden geçerken beyaz perdenin arkasına saklanmış bir adamın korkulu gözlerle kendisine baktığını görür gibi oldu. Göz göze gelince ışık hızıyla kapandı perde. Haa, demek tüpçü erkenciydi bugün. Çok işi olmalıydı yoksa her halde bir “günaydın”ı esirgemezdi. Sokakta kimse olmamasına rağmen etrafına gülücükler saçarak yürümesine devam etti. Arada binaların arasına hafifçe kafasını uzatmayı ihmal etmiyordu. Yolun kenarında duvara dayanmış bir şekilde elindeki telefonuyla uğraşan, kırtasiyecinin kızı Şenay’ı gördü. Hiç sevmiyordu bu kızı. Her zaman yüzünde bir somurtma, bir memnuniyetsizlik olurdu. Sadece kendi yaşlarında bir erkek geçerse kafasını kaldırıp bakar, anca o zaman gülümserdi. Yaşıtları kız arkadaşlarına bile nefretle bakardı. Ne kadar ayıp bir şeydi öyle etrafına mutsuzluğunu bu kadar belli etmek! Eyvah! Yine de konsantre olmalıydı. Eyvah, kendisini sevmediğini anlayacak mıydı şimdi? Hayır hayır, böyle bir kötülüğü ona yapması imkânsızdı! Hem de ergenlik çağındaki bir kıza! Belki bir daha hiçbir erkeğe güven-mezdi ya sonra? Diliyle dişlerini temizledi, bir iki tuhaf ses çıkardı ağzından, derin bir nefes aldı ve, - Günaydııınn, Şenay! Ne kadar güzelsin ve çok hoş kokuyorsun bugün!Genç kız öyle korkmuştu ki bu ani haykırışa, yerinden sıçradı ve öfkeyle yoldan kaptığı bir taşı Fikret Bey’e atacak gibi kaldırdı. - Sana da günaydın, of! Ödümü koparttın deli mi-

sin nesin sen? Hayret ayol, ne demişti ki şimdi? Demek ki bu kız o kadar mutsuz ve sıkıcı bir hayat yaşıyor olmalıydı ki yanından geçen komşusunun küçücük bir “günaydın”ı bile kendisini bu kadar şaşırtabiliyordu. İyi olmuştu o za-man “günaydın” dediği. Fikret Tunç aynen bu şekilde birkaç sokak daha yürüdü. Birkaç kişiyi daha korkuttu, karşılaştığı bakışlardan da bazen ürktü ama bir tanesi çöpçü arabasına asılı vaziyette giden çöpçü ile yaşı geçkin eczacı Mur-

taza Bey olmak üzere iki dünya tatlısı olduğuna kanaat getirdiği insanın kendisine “günaydın”larıyla cevap vermesi gününü kurtarmaya yetmişti. Hâlâ bu dünyada nezaket sahibi iyi kalpli insanların yaşadığını görmek ne kadar iyi bir haber, aynı anda ne kadar da iç burkucuydu. O iki insanla arasında geçen o uyumu, birbirini tanımayan iki insanın arasındaki o mucizevi ve hümanist iletişimi tadamayan Şenay, bakkal Sami ve diğerleri için üzüldü. Ama tabii kimseye belli etmedi umutsuzluğunu. Ofiste de her şey ters gitmemişti aslında. Her zamanki gibi aksi bir adam olduğuna inandığı patronunun iyi niyetli sabah selamlarına çatık kaşlarla ve “İşinin başına!” diye bağırarak cevap vermesi kendisini pek şaşırtmamıştı. Ne de olsa “negatif” insanlar her yerdeydi! Bütün gün boyunca tek başına karanlık ofisinde çalışmaktan her gün olduğu gibi bugün de sıkılmıştı ama hiçbir şekilde gördüğü kimseye bunu yansıtmayarak asil bir iş yaptı. O gün de boş kaldığı her dakikada kendisini, müşterileri güler yüzle karşılayan ve herkesin de güler yüzle karşıladığı bir otel resepsiyoncusu olarak hayal etti. Eve dönüş yolunda yorgunluğunu kimsenin anlamadığına emin olana kadar dinçleşmeye çabaladı. Arada uygun “iyi akşamlar”ı verdiğinden emin olamayarak tedirgin olduğu oldu. Çocuk parkına yakın ağaçlı sokakta bir kedinin yanından geçerken yine o tanıdık tedirginliklerinden birini yaşadı. Bunu boş geçemeyeceğini biliyordu ama bir yandan da sokaktaki insanlar bir kediye “iyi akşamlar” dediğini görürlerse hakkında ne düşünürlerdi? Hafifçe kafasını eğerek fısıltıyla “İyi akşamlar kedi”

diye yapması gerekeni yapmaya karar verdi ama kendi kendine bir sessizlikten sonra tatmin olmadığını anladı ve aniden geri döndü. Kedi bu ani hareketten ürkerek kaçmaya başlamıştı ama olsun, şu anda hiçbir engeli kabul edemezdi. Mümkün olduğunca sesini duyurmaya çalışarak “İyi akşamlar kedi!” diye bağırırken kedinin peşinden koşmaya başlamıştı bile… Hayat yorucuyken mutlulukların peşinde koşarken de güzeldi.Rüyasında bir kediyi kovaladığını görüyordu. Son derece şekilsiz, betonu ayaklarını yakan bir yokuş boyunca, basit bir sokak kedisini… Yetişebilmek için canını dişine

takıyor, tırnaklarını asfalta geçirerek hız kazanmaya çalışıyor; fakat her nasılsa, yolun kenarındaki çınar ağacının hiç değişmiyordu yeri.

Öykü

11AŞİYAN

Ve Bay İd Sahneyi Terk Eder…İSLÂM DALP

“Bir uzun şiirdi okuduğum ve bitti. Süreli bir okuma periyodu olup olmadığını değil bunun ama içimdeki zamanla yayılışını anlatmak istiyorum. Kendileri uzun yüzlü, şiir gözlü bir ağabeydir [öyle diyor]. Yetişemedim gerçi varlığına ama selamıma karşılık veriyordur [kösnül bir hareketle de olsa], ne de olsa İlhan Berk’ten bahsedi-yoruz. Yani Behçet Necatigil’in deyimiyle “şiirimizin uç beyi”nden. Aslında İstanbul ile bir gelişi vardı ki yeni bir şeylerin çıkacağının delişmen bir habercisiydi. Her neyse, anlatacağım hikâye, içimdeki serüveni Berk’in…Eni kalınlığından biraz az olan bir kitapta tanıştık onunla [annem, kiremit mi bu diye sormuştu]. Ne şiirdi ne de düzyazı, standartlara göre… [O, kalıplara sığmayacak bir adamdı] İki bin küsur sayfada her yere yolculuk yaptık onunla. Bazen oturup saatlerce tartıştık ama o bir dize söyledi ve bitirdi öylelikle her şeyi. Memet Fuat boşuna dememiş “dokunduğu her şey şiir” diye. Onun evreninde en adi bir nesne dahi konuşuyor. Duyguları var ve düşünüyor. “Adı varsa düşünüyor” diyor Berk. Şeyler, her şeyler… Kendime çok şey baktım sayesinde, çok şey kazandım. Ki harfler ve sayıların ruhu olduğunu biliyordum, çok sohbetimiz oldu onlarla. Ama onun kalemindeki kitle daha bir yaşanılır kılmış sevgili sayıları. Şairin Kanı ve Şiirin Gizli Tarihi defalarca okunması gereken iki kitap, tabii şiirle alakası olan herkesin [bir nokta daha eklemek istiyorum: batıdabütünyazarlarönceşairsayılırlarsonraromancıhikayecigibi adlar alırlar. Onun için herkes şiir okuyucusudur biraz.] İlginç demek ne kadar doğru bilmiyorum ama milletçe içimizi açmadığımızdan ötürü, olduğu gibi konuşan yazarları da garip karşılıyoruz nitekim!Bu tarihten ve cinsellikten beslenen adamı servi boylu bir okuma ile yaladım, yuttum; yırttım, çizdim, yeniden yazdım… Dizeler aşırdım diyeceğim ama İlhan Berk’in yazdığının dışında pek büyük bir dünya kalmıyor. Onun için ne alsak, onun atlasında elbet bir yeri vardır, (ç)alıntı kategorisine girebilir. [Bu durumda onu hangi tanrısı yargılayacak?!] Onun için ödünç alıyoruz kendilerinden. [Onun edebîliği karşısında bize ne kadar ömür düşer ki?!]1 İnanın dün gece bilmemkaçıüçgeçe tam hüma kuşunun şarkısı bitmek üzereyken, sokak kedisinin2

çığlığı yükseliyorken bitirdiğimde Bütün Şiirleri’ni şok oldum. Hem onca sayfanın bitmiş olmasına hem de şiirlerinin sonunun gelmiş olmasına. Demek sustu kalemi Berk’in… İşte kalem yazıyorum. Şiirleri defalarca okunduktan sonra geriye doğru bir kavis çizerek bir daha

okunuyormuş İlhan Berk. Öyle diyor Delphi kâhinleri3… ”İlk okuyuştaki heyecan hiç eksilmemiş bende ama bu sefer Gülten Akın’ın romanlık dizesi çöktü yüreğime kitabın kapağını kapatınca: Sonra işte yaşlandım…

[Menzil tanımayan uzun namlulu bir şiir gibisin…]

1 Açtığım şu parantezleri ve dipnotları görseydi, mutluluk krizine girebilirdi belki. Sırf pislik olsun diye çizdiğim şarkıları, doladığım boyaları görseydi de… Hele ki şu soru işareti ile ünlemi yan yana kullanışımın altına imzasını da atardı!2 ki sokak kedileri evsizdir…3 ki onlar Fatih’in müjdesi, İstanbul’u çok severler…

Deneme

12 AŞİYAN

Cehennemin Kapısı Aralanana Dek Yazmak

PELİN SAVTAK

Edebiyat bir oyundur çoğunlukla. Ve oyuna ait ke-limeleri bulma süreci heyecan işidir ki bu heyecan merak ve huzursuzlukla tetiklenen sancılı bir süreci barındırır. Bu süreç bazılarını içine öyle bir alır ki, dünyanın her gün gözün başka bir noktasına batan gerçeklerini gördükçe ve kendilerinin mükemmel varsayılan çünkü kimsenin değiştirmeye yanaşmadığı bir düzende başıboş bir gezgin olduklarını hissettikçe yalnızlaşırlar. Hâlbuki o bazıları için mükemmellik, normalliğin kristalleşmiş halinden öte bir şey değildir. Tam da Richard Brautigan için olduğu gibi. San Francisco, Washington Meydanı’nda Benja-min Franklin heykelinin fotoğrafı... Bu heykel o yıllarda dile gelecek ve Brautigan’a Amerika’da Alabalık Avı’nın uyanışını duyuracaktı. “İçindeki bu huzursuzlukla oraya çakılıp dünyayı seyrediyor olamazsın!” Ve karısını, kızını, daktilosunu alarak yollara düştü 1961’de. Onun için hayat bir tür bilinçlenme haliydi, şehirdeyse o yıllarda durum tam tersiydi. Her şeyin kötüye gittiğini bile bile ilerleme süreci… İkinci Dünya Savaşı’nın üstüne bir de McCarthycilik eklenmiş, uyuşturucu ve eşcinsellik ise polis tarafından yeterli birer kaos sebebi sayılmıştı. Idaho’ya gitti, tabiat ve önemsiz anlar onun yaşamak istediği hayatın arkhe’leriydi ve yazdı. Yazdıkları sürreal-di, naifti, hayat verdiği ırmaklar, barakalar bazen kendisi gibi kırılgan bazen de uçsuz bucaksız tehlikeliydi. Çoktan ölmüş sahibinin ruhuna itaat eden barakaların olduğu yerlerden vahşi çiçek tohumları ve kan kokan nehirlerin toprağa uzanmasının hikâyelerini anlattı Amerika’da Alabalık Avı’nda. 1967’de kitabın yayımlanmasıyla birlikte tanınmaya başladı. Bu sırada dünya çalkalan-makta olan bir kazandan farksızdı. Beat’ler Brautigan’ı seviyordu, kendisi de on yıl kadar onlarla toplantılar yapmış, tartışmıştı. Fakat kendini hiçbir zaman onların yoluna ait hissedememişti. Onların karşıt hareketinin ortaya koyduğu kelimeler açıktı, cüretkârdı. Kendisinin ise şiirleri lirik ve naifti ve onların içerdiği aşkın her türlü karşıt hareketten güçlü olduğunu düşünüyordu. Yeni Sol, Brautigan’ı pasif bularak kuşkuyla yaklaşsa da hippilerin de dahil olduğu birçok kesim onu seviyordu. Kısacası kendisi o yıllarda Beat Kuşağı ve 1956-1972 yılları arasında Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık’ta başlayıp merkez üsleri başta olmak üzere pek çok ülkeyi ve grubu kasıp kavuran, Rexroth’un The Making of the Counter-culture adlı makalesinde iyice anlattığı “karşı kültür” arasında temelleri sağlam bir yer edinmişti. Peki gerçek anlamıyla ne yazdı Richard

Brautigan? Eserlerinin bahsettiğim yıllarda başucu olmasını sağlayan neydi? Basit bir şekilde onda kendilerini mi buluyorlardı okurlar, yoksa gerçekten herkesin içinde yanan gitme kıvılcımının alevini içinde sönene dek taşıdığı için, kendilerinin göze alamadıklarını gözlerinin önünde tutmak için mi okuyorlardı? Ne fark ederdi doğrusu, kendi köşe başlarında yiyecek parasını çıkarmaya çalışırken, terk edilmiş çöllerde kendiyle yakınlaşmaya çalışırken onu kimse umursamamıştı da bir kitapla her şey değişecek miydi? Hayır elbette. Yalnız bu tutumu onun duyarlılığını giderek keskinleştirecek ve gün geçtikçe daha fazla acıya sebep olacaktı. Kara mizah, parodi, iğneleme... Amerika’da Alabalık Avı’ndaki serüvenlerden sonra yine sürreal bir kitapla karşımıza çıktı: Karpuz Şekerinde. Çoğunlukla hayatın “benÖLÜM” adlı bir mekanda geçtiği ve her şeyin, tıpkı anlatıcının hayatı gibi karpuz şekerinden yapıldığı bir yer. Hayatsa tekdüze sıfatına layık çoğu zaman, güneşin her gün başka renk doğduğunu saymaz-sak. Anlatıcı ise kendini oldukça alışılmadık şekillerde tanımlıyor: Belki de alabalıklar yüzüyordu su birikin-tisinde ama nehir sadece sekiz santim enindeydi ve ay benÖLÜM’ün üzerinde parıldıyordu ve karpuz tarlaları alabildiğine ışıldıyordu, karanlık ve ay her bitkiden doğuyor gibiydi. İşte benim adım o. Sanki kendinden bahsediyor yazar, karanlık gecelerin ışığıdır çünkü çoğunlukla Brautigan, aktivist değildir ama sevinmeyi bilir güzel bir his yüreğine sızdığında. Öyleyse unutmadan geçmememiz gereken bir diğer kitabına bir göz atalım: Talihsiz Kadın. Ölmeden önce yazdığı son kitabında iç sıkıntısının başıboşluğunu hissettiriyor. Alıştığımız içine kapanmış, kırılgan, yenik karakterler var, koca bir evren karşısında yenilginin ağır ağır yalnızlaştırdığı. İki kadının intiharı üzerinden giden kitabın kurgusu da yine zekice işlenmiş. Yer yer okuyanın yüreğini dağlarken, anlık bir hoşlukla kahkahalara boğabiliyor. Sonu ise Brautigan’ın intiharının haberini önceden getiren bir güvercinin kırık kanadı. 82’de yayımlanan bu kitabından önce artık eski ününe sahip olmadığı yıllarda Japonya’da hâlâ çok okunan bir yazarken Tokyo-Montana Ekspresi’ni yazıyor. Aynı zamanda Kürtaj ve Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek de diğer önemli kitaplarından. Şöhretinin azaldığı yıllar demişken, eşine az rastlanır duyarlılığı bu zamanlarda iyice yakasına yapışan bir hastalık olacaktı Brautigan için. İnsanlar için harcadığı enerjisini kendine yoğunlaştıracak ve içsel nöbetlere adayacaktı kendini. Dünya artık onun için çocukluğunun içini acıtan lekeli battaniyesiydi sanki, dokunmaya cesaret edemeyeceği. Bir tür transendantalizme adamıştı kendini, doğanın parçasından öte artık o olma yolundaydı. Elbette şu satırları yazan birisinden bahsederken kötü niyetli cümleler kurmak kalben yakışmazdı insan olmanın vaktiyle yaraladığı her canlıya: Var ettiğiniz küçük kümelerin içinde daha da yalnızlaşırken, bir devletin herhangi bir kararının bir

Eleştiri

13AŞİYAN

çoğunluk için iyiyken bir biçimde herhangi bir azınlık için kötü olmak zorunda olduğu gerçeğini görürken, sevgilinizin bir var bir yok olacağını, o hep kalsa da aşkın başıboş bir gezginden ibaret olduğunu hissederken, dünyayı kalemlerin ve kılıçların değiştirdiğini bilirken, ucuz bir merhemden öteye gidemeyen sevgiyi yalnızlığınızın üstüne umutsuzca sürerken, ölümden bir zerre bile korkmayıp, ölümünüze üzülecek kimsenin olmadığını anlarken hayat pek de uğrunda savaşılası bir yer gibi gelmiyor artık. Birden kendinizi batmakta olan bir gemi gibi hissediyorsunuz. Şimdi Bolinas’ta bir balıkçı kasabasındayım. Ömrümün geri kalanını cehennemin kapısı aralanana dek yazmakla geçireceğim. Kendimi her şeyden koparıp göl kenarında balık tutup içki içeceğim. Zaman korkaklar için her şeyin ilacıdır, diğerlerinin yaraları ise can alıcıdır. Brautigan bir gün ava çıktı, görünen o ki bu kez kendisinin canını alacaktı. Son bir kurşun her gün farklı renk bir güneş gören saçlarının arasından geçti. Eve artık geri dönmeyecekti.

Nasıl oluyorsa yaşıyor ve yine ölüyoruz

Nasıl oluyorsa yaşıyor ve yine ölüyoruz,Merak ediyorum, bu neden bana yalnızca yeni bir başlangıç gibi gözüküyor.Her yol bir başkasına götürür, öyleyse sanırım

Yeniden başlayacağım.Belki yeni şeyler öğrenirim.Belki öğrenemem.Belki yine aynısı olacak tekrar başlayanZaman hızlı akıp gidiyor öylesineÇünkü her şey başlıyor yeniden Hiçbir yere gitmiyorum daha önce bulunmadığım. 1

1 Abbott, Keith, Downstream from Trout Fishing in America, Santa Barbara, CA: Capra Press, 1989, s. 137

Kaynakça

1)Brautigan, Richard, Türkçesi: Kerem Kamil Koç, Kaan Çaydamlı, Amerika’da Alabalık Avı, 2. baskı, Altıkırkbeş Yay., 2011, s. 159

2)Brautigan, Richard, Türkçesi: Gonca Gülbey, Karpuz Şekerinde, 1.baskı, Altıkırkbeş Yay., 2011, s. 132

3)Brautigan, Richard, Türkçesi: Taylan Taftaf, Talihsiz Kadın, 2. baskı, Altıkırkbeş Yay., 2010, s. 96

4)The Making of the Counterculture, 1967-1969, Web: http://www.bopsecrets.org/rexroth/essays/counterculture.htm 5) Web:http://www.brautigan.net/poetry.html#uncollected

Eleştiri

14 AŞİYAN

Biri Bir Şey Deniyor, Ne Ola Ki?ÖMER KÖKÇOK

Edebiyatın kıyısından köşesinden yakalamışım zaten, hemşehrim! Kızgın değilim yahu sadece okurken heyecanlanın diye koydum o duygu yüklü işareti? Sanki bu anlamlı bakışlara sahip mağrur kıvrıntı bir işe yarıyormuş gibi bir de bu cümlenin sonuna iki nokta koyuyorum, her ne ise artık.. Hayır, gayet alakalı bir giriş oldu monologuma. Sonuçta burada bir şey deniyorum: kelimeleri yan yana diziyorum, aralara bir iki işaret. Ta taa… Alın size deneme hem de “edebi”. Kuru edebiyat gerçi bu o yüzden lütfen şerbetle servis ediniz. Kusura bakmayın şu kâğıdın te-pesindeki “deneme” kelimesini görünce karıştı da ortalık birazcık, şimdi toparlarım. Erken haber verseydiniz böyle görmezdiniz de işte… Tek istediğim fikirlerimden bir parça aktarmaktı, hepsi bu. Hoş, belli birçok kişiye anlamsız geldiği ki adına deneme denmiş zaten. Un, yumurta, süt karıştır; dök tavaya - yok yav bu krep tarifine kaydı - öhöm möhöm… Yazmış yazmış durmuş diyorlar işte, anlayacağınız. Ortada denenen bir şey var. Biri bir şey deniyor, ne ola ki? Dedim ilk duyduğumda bu terimi - Başlığı sözlerinde olan parçalar gibi oldu, süper. Türkçe dersinde öğretmen edebi yazıların türlerini anlatırken sırasıyla örnekler veriyordu kitaptan ve bir örnek de denemeydi. Sıkıntı şurada ki benim umduğum şey bir şiir taslağı falandı; ama bu düpedüz bir yazıydı. Algılamakta zorlandığımı söylesem pek de yalan olmaz sanırım. Aklına takılan bir konudan bahsetmiş, onun bunun sözlerini yazmış, anlatmış, bağlamış da konuyu güzel bir yere: gayet güzel de bunun neresi denenmiş? Ya da bu adam neyi denemiş? Vallahi çözemedim, hâlâ da çözemiyorum. Belki vardır bir tarihi; ama ben bilmiyorum cehaletime verin. Hoş edebiyatın girebileceğim tek alanı da budur zaten o yüzden pek de çamur atmasam iyi olur sanırım sonuçta iki roman okuyup iki de şiir okuduktan sonra “Ehe ehe edebiyatı severim işte okurum yani bol bol,” cümles-ini kuran biri için işin mutfağında olmanın tek yolu bu. Ben bir köşede dans ederim işte kendi çapımda, etli sütlü dokunmasın bana yeter. Gerçi sayfaları çevirirken denk gelip “Amaan deneme işte,” demeden okuduğunuz için de bir madalya verilmesi lazım size sonuçta birinin fikirl-erini çekilmez bir sıradanlıkla aktarışına bilinçli olarak katılıyorsunuz. Yazarken bazen düşünmüyor değilim niye bu kadar kuru olduğunu ama şöyle havalı, melodik ke-limeler kullansam zaten deneme değil şiir yazıyor olurdum yüksek ihtimalle; bu kadar da uzun yazmazdım da: iki üç dörtlük anca... Hem yeter işte daha fazlasını kaldıramaz her bünye sürekli bir yoğunluk, çılgın bir kelime şöleni, sonra “O ahenk, o melodi aman Allahım,” deyip pat diye düşüverirsiniz, Allah korusun.

En el hakNÂİF İDAM

Eksik kalan bir şeyler var gözümdeYalnızlık var, belki sitem bitmeyenBelki biten, bitmiş olan sözümdeYalnız değil belki ama olmayan

Herkesim ben, sıradan bir kimseyimAynı anda hiç kimseyim, buyum benBüyürüm ben küçülürken her şeyimHer şeyim de hiç bir şeye dönerken

Aptalım ben dahilerin yanındaDahiyim de ben kim bilir, aptalkenBir hücreyim insanların kanındaVeya yalnız benimdir tüm bu evren

Herkes benim, ben herkesin yanındaNe kadar ben yakınsam da, uzağımBen birim de bazen sonsuz tadındaBendedir hak, her şey, ben de Allah’ım

Deneme Şiir

15AŞİYAN

16 AŞİYAN

Her Geceden Farksız

YUNUS EMRE AÇIL

Saatine baktı. “Ne zaman doğacak bu Güneş?” diye söylendi. Sabah olmasını bekliyordu ama zaman bir türlü akmak bilmiyordu. Tekrar saatine baktı. “Sabırsızlık ve beklemek zorunda olmak bir acayip yapıyor insanı,” diye düşündü. Gülümsedi. Birkaç saniyesi eğlenerek geçmişti en azından. Kalktı. Bir bardak su içtikten sonra o geceki üçüncü filmini izlemeye başladı. Zaman ne geçmez şeydi. Film izlemekten bıkmıştı. Kapattı üçüncü filmi daha ilk sahnesinde. Egzersiz yapmayı düşündü. Biraz mekik çekmeyi denedi ama hemen tıkandı. Yapacak bir şeyi yoktu. Kanepeye oturdu ve sabahı beklemeye devam etti. Sabah bir işi mi vardı? Hayır. Derdi sabahla ilgili değildi zaten. Derdi uyumamaktı. Uyumaktan korkuyordu. Aslında uyumaktan değil uyanmaktan korkuyordu çünkü uyku hayatının en güzel anıydı. Her gece gördüğü o rüyada yaşamak isterdi. Ama her gün o rüyayı görüp her seferinde uyanmak ve rüyanın bitmesi onu öldürüyordu. Uykusunun gelmesini önlemek için evini incelemeye başladı. Duvarlara baktı. Çatlaklardan başka bir şey göremedi. “Bir ara birkaç resim asmalı buralara,” diye tavsiye verdi kendi kendine. Sehpanın üzerine baktı. Kül tablası neredeyse doluydu. Boş sigara paketi ona arkadaşlık ediyordu. Çakmak sehpanın kenarında, her şeyden uzak, kendi halindeydi. Çakmağı aldı. Sigara paketini kül tablasının içine yerleştirip ateşe verdi. Paketin alevi ona eskiden sahip olduğu lav lambasını hatırlattı. Gençken ne zaman sıkkın olsa onu izlerdi.

Saatlerce. Hiç sıkılmadan. Gördüklerinden kendine eğlence çıkaramayacağını anlayınca, mümkün olduğu kadar sessizleşerek etrafı dinlemeye başladı. Banyo musluğu damlıyor, caddeden bir araba geçiyor, üst katta Akif amca horluyordu. Tam o sırada ayak sesleri duymaya başladı. Uzun topuklu ayakkabı giyen ve sabit adımlarla yürüyen birinin ayak sesleri olduğunu tahmin etti dinleyerek. “Can sıkıntısı bir insana neler yaptırıyor,” dedi içinden. Sonra yüzsüzce sesi dinlemeye devam etti. Ses gittikçe yakınlaştı ve kapısının önünde durdu. Önce kilidin, sonra da kapının açıldığını duydu. “Neden uyanıksın?” diye bir ses duydu içerden. Sesin sahibi uzun boyu ve dolgun vücuduyla odaya girdi. Simsiyah, uzun, düz saçlarıyla so-yundu. Bembeyaz teniyle kanepeye oturdu. “Oysa yolda seni uyandırmak için çok güzel bir yol bulmuştum...” diye devam etti ses. Hiçbir şey söylemediler. Bir güzel seviştiler... Yorgundular. Nefes nefese. Vücutlarından boşalan tere hiç aldırmadan birbirlerine sarıldılar. O an ne işsizlik aklındaydı ne de üç aydır ödeyemediği kirası. Birden çözüldü düğüm olmuş o kollar. Yavaşça uzaklaştı vücutları birbirinden. Sonrası belliydi. İşe yaramayacağını bilerek “Gitme,” dedi. Sesin sahibi pamuk pamuk elleriyle giyindi. Uzun bacaklarıyla yırtık koltuğa oturdu. Mavi gözleriyle ona baktı. Kalın dudaklarıyla “Bak, Güneş doğuyor,” dedi saatler sonra. Yenilmişti. Uykuya karşı galip gelememişti. Gözüne gelen güneş ışığıyla uyanıp rüyası bittiği için Güneş’e okkalı bir sövdü. Yırtık koltuğa baktı. Ne uzun boydan, ne dolgun vücuttan, ne siyah, uzun ve düz saçtan, ne beyaz tenden, ne pamuk elden, ne uzun bacaktan, ne mavi gözden, ne de kalın dudaktan eser vardı. Sinirlendi. Aniden kalkarak sehpaya bir tekme savurdu. Yere saçılan sigara ve sigara paketi küllerinin arasından kül tablasını almak için diz çöktü. Kalkarken destek için elini yırtık koltuğa koydu. Sıcaktı.

Öykü

17AŞİYAN

Uyarlamaya GirişM. BERKAN ŞİMŞEK

Hemen her erkeğin başına en az bir kez gelmiştir. Yolda kendi halinizde yürürken bir kız görürsünüz. Aslında sizin için, dalgalanan kusursuz saçlardan daha fazlası değildir tüm o görüntü, ancak nedense kafanız inanılmaz derecede hızlı çalışmaya başlar. “Tamam,” dersiniz içinizden. “İşte aradığım kız bu. Şimdiye kadar yaşadığım her an sadece bu kızı görebilmem içindi. Artık onsuz devam edemem. Ömrümün sonuna kadar onun saçlarının kokusundan başka bir koku duymak istemi-yorum.” Yalnız siz tam bu düşüncelere dalmışken olabi-lecek en büyük talihsizlik gelir başınıza ve kız size doğru döner. İşte tam bu noktada da çizdiğiniz resim Mona Lisa olmaktan çıkıp basit bir yağlı boya tabloya dönüşür. Kız çirkin olduğundan değil, sadece siz onu o şekilde hayal etmediğiniz için. Kitaptan uyarlanan filmlerde de durum aşağı yukarı böyledir. Filmin yalnızca iyi olması hiçbir zaman yeterli değildir. Kitabı okumuş ve filmden belli beklentileri olan insanları hayal kırıklığına uğratmamak gerekir. Her ne kadar başarısız yönetmenler tarafından çekilen ve insanlara bir kitabın nasıl olup da bu kadar yanlış anlaşılabileceğini sorgulatmaktan ileriye gidememiş kitap uyarlamaları, sinema (ve görünen o ki edebiyat) tarihinin en eğlenceli bölümlerinden birini oluştursa da ben daha ender rastlanan bir şeyden, iyi bir kitap uyarlamasından bahsedeceğim; Patrick Suskind’in “Das Parfum” (Koku) isimli kitabı ve yine aynı kitaptan uyarlanan “Perfume” filminden..Uyarlamalardaki en büyük problemlerden biri, ki-tapta yazarın dilediğince uzatıp ayrıntılarla doldurduğu betimlemelerin filme nasıl aktarılabileceğidir. Sonuçta eğer yeterince uğraşırsanız her türden, her uzunluktaki kitabı birkaç cümlede anlatabilirsiniz. Dolayısıyla kitaba asıl gücünü kazandıran özellikler - anlatım teknikleri, betimlemeler ve düşünceler - bir sinema uyarlamasında kaybolur. Yönetmene de yalnızca o birkaç satırlık konu kalır. Bu tarz bir sorundan kaçınmanın en basit yolu, tıpkı kitapta olduğu gibi filme de bir anlatıcı eklemektir, ki bu da kendi içinde belli riskler taşıyan bir hamledir. Nitekim filmi izlerken belli bir süre sonra, Fransa’da geçen ve fan-

tastik denebilecek bir yeteneğe sahip bir katilin hikayesini değil de Afrika’daki aslanların beslenme alışkanlıklarını anlatan bir belgeseli izliyormuş gibi hissedebilirsiniz. Sonuçta ne olursa olsun, başarılı bir uyarlama yapmak sıkıntılı bir süreçtir.Elbette ki kitabın ve filmin verdiği zevk farklıdır. Kitabı okuyup kendince karakterler ve mekanlar yaratan okuyuculara da kafalarından geçirdikleri her şeyi tek bir filmde sunmak (hele bu film görsel olarak anlatılması en azından şimdilik imkansız olan koku alma duyusuna dayanıyorsa) pek de mümkün değildir. Bu yüzden başarılı uyarlamaların, insanlara kitapla ilgili hayal ettikleri şeyleri değil de kitabı okurken hissettiklerini verdiğine inanıyorum. Eğer Das Parfum’ü ele alırsak, kitabın sonunda saplantıların insanı ne kadar ileri götürebileceği, sanatın iyiyi ve kötüyü belirleyip belirleyemeyeceği ya da duyuların irade üzerindeki etkisi gibi konular üzerine onlarca çıkarım yapılabilir. Film uyarlamasının sonunda ise aklınızda sadece kızıl saçlı kızların çok güzel göründüğü ve muhtemelen harika koktuğu dışında pek bir

şey kalmıyor. Ancak varılan nokta farklı olsa da, bu sonuçlara aynı hikâye üzerinden ve aynı şeyler hissedilerek ulaşılıyor. Aynı yerlerde şaşkınlık duyuyor, aynı yerlerde tedirgin oluyor ve aynı yerlerde meraklanıyoruz. Tek fark birinin kitap, diğerinin film olması. Varılan noktalar birbirine uzaktan yakından benzemese

de kitabı okurken aldığımız zevk kılık değiştirip bu sefer filmde çıkıyor karşımıza. Kitapta olup filmde olmayan bölümler, filmde olup kitapta olmayan bölümler, filme değiştirilerek aktarılan bölümler, kısaltılan bölümler, uzatılan bölümler (unuttuğum başka bir şey var mı?)… Bütün bunlar bir yana bence kitaptan uyarlanan bir filmi iyi yapan asıl özellik, kitabın konusundan ziyade atmosferine sadık kalmasıdır. Koku’yu iyi bir uyarlama yapan da yine bu özellik aslında; kitaptaki kasvetli, karanlık, tedirgin edici havayı muhafaza edebilmiş olması. Sonuçta kitabı okurken de filmi izlerken de kendine ait bir kokusu olmayan Grenouille’in hiçbir zaman ayak kokusundan muzdarip olmayacağını düşünüp sırıttım ya da eğer doğru bir şekilde yönlendirilip kariyerine narkotik büroda devam etseydi nasıl olurdu diye aklımdan geçirdim. Öyleyse en azından bireysel bir yorum yapıp uyarlama filmler, kitabın konusunu anlatmanın yanında, onun hissettirdiklerini hissettirdikçe güzeldirler diyebilirim.

Dosya

18 AŞİYAN

Bir Vaka, Bir Zihin, Bir Yürek:Basit, Sevgili Deha

MERVE ŞEN

Polisiye roman, özellikle hikâye tarihine şöyle bir göz atarsak 1887 tarihli Kızıl Soruşturma1 ile okuyucuların zihnine yerleşen Doyle’un eksantrik dedektifinin, bu türün kalbine en yakın yerlerden birini mesken tuttuğunu görürüz. 4 roman ve 56 kısa hikâye ile vücut bulan Sherlock Holmes ve kadim dostu Watson’ı da yıllarca çeşitli eleştirilere maruz kalmış bu türün en tanınan isimleri olarak saymak yanlış olmaz.Klasik anlatı pek çoklarının dil-indedir muhakkak. Bir doktor olan Arthur Conan Doyle, bir yıl asistanlığını yaptığı, adli bilimlerin kurucusu olarak kabul edilen Profesör Joseph Bell’den esinlenerek aklını bir silah gibi kuşanan dedektifini yaratır. Karakteri büyük ölçüde kendisinin önüne geçmiş (Pek çok kişi Sherlock Holmes maceralarını yazan kişinin isminden pek de emin olamaz hatta inançlarını Holmes’ün kendisini yazar olarak kabul etmeye kadar vardırırlar) bir yazar olarak, Conan Doyle’u birkaç cümleyle daha anmak doğru olacaktır.Edinburgh Üniversitesi’ndeki tıp eğitimini tamamlayan yazar, pek de başarılı bir adam olmayan babası ve romantik düşlerin ardında kaybolmuş annesinden uzaklaşmak amacıyla bir muayenehane açmak için Portsmouth’a gider. Burada tüm tanıdıklarından uzakta, müşteri bekleyerek ve sıkıntıdan korku hikâyeleri yazarak geçirir günlerini. Bu yabancı şehre taşınmasının tek nedeniyse en sevdiği yazar olan Charles Dickens’ın şehri doğumuyla onurlandırmış olmasıdır. Bir süre sonraysa şans kapısını hasta abisine yardım etmeye çalıştığı Louise suretinde çalar. Evliliğiyle birlikte kabul gören bir tıp adamına dönüşen ve daha yaratıcı olduğu bir mevsime adım atan Doyle, daha sonra milyonlarca insan tarafından tanınacak olan dünyanın tek danışman dedektifinin de temellerini tam da bu sıralarda atar: Sherringford Hope. Herhalde Doyle da böyle bir başlangıçla bir yerlere varmanın zor olacağını anlar ki karakterin ismini o sıralar kriminolojiyle ilgili bir kitap çıkartmış ve İngiltere’de de bilinirlik kazanmış Amerikalı yazar ve tıp adamı Oliver Wendell Holmes, Sr.‘dan ve

en sevdiği müzisyen Alfred Sherlock’tan esinlenerek değiştirir.1886 yılındaki Portsmouth semalarında üç hafta boyunca herkesi eve hapseden kar fırtınası Doyle’un yazarlık düşleri için hayli güçlü esintiler getirir. Oldukça sağlam bir arkadaşlığın ve kırk yıl boyunca aralıklarla yayımlanacak bir serinin de başlangıcı olan Kızıl Soruşturma, birkaç yayınevi tarafından geri çevrildikten sonra, 1887 yılının Beaton Noel Yıllığı’nda yayımlanma şansı bulur. Mormonlarla ilgili bu intikam hikâyesinin daha neşeli düşüncelerle dolu olacağı düşünülen bir dergide yayımlanması Holmes ve yaratıcısı için bir dönüm noktası olmamıştı. Daha sonra ömrü boyunca daha iyilerini yazmayı hedeflediği tarihi romanlarla da bu aralıkta ilgilenmeye başlar Doyle. Onu Homes‘ün dünyasına geri döndürecek olaysa bir yemektir. Philedelphialı bir yayıncı kendisini ve o yıllarda genç bir yazar olan Oscar Wilde’ı bir yemeğe davet ederek başarılı öyküler yazabilirlerse bunları yayımlayacağını söyler.2

Holmes’ü asıl ününe kavuşturacak serüvenlerin anahtarı ise The Strand Magazine’dedir. 1890

yılında yayına başlayan derginin editörleri halkın ilgisini canlı tutabilmek adına

kısa öykülere yönelmeye karar verirler. Doyle’un iki romanını da okumuş olan editörler yazara Sherlock Holmes’le ilgili kısa hikâyeler yazması için teklifte bulunurlar. Cinayet, sahtekârlık, hırsızlık gibi kıyılarda dolaşan bu öyküler büyük bir beğeniyle karşılanır (bazı araştırmacılar bu başarıda halkın Karındeşen Jack hadisesiyle korku ve heyecanı

bir arada yaşamasının da etkili olduğunu söyler). Öyle ki Londra caddelerinde Holmes ve Watson adını duymayan neredeyse tek bir kişi kalmamıştır.Bu aşamada şu tespite yer vermek doğrudur: Edebiyat dünyasında pek çok karakter vardır ki bazı okuyucuların hayranlığını, bazılarınınsa nefretini kazanır. Ama kuşku yok ki pek azı yaratıcılarının hoşnutsuzluğunu üzerlerine çekerler. Doyle’un sıradışı dedektifi halkın sevgisini o kadar kazanır ki yazar Sherlock Holmes adına mektuplar almaya başlar. Daha da ilginci Doyle bu mektuplardan bazılarına bizzat cevap verir (Soru: “Sevgili Bay Holmes birkaç golf topu ve bir sürü teneke nereye gidebilir?”, Yanıt: “Komşunuzun keçi alıp almadığını kontrol edin, saygılarımla, Sherlock Holmes”, Çözüm: Evet, komşu nedendir bilinmez gerçekten de bir keçi almaya karar vermiş). Hatta kahramanı gibi bir iki dava üzerinde çalışır. Diğer yandan yazar, yine kahramanı sebebiyle kendini bazı nahoş durumlarda da bulur. Bir süre sonra Doyle, tarihi romanlara ağırlık vermek adına dedektifini Nihai Problem adlı öyküde baş düşmanı Moriarty’le birlikte Reichanbach Şelaleri’nden aşağı yuvarlar. Doyle’un memnuniyeti, Strand’ın 20 bin abone-

Dosya

19AŞİYAN

sini kaybetmesine mal olur. Londra’da siyah kurdeleyle dolaşan matemli gençler ve ilk kez kurgu bir karakter adına verilen ölüm ilanı da edebiyat tarihi açısından ilginç birer nottur. Dokuz yıllık bir keyfiyet döneminin ardından, ısrarlara dayanamayan Doyle , Holmes ve Watson’ın Nihai Problem’den önceki maceralarından biri olarak tasarladığı Baskervillelerin Köpeği ile yazın dünyasına geri döner. Çoğu kişi tarafından en iyi Sher-lock Holmes eseri olarak kabul edilen bu roman o kadar çok beğenilir ki Doyle dahi sergüzeşte geri dönmekten memnun mürekkebini yeni davalara batırır.Sherlock Holmes ve akılcı dünyasının kendine has başarısında birçok unsurun yeri olsa da şüphesiz hiçbiri sıra dışı dedektifin kendisi kadar okuyucu kitlesi üzerinde etkili değildir. Varoluşu sanatkâr, aynı zamanda duygudan yoksun rasyonel bir tabiatla bezenmiş olan “ayaklı bir suç takvimi”dir Holmes. Yaptığı işin dünyadaki yegâne temsilcisi olan dedektif, bir davayı ele aldığında adeta kişilik değiştirir. Günlerce bezginlik içinde ve sessizce geçirilen saatlerin yerini, yemekten yoksun [(…) yi-yecekle kanına giren her kazanç, beyin için kayıptır (…)]3

düşünce ve araştırma mesaileri alır, takip veya kovala-macayla, bazense ikisiyle geçen günler başlar onun için. Davalarında ikisinde de usta olduğu kılık değiştirme ve dövüş yeteneğini kullanmaktan da çekinmez.Hayatın sıradanlıklarından kaçma uğraşında olan Holmes, farklı ilgi alanlarına da yönelmiştir. Dedektifin “Muhte-lif Tütünlerin Külleri Arasındaki Farklar Üzerine” 140 çeşit puro, sigara ve puro tütününü incelediği monografı, dövmeler üzerine oldukça faydalı görülen çalışması ve insan kulağının karmaşık anatomik yapısı üzerine yazdığı iki makale bu yönelişe örnek olarak verilebilirler.Bu gözlemci, soğuk zihin de her normal insan gibi bazı alışkanlıklara sahiptir. Bunlardan biri yıllar boyunca hakkında bilgi sahibi olduğu yerler, eşyalar ve kişileri (ki büyük bir çoğunluğu Viktoryen çağın suçlu takımıdır)

kaydettiği fihristi, diğeri ise düşünmesine yardımcı olan kemanıdır. Alışkanlıklarından bir diğeri ise deney tüplerine bağlı, arka planda durmaktan hoşlanan ve neredeyse tüm başarıları başkalarına (Scotland Yard’a) mal olmuş Holmes‘ü asıl Sherlock Holmes yapan, sadık bir dost ve cesur bir ortağın, kahraman bir asker ve tıp adamının tüm özelliklerini kendinde toplayan John H. Watson’dan4 başkası değildir. Watson’ı okuyucunun anlatılara giriş anahtarı hatta konumu gereğiyle okuyucunun kendisi kabul eden araştırmacılar Watson’a kilit bir rol biçmekte haklıdırlar. Hayranlık uyandırıcı tespitleriyle insanların başparmakları ve giysilerinden yola çıkarak yaşamak için ne yaptıklarını çözmeye çalışan kurgusal bir Joseph Bell’in, okuyucuda saygınlıktan öte bir duygu uyandırması mümkün değildir. Lakin her gelişmeyi ardı arkası kesilmeyen bir sürpriz olarak gören ve geleceğinin kapalı bir kitap olduğunu düşünen ideal bir yardımcı, vardığı bir avuç yanlış sonuçla dahi ehil bir aklın düşüncelerini kamçılayabilir .İyiliği bazı durumlarda gerçeklerin kendisinden saklanmasına sebep olsa da Watson’ın dostluğundan yoksun bir Holmes hayal etmek bir hayli güç ve tehlikeli olacaktır.Çekirdeğinde bir dostluğun yer aldığı, kimi zaman mutlak bir katılık ve soğukluğun nefesine yaklaşılan tehlikelerle dolu, ironi ve belli miktarda mizaha sahip zeki bir hikâyenin satması kuvvetle muhtemeldir. Suç ve mantık arasındaki denkleme, tüm bu unsurların yanı sıra cesur bir yürek ve tamamıyla gerçeklik çelikleriyle örülmüş bir akıl tüm eksantiriğiyle eklendiğindeyse sonuç kesinlikle başarıdır.Benzer pek çok örnekte olduğu gibi bu başarılı formül de eserlerin edebi sınırı aşmasına dair bir talep getirmiş, dedektifin de yolu beyazperdeyle kesişmiştir. 20. yüzyılın başlangıcında çekilen 30 saniyelik ilk Sherlock Holmes filmi “Sherlock Holmes Baffled”ı Baker Sokağı sakinleriyle ilgili ilk ciddi deneme olarak kabul edilen “Adventures of Sherlock Holmes; or, Held for Ransom” takip etmiş, 237 farklı çalışmanın ardından doktor ve dedektif İngiliz yönetmen Guy Ritchie’nin yenilikçi serisiyle birlikte günümüz seyircisiyle buluşmuştur.Ritchie’nin ellerinde tabiatının hareketi ve macerayı ön plana çıkartan tarafına yaslanmış duygusal devinimlerini hiç olmadığı kadar dışa vuran her daim bohem bir adama dönüşen dedektif, ne kadar kökenine sadık kalınmış olsa da sadık hayranları kadar bugünün gişe filmleri izleyi-cisine de hitap edecek şekilde tasarlanmış. Özellikle çevresine belli bir mesafeden yaklaşan hatta bazı zaman-lar neredeyse bir makine soğukluğuna bürünen Holmes , filmde de suçlulara ve toplumun yüksek kesimindekilere karşı takındığı tavırdan taviz vermiyor olsa da Watson’a karşı davranışlarının kitaplarla kıyaslandığında çok daha sıcak olduğunu görüyoruz. Belki hâlâ ona planlarını açıklamamak konusunda ısrarcı ama doktora da fazlasıyla düşkün. Diğer yandan Watson’ın bir askeri yansıtan doğası önceki yapımlara göre daha doğru bir biçimde

Robert Downey, Jr. Sherlock Holmes Rölünde

Dosya

20 AŞİYAN

yansıtılmış. Yine de filmin büyüsüyle çevrelenmiş karakterde, eserin bütünlüğünde koruduğu metanetli yol arkadaşından ziyade, macera anlarında kapıldığı heyecan-dan dönüştürülmüş büyük bir coşku öğesi mevcut.Dedektifin davranışlarını anlamlandırabilmek adına yazılı serüvenlere döndüğümüzde, kendisinin mesafeli duruşunun ardındaki sevgiyi gördüğümüz yegâne öykü Üç Garrideb’tir. Holmes’ün bir suçluyu ortaya çıkarışlarında vurulan Watson’a yönelişi, bir an için bile olsa onun sadakatle dolu doğasını gözler önüne serer ve doktorun sözleriyle okuyucu da Holmes’un o büyük beyni kadar büyük yüreğini de sezer.Ekip, belki kitaplarda hikâyenin gelişim gösterdiği süreye sahip olmadığından, belki de izleyicinin Holmes-Watson dostluğundan zaten haberdar olduğu düşünüldüğünden ilk filmin hikâyesi ikilinin tanışmalarından 10 yıl sonrasında kurgulanmıştır.Okuyucular Holmes’ün herkesten birkaç adım ileride olan zekâsına ve sislerin ardındaki gizemli duruşuna hayranlık duyarken, izleyiciler bu eşsiz akılla birlikte Robert Downey Jr.’ın sofistike oyunculuğundan olsa gerek Holmes’ün mizahi yanını büyük bir beğeniyle izler. Senaryo özgün bir hikâyeye dayansa da, detaylar (özel-likle de konuşmalarda yer alan sözler) bir Holmes takip-çisinin gözünden kaçmayacak şekilde dizayn edilmiş.Lord Blackwood Sherlock Holmes eserleri içinde yer almayan bir karakter olsa da yazarların uzaktan da olsa Mazarin Elması’nın ilk ismi İtalyancada “black”, ikincisiyse Latincede “wood” anlamını taşıyan Kont Negretto Sylvius ile bir ilişki kurmuş olabileceği söylenebilir. Filmde Sherlock Holmes serisi içinde yalnızca bir hikâyede kendisiyle karşılaştığımız Irene Adler, maceranın en tanıdık yan karakterlerindendir. Lakin Adler, Holmes’ü yenen tek kadın yani “o kadın”dan dedektifle duygusal bir bağa sahip yine de çeşitli vakalardaki hassas yerini kaybetmemiş bir kah-ramana dönüşmüştür filmde. Bunun nedeninin, nere-deyse her filmin mayasında olması adet haline gelmiş gönül maceralarına da yer verilmek istenmesi olduğu düşünülebilir. Diğer bir tanıdık karakterse Dr.Watson’ın nişanlısı Mary Morstan’dır. Dörtlerin İmzası’nda bir dava vesilesiyle Baker Caddesi’nin kapısını çalan mürebbiye için, senaristler farklı bir hikâyeyi tercih etmiş ve Watson-Morstan ikilisini dedektiften bağımsız olarak bir araya getirmiştir. Diğer bir isimse, yarı tandık diyebileceğimiz McMurdo’dur. Holmes’ün Adler tarafından dik-kati dağılırken boks yaptığı dövüşçü yine Dörtlerin İmzası’nda karşımıza çıkan ve bundan dört yıl önce Holmes’la üç round dövüşmüş olan kişinin ta kendisidir. Ayrıca Sherlock Holmes’ün üzerinde deney yapmak-tan çekinmediği ve Watson’a ait köpeği Gladstone ve Holmes’ün yalnızca iki hikâyede (Yunanlı Tercüman, Bruce Pattington Planları) bahsi geçen, kendisinden yedi yaş büyük , gözlem ve çıkarım konusunda ise Holmes’ten bile ileri düzeyde olan kardeşi Mycroft senaryoda bahisleri geçen diğer tanıdık isimlerdir. Eserlerle kuru-

labilecek bir diğer benzerlik de

hikâyeye serpiştirilmiş ve Doyle’un çeşitli kitaplarından direk alıntılanmış pek çok cümle: “İnsanlar teorileri gerçeklere uydurmaya çalışacağına, gerçekleri teorilere uydurmaya çalışır.”5 , ”Suç yaygındır, mantık ise nadir görülür”6 gibi.Filmin en büyük handikabıysa gerçekçi bir kulvarda gezinen Sherlock Holmes’ün içine sokulmak istendiği “süper kahraman” imajı. Sherlock Holmes ‘ün usta bir eskrimci ve dövüşçü olduğu bir gerçektir. Lakin, okuy-ucu onun bu yeteneklerine ancak Watson’ın övgülerinde, olayların çözümünden sonraki açıklama bölümünde erişebilir tıpkı Boş Ev Vakası’nda Sherlock’un bahsettiği Moriarty ile olan mücadelesinde olduğu gibi. Filmdeki aksiyon dozu daha iyi ayarlanırsa, dedektifin şiarı sayılan tümdengelim gücü de arka plana itilmez, yansıtılan da aslında öykülerde daima anlatının perde arkasında kalan bölümüne erişmiş olur.Evet, Sherlock Holmes bir film olarak, adımlarını birebir kitaplardakileri takip ederek atmıyor. Film 19. yüzyıl İngiltere’sinin görümünü yansıtıyor olsa da film ekibi kurgusal bakımdan modern bir uyarlamaya imza atmış. Yine de tüm yeniliklerinden arındığında çekirdeğinde zihin ve yüreğin kucaklaştığı bir dostluğu taşıyan bu hikâyenin adımlarının Doyle’unkilerle bir yerlerde karşılaştığını söylemek mümkün.

1Orijinal ismi “A Study in Scarlet” olan eser, “Kızıl İpucu”, “ Kızıl Dosya” ve “Utah Çiçeği” gibi isimlerle de basılmıştır.2Bu yemeğin ardından Arthur Conan Doyle Dörtlerin Yemini’ni, Oscar Wilde ise Dorian Grey’in Portresi’ni kaleme alır.3Doyle, Arthur Conan, “Mazarin Elması’nın Serüveni”, Sherlock Holmes’ün Dava Kitabı, Güncel Yayıncılık, 20054Doktor Watson’ın ikinci isminin baş harfi olan “H”nin açılımı uzun yıllar araştırmacıları meşgul etmiş, Dorothy L. Sayers, Watson’ın eşi Mary Morstan’ın ona “Büyük Dudaklı Adam” öyküsünde James olarak seslenmesinden yola çıkarak bu ismin Hamish olması gerektiğini söylemiştir. İskoç dilinde Hamish İngilizcedeki James’in karşılığıdır.5Doyle, Arthur Conan, “Bohemya’da Skandal”, Sher-lock Holmes Bütün Hikayeleri 1, Rem Yayıncılık, 20036Doyle, Arhur Conan, “Boscombe Vadisi’nin Esrarı”, Sherlock Holmes Bütün Hikayeleri 1, Rem Yayıncılık, 2003

KAYNAKÇA:1-)Engel, Elliot, Oscar Nasıl Wilde Oldu?, Sel Yayıncılık, 20092-)Marías, Javier, Yazınsal Yaşamlar, Can Yayınları, 20083-)Internet Movie Database: http://www.imdb.com

Dosya

21AŞİYAN

Bazıları Daha Eşittir

SELİM UFUK

“Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir”

Hayvan Çiftliği, George Orwell’ın mecaz bir anlatım tarzı kullanarak yazdığı ünlü romanlarından biridir. Kendini demokratik sosyalist olarak nitelendiren Orwell1 , bu romanında dönemin sosyalist anlayışına karşı durmuştur. O sıralar Sovyetlerde hâkim olan sosyalist anlayışın devamında ne gibi sonuçlar getireceğini hayvanları kul-lanarak ifade etmiştir. Romanda, Sosyalist düşüncenin temelini oluşturan eşitlikçi yapı günden güne bozulmaktadır. Başlangıçta özgür olmak maksadıyla, domuzların etrafında topla-nan hayvanlar, ayaklanarak çiftliği ele geçiriyorlar. Hayvanlar ortak bir çabayla ihtiyaçlarını karşılıyor ve kendilerini geliştiriyorlar. Ancak kısa bir süre sonra hayvanların her birinin birbirinden farklı niteliklere sahip olduğu, farklı işlerde uzman oldukları kabul ediliyor ve iş bölümü yapılıyor. Kendilerini hayvanlar arasında en zeki tür olarak gören domuzlar, çiftliği yönetme görevini üstleniyorlar. Çiftlik içindeki düzenin devamını sağlamak maksadıyla yedi emir belirleniyor:1.İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.2.Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.3.Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.4.Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.5.Hiçbir hayvan içki içmeyecek.6.Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.7.Bütün hayvanlar eşittir. Aradan belli bir süre geçtikten sonra domuzlar kend-ilerini diğer hayvanlardan üstün görüyor ve kendilerini ayrıcalıklı bir konuma getiriyorlar. Yedi Emir’de dahi değişiklik yapıyorlar, örneğin son madde “Bütün hayvan-lar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir” şekline çevrili-yor. George Orwell’ın bu romanında her hayvan bir kişiyi temsil etmektedir. Örneğin, eşitlik ilkesini bozan, diğer hayvanlar üstünde söz söyleme yetkisi bulunan domuz Napoleon, Joseph Stalin’i temsil etmektedir. Stalin rejiminin sosyalist düşüncenin temel esaslarını yitirdiğini gören Orwell, Yvonne Davet’e yazdığı bir mektupta Hayvan Çiftliği’ni, “Stalin’e Karşı” adıyla yazdığı görülmektedir.2

Kitap ilk olarak 1945 yılında basılmıştır ancak İkinci Dünya Savaşı bahane gösterilerek kitaba sansür uygulanmıştır.

Kitaptan uyarlanan ilk film, çizgi film şeklinde 1954 yılında beyaz perdeyle buluşmuştur. İkinci film ise gerçek hayvanlar kullanılarak çekilmiş ve 1999 yılında gösterime girmiştir. Yazarın bu kitapta kullandığı basit ve akıcı anlatım tekniği, kitabın filme uyarlanmasını kolaylaştırmış ve senaryo hazırlanırken eserin özgün halinden ödün verilmemiştir. İlk film yayınlandığında, İngiliz Film Sınıflandırma Kurulu, içeriğin çok politik olması ve şiddet içermesini neden göstererek 18 yaşın altındakilerin filmi izlemesini yasaklamıştır. Ancak ilk gösterimlerinden sonra tüm yasaklamalar kaldırılmış ve her yaş gurubunun izleyebileceği ifade edilmiştir.

1Neden Yazıyorum (Toplu makaleleri, gazetecilik ve George Orwell’ın mektupları), 1936, s.232Davison, Peter, George Orwell: Hayvan Çiftliği – Yazı üzerine bir not, 2000

Dosya

22 AŞİYAN

Romandan Senaryoya

AYŞE GÜL CEVAHİR

“Aşk-ı Memnu” Halid Ziya Uşaklıgil’in döneminin baskıcı koşulları altında bireyin sorunlarını gerçekçi ve natüralist bir biçimde ele aldığı romanıdır. 2. Abdülhamit döneminde yasak aşk konusu bir çok başka romanda da ele alınan, sıkça kullanılan bir konudur. Fakat Halid Ziya roman yazınına getirdiği yeni özellikler ile büyük fark yaratmıştır. Eser 1899-1900 yıllarında Servet-i Fü-nun dergisinde tefrika edilmiştir. 1925 yılında ilk defa kitap olarak basılmıştır ve 1939 yılında Latin harfleriyle bir düzenleme yapılmıştır. Dönem dönem unutulsa da 1963’te ve 2004’te tekrar basılmıştır roman. 1975’te ve 2008’te çekilen dizileri ile de bu baskılar oldukça ilgi görmüştür ve romanın hem tiyatroya hem de ekrana bir çok uyarlaması yapılmıştır.“Aşk-ı Memnu’nun Halit Refiğ yönetiminde gerçekleştirilen dizi uyarlaması 1975 yılında TRT’de altı bölüm olarak yayınlandı. Bu uyarlamada esas olarak romana sadık kalınmıştır. Dizideki bazı diyaloglarda Osmanlı Devleti’nin son döneminin siyasi olaylarına yapılan atıflar, romanda yer almamaktadır.Roman, Tarık Günersel tarafından tiyatroya uyarlandı ve üç perdelik bir oyun olarak temsil edildi. Tarık Günersel’in yazdığı libretto, Selman Ada tarafından opera olarak bestelendi; Aşk-ı Memnu operasının ilk temsili 23 Ocak 2003 tarihinde Mersin’de yapıldı. Opera daha sonra İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda da sahne-lendi.Romandan yola çıkılarak Kanal D ve Ay Yapım tarafından yapılan yeni bir dizi uyarlaması 2008 yılında televizyonda yayınlanmaya başladı. Bu dizide hikâye 2000’ler Türkiye’sine uyarlanmış, olay örgüsünde ve karakter özelliklerinde değişiklikler yapılmış, romanda yer almayan kimi yeni karakterler eklenmiştir.”1

Tabii ki bu uyarlamaların yapılmasında ve alınan

ilginin boyutunda bir çok başka faktör de bulunmakta. Yazılan ve yayımlanan dönemlerin koşulları, yazarın Türk romancılığında bir çok yeniliğe imza atan usta bir yazar olması, roman konusunun hayatın çok içinden olması gibi bir sürü şey sayılabilir fakat Halid Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu” isimli romanının hem kendi döneminde hem de yazılışından yıllar sonra 1975’te ve 2010’da televizyon dizisi olarak bir çok kesimin ilgisini çekmesinin en önemli sebebi; eserin kolaylıkla zihinden görsel alana, senaryoya uyarlanabilme imkânlarına sahip olmasıdır.Senaryo yazarlığı nedir? Normal yazarlıktan farkı var mıdır? Varsa nelerdir? Şimdi öncelikle bu konudan biraz bahsedeceğim. Şunu da belirtmek isterim ki

hemen hemen yakın olsalar da sinema filmi senaryosu yazmak ile televizyonda yayınlanacak bir dizinin senaryosunu yazmak arasında bazı teknik farklılıklar bulunmaktadır. Ben bu romanın 1975’te 6 bölüm olarak TRT’de yayınlanan ve 2008 de Kanal D de yayınlanan 2 tane dizi uyarlaması olduğu için televizyon yazarlığı ile biraz daha sınırlandıracağım konuyu. Elbette ki bu hipotezimle çelişmeyecektir çünkü bahsedeceğim romanın sahip olduğu özellikler aslında görsel sanata aktarılmasını sağladığı için de sinema filmi olarak da yapılsa aynı kolaylıkta uyarlanabilecektir.Televizyon ses ve görüntü olmak üzere iki temel üzerinde işler. Televizyon yazarı her ikisini birleştirerek senaryosunu hazırlar. Televizyonda yayınlanacak bir senaryonun yapısını bir duvar inşaatına benzetirsek, bu yapının görüntü başlığı altında; kişiler ve onların davranışları (Ekranda gördüğümüz oyuncuların davranışları ile de bir olayı anlatmak mümkündür), dekor ayrıntıları ( TV yazarı yalnız dekoru ya da dekor ayrıntılarını göstererek de bir olayı

anlatabilir), ve kameranın kullanılışı (yazar görüntüye dayanan anlatımı sağlamak için kameradan da geniş çapta yararlanır.) olmak üzere 3 tane ayrıca ses başlığı altında konuşma, müzik ve efekt olmak üzere toplamda 6 tane temel tuğlası bulunur diyebiliriz. Televizyon daha çok görüntüye dayanarak bir hikâyeyi anlattığı için görüntü tuğlaları yazar bakımından daha önemli sayılır. Hatta bu işle uğraşanlar bir şey, bir görüntü ile anlatılabiliyorsa gereksiz replik kullanılmaması gerektiğinden bahsederler. Dolayısıyla televizyon yazarı görüntüye dayanan yazı yöntemi kullanarak senaryosunu

Dosya

23AŞİYAN

oluşturur. İşte bu noktada kişiler ve onların davranışları, dekor ayrıntıları ve kameranın kullanılışı oldukça önem kazanıyor. Peki bu 3 görsel anlatım özelliği ile anlatılmak istenen replik kullanılmadan nasıl seyirciye aktarılır? Bir düşüncenin simgelerle tanımlanmış görüntü ile seyirciye iletilmesine şarad denir. Şarad bir oyunla ortaya konur, dekorda öyle ayrıntılar bulunur ki her biri bir şey anlatacak şekilde yerleştirilir. Kamera da gerek oyuncuların davranışlarını göstererek gerekse dekor üzerindeki ayrıntıları ortaya koyarak seyircinin şaradın anlamına varmasını sağlayacaktır. Çok basit bir örnek verecek olursam, kurgu gereği karakterimiz susadı ve su içmesi gerekiyor, bunu ifade etmek için senaryoya bir replik yerleştirilmesi çok da şık ve tercih edilir bir hareket değildir. Bahsettiğimiz 3 temel taşı kullanarak bu nasıl 2 saniyede ifade edilebilir? Şöyle ki, karakter mutfağa girer kamera kısa bir an masadaki suya odaklanır, sonra ona bakan oyuncunun mimiklerine ve karakter suyu alır, içer. Bu sırada muhtemelen başka daha önemli bir şey yaşanacaktır. Böyle bir şeyi senaryoya ekleme amacı, seyircideki gerçeklik algısının kuvvetlendirilmek isten-mesidir. Anlatı böylece kuru kuru havada kalmayacak, ayaklarının daha sağlam yere basacağı bir fona sahip olacaktır.Senaryolar genelde bu şekilde oluşturulur. Fakat bazen de önceden var olan bir romanın konusu ekrana aktarılmak istenebilir. Bu durumda romandan faydalanarak uyarlanmış bir senaryo yazılması gerekir. Her romanın uyarlaması farklı şekillerde olur. Bazıları neredeyse sil baştan bir yazım gerektirir, bazıları ise hâlihazırda kendi içerisinde bulundurduğu görsel anlatım öğeleri ile fazla bir değişime uğratılmadan ekrana yansıtılabilir. Yani aslında bir romanın senaryoya uyarlanabilmesindeki kolaylık ya da zorluk, senaristin kalemine bağlı olduğu kadar romanın esas yazarının da kalemine bağlıdır. Yukarıda bir senaryoda mutlaka bulunması gereken temel özelliklerden bahsetmiştim, Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu isimli romanı da hem ekrana hem de sahneye sıklıkla uyarlanmış bir eserdir. Bu romanın görsel alana aktarılmak için bu kadar sık tercih edilmesi, konusunun gerçek hayata sıkı sıkıya bağlı olmasından ve her sefer-inde farklı kişiler tarafından yazılmasına rağmen görsel alana oldukça kolay aktarılabilmesini sağlayan ve bir senaryonun temel taşları ile birebir örtüşen özellikler içermesinden dolayıdır. Romanın senaryo özellikleri ile kurduğu bu bağlantıyı biraz açıklamaya çalışacağım. “Aşk-ı Memnu” romanında kişilerin iç dünyaları bize anlatılmaya çalışılmış ve roman kişilerinin davranışları bir neden sonuç ilişkisine dayandırılmıştır. Kitaptan bir örnek verecek olursak, “Dişiliğine düşkün Firdevs Hanımın gözleri önünde kızlarının olgunlaşıp en dişil zamanlarına erişmesi ve kendisinin git gide çökmesi, Firdevs Hanımı ruhsal bir ikilem içine sokmaktadır. ‘Bu Adnan Bey de... Artık adet oldu, mutlaka her çıkışta tesadüf edeceğiz; bugün Kalender’de yoktu değil mi Bihter?’ diyen Firdevs ikiyüzlü bir yakınışı

dile getirir; sözleri, gizli bir memnuniyeti kâfi derecede saklayamamaktadır. Bir yandan da bu rastlayışların yalnızca kendisi için olmadığı konusunda bir iç korku geçirir ve meselenin gizini çözmekten kaçınır.”2 Kısa bir sandal gezisinde edilen bir iki cümleden, davranış şeklinden Firdevs karakterinin ruh halini daha iyi anlıyoruz; bu davranışlar bize olayın bir boyutunu daha anlatıyor.Mekân ve eşya kullanımı romanda oldukça dikkat çek-mektedir. Ve her sahnede, olay gerçekleşirken betimleme ile beraber yürür anlatım. Roman kişilerinin giyimleri odaları ve kullandıkları eşyalar bunların hepsi onların karakterlerini ve iç dünyalarını anlatmaktadır bize. Dekorla ilgili kitaptan alıntı yapmaya gerek duymuyo-rum zaten kitabın her cümlesinde her olay geçerken bir betimle yapılmış ve eşyanın ruhu olaylara aktarılmıştır. Ama Bihter’in odasındaki boy aynası özellikle bize onun ikiye bölünmüş ruh haliyle hissettiklerini bize daha iyi anlatabilmek için roman “dekoruna” yerleştirilmiş. Nasıl ki bir senaryoda gereksiz hiç bir dekor kullanmamaya, her eşyaya bir anlam vermeye ve anlatımda onları da kullanmaya özen gösterilirse Halid Ziya da bu romanında gereksiz hiç bir betimleme ve eşya kullanmamıştır.Ve romanın bakış açısı burada çok önemli, yazar eserini gerçekçi akımın etkisinde yazdığı için romana müdahale etmemeye çalışmış ve okuru mümkün olduğunca romanın içinde tutarak bitene kadar onun gerçek olduğuna inanmasını istemiştir. Romanı okurken zihnimizde canlanan sahneler tek bir açıdan değildir, romandaki bir çok karakterin gözünden olayları görebiliriz. Romanda aynı gün bir Firdevs Hanımlar ile Melih Bey yalısında başlar, sona erer, sonra tekrar başa döner ve Adnan Beyin yalısından anlatır; bir de o sabah yaşananları. Gerçekçilik esaslarını başarılı bir biçimde uygulamıştır Halid Ziya.Sıraladığım bu üç özellik TV yazarlığında görüntünün 3 tuğlası ile bire bir eşleşmektedir. Ve bu üç özellik de zaten Halid Ziya’nın bu eserinin Türk edebiyatının merdi-ven taşları arasında sayılmasının temel sebeplerindendir. Uyarlama dizileri beğenmeyen, Türk toplumunun ahlak yapısına uygun bulmadığını söyleyen geniş bir kesim de bulunmaktadır. Cinsellik içeren sahneleri yüzünden gazetelerde dergilerde ve TV programlarında dizi hakkında birçok tartışma yapılmıştır. RTÜK’te resmi olarak dizi ile ilgili bir çok şikayet bulunmaktadır. Fakat sonuçta kime sorarsanız sorun herkes dizi hakkında bir iki cümle söyleyebilir size. Bu da bize dizinin toplumun her kesiminden değişik yönlerde de olsa büyük ilgi gördüğünü göstermektedir. Aynı durum 1975 yılında da yaşanmıştır dizi yayınlanırken öpüşme sahneleri TRT tarafından sansüre uğramış ve kesilmiş. Dizideki kıyafetler olsun dizinin konusu olsun yine gazete ve dergilerde bolca konuşulmuş. Dizi oyuncularından Bihter karakterindeki Müjde Ar ve Behlül karakterindeki Salih Güney şöhretlerini birkaç kat artırmışlardır. Aynı şekilde günümüzde yine Bihter ve Behlül karakterlerini canlandıran Beren Saat ve Kıvanç Tatlıtuğ kariyerlerinde

Dosya

24 AŞİYAN

epeyce yükselmişlerdir. Bu iki örnekten başarının sebebini oyuncularda ya da senaristte, yapımda veya başka bir yerde aramamamız gerektiğini açıkça görebiliriz. Çünkü aslında prim yapan, roman kişileri olan Behlül ve Bihter’dir. Zaten bu karak-terler Türk edebiyatının taşlarındandır. Bu karakterlerin işlenişi ve anlatımı ile asıl başarının temeli romanda saklıdır. Romanın görsel anlatımdaki doygunluğu çok rahat bir biçimde TV ekranına, beyaz perdeye veya sahneye aktarımını kolaylaştırmıştır. Zaten Selim İleri de bir incelemesinde şöyle demiştir: “Aşk-ı Memnu geleneksel öykümüzden hemen hiç yararlanmayacaktır, onda tiyatro ve opera vardır.”3 Romanın görsel zenginliği ekrana yansıtıldığında dizilerdeki görsel zenginlik, dekorlar, kullanılan giysiler, ayakkabılar geniş bir kesim üzerinde önemli bir moda akımı başlatmıştır. “Hemen hemen bütün roman kişileri tanıtılmıştır, dekor kurulmuş, kişilerin soykütükleri çıkarılmış, dramatik çatı bütünlenmiştir(…)”4 Selim İleri’nin bu sözleri de hipote-zimi tam anlamı ile desteklemektedir.Sonuca varacak olursak Halid Ziya Uşaklıgil’in bu romanı, görsel alana aktarım konusunda ihtiyacı olan her şeyi içermektedir. Bu özellikleri ile başarılı bir senaryo özelliği taşımaktadır. Buradaki başarı beğenilmesi şartına değil ekrana aktarılabilme kolaylığı ve içerdiği görsel zenginlikle görsel anlamda zengin bir yapım oluşmasına bağlanmalıdır.

1http://tr.wikipedia.org/wiki/A%C5%9Fk-%C4%B1_Memnu2Selim İleri, Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri, İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi, 1981, s. 153Selim İleri, Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir Kışın Si-yah Günleri, İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi, 1981, s. 124Selim İleri, Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir Kışın Si-yah Günleri, İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi, 1981, s. 41

KAYNAKÇAİleri, Selim, Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri. İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi, 1981Herman, Lewis, A Practical Manual of Screen Playwrit-ing for Theater and Television Films, New York: The New American Library, 1974Öngören, Mahmut Tali, Televizyon Piyes Yazarlığı, An-kara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Say: 12Uşaklıgil, Halid Ziya, Aşk-ı Memnu, İstanbul: Özgür Yayınları, 2001

Madam Sulhet IDERYA ONARAN

Bir sonbahar gecesinden kışa girmedenVurdular Madam Sulheti

Sokak lambaları sönmüş karanlıktıBilmiyordu bile kimse onun adınıBir kurşun sesi geldi uzaktanPat pat ediyordu onun yerde canı

Önce üstündeki kürk yerdeSonra kar taneleri üstünde

Gece kendine küsmüş kanlıydıKaderini yıldızlara astırmışTek şahit o ve yıldızlarSokaklarda da bedeni yatardı

Kim öldürdü onu kim öldürdüAşkını kim aşkını söndürdü

Madam Sulhet bekar bir bayandıKendini yalanlarla aldatmışBaş kadınıydı cümlelerinKitaplarım içinde yanardı

Ses seda yok şimdi ruhundan Umudum bile yok umudumdan

Kürkü kan içinde kalmıştıTeni aşık ama ölüm kokardıEllerinden düşen yapraklaraŞiirlerim diye kanardım

Sesi ölürken bile metanetli Sonu aşk dolu bir sefaletti

İtiraf ediyorum ben öldürdümKıskançlığım beni de öldürttüŞimdi ikimiz de yokuz ben ve oAşk mı bizi bulutlara gömsün

Ben bile bilmiyordum bu sonuvarken artık yaşıyorum yoku

Madam Sulhet kanlar içinde yatıyorSokak lambalarını söndürmüşler yineÜstünden bulutlar ağlayarak geçiyorKefendir nihayet yıldızlar kendine

Bir sonbahar gecesinden girmiştik kışaBen öldürdüm Madam Sulheti

Dosya Şiir

25AŞİYAN

Yı̇ne, Yenı̇, Yenı̇den…Uyarlama EserlerMERVE ŞEN

Sinema ve edebiyat birer sanat olarak varlıklarını sürdürdükçe bu iki alanın da birbirinden beslenmekten vazgeçmeyeceği bir gerçek,özellikle de sinemanın perspektifinden bakıldığında. Bu yıl En iyi Film dalında Oscar’a aday gösterilen dokuz filmden altısının kitap uyarlaması olması da bu görüşümüzün bir destekçisi olarak kabul edilebilir. Biz de dosya konumuzdan hareketle gözümüze takılan hazırlık aşamasındaki filmleri sizler için derledik:

Anna Karenina(2012)

Daha önce Mcewan’ın Kefaret ve Austen’ın Aşk ve Gurur romanlarından uyarlanan filmlerde yönetmen koltuğuna oturan Joe Wright bu kez de Tolstoy’un Anna Karenina’sı için kamera arkasına geçiyor.Birçok kişi tarafından tüm zamanların en iyi kitabı olarak görülen eser,Tom Stoppard tarafından beyazperdeye uyarlana-cak.Sadakat,tutku,düş kırıklığı,kıskançlık gibi temaların işlendiği eserden perdeye yansıyacak isimlerden birkaçı şöyle:Anna Karenina: Keira Knightley, Jude Law :Alexei Karenin, Aaron Johnson :Count Vronsky.

Great Gatsby (25 Aralık 2012)

Francis Scott Key Fitzgerald’ın Caz Çağı olarak anılan 1920 yıllara selam duran ve 20. yüzyılın en iyi romanlarından biri olarak kabul edilen Great Gatsby ‘si Baz Luhrmann ‘ın kamerasından perdeye yansımaya hazırlanıyor.Amerikan düşünün çevrelediği pırıltılı yaşamların ardındaki kırık hayatların anlatıldığı hikayede kitaba ismini veren Jay Gatsby Leonardo DiCaprio’nun performansıyla hayat bulacak. Filmde,Gatsby’nin aşık olduğu Daisy Buchanan’ı Carey Mulligan kitabın anlatıcısı olan Nick Carraway’ı ise Tobey Maguire canlandıracak.

Hobbit(Birinci Bölüm:Aralık 2012,İkinci Bölüm:Aralık 2013)

Fantastik edebiyat düşkünleri için bu yılın en iyi haberlerinden biri kuşkusuz ki J.R.R Tolkien’in Orta Dünya’sının Peter Jackson’ın kamerasından bir kez daha beyazperdede kendine yer bulacak olması.Yüzüklerin Efendisi Üçlemesinin başlangıcı sayılan ve üçlemenin kahramanlarından Frodo’nun amcası Bilbo Baggins üzerinden ilerleyen hikaye ,”The Hobbit: An Unexpected Journey” ve “The Hobbit: There and Back Again “

adlarını taşıyan iki bölüm halinde izleyiciyle buluşacak. Üçlemeyi izleyenlerin aşina olduğu Gandalf,Frodo,Legolas,Galadriel ve Gollum gibi karakterlerin yer aldığı filmde kendi halinde yaşayan bir hobbitken ,beklenmedik bir maceraya atılan Bilbo’yu ise Martin Freeman’ın suretinde izleyeceğiz.

Les Misérables (2012)

Victor Hugo’nun Romantizm akımının en ünlü eserler-inden olan 1862 tarihli “Sefiller “ romanın son sinema uyarlaması ,iki yıl önce Zoraki Kral ile Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından ödüllendirilen Tom Hooper tarafından yönetilecek.19. yüzyıl Fransa’sında geçen hikayenin ünlü karakteri kürek mahkumu karakteri Jan Valjean’ı Hugh Jackman canlandırırken polis şefi Javert ve Fantine rolünde göreceğimiz isimler Russel Crowe ve Anne Hathaway Fantine’in kızı Cosette ise Amanda Seyfried tarafından canlandırılacak.

Romeo ve Juliet(2012)

Sinema salonları Shakesperae’in en tanınmış oyunlarından olan Romeo ve Juliet’i bir kez daha ağırlamaya hazırlanıyor .İtalyan yönetmen Carlo Carlei’nin sinemaya uyarlayacağı filmin senaristi ise Julian Fellowes. Juliet’e Hailee Steinfeld’ın , Romeo’ya ise Douglas Booth’un hayat vereceği filmin köklerine bağlı geleneksel bir öykü şeklinde kurgulandığı ve çekimlerin de hikayenin aslına bağlı kalınarak İtalya’da yapılacağı belirtildi.hazırlık aşamasında olan eserlerden diğerleri:Universal tarafından uyarlama hakları satın alınan ve fantastik edebiyatın en iyilerinden kabul edilen Robert Jordan’ın “Zaman Çarkı” serisinin ilk kitabı olan Dünyanın Gözü (2013),Tim Burton’ın yakından ilgilendiği ve Gepotto rolünde Robert Downey Jr.’ı görmek istediği “Pinokyo”, Dan Brown’ın simgebilimci profesörü Robert Langdon’ın son macerası “Kayıp Sembol”, Kenneth Branagh’ın yönetmen koltuğunda oturacağı “Edebiyat ve Patates Turtası Derneği”,Flann O’Brien’ın Time Dergisi’nin Tüm Zamanların En İyi 100 Romanı listesinden yer alan kitabı “At Swim-Two-Birds”.

Dosya Eki

26 AŞİYAN

YedikuleECEM BAYAR

Şu yaslandığım taşlar ellerim kadar soğuk değilKesip atsınlar bileklerimi, günahım akmayacak nasılsa Bir zehir süzülecek inceden dirseklerime, Çürük elma rengiDüştüm zehrin batağına, Kırık kemiklerim çürük elma rengiAldatmanın da aldatılmak kadar boğuk bir havası varYürek boğuluyor iki damla nefesinde O leş kokulu dudaklarınBu harabeler de mi nöbet geçiriyor benim gibi geceleri?Gece boyu o çirkin duvarlarına baktıkça büyüyor eşkıya dudaklarBüyüyor eroinman sevişmeler, Büyüyor inşaat işçisi ellerKöşeye sıkışmış bedenim giderek ufalıyor Sindiği o duvar dibindeKısık kısık yüreği sağır olacak kalabalıklaşan nefes sesleri arasındaKorkuyorum…

Aşağıda yılanlar var, kimin koynuna girecekler?Basma o kadının üstüne, onun çatal dili varSokacak seni yalnızlığındanŞu karşı zindanlardaki tutsak kim?Yoksa o da mı benim?Yalvarırım, salık verin şu Yedikule Zindanları’naKırın atın zincirlerimi, yalvarırımKendime kaçmam lazım, kaçıp kurtulmam lazım kendimdenYedi gün yedi gece öldürecek bu namussuzlar yoksa beniSaçlarımı okşayan taşlar, çekin elleriniziAh ahtapot taşlar! Tutmayın sarı saçlarımdan, etlerim yırtılıyor, kafam yırtılıyorGünahlar yırtılıyor, durun yapmayın! Saçmayın etrafa onları, yolmayın sarı saçlı Rapunzel’iÖlüyorum… Gördünüz mü ölürken beni o duvar dibinde?Günahımın kollarındayımÖlüme direnmeden ölüyorum…

Islak Kediler HikâyesiSEMUHİ SİNANOĞLU

ışık kırılır,katre parçalanır.yağmurlu bir günde, buğulu gözlük camından görürıslak yaşamanın anlamını.

çünkü iki sokak kedisinin en romantik anıdırsokak lambası ışığı altında,çöp kutusunda yenen yemek.

köpükten bir çatı yeterısınmak için,tek göz bir ev.

bilir misin,tek gözünü haylaz çocuklar kaçırmıştır.kediler de gözlük takar elbet,kabuk rengindedir.

halbuki o patisini, gözlüğüne değdirmek ister diğerinin,yapamaz.

çünkü bir arabanın tekerleğine bırakmıştır.yine de aklı,arka camdan ağlayarak bakan çocuktakalmıştır.

en umutsuz anında gökyüzünün,ışık kırılır,yerden yere vurur yağmur damlaları kendisini.

karartma yüzünü, der,fırtınayaköpükten bir çatı bile direnebilir.

seni seviyorum, dedibiri diğerine.

ben de.

sarılıp uyudular.

onlar,sarılıp uyumanın anlamını,ıslak yaşarken anladılar.

Şiir

27AŞİYAN

YaşlılıkDENİZ ÖZLEM ÇEVİK

Saat sabaha karşı dörde çeyrek var ve ben hâlâ elde kalem masada kâğıt bir şey arıyorum yazarak. Aradığım şey bir tarih. Üç yüz altmış beş günün herhangi bir günü, herhangi bir ayı ve herhangi bir yılı işte. Yıl konusunda bazı tahminlerim var elbette fakat gün ve aya gelince büyük bir boşlukla karşılaşıyorum. İmkânı yok, hatırlamıyorum. Evet, gecenin bu yarısı yazmamın sebebi işte bu kadar basit. Bir olayı, bir ismi, bir yüzü, bir rande-vuyu pekâlâ unutabilir insan. Vaktizamanında pek gülünç bulunan, karna ağrılar girinceye kadar gülünen bir hatıra bir de bakarsınız yok olmuş. Mümkündür ve inanın ben sayamadığım kadar çok yaşamışımdır. Fakat böylesi şaşırtıcı bir şeyi ilk kez yaşıyorum vallahi. Böylesi mühim, böylesi unutulmaz bir şeyi nasıl olur da hatırlayamaz insan. Yaklaşık sekiz saattir müthiş bir çaba gösteriyorum fakat yok; bomboş. Ne bir çağrışım, ne bir işaret, bir sezgi, anı hiçbir şey. Saatler süren çabanın ardından, “Öyleyse,” dedim kendi kendime, “Öyleyse şimdi katilden cesede gitme vakti.” O an fark ettim ki ben unuttuğum şeyi nasıl ve ne zaman unuttuğumu bile hatırlamaz vaziyetteydim. Nasıl olabil-irdi böyle bir şey, aklım havsalam almıyordu. Bir süre, hatta uzunca bir süre hiç durmadan düşündüm. Uzun zamandan beri ilk kez bir şeye başka hiçbir sinsi düşüncenin zihnimi ele geçirmesine izin vermeden konsantre olabildiğimi fark ettim ve daha da uzun tuttum düşünce süremi. Unuttuğum şeyin kendisini değil, o şeyi kaç zamandır unutmuş olabileceğimi düşündüm. İşte katilden cesede formülünün kilit sorusu bu: Acaba ne zamandan beri hatırlamıyordum o şeyi? Kaç zamandan beri hafızamın yoklan-mayan bir köşesinde yatıyordu acaba? “Pat!” Bir anda, palas pandıras bir şeyler dökülmeye başladı kafamdan içeriye. Hafızam o karmaşa anında o şeyi çok uzun zamandan beri hatırlamadığımı sezdirdi bana. Hatırlanmayacak kadar uzun bir zaman önce unutmuşum güya o şeyi. Oysa bana daha yakın bir tarihte unut-

tum gibi geliyordu. Karmakarışık olmuştum. Ne zaman unuttuğumu bir kenara bırakıp en o şeyi en son ne zaman hatırladığıma yönelmeyi denemeye kadar verdim. Sanki bu, işleri bir nebze daha karmaşıklaştıracak gibi geldi. Zihnim gerçekten yorulmuştu, gerçekten. Evet, en son ne zaman, ne zaman hatırladım o şeyi ne zaman? Ol-muyor! Tüm bunlar o şeyin kendisini hatırladıktan sonra hatırlanabilecek şeyler. Beyhude bir çaba! Son bir deneme yapmaya niyetlendim. Evet, o şeyi hatırlamadan mesele çözülmeyeceğine göre o zaman kuvvetlice odaklanıp o şeyi kesinlikle hatırlamalıydım. Suçludan delile gidiyordum tekrar. Onu hatırlatacak şeyler nelerdi, evet bunu düşünmeliyim. Defterime hızlı hızlı yazdım hemen (beynimden geçen hiçbir düşünceyi kaçırmak istemiyordum): Hatırlatacak şeyler, iki nokta üst üste. Bahar mıydı mesela, güz mü, kış mı? Yaz olma ihtimali yok gibiydi sanki. Mevsimleri temsil eden sem-boller çizdim deftere hatırlamama yardımcı olabilir diye. “Yok, mevsimlerden bir şey çıkmayacak.” Tek miydi, çift miydi acaba? “Eh, pes yani!” dedim kendi kendime. “Sen bunu düşünebilsen zaten unutmazdın be adam.” Sanki o şeyle ilgili bütün şeyler, onu bana hatırlatmamak için birleşmiş gibi hafızamın geri saflarına çekilmişlerdi. Artık emindim. Asla hatırlayamayacaktım. Kendi başıma, yardım almadan olmayacak bu iş. Sabah ezanı okunuyordu. Hanımın çantasını ses-sizce açtım. 17 Şubat 1932 imiş.

Öykü

28 AŞİYAN

Hadi Ölüm GidelimÖVGÜ KAFADAR

“İşte,” diyor “Ölü üstüne kaldı.” Adalet Ağaoğlu’nun Hadi Gidelim öyküsü sade ve etki-leyici bir girişle böyle başlar. Okuyucuyu meraklandıran, çarpıcı ve farklı anlamlara gebe bu sözü yineleyen karak-ter, aynı zamanda yazarın Londra’da bulunma sebebi kardeşi Güner Sümer’dir. Kardeşi karaciğer kanseridir. Londra’da onları bekleyen doktora gitmeye hazırlanırlar ve bir yandan da yazar Londra Havaalanı Heathrow’da anılarıyla mücadele etmek zorundadır. Öykü boyunca hâlen havaalanında olduklarını okuyucuya anımsatarak yazar, öykünün bir ucunun zihninde diğer ucunun ise şimdiki zamanda olduğunu hatırlatır. Ağaoğlu kendi içinde dolaşmadan hiçbir şey yapamaz çünkü. Günlük hayatın akışında yazarın kendi içinde hatırladığı birden fazla hatıra böylece Hadi Gidelim’de anlatılmış olur.Bu hatıraların ortak paydası ve öykü boyunca yazara hâkim olan duygu ölümdür. Yazar, “Yırtılıyorum”, “Ancak yüreğim. O, incecik kanıyor. Kan, kendini dışa vurur, görünür olursa diye korkuyorum. Günlerdir.” der. Ruhsal halini anlatabilmek için olağandışı benzetmelere, çarpıcı kalıplara başvurur. Onu böyle acıtan ne ölüm korkusudur ne de yaşama arzusu. Adalet Ağaoğlu ailesini birer birer ve yakın aralıklarla kaybeden bir yazar olarak sevdiklerini kaybetme korkusunu ölümden daha derin hisseder. 1975’te kardeşi Dr. Cazip Sümer’i yaya yürürken bir arabanın ezmesi sonucu, 1977’de diğer kardeşi Güner Sümer’i kanser hastalığı sonucu kaybeder. İki kardeşin ölümü arasında 1976’da babasını kaybeden yazar için geriye, tutunduğu annesi kalır. 1982’de ise annesini son yolculuğuna uğurlar. Hadi Gidelim, annesinin ölümünden bir ay sonra yayınlanan aynı isimli öykü kitabının son öyküsüdür. Hikâyenin içeriğine döndüğümüzde üzerinde özellikle durulması gereken, ölüm ana başlığı altında iki ayrı noktadır. Yazarın bilinçaltındaki ölüm tefekkürü ve kadın-kimlik bağlamında sosyal-kültürel yaşam farklılıklarının yol açtığı hazin sonlardır.Bilinçaltında yaşadığı ortamdan bağımsız bir şekilde ölümle beraberdir. Kardeşinin hastalığı ve onu kaybetme korkusu yazarın zihnini ele geçirmiştir. Kendi kendine mırıldanmalarını arada sırada kesen, kardeşinin bulundukları ortamla ilgili sorularıdır. Paris’te üç gün kaldıktan sonra Londra’ya geçerler ve Londra’da bulunan eski bir okul arkadaşlarını doktora gitmeden bir gün önce aramak isterler. Dış zamanda bu olaylar gerçekleşirken yazar iç zamanda, yıllar önce Paris’te tanıştığı ve sonradan Türkiye’ye döndüğünde intihar haberini aldığı kadının hatırasıyla mücadele eder. Londra’ya geçmeden önce yine o kadınla tanıştığı, gezdiği yerlerden geçmiş ve kadının hayatına son verdiği otel odasına dışarıdan

bir yabancı olarak bakmıştır. O kadını tanıdığında yazar genç, kardeşi ise sağlıklıdır. Yazar, hayatında birçok etki bırakan kadınla kardeşi Paris’te okurken tanışmak zorunda kalmıştır. Kadın, güçlü bir yalnızlığın yanı sıra Anadolu’dan gelmiş biri olarak Paris’e, şehrin ışıltısına yabancılık çeker. Şirketleri tarafından burslu olarak kursa gönderilen grup içerisinde tek başına kadın olmanın zorluğuna bir de gurbet etkeni dahil olunca genç kadın ölüme yavaş yavaş sürüklenecektir. Yazarla arkadaşlığı otel odasındaki intiharından öncedir. Yazarın Türk olduğunu anlar anlamaz ona sığınmaya çalışmıştır. Oysa yazar o zamanlar gençtir, kadının ruhsal durumunun vehmini anlamayacak ve arkadaşlarının “Nerden buldun bu ölü bit kabuğunu?” bakışlarına tahammül edemeyecek denli de Paris’in ışıltısına kapılmıştır. İki ayrı sosyal çevreye ait insanların yaşama bakış açısının temposu öyküde hissedilir. Ağır aksak, çekingen, bunalımlı hayatın ardından; ışıltılı, renkli ve müzikli eğlence hayatı anlatılır. Bir yandan yazar Paris’in en iyi restoranlarından, barlarından bahsederken; diğer yandan kadın Ankara’da bile geceleri dışarı çıkmadığını çekingenlikle anlatır. Yazarın ait olduğu grupta kadınlı erkekli sohbetler edilip içilirken, genç kadının bir akşam kendi grubundan biriyle çay içmesi odaya davet edilmesine neden olur. Kadın reddederken bile adamın mahcup olmasından duyduğu rahatsızlığı yazara şöyle anlatır: “Otelin önünden ayrılırken, özür dilerim ama odama çıkmak istedi. Öksüzlük, hasret falan dedi. Bende de suç oldu. Dönerken kolumu tutmasına, arada bir sıkar gibi yapmasına ses çıkaramadım. Yüzüne vuramazdım, benim aklım kötülükte sanırdı.” Bu olay üzerine otel

İnceleme

29AŞİYAN

görevlisinin önünde “orospu” diye bağırılan kadın, otel görevlisinin Türkçe bilmediğini bilmesine rağmen kendine yapılan haksızlıktan önce bu adamın kendisi hakkında kötü düşünme ihtimalinden bahseder. Hâlâ küçük bir yerden gelen bir insanın taşıdığı tedirginliği, “Acaba ne derler, ne düşünürler?” korkusunu yaşar. Bu olayları yazara anlatırken yazar kayıtsız ve durumun ciddiyetinden habersizdir. Aklına gelen bir an önce bu kasvet dolu, albenisiz, sıradan kadından kurtulmaktır. Nedeni ise yazarın Paris’in gecelerinden bahsederken kullandığı şu birkaç cümledir: “Müzik dinledik. Bize Sicilya şarabından sundular. Hepimiz gençtik. Ölümü küçük şehirlerde bırakalı çok olmuştu.” Yazar, yeniden arkadaşlarıyla birlikte olmak ve eğlenmek istemektedir. Şimdiyse üç gün önce uzun bir aradan sonra gittiği Paris daha değişik ve bedeni ruhundan daha yaşlıdır. Kadını düşündüğünde “Belki de onu kurtarabilirdim,” diye aklından şimdi geçirebilmektedir. Baudelaire’in bir şiirinde dediği gibi “Eski Paris yok artık, heyhat, bir şehrin biçimi, bir ölümlünün kalbinden daha hızlı değişiyor.” Kadının sonradan haberlerini erkek kardeşinden alır oysaki her gün biriyle köşe başlarındadır. Kendi kimliğini yurdunda bulamamış, kadın olmaktan utandırılmış bir neslin ferdi olarak Paris’te yazarla birlikte gittiği barda gece kadınına bakarak kadınlığına özlem duyar. “Şu kıza öyle imreniyorum ki!” Yazarın unutmadığı sözlerden biridir. Tutunacak birilerini aradığı sırada yazarın ondan ustaca yakasını sıyırması ve kadının kendi kimliğini-kadınlığını bu şekilde yurt dışında tam da kendi sosyal ve kültürel çevresine yüz seksen derece zıt olarak yaşaması onun da kaldıramayacağı bir şekilde bir gün otel odasında intihar etmesiyle son bulmuştur. Zaman zaman yazarın kullandığı belirli imgeler bu kadınca yaşama arzusunu-özlemini bize anlatır. Gabrielle’nin kırmızı çantası veya kadının Paris’te satın aldığı kırmızı sabahlığı hikâyede geçen imgelemlerden biridir. Gabrielle herkesin içinde bu kırmızı çantayı taşırken, kadın evinde kırmızı sabahlığı giyerek saklanma zorunluluğu hisseder. Dışarı çıktığında ise hep “ölgün yeşil, ölgün sarı” giydiğinden bahsederek “Hep renksizim zaten.” der. Yazar, bilinç akışı halinde bize hatıralarından da demeçler sunar. Kâh çocukluk anıları, ailesi, kâh okul yılları, arkadaşları. “Londra Havaalanı Heathrow’a şimdi indik. Nerden mi geliyoruz? Paris’ten. Oraya İstanbul’dan. Oraya da Ankara’dan. Ankara’ya mı nerden geliyoruz? Sayısını ve adını bilmediğim bir yığın Anadolu Kasabasından.” diyerek çocukken babasının ticaret işi sebebiyle gezmek zorunda kaldığı yerlerden bahseder. Duygularını anlatırken başvurduğu imgeleri, yine hatıralarından koparır: “Kasabalarda her şey satan dükkân vitrinleri nasılsa öyleyiz. Sessiziz.”, “Ama şimdi Haethrow’dayız artık. Orta yaştayız.” Kaynatılan reçeller, gidilen piknikler ise yazarın Nallıhan’da yaşadığı unutulmaz hatıralarıdır. Zihninin bazen anlık yansımalarını bulabileceğimiz bu hikâyede biyografik öğelere sıkça rastlarız.

Hatıralarından korkulara geçer. Paris’te yalnız kaldığı odasında kardeşini bulamadığı an “ölümü odasına kitlemeye” çalışır. Eğer ölümü odasına kitlerse kardeşini dışarıda bulamayacaktır ölüm. Yataktan kalkar koltuğa oturur, ölüm onunla beraber yataktan kalkmış ve koltuğa oturmuştur. Nereye giderse onu bırakmaz. Bazı anlar yazarı ölüm korkusundan -sevdiklerini kaybetme korkusundan- çıldıracak şekilde korkarken ve bu yüzden bilinçsiz davranırken buluruz. Ölümle konuşur ve sonra kendine döner, “Kapı kilitli. Nasıl unuttum, kilitli kapı. Anahtarı gizledim. Kilidi kırmadan açamaz kapıyı. Derken, yüreğim ağzımda anahtarı gizlediğim yere koşuyordum. Meğer biliyormuş!” diye konuşmasını sürdürür. Bazen bilinçli bazen bilinçsiz konuşmalarını sürdürürken, yazarın sevdiklerini kaybetme korkusundan nasıl etkilediğine şahit oluruz. Odaya hapsetmeye çalıştığı ölümle baş başa kalmaya razıdır, tek çıkıp gitmesin de. Sevdiklerinden uzak dursun da. Ölümle arasındaki bu çekişme hali öykü boyunca devam eder. Bazen yollarda ölümü arar, hapsetmek için. Dolaşır Paris sokaklarında. Kardeşi ise onun bu hallerinden haberdar değildir. Kendi kendine yaşadığı, gelip geçen ve çevresindekilerin hayatına gayet olağan devam ettiği bir ruh halidir yazarın taşıdığı. Londra’da bu kez ne gezme ne eğlenme amaçlı bulunmaktadır. İkisi de artık genç olmayan kardeşler, biraz daha farklı atmosferde yaşamı başka algılarlar; özellikle de yazar. Hikâyenin sonuna doğru yaşlılıkla birlikte hayatında azalan renklerden de bahsederken, yazarın öyküye Hadi Gidelim adını vermesi ise kaybettiği kardeşini hep bu sözü söylerken hatırlamasıdır. Londra’da doktora gitmeden bir gün önce, çiçeklerle arabaya binerken böyle seslenmiştir. Kardeşinin ölümünden beş yıl sonra yayımlanan bu öykü kitabında Adalet Ağaoğlu’nun sevdiklerinin ölmesi ve hayattakilerin de bir gün ölecek olması korkusuyla nasıl mücadele ettiğini, ne denli sarsıldığını okuruz. Diğer yandan ise kadınca sorunları kişisel, kültürel, sosyal veya ekonomik bağlamda yine ölüme vararak ustaca işlemiştir.

1Adalet Ağaoğlu, Hadi Gidelim, İstanbul: Remzi Kita-bevi, 1983, s. 129 2Feridun Andaç, Adalet Ağaoğlu Kitabı “Sen Türkiye’nin En Güzel Kazasısın”, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s. 120 3A.g.e, s. 129-1304A.g.e. s. 1435A.g.e. s. 1376A.g.e. s. 1327A.g.e. s. 1448A.g.e, s. 1319A.g.e, s. 13110A.g.e s. 135 11A.g.e, s. 13512A.g.e, s. 136

İnceleme

30 AŞİYAN

Ciğer MavisiFİKRET TUNÇ

Suyun altındayım. Mavinin ağırlığı ciğerlerime dolmuş durumda. Yavaş… Yaşamın yavaş çekimini ve beni zorlayan halini şu anda yaşıyorum. Gözümün önünden atılabilecek taklalar, elimi uzatabileceğim resifler, kaçıp uzaklaşan balıklar geçiyor. Etrafıma bakıyorum. Suyun zaman tanımına göre hareket eden bacaklar, gerilen karınlar ve girip çıkan kollar var. Maviyi tutsam ciğerim tekrar hafifleyecek sanki. Elimi uzatıyorum ama su incecik kayıp gidiyor. Maviyi özlüyorum. Mavi yüksekten döktüğümüzde su kadar hafif, içine girdiğimizde ise su kadar ağırlaşan bir duygu; bense içine dalmadan onu hissedemeyecek olan insanım. Eşit değiliz. Maviden çıkmazsam boğulurum; mavi ise bir parça taşar sadece benim girmemle. Girmezsem ise özlerim ama o bensiz de yaşar herhangi bir yerde. Girerken üşürüm ama mavinin sıcaklığı etkilenmez benim kalp atışımdan. Ben sadece ciğeri olan insanım. Mavinin yapabileceklerine, yağabileceklerine, akabileceklerine, taşabileceklerine, dondurabileceklerine, kaynatabileceklerine, basabileceklerine, bitebileceklerine… benim aklım ermez. İçerde zemine basarak yürümeye çalışıyorum. Ağır… Ağırlaştıkça güç geliyor bedenime ama yeşil, kökleri toprakta bir su bitkisi olmadığım için sanırım, yüzeye yükseliyorum tekrar. Yeşil bir su bitkisi olsam ve sadece belli sularda yaşam olsa bana, hiç düşünmem yaşarım burada. Yeşil, huzurlu, sallanan, sallanan, sallanan bir su bitkisi. Sallanan diğer su bitkilerini izleyerek, bana gözlerini dikmiş balıklara sinirlenmek aklımın ucundan bile geçmeyerek sualtı kahkahalarına göre bir dans çizmiş olan ve tek önemli iş olarak sallanmayı bellemiş bir su bitkisi. Siz mutluluğu mu aramıştınız? Art arda taklalar ve top haline gelmiş vücuduma göre kaçışan su dalgaları dünyamın dönmesine sebep oluyor.

Tavandaki floresanın cansız ışıkları suyun yüzeyine yansıyor yakamoz diye. Su da cansız, bazen unutuyorum. Nefesim belli belirsiz gördüğüm şu kırmızı bayraklara yetişmezse, yetmezse kollarımın gücü, ölecek gibiyim. Sonuncusuymuş gibi, sırtımın kemiklerine kadar yaslanan iğne gibi büyük bir nefes ve… Dışarıdan bakınca sadece yarım bir vücut olarak görüleceğime bütün maviyi içime çektiğim görülsün isterdim. Sonra bıraktığım, sonra yine hepsini ağzımdan aldığım, sonra bıraktığım, sonra aldığım, bu sırada kelebek kulaçlarına devam ettiğim… Ciğerime giren nefes hiçbir zaman yetmiyor, hiçbir zaman da yetmeyecek. Sığdırmak istediğim kadarını yüreğime hiçbir zaman sığdıramayacağım mavinin içinde

yüzdüğüm sürece.Daha ne kadar yüzebilirim bilmi-yorum, ya da ne olunca çıkmaya karar veririm. Kafamı çıkarırken göz ucuyla baktığım bir saat olmazsa duvarda, çıkamayacağım bu sudan. Çünkü yüzdükçe azalıyor göğsümdeki ağırlıklar. Ma-viye daldıkça ne kadar yorulduğumu anlayamıyorum. Çıkınca bu yorgunluğun büyük bir rahat-lama hissettireceğini biliyorum ve ne kadar yorulursam mavide, sonrasında o kadar çok doymuş hissedeceğimi.

Böyle şeylerde çok fazla düşünmeyiz. Suya gireriz ve suda yüzeriz. Yeşil su bitkileri ol-maya çalışırız. Sallanırız, sallanırız… Taklalar atarız bey-nimizi döndüren. Sonra beynimizin dönmelerine alışmaya başlar vücudumuz. Önce sendeleriz suyun içinde, sonra suyun dalgasını değiştirmeyi öğreniriz. Taklalardan başımızın dönmesi nasıl bir şeydi unuturuz. Alışırız, güçleniriz, unuturuz, hatırlarız. Ve hiç saate bakmazsak belki de ölene dek suyun içinde kalırız.

Resim: Jennifer Walton Surface Tension - Dive 10, yağlı boya, 61cm x 61cm (24 x 24), 1998 ● Özel koleksiyon

Deneme

31AŞİYAN

BOĞAZ İÇ İ ÜN İVERS İTES İ YAYINEV İ

SİPARİŞBOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ YAYINEVİ[email protected] Telefon/Faks: 0212 257 87 27www.bupress.org

iLETİŞİMwww.pandora.com.tr Telefon/Faks: 0212 230 09 62-63www.bupress.orgwww.ide x.comwww.pre x.com.tr

Yaklaşk on alt yl önce başlayan Kandilli

Rasathanesi’ndeki 1340 adetlik yazma

eseri katologlama projesi UNESCO’nun “Dünya Belleği”

programı çerçevesinde desteklediği ilk on projeden

birisiydi. 2007 yılında yayımlanan 1. ciltte astronomi, astroloji ve

matematik konularındaki Türkçe yazmalar yer alıyordu. Bu ciltte ise

aynı konulardaki Arapça ve Farsça eserlere yer verilmekte.

Devlet ve toplum ilişkileri, savaşlarn etkileri, siyasal güç sahipleri ve onların bu güçlerini nasıl kullandığı gibi pek çok canalıcı meseleye değinen Fransa’nn Ksa Tarihi, Philip Augustus, IV. Henri, XIV. Louis, Robespierre, Napoléon, de Gaulle gibi Fransa tarihinin önemli şahsiyetlerine olduğu kadar sosyal tarihçilerin konu edindikleri sıradan insanlara, sosyal yapılara, inançlara ve ekonomik faaliyetlere de yer veriyor.

ki ma jesi leği” sinde ojeden mlanan troloji ve

aki Türkçe Bu ciltte ise ça ve Farsça

er verilmekte.

DegmA

32 AŞİYAN

Ellerinde son güvercinleri de uğurladılar göklere ve barışın son dilencisi iki nâdîde döküldü

yanaklarından yollara. Elbet bir garibanlık var buram buram yayılan. Ama gariplik de eklenmeli trenin son hanesine… Ekleye ekleye yol alacaktık hâlbuki. Sözün son hecesi pamuk ipliğine bağlı işte, tuttukça tiftik tiftik, tutukça iplik iplik uzuyor denizler gibi. Belki de biz alba-trosun kanatlarında gelmiştik dünyaya. Bilmedik ve ucuz bakışlarla murassâ alınları taşıdık. Karışık bir güç eşlik ediyordu, sanki salıverilen güvercinler…Oturmadan yedik ki acelemiz vardı. Hesap yerine kelebekler döküldü cüzdanımdan. Kıvrık burna, Çengelköy’e kadar eşlik ettiler nahif adımlara…

Ey!Bizi ve kahveleri koruyan Rabbim!Aziz kıl şu evimi...

Dıştan küçüktür bakışlarahemen aldırma sen, kalbin kadargeniş ve içtendir kahverenginin şarkısıiklimi çarpıtır bir adımve gözler işlevsiz hânede.

çikolata değil, bal şerbet öyle bir kalbi var ki sahibininatlas okyanusu kadar, çehresibülend-meşrep abisi tüm fincanların.Kokusu sümbül, leylâknakışları daha bir çınardır evimin.Daha şimdiden iki çiçeği varkocaman kocaman sırıtırlartomur tomur saçarlar neşveyi.

Hani öyle derler ya pîrim:okumaya değil, koklamaya geldim

ruhunu, öyle uzun kisahi ey, ruhunun boyu kaçdevir devir satır satıryükseliyor bakışlarım zeylinde.

Ve tükendi dibinde telvesiylebir artık korku gibiçöktü tüm dehşetiyle.Durdurmalı zamanı-sanki işlemiyor saat-Ayrılma vakti mi, aman Allah’ım!Veda yerine son bir kezrahle başında gülümse banadağıt yüreğinden selamları [ve bilmûkabele...

Kapısı değil yalnızcaher yeri ahşaptandır eviminçikolatalarım, bülend abim bile.Onun kalbi oyma ahşaptan!Nakış nakış desen desen yüreği...

Sona atılmış bir dizi elveda değilkonuşmalara ara verilir evimde.İşte tadı gönlümün damağındaruhumun kanadındaBir sırça bakıştır arzum...

Ne olur... [On dakika ara...]

İSLÂM DALP

Şiir

33AŞİYAN

Yolculuk Oynamak

ELVAN ÇEVİK

“Gülerken ağlamak noktasında susuyorum. Bu suskunluğu kırabilecek bir “şimdi” lazım bana şimdi.”

İki deniz arasında gidip geliyorum. Denizin bir ucu anılarda bir ucu yaşanmamışlarda bitiyor. Ya özlüyorum eski mavileri ya da imkânsız maviler bekliyorum hayat-tan. Kaptanı yok bir gemide bir şehirden bir şehre gidip dönemiyorum, gelip kalamıyorum. “İki kent arasındayım biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor,” diyen Roquen-

tinim şimdi geçmişle gelecek arasında. Geçmiş ve gelecek… Biri “henüz” diğeri “artık” tanımıyor. İki deniz arasında gidip geliyorum her/geçen/gün. Olmayan şimdilerde var olabilmek tüm gay-retim. Eskiler hüzünlendiriyor, yeniler kaygılandırıyor. “Gelecekten dolayı kaygılanmayın, geçmişi düşünüp mahzun olmayın.” Karşıma çıkıyor Kitap’tan. Hayal kur, “mümkün”lü beklentiler oluştur hayata dair diyor bir küçük esmeroğlu. Cem Karaca teselli veriyor bir yandan: “Bugün sen çok gençsin yavrum, hayat ümit neşe dolu…” Nereden de bildi hayata dair bu önyargımı… Geçmişten görülüyor mu yoksa şimdi? Yoksa tek bir kalıpta mı yaşıyoruz mutsuzluğu? Gülerken ağlamak noktasında susuyorum. Bu suskunluğu kırabilecek bir “şimdi” lazım bana şimdi. Cem Bey’in repertuarından çıkar mı bir şeyler… Zıtlıklar kesişiyormuş gibi duruyor ama arada ne büyük bir Araf var hissediyor musun? İki deniz arasında gittiiim geldim ben. Şimdi yine gidiyorum. Şu Marmara’ya her gelişimde aynı boşluğu yaşıyor, aynı hüznü duyuyorum. Geride bir kent gidişimi bile fark etmemiş, gittiğim kent gidişimden sonra bir daha iskeleye gelmemiş. Mavilikler ortasında bir yerdeyim, “ne karanfil ne kurbağa.”

Deneme

34 AŞİYAN

Selim İleri RöportajıECEM BAYAR, İSLÂM DALP, ÖMER KÖKÇOK, MERVE ŞEN

Anılarınızda çocukluğunuzda sahip olduğunuz ikinci bir eviniz olduğunu söylüyorsunuz ve şöyle diyor-sunuz: “Yaşamım boyunca hep ikinci bir hayatın peşindeydim.” Romanlarınızda ve hikâyelerinizde yer alan karakterlerin bu arayışın yansıması olduğunu söyleyebilir miyiz?Hiç düşünmediğim bir şey sordunuz açıkçası. Evet, ikinci bir ev, ikinci bir hayat hep çok ilgimi çekti; ama yazdıklarıma baktığımız vakit pek de ikinci hayatlarında beklentilerini bulmuş insanlarla karşılaşmıyoruz. Onlar da ikinci bir ev, ikinci bir hayat arayan kişiler gibi geli-yor, o anlamda yaklaşırsak onun bir yansıması tabii ki; ama genele vurduğumuzda görülen şey şu: hep bir arayış var ama sürekli bir hayal kırıklığına, düş bozumuna sürüklenmişler.

Öykülerinizde sık rastlanan yaşlı bir kız imajı ve onların yaşanmamışlıklarına bir ağıt var. Bu olguyu sık kullanmanızın bir sebebi var mı?1960’larda, sanıyorum bir İstanbul radyosunda, bir oyun dinlemiştim. Tennessee Williams’ın dilimize “Sırça Kümes” şeklinde çevrilmiş olan oyunudur. Oyunu okuyanlar hatırlayacaktır orada da yine evde kalmış bir kız modeli vardır. Bu oyunu izlerken herhalde 11-12 yaşlarındaydım ve o piyes beni yazar olmaya en çok itenlerden birisi oldu. Sanırım evde kalmış kız temasından ilk etkileniş oradan kaynaklandı. O artık günümüzde çok üzerinde durulmayan bir tema; ama o yıllara ve ondan önceki yıllara baktığınız vakit gerek Batı edebiyatında gerek Türk edebiyatında çok üzerinde durulmuş olan bir mevzudur. Örneğin batıda Henry James’in Washington Meydanı bu konuda yazılmış en güzel romanlardan biridir. Bizim edebiyatımızda da Behçet Necatigil’in birkaç şiirinde çok etkileyici bir biçimde yansır. Necatigil’in Gaz adlı radyo oyununda da bu konu ortaya çıkar. Herhalde hepsinin etkisi var. Yazmak benim için herkesin kolayca atlayabildiği bir hendekten bir türlü atlayamayan insanlar oldu. Bu da hayatın zorladığı bir şekilde atlayamayan insan teması çok etkileyici geldi; ama geçenlerde bir arkadaşımla aramızda bir konuşma geçti ve şunu konuştuk: Böyle bir tema artık tedavülden kalkıyor. Çünkü dünya, daha özgür bir dünya ya da hiç değilse insanların daha özgürce yaşadıklarını hayal ettiğimiz bir dünya. Yine de o temanın çok ilginç olduğunu düşünüyorum. Şunu da ekleyeyim: Ayrıca bu konuda yazılmış en güzel romanlardan birisi Nahid Sırrı’nın Kıskanmak romanıdır.

“Bugün Bu Akşam” yazınızda dünün arka plana itilişinden, toplumun bir kalıba sokulup

sürüklenişinden bahsediyorsunuz. Sizce bugün içinde yaşadığımız ve tüketim toplumu olarak adlandırılan birlikteliğimizde edebiyat köklü doğasını yitiriyor mu? Evet, edebiyat çok büyük bir değişim ve dönüşüm içerisinde diye düşünüyorum. Bütün dünyada da böyle olduğunu genelde yayıncı dostlarım ya da bazı başka yazar arkadaşlarım söylüyorlarsa da ben dünyada böyle olduğuna pek inanmıyorum. Dünyada hâlâ öz edebiyatın, ki artık öz edebiyat ve satış edebiyatı diye ikiye ayırmak lazım, varlığını koruduğuna inanıyorum. Bence Uzak Doğu’da da edebiyat çok köklü bir şekilde devam ediyor. Ama bizde belki ediyor, etmiyor denemez; fakat o kadar kendi içine hapsolmuş, etrafı kuşatılmış bir şekilde devam ediyor ki gerçek bir edebiyatçı olmak isteyen insanın bugünkü koşullarda nefes alması bana hemen hemen imkânsız gibi geliyor. Peki, ne yapacaksınız? Ayağınız yanık kedi gibi, yeni kitabınız çıktığı vakit birkaç kanala, gazeteye haber salacaksınız. Ki bunu hepimiz yapıyoruz ben yapmıyormuşum gibi anlatmak istemiyorum. Bu açıdan bizde edebiyatın köklü bir değişime uğradığını söyleyebilirim. Çok satanlarla uğraşmak da bana yanlış geliyor; ama çok satış üzerine bir yapı kurmak, onu gerek yazarken gerek sunarken onun üzerine gitmek bana çok itici bir şey gibi geliyor. Yazımda anlatmak istediğim şeye gelince tabii Türkiye’de edebiyat insanının Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında en azından çok ciddi bir yeri var. Her birinin toplum üzerinde görüş beyan etme olanakları var. Bugün öyle bir şey kalmadı. Türkiye’nin siyaseti hakkında ya da Türkiye’nin sorunları hakkında hiç kimsenin aklına edebiyat adamını arayıp da “Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” demek gelmiyor. Genelde hep gazete, köşe yazarları, siyasetçiler ve bazen bilim adamları (onların da tabii popüler olanları) ve onların sözleri etrafında kurulu. Bence edebiyatçı bu toplum içinde çok düşünen bir isim. Edebiyatçılar da zamanla toplum sorunlarıyla ilgilenmektense kendi aralarında bir kulüp çatışmasına giriyor ve bu çok acı bir şey tabii ki.

Bir yazınızda gençliğinizde kitaplarınızı numaralandırdığınızı; ama polisiye, macera, aşk gibi türlerden bazılarını bu kategorilere katmadığınızı daha sonra ise bu eserlerin değerini anladığınızı söylüyorsunuz. Bu uygulamanızın sebebi, içinde bulunduğunuz dönemde, ortamda eleştirilmekten çekiniyor olmanız mıydı? Onlar lise yıllarıydı. O biraz yetiştiğim çevrenin baskısıydı. Bugün tabii polisiyenin değeri anlaşıldı; ama hâlâ başka kitapların, başka tarzların anlaşıldığını düşünmüyorum. Mesela aşk romanları buna örnek verile-bilir. “Kaliteli bir aşk romanı yazılabilir mi?”yi biz hâlâ tartışıyoruz. Nesiller üzerinde etki bırakmış olan kitapları edebiyat dışı saymanın, küçümsemenin en azından edebi-yat sosyolojisi açısından yanlış olduğunu düşünüyorum. Neden nesiller üzerinde diyelim ki bir Kerime Nadir’in Hıçkırık romanı o kadar etkili oldu, insanlarla arasındaki

Röportaj

35AŞİYAN

o bağ kopmadı? O mesela beni çok ilgilendirdi; ama o yıllarda bütün bunların okunması, Galatasaray Lisesi’nde okuduğum yıllarda, akranlarım tarafından garipsenirdi. Üniversite yıllarında “Huzur” romanını okurken “İşin mi yok bunu okuyorsun.” diyen çok fazla aydın insan tanıdım. Günün birinde “Huzur”un bu denli bir kült kitap olacağı hiç hesapta olmayan bir şeydi. 1970’lerin işte “Huzur”a karşı tavrı buydu. Ama görüyorsunuz ki işte zaman merhametsiz bir şey. O tavrı gösterenler kaybolup gittiler, “Huzur”sa yeni bir gündem oluşturabildi.

Hatırlıyorum’da Huzur ve Aşk-ı Memnu gibi kitapların okurda uzaklaştırma isteği yaratma amacıyla yazıldığını düşündüğünüzden bu gibi eser-lere çekingenlikle yaklaştığınızı dile getiriyorsunuz. Sizce bu karakterlerin kalbine açılan kapıda öylece bekliyor olma halini meydana getiren anlayış okuru nasıl etkiliyor ve edebiyatı nereye taşıyor?Aşk-ı Memnu ve Huzur için bunu o zamanlar niye söyledim şu an tam hatırlamıyorum. Oradan gitmeyelim de Tanpınar’ın, Halid Ziya’yı tam bilemeyeceğim de, öyle bir yazar olduğunu düşünüyorum; yani okura kendini kolay ele vermeyen, ters-ine tekrar tekrar kendini başa alıp özümsenerek okunmayı gerektiren bir yazardır. Tanpınar’la okuma maceram da böyle başladı. Yaz Yağmuru’yla başladım. Başladım, bıraktım, başladım, bıraktım. Çok çok yoğun bir yazar ve bu tarz bir edebiyat olduğuna inanıyorum. Okuru zorlamaya yönelik bir edebiyat bu. Bizde de bence bu-nun en iyi örneklerinden birisi aynı zamanda biçim yolu olan - çünkü bunu içi boş olup kelime oyunlarıyla yapan birçok yazar var - isim Tanpınar’dır. Tanpınar çok özü olan, çağrışımları çok kuvvetli bir yazar. Size bir metin etrafında başka bir yığın göndermeyle geniş açılım sağlıyor. O nedenle o sözü öyle söyledim; ama tam ne demek istediğimi doğrusu hatırlamıyorum.

Roman ve öykülerinizin birçoğunda zamanın kro-nolojik bir sıraya oturtulmadığını görüyoruz. Bunun sebebi ya da sebeplerinden biri okuyucuyu karakterl-erin yaşamının içine alma isteği mi? Yoksa bu yalnızca kaleminize akıttığınız modern edebiyat anlayışının bir gereksinimi mi?İkisi de diye düşünüyorum aslında. Zamanın 19. yüzyıl romanında kullanılışı çok olağanüstü; ama zamanın izafi göreceliği ortaya çıktıktan sonra ve insandaki bilinç meselesi daha başka türlü değerlendirildiği andan itibaren zamanı kronolojik olarak anlatmak artık zor bir mesele.

Çünkü yarışacağınız eserler bir defa olağanüstü, bir de insanın gerçekten tanrı-yazar kavramını taşıyamayacağını algıladığınız andan itibaren bilebildiğiniz kadarının etrafına gittiğiniz vakit zamanda kaymalar da çok doğal bir noktaya geliyor. Sonuçta hiçbirimizin kendi bilincimi-zin akışında zamanı yekpare bir bütün olarak ve kronolo-jik olarak hatırlamamıza imkân yok. Belki yekpare olarak hatırlıyoruz; ama kronolojik olarak imkânsız. Özellikle deneme yazılarınızda sanki geçmişi sürekli çağırıyormuşsunuz gibi bir havanız var. Sanki anılar uçuşuyormuş ve geçmiş izler parça parça, manzarada-ki silik suretler gibi gidip geliyor. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?Bugünü yazmaya hemen hiç hevesim kalmadı diyebilirim. Eskiden belki daha fazlaydı; bunu birkaç defa başka dostlarım da söylediler. Hani bugün hiçbir şey mi yok? Tabii ki var, neden olmasın. Sadece şu var: Bir

alışveriş merkezini yazmak bana (ki gitmiyor muyum, tabii ki gidiyorum.) hiç çekici bir iş gelmiyor. Soğuk, anlamsız, boş, yavan geliyor. Belki hep güne bağlamaya çalışıyorum. Belki başlangıçta da o nedenle bugünle ilgili başlıyorum yazarken ve daha sonra geriye gidiyorum. Bir de şunu tam bilmiyorum: Gerçekten bugünü yazmaya kalktığınız vakit mimari açıdan, özellikle İstanbul yazısı yazmaya kalktığınız vakit, çok acı şeyler yazmanız gerekiyor. O da çok kalp kırıcı oluyor. O mimari eserleri yapanlar herhalde İstanbul’un canına okuyalım diye yapmıyorlar. Onların istekleri de beğenileri de kendilerine göre elbette var; fakat bu siluet meselesi. Onu da ben epey önce yazmıştım. Haydarpaşa meselesini

galiba Türkiye’de ilk yazan benim. Bu Haydarpaşa meselesini artık yazmam, yazmışım ve bitirmişim onu ki zaten yazmışım bir işe de yaramamış, boşlukta kalmış. O nedenle tekrar yazmanın bir anlamı olmadığını düşündüm. Şu da ilginç ki bu İstanbul siluetinin, bu siluet değişiminin, en muhafazakâr kesim tarafından gerçekleştiriliyor olması çok yürek yakıcı bir mesele. Bu siluet meselesi çok ciddi; çünkü geri dönülmez bir şekilde mahvediliyor. Örneğin Peyami Safa ki kendisi muhafazakâr bir yazar, “Aman sakın sur içlerine ilişmeyin. Şehir sur dışına büyüsün, sur içi korunsun” diyor. O zamanlar Menderes yıkım istimlâk hareketlerine daha başlamamış. Peyami Safa’yı dinlemeleri gerekiyordu muhakkak; ama bunların yazılması çizilmesi görüyorum ki boşuna oluyor.

Sinemada özellikle bu sene geçmişe çok önem verildiğini görüyoruz. Birçok sinema filmi özellikle nostaljik olarak gösteriliyor. Sinemayla ilgilenen

Röportaj

36 AŞİYAN

biri olarak sizce bunun sebebi nedir? Bu konudaki yorumlarınız nelerdir?Belki insanların yaşadığı çağdan mutlu olmamaları olabilir. Bazı filmler de var ki onlar da geçmişin birtakım üstü örtük kalmış olan acılarını, dramlarını deşmek uğruna yapılıyor. Yakın dönem filmlerine baktığınız vakit, örneğin Beynelmilel bunlardan benim için bir tanesidir. O dönemi biraz başka bir cepheden ele alıyor ya da ona benzeyen çok film yapıldı. Biraz sanıyorum ki geçmişle bir hesaplaşma, geçmişten bugüne nasıl gelindi, o süre-cin nasıl işlediğini yansıtmak arzusu var. Yoksa bana sorarsanız geçmiş de pek güzel değildi. 1980’ler hatta 1960’lar da çok acıydı ve hepsinde derin problemleri olan bir ülke burası. Biraz bunların belki daha özgürce bir ödeşmesi yapılması amaçlanıyor diye düşünüyorum. Her devrin mutlaka yaşanacak güzel şeyleri var ama genel olarak baktığınız zaman o filmlere, mesela bir tanesi vardı adı “Büyük Adam Küçük Aşk”, rahmetli Şükran Güngör oynamıştı, çok acı bir filmdi. Bunlar o zamanlar konuşulmayan şeylerdi. Günümüzde bunlar hem artık konuşuluyor hem konuşulması da gerekiyor. Geçmişi tam deşmediğiniz vakit geçmişin sancılarını gidermek çok zor bir şey, biraz sanırım bu arzu da var. Tabii o zamanlar biz arkada o kadar insanın öldürüldüğünü bilmiyorduk. Sonuçta siyaset insan öldürme sanatı değildir ve bunlar bugünün ortaya çıkan şeyleri oldu. 12 Eylül romanları edebiyatımızda önemli bir yer tutar. Hatta 12 Mart romanları daha yoğun, daha başat olarak aynı şekilde büyük yer tutar. Fakat diyelim ki Erdal Öz bugün hayatta olsaydı “Yaralısın” adlı romanını bugünkü verileri de öğrendikten sonra yine o şekilde mi yazardı yoksa daha acı, daha yoğun bir şey mi yazardı bilmiyorum.

Doğan Hızlan “Anılar Issız ve Yağmurlu” için yazdığı yazıda şöyle diyor: “Hep sevgiyi arayan, sevgisiz bir dünyadaki küçük bir çocuğun yazar oluşunun aşamaları bence birçok genç yazarın hülyaları, rüyaları ile örtüşecektir.” 40 yılı aşkın bir süredir edebiyatın içinde yer alan bir yazar olarak kendinizi bir ilham kaynağı olarak görüyor musunuz? Ve de yazarlık yolunu adımlayan ya da adımlayacak olan gençlerle çalışmak, istek ve yeteneğin edebiyat yolun-daki yeri için ne söyleyebilirsiniz?İnsanın içinde yazmak, resim yapmak, sinema yönetmeni olmak, oyuncu olmak varsa ve bunlar durdurulmaz bir istekse zaten başkalarının bu noktada bir şeyler söylemesine pek gerek yok. Onun önüne geçemiyorsunuz, o kendi bildiği mecrada akıp gidiyor. Dışardan gelen, şunu şöyle yap şeklinde yönlendirmeler bana yanlış geliyor. Çünkü birisi çıkar sizin yazılmaz dediğiniz şeyi öyle bir yazar ki siz hayran olursunuz. O açıdan yolun başındaki insanlara “Öykü yazma şiir yaz” ya da “Şiir yazma roman yaz” şeklinde yaklaşmanın çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Çünkü o insan her işte olduğu gibi düşe kalka, yaralana yaralana da olsa kendi bildiği yolda gitmelidir. Aksi takdirde, çok iyi biliyorum ben, bir örnek insanlar yetiştiriyor yazarlar.

İsim de vereceğim, beni de affedeceğine eminim öteki tarafta, Attila İlhan çok gençleri gerçekten korumuş, hepimizin üstünde çok fazla emeği olan bir insandır gerek yazdıklarımızın yayınlanmasında gerekse zaman zaman fikir alışverişlerinde veya yönlendirişlerde. Ama ben bakıyorum şimdi eğer Attila Abinin çizdiği rotada gitseydim sürekli Ölüm İlişkileri gibi cinsel yanı ağır basan kitaplarda kalacaktım. Ben kendim bunun böyle olmaması, başka cephelere açılmak gerektiğini düşündüm. Bir de şeyi düşündüm, burada isim vermeyeceğim, öyle şairler oluştu ki Attila Abinin çevresinde hepsi birer Attila İlhan’dı oysaki Attila İlhan tekti. Onun sesini kullandılar ve yazık oldu diye düşünüyorum. Usta-çırak ilişkisi tabii ki var; fakat bu noktada özgür bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Yolun başındaki her yazar birtakım etkilerin tabii ki peşinden gidecektir. Daha sonra bir noktada kendi rotasını çizmesi lazımdır.

Biraz da “Cumartesi Yalnızlığı”na ve hatta direkt yalnızlık konusuna değinirsek Haydar Ergülen “Cu-martesi Yalnızlığı Şairi” ifadesini kullanıyor. Karak-terlerinizde de sürekli bir yalnızlık havası var. Selim İleri bugün de o geçmişten gelen yalnızlığı mı devam ettiriyor yazılarında? Bu “yalnızlık”ın biraz bana giydirilmiş bir şey olduğunu düşünüyorum. İnsanlar beni tanıdıkları vakit “Aa, gülüyorsunuz.” gibi tepkiler veriyorlar. İnsanın iç yalnızlığı çok ayrı bir şey kesinlikle. Fakat ben yalnızlık dışında da edebiyat açısından iç acıtmayan, insanları bir parça, hiç olmazsa kara gülmece de olsa, gülümseten bir şeyler yazmayı da denedim. Mesela “Saz Caz Düğün Varyete” diye bir romanım var, iki seksen yerlerden kazındı, hiç kimse sevmedi. Bu bir elbise gibi kuşanılmış bir şey oldu. Tabii ki herkesin Türkiye’de ve dünyada, daha çok bizde, okumayla ve yazmayla bir miktar ilgilenen ve bir miktar ekonomik şartları iyi olan kimsenin o korkunç ekmek kavgasının içerisinde yalnızlığı dinleyecek vakti yok. Ben herkesin yalnızlığına inanıyorum. Katherine Mansfield’ın bir öyküsü vardır, Parker Ana’nın Hayatı diye, orada bir şairin yanında gündelikçilik yapan bir kadının iç dünyasını anlatıyor. Müthiş bir yalnızlık ağıtıdır o öykü. İnsanlar kendi iç dünyalarına döndükleri zaman o yalnızlığı müthiş hissediyorlar, ben de hisseden biriyim. Eskiden bundan yakındığım bile oldu belki; şimdi öyle bir yakınmam yok. Ama emin olun ki “yalnızlığın yazarı” ya da “hüznün yazarı” gibi sıfatlar bana giydirildi. Belki başka şeyler olabilirdi. Ben sadece zamanla alıştım ve razı oldum. Şimdi yeni bir şey yazıyorum, o da müthiş bir yalnızlık; fakat onu hüzünlendirmeden yapmaya çalışıyorum.

Röportaj

37AŞİYAN

Uykusuzluk Falları

SEMUHİ SİNANOĞLU

kaçan kovalanırmış. eczane köşelerine tünedi uykusuzluk. üşütmeyesin, dedim, aldırmadı. ayazda ince bir entariyle dışarı çıkmış. bir keresinde el falı baktırmıştı. çıkmaz sokaklar haritası demişti çingene. yokuşlardan inişi bundandır belki, diye geçirdim içimden. sahi kovalanan kaçarmış nedense. mesela nemrut’un gözleri fal taşı gibi açık hâlâ, mağrur bir dağın zirvesinde. tanrı’nın en büyük azabıymış meğer. suda eriyen ilaçlar gibi fokurduyor gözlerim. tortusundan bile uykusuzluk akıyor. tanrım, gözlerim açık gidecekler diye korkuyorum.

yediuyuyanları buluyorum kadim kitaplarda, devrin en davudi haramı halbuki. sağ kolu üstüne yatmış eğik harf-lere özeniyorum. sokak lambaları ayaklandılar çoktandır. ışıklar açıkken uyumak nasıldır, bilir misin? nemrut’u devirerek isyan edeceğim, onu gazabından kurtaracağım böylece!

çıkmaz sokaklarda elimden tut, dedi birden. kahve falları yıllanırmış bozulan tövbeler gibi. bu zehri temizlemeliy-dim önce. ellerimden kafeini damlarken yapamazdım ki. bu günahla yaşamayı öğrenmeliydim. acımasızsın dedi. hayır dedim, vazgeç grevinden. ak bir entari, orak ve çekiç.

ruznamçeci getir kayıtları, kur mizanı. sağdan sola tekmil verin eğik harfler! son dakikaların son demleri… çünkü kalenin burcu düşecek birazdan, yeryüzü aydınlanacak üstüne saçılan parıltılardan ve sokak lambalarına lokavt diyeceğim! tutuşan kadim kitaplar mı yoksa? belki bu gazapla putperestleşeceğim.

geceleri soğuk oluyor eczane köşeleri. entarisini çıkarttı neden sonra. böylece gözleri açık uyumayı öğrendim. yediuyuyanlarla tanışmak için eczane köşesine kurulmuş sunakta kurban ettim uykularımı. ve entarisine kan bulaştı. aldırmadı. cadı kazanları kuruldu, hapislik yetmez sana dedim. sürgünü de tatmalısın. en çok böyle şiir yazılır çünkü. acıların eleğinden geçtiğinde geride kalan birkaç kelimen olsun. falcı fal taşı gibi açmıştı gözlerini zira. geleceği görebilir misin? yığılıp kaldı. yokuş aşağı koştururken dur durak nedir bilmez misin?

rüyalarıma gir nemrut, cehennemin hangi köşesindesin? hayır, bu kafeinle duramam artık. hamamda terlemeliyim. arnavut tellakları katledileli yüzyıllar oluyor, devrim harflerin boyunu uzattığından beri sığınacak şiirlerim de kalmadı. eleği çingenede bıraktım ben de. ve bir arşivde,

saman renginde bile tanıdım gözlerinin rengini. kadim kitaplarda tozlandın, işsizliğinde boğuldun sanmıştım. unutmamışlar seni. tozunu sildim ve indirdim baygın düştüğün raftan. yaşını sormamıştım daha önce. bir asır sonra uyanmak nasıl bir duygudur acaba? eski hesapları açmanın vaktidir şimdi. ışıkları kapatmanın.

uyu, dedim güzel kızım, uyu artık, ne olur. bak sabah olacak. inat etme. geldiler, götürdüler ansızın. kadim kitaplarımı devirmişler kitaplığımdan. korkudan orak ve çekiçle uyuyorum yastığımın altında geceleri. sağdan sola tekmil verir her gün mahpushane sakinleri. günleri saymayı bıraktım; safa ve merve’yi de aldılar içeri.

çingenenin gözleri fokurduyor. elleri titriyor. bodrum katında pankartları yakıyorum korkudan. daha önce hiç çıkmadım meydanlara diyorum, gülüyor. bir altın bileziğim var benim, lokavt yapmayı öğreniyorum! başladığım yer aynı hep: her gece o eczane köşesine dönüyorum. uykusuzluk kaderim benim. kızım görüyor polis arabasında beni. arabanın camı buğulanıyor, sanırım ağlıyorum. dönecek mi, diye kaçacak uykuları şimdi, biliyorum. kaçan kovalanır kızım.

sonradan öğrendim sürgünde de eczanelerin olduğunu. ve karım, güzel karım, ak entarin olmadan üşüyeceksin diyorum. gözleri fal taşı gibi açılmış soğuktan, titriyor. ısıt beni, diyor, yaklaşıyor koynuma. tanrım, anladım, en büyük azabın, henüz göstermediğinmiş. ellerin, diyo-rum. her bir çizgisi kalbime çıkıyor sanki. sürgün neresi diyor, açıyor burun kanatlarını kızım. beni niye daha önce götürmedin? sahi hangi şehre gideceğim? harita ölçekleri yetmiyor kararsızlığımı göstermeye. şu yeşil yerlere git diyor kızım, ormanlara, kırlara. döndüğümde harita okumayı öğreteceğim sana, diyorum. bulgaristan’dan gitsem cesetsiz kalmaktan korkuyorum bir yandan. safa ve merve ölmüş işkenceden, haberleri geliyor. ölüm hiç bu kadar yakın olmamıştı; karım ve kızım bu kadar uzak. zamanında ezberlemiş olsaydım sevdiğim şiirleri, yalnız kalmazdım böyle.

o gece gözüme uyku girmedi. tüm bu yaşanacakları göze almıştım, ondan belki. biliyorum önce kaleler devrilecek, sonra ışıkları sönecek gözbebeklerimin. bu yük, bu mizana ağır gelecek. o yüzden fazlalıkları at, ruznamçeci, tozlarını ayıkla tüm söylediklerimin. geriye defterlerden yalnız soldaki kalsın. hazırım harflerin yüzlerini çevirmeye.

bak, sol kolumda uyuyakalmış karım ve kızım.

Deneme

38 AŞİYAN

Merhaba RenklerESMA DALP

Merhaba hayat, tüm maviliğinle! Havada uçan kuşlar kadar hafif ve bir o kadar da özgürlüğünün tadına vara-rak… Renginin derinliğinde kaybolma fikri ürkütse de bazen rüzgârlarında serinlemek ve seninle bilinmeyen-leri görmek… Bulutlarında sohbetinin keyfiyle dolup damlalar halinde yeryüzüne süzülmek… Ekranlarımızda belirmemen şartıyla; ortamında huzur bulan martıların çığlıkları eşliğinde seninle bilinmeyene doğru yol al-mak… Ufka yönelerek gemide ellerimizi açıp sesine kulak vermek… Yeni doğmuş bir bebekle birlikte yeniden seni görmek ve sana “Merhaba!” demek…

Merhaba hayat, tüm pembeliğinle! Ne kadar görmesek de varlığını hisset-mek ve yokluğunda hiçliğe gömüleceğimizi bilmek… Yıldızların kahkahaları eşliğinde kumsalda körebe veya bulutların üzerinde yakalan baç oynamak… Her kurbağanın prense döneceği inancıyla öpücüğümüz hazır beklemek… Ufukta her an belirebilecek beyaz atlı pren-sin yolunu gözlemek… Her kıpkırmızı elmanın zehirli olabileceği riskini hesaba katıp tedirgin yaşamak… Ve tüm yorgunluğumuzla girdiğimiz yumuşacık yatağımıza gözlerimizi kapatınca sana “Mer-haba!” demek…

Merhaba hayat, tüm beyazlığınla! Hemencecik kirlenip, çabucak sırrımızı deşifre edebileceğinden seni giydiğimizde sokaklarda dikkatlice yürümek, oynamak zorunda kalmak... Tekrar sorumluluklarımızı hatırlayarak ağır yüklerimizi giymek ve bırakacakmışçasına sana sımsıkı sarılmak… Soğuğundan korunmak için yaktığımız sobaların üzerinde kestane kavurarak, sıcacık çaylarımızı yudumlamak… Seninle gelen değişikliğe pencereden bakmak ve gökyüzünden yeryüzüne düşen kar tanelerinden biri olmayı düşlemek… Bodrum katından tozlanmış kızağımızı alarak özlemimizi gidermek istermişçesine sıkıca sarılıp senin üzerinde kaymak ve hızımızı alamayarak sana çarpıp sana “Merhaba!” demek…

Merhaba hayat, tüm kırmızılığınla! Varlığınla ortamın havasını yumuşatmak ve tüm benliğinle kişilerin arasını bulmak… Bir annenin içini kaplayarak, O’na her şeyden çok çocuğunu sevdirmek ve aralarında sımsıcak gülümse-

meye kaynaklık etmek… Ayrı kalmış insanları buluşturup mutlu anlarına şahit olmak… Yeni doğan bir bebeğin hayata bağlanmasıyla gerçekleşen ağlamasını dinlemek… Ya da hata yapmanın bedeli olarak tenimizde akarken seni görmemizle göz yaşlarımızı koyvermek... Bahçemi-zin kanayan gülleriyle duyguları ifade etmek ve yeni bir hayatla başlayan sana “Merhaba!” demek…

Merhaba hayat, tüm yeşilliğinle! Soğuk bir havanın ardından tekrar sana kavuşmak ve veda ediyormuşçasına seni içimize çekmek… Annelere inat olsun diye geç va-kitlere kadar senle uzun süren ayrılığın özlemini gider-meye çalışmak… Üzerimizdeki kalın yükten kurtularak, seninle kendimizi tekrar gözden geçirip yeni kararlar almak… İçimizdeki çocuğu uyandırıp, senin üzerinde hiç yorulmamacasına, sonuna dek koşmak ve yokuşunda yu-varlanmak… Rengârenk çiçeklerinin arasında kaybolan

seni fark etmenin sevinciyle sana “Merhaba!” demek…

Merhaba hayat, tüm turunculuğunla! Göklere yakıştırdığımız seninle yeryüzüne yansıttığın ışınlarını izleyerek görevini yapmanın huzurunu be-raber yaşamak… Sonu erteleyen doğuşunu simit ve çay eşliğinde izleyerek güne açılış yapmak… Ağaçta bir yaprak olup, ısına dayanamayarak salına salına aşağı yuvarlanmak ve

yaprağın yere düşmesiyle gerçekleşen buluşmayı bir-likte yaşamak… Ya da sıcak bir günde deniz kenarında kumların üzerinde yatmak ve sıcaklığını hissederek senin yansımalarında soğuk suya dalıp rahatlamak… Batışınla gerçekleşen üzüntünün ardından senin havanda yeni bir yerde yeni bir doğuşa “Merhaba!” demek…

Merhaba hayat, tüm griliğinle! Siyah beyaz arası ortada kararsız dımdızlak kalakalmak... Genelde yağmur sonrası etrafı kaplayıp, kişilerin içini karartarak huzurlarını kaçırmak... Ya da tek doğru ya da yanlışın var olmasının gerekmediğini, birden fazla doğrunun da olabileceği ihti-malini akıllarda oluşturmak... Geçmiş ve gelecek, bilinen ve bilinmeyen ikileminde kalmış her kişinin yanı başında biterek “Merhaba” demek...Merhaba hayat, tüm siyahlığınla! Asilliğin rengi olarak resmi makamlarda tercih edilen renk olmak... Renksizliğinle tüm renklerin huzurunu bozup, kaçırtarak yalnızlığa mahkûm kalmak... Masmavi günlük güneşlik neşeli bir ortamı kaşla göz arasında bulutlarınla kaplayarak hiddetinle hüzne boğmak... Hiçliğin ve bilinmezliğin sırrını barındırmak... Bu yazı devam ederken bir anda belirip sona “Merhaba” demek...

Deneme

aydınlanmak için...

Dağıtımcılarımız: Ana Dağıtım (0212) 526 99 41Alfa Dağıtım (0212) 511 53 03 Gökkuşağı Dağıtım (0212) 410 50 60Adım Dağıtım (0212) 521 90 78 Prefix (0212) 503 86 86

Metamorfoz Yayıncılık Mercan Mah. Fuatpaşa Cad. Semaver Sok. Selçuklu İşhanı K:3 No:52 Beyazıt / Fatih / İSTANBUL Tel&Fax: (212) 522 45 05 [email protected]

www.okurkitapligi.comwww.facebook.com/okurkitapligi www.twitter.com/okurkitapligi

Yeni yılda yeni kitaplar Okur Kitaplığı’nda

Suçsuzluğumu AffetZafer Acar

ROMAN, MART 2012, 424 SAYFA

ÂdemÜmit Aktaş

ROMAN, ŞUBAT 2012, 160 SAYFA

AnarşizmÜmit Aktaş

FELSEFE, ŞUBAT 2012, 152 SAYFA

Musa veYol Arkadaşı

Ümit AktaşROMAN, MART 2012, 192 SAYFA

Dördüncü Tekil ŞahısGüray Süngü

ROMAN, ŞUBAT 2012, 512 SAYFA

Bir Kelime MesafesiMetin Önal Mengüşoğlu

İNCELEME, OCAK 2012, 312 SAYFA

SabahleyinBir TantanaYılmaz YılmazÖYKÜ, MART 2012, 110 SAYFA

Gelenek veİkinci Yeni Şiiri Cevat Akkanat

İNCELEME, ŞUBAT 2012, 472 SAYFA

DiriZafer Acar

ŞİİR, OCAK 2012, 120 SAYFA

İmge, Gerçeklikve Kültür

Cemal ŞakarDÜŞÜNCE, MART 2012, 156 SAYFA

Ruh DeniziAli Haydar Haksal

ÖYKÜ, ŞUBAT 2012, 160 SAYFA

Kendi İçine Düşenler AnsiklopedisiSelman BayerROMAN, OCAK 2012, 320 SAYFA

İlim Yayma’nınPenceresiAhmet Örs

ANI, MART 2012, 120 SAYFA

Kelepir SepetNecati Mert

İNCELEME, ŞUBAT 2012, 208 SAYFA

Anzelha ile İbrahimAli Haydar Haksal

ROMAN, OCAK 2012, 172 SAYFA